Muhteşem Kâinat ve Allah'ın(c.c) Azameti
Muhteşem Kâinat ve Allah'ın(c.c) AzametiThis image has been resized. Click this bar to view the full image. The original image is sized 729x400 and weights 43KB.Muhteşem Kâinat ve Allah'ın(c.c) Azameti

Muhteşem Kâinat ve Allah'ın(c.c) AzametiThis image has been resized. Click this bar to view the full image. The original image is sized 729x400 and weights 38KB.Muhteşem Kâinat ve Allah'ın(c.c) Azameti

?Hiç mümkün müdür ki, bütün mevcudatı (yaratılmışları) güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir (hizmet ettirip) ve idare eden bir haşmet-i Rububiyet, şu misafirhane-i dünyada muvakkat (geçici) bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun; sermedî, bâki (devamlı) bir daire-i haşmet ve ebedî, âli bir medâr-ı Rububiyeti icad etmesin?

Evet, şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyârâtın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât ve arzı insana beşik, güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş küre-i arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilât gösteriyor ki, perde arkasında böyle muazzam bir Rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı Rububiyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister.
Halbuki, görüyorsun, mahiyetçe en cami ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misafirhane-i dünyada, perişan bir surette, muvakkaten toplanmışlar. Misafirhane ise, hergün dolar, boşanır.
Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebeddül eder.
Hem bütün o raiyet, Sâni-i Zülcelâlin kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san'at antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu meşher (sergi) ise her dakika tahavvül ediyor (değişiyor). Giden gelmez, gelen gider.
İşte bu hal ve şu vaziyet kat'î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında, o sermedî saltanata medar ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümunelerin ve suretlerin en halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına (kabiliyetine) göre-eğer kaybetmezse-orada bir saadeti vardır. Evet, öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki, şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun.
Şu hakikate şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun. Görüyorsun ki, yol içinde bir han var. Bir büyük zat, o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altınlar sarf ediyor. Hem o misafirler, o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az birşey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. Hem o büyük zatın hizmetkârları da misafirlerin suret-i muamelelerini gayet dikkatle alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki, o zat, her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrip eder; yeni gelecek misafirlere yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki, bu yolda bu hanı yapan zatın daimî, pek âli menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir (devamlı), pek büyük bir sehâveti (sonsuz cömertliği) vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini, kendi yanında bulunan şeylere iştahlarını açıyor. Ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor.
"Nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak, menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkit akla diyecek: "Beyhude yoruldum, kusur yok" demesiyle gösteriyor ki, Nizam ve intizam gayet mükemmeldir. Demek, intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat'î şahididir."






"Efelem yenzuru ilessemai fevkahüm keyfe beneynaha ve zeyyennaha" Kaf Suresi-6

Yani, âyet-i kerime, nazar-ı dikkati, semânın ziynetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ, dikkat-i nazar ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlakın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa, eğer başıboş olsaydılar, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzımdı ki, kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i hercümerc içinde karışıklık olacaktı ki, kâinatı dağıtacaktı. Yirmi camus birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir hercümerce sebebiyet verdiği malûm. Halbuki, küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya söylüyor. İşte, sükûnet içindeki sükût-u ecramdan, Sâni-i Zülcelâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin derece-i kudret ve teshirini ve nücumun Ona derece-i inkıyad ve itaatini anla.




Hem, semânın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet, gayet acip ve azîm o harekât, gayet dakik ve geniş hikmet içindedir. Nasıl ki bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san'atkâr, fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde derece-i san'at ve maharetini gösterir. Öyle de, koca güneşe, seyyaratla beraber fabrika vaziyetini veren ve o müthiş azîm küreleri sapan taşları misilli ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezahür eder.
Yani, hem, semâvat yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir ziynet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san'atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultanın derece-i haşmetini ve terakkiyât-ı medeniyede derece-i kemâlini gösterdiği gibi, koca semâvat, o haşmetli, ziynetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin kemâl-i saltanatını ve cemâl-i san'atını öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.
Hem diyor ki: Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki, onların Sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil.
Evet, muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mizan-ı mahsusla herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir zâtın derece-i iktidar ve hikmetini ve hareket eden cirmlerin ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvat o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin ne kadar dakik bir mizan-ı mahsusla rububiyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler.
Hem de şu âyet gibi, Sûre-i Amme'de ve sâir âyetlerde beyan olunan teshir-i şems ve kamer ve nücumla işaret ettiği gibi,
Yani, semanın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece-gündüz hatlarıyla, kış-yaz sayfalarında mektubat-ı Samedâniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misilli, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak, mütefavit çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüpkendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mizanla, dakik hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin şeâiridir. Zîşuura, Onu iş'âr eden muhteşem bir Ulûhiyetin işârâtıdır; ehl-i fikri imana ve tevhide davet eder.





Bak kitab-ı kâinatın safha-i renginine,

Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbâbına,
Sanki âyâtın Hüdâ nurla tahrir eylemiş.
Bak, ne mu'ciz-i hikmet, iz'an-rübâ-yı kâinat,
Bak, ne âli bir temâşâdır feza-yı kâinat.
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Nâme-i nurunu hikmet bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,
Birer burhan-ı nurefşânız vücub-u Sânie; hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mucizâtı çün melek seyranına,
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.
Tûbâ-yı hilkatten semâvat şıkkına, hep kehkeşan ağsânına,
Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyâne,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareyiz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin birer mucize-i kudret, birer harika-i san'at-ı Hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz âbidâne
Zikrederiz, kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.