Atatürk’ün babası olarak bize gösterilen, bazı tarih kitaplarında bile yer alan resmin aslında uydurma olduğu anlaşıldı. Tarih araştırmacısı Mustafa Armağan’ın yazısı:

Atatürk’ün babası kimdi? Gazi Mustafa Kemal’in 1922 yılında “Vakit” gazetesinden Ahmet Emin Yalman’a anlattığı hatıralarından beri bu sorunun içinden çıkılamamıştır.

Şimdi içinizden ‘Peki Atatürk köşelerinde gördüğümüz o fesli, bıyıklı adam kim o zaman?, diye sorduğunuzu duyar gibiyim.



Atatürk babası Ali Rıza Efendi’nin resmini tastik etmemiştir

Hevesinizi kursağınızda bırakmak istemem ama o fotoğraftaki kişinin ‘Atatürk’ün babası’ olduğu tezi, doğrudan doğruya bir İnönü devri yutturmacasıdır. Biz İnönü’nün göstermek istediği Atatürk ile Atatürk’ün kendi zamanındaki Atatürk’ü fena halde birbirine karıştırmış durumdayız. Daha doğrusu biz Atatürk’ü İnönü devrinde ona giydirilen deli gömleğiyle tanımak zorunda kalmış bulunuyoruz. Şimdi o gömleği çıkartmaya uğraşıyoruz ki, işimiz hiç kolay değil.

Daha önce de yazmıştım: İsmet İnönü’nün 12 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde “Nutuk” bir tek defa bile basılmamıştır. Neredeyse yasaktır. Basılmıştır diyen varsa getirsin bir örneğini. 1938’de Atatürk’ü sağlığında yapılan son baskısından sonra ilk kez 1950 yılının ikinci yarısında basılabilmiştir “Nutuk”un ilk cildi.

Mesela 1931’de basılan “Tarih IV” adlı lise ders kitabında da, ölümünden hemen sonra Kanaat Kitabevi tarafından basılan M. Turhan Tan’ın “Atatürk” kitabında da Atatürk’ün babasının fotoğrafını bulamazsınız. Neden acaba? Şimdi babası Ali Rıza Efendi’nin olduğunu sandığımız ünlü fotoğrafı, Atatürk’ün onayından geçmemiştir de ondan.

Peki nedir bu fotoğrafın hikâyesi? Neden o gün yokken bugün ders kitaplarımıza kadar sızabilmiştir? Tarih üzerinde bir oyun mu dönmektedir yoksa?

1935 yılında tesadüfen Ankara Cebeci’deki Şehnaz Hanım’ın aile albümünden çıkmış olan bu fotoğrafı büyük bir sevinçle hemen Atatürk’e ulaştırırlar. Sağdan bakar, soldan bakar, büyüttürür. Hayır, küçük yaşta kaybettiği babasının görüntüsü, fotoğraftakine hiç benzememektedir. Atatürk’ün içi ‘resimdeki adam’a bir türlü ısınamamıştır. Nitekim Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı kitabında yazdığı üzere Atatürk, sonunda “Bu bizim peder değildir” diye kestirip atmak zorunda kalmıştır.

Ne çare ki, onun inkâr ettiği “peder”in fotoğrafı kitaplara girmiştir bir kere, artık hangi babayiğit çıkartabilir.

Ali Rıza Efendi’ye ait olduğu söylenen bu fotoğraf, ilk kez 1939 yılında, yani artık atışın serbest hale geldiği İnönü devrinde “Belleten”de İhsan Sungu tarafından yayınlanır. İşte bu tarihten sonra kitaplarda o zamana kadar Mustafa Kemal’in soyunu tek başına temsil eden Zübeyde Hanım’ın yanına yeni bir fotoğrafın yerleşmeye başladığı görülür. Bu tavırdan, Tek Parti dönemi muhafazakârlığına denk düşen ‘iyi aile çocuğu’ Atatürk imajının zihinlere kazınmak istendiğini çıkartmak zor olmasa gerek.

Peki gerçekten de Atatürk’ün babası kimdi? Ali Rıza Efendi’ydi elbette. Ne yazık ki, onun hayatı hakkındaki yayınların hiçbirisine tam olarak güvenemiyoruz. Biraz okuyunca kafanızın aşure kazanına dönmesi sebepsiz değil.

Mesela en muteber kaynaklardan sayılan Şevket Süreyya Aydemir, “Kırmızı Hafız”ı Ali Rıza Bey’in amcası yaparken (“Tek Adam”, I, 1969, s. 31), Prof. Şerafettin Turan babası yapmaktadır (“Kendine Özgü Bir Yaşam”, 2004, s. 20). Yine Prof. Turan, Atatürk doğduğunda babasının Evkaf idaresinde çalıştığını yazarken (s. 20), Erol Mütercimler kereste tüccarlığı yaptığını iddia etmektedir (“Fikrimizin Rehberi”, 2009, s. 39). Oysa Atatürk, 1922 Ocak’ında Ahmet Emin Yalman’a verdiği röportajda kendisi okula başlarken babasının “rüsumat”ta, yani gümrük idaresinde memur olduğunu söylemiştir.

Bu durumda Ali Rıza Efendi’nin bütün hayatı alt üst oluyor. Önce Evkaf’ta kâtiplik yapıyor, sonra kereste tüccarlığı, 6 yıl sonra ise gümrük memurluğu. Oysa doğru sıralama, önce Evkaf, sonra Rüsumat idaresi ve en son memurluktan istifa ettikten veya emekli olduktan sonra kereste ticareti yaptığı şeklinde olacaktı (ölümünden önce bir ara tuz ticareti yaptığını Makbule Hanım anlatmıştır).

Üstelik Atatürk’ün babasının hangi yılda öldüğü de bilinmez. Rakamlar kitaptan kitaba, üstelik 5-6 yıla kadar oynuyor. Kimisi 1893’te öldü diyor, kimisi 1887 veya 1888’de. İnkılap tarihinin duayenlerinden Prof. Enver Ziya Karal, “babası genç yaşta öldü”, diye yazıyor. Yahu üstad, eğer Ali Rıza Efendi 1839’da doğmuşsa ve ölüm tarihi 1893 ise öldüğünde 54 yaşındadır ve bu nasıl “genç” ölmektir?

Biyografilerindeki ciddiyetsizliklere son bir örnek: Atatürk Şemsi Efendi mektebine başladıktan “az zaman sonra” babasının öldüğünü söylemiştir. Eğer okula 6-7 yaşlarında başlamışsa tarih, 1887 olmalıdır. Oysa bildiğimiz kadarıyla bundan sonra tam 6 yıl daha yaşamıştır Ali Rıza Efendi. Bu hesaba göre babası öldüğünde Atatürk 13-14 yaşında olmalıdır. Yani babasının ölüm tarihini esas aldığınızda Atatürk 14 yaşında, kendi demecindeki okula yazılmasından az sonra öldüğü bilgisi esas alınırsa da 7 yaşında çıkıyor. Hangisi doğrudur? Henüz bilmiyoruz.

Gördüğünüz gibi Atatürk’ün babasının kimliği konusunda karanlıklar içinde yol bulmaya çalışan ressam Brüghel’in körleri gibiyiz. Anlaşılan Atatürk de, 1930’ların sonlarına gelinirken, olgunluk dönemini idrak eden her erkek gibi babasını merak etmiş ve onun izlerini araştırmalarını istemiştir yetkililerden. Nitekim Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgeler bu araştırmanın Selanik’e kadar uzandığını gösteriyor (030-10-1 7 6 nolu dosya).

Maalesef bu araştırmadan da Atatürk’ün babası hakkında dişe dokunur bir sonuç çıkmamıştır. Atatürk’ün ölümünden bir yıl önce babasının kimliğini araştırma merakına kapılması bize yine de bir şey söylüyor olmalıdır. Gençliklerinde babalarını aştığını düşünen erkekler, olgunluk çağlarında “baba”yı yeniden keşfe çıkmak ihtiyacını duyarlar.

Karlı bir gece yarısı baba yeniden evine dönecek midir? Bu ev, Çankaya Köşkü bile olsa.

(Haber 7, 22 Haziran 2009)