MÜNKİRLERLE OTURMA!

Günümüzde dinimizin yasak kıldığı haramlar, günahlar çok arttı, âdeta çılgın bir sel gibi her alanımızı, en mahrem muhitlerimizi bastı.

Günden güne de kuşatma daralmakta. Nefes alamayacak hâle geldik.

Âhirete, hesaba yakînî îmanı olanlar için, içinde bulunduğumuz hayat şartları gerçekten ağır ve ıstırap vericidir.

Fakat bundan daha tehlikelisi günaha alışmak, günahı artık günah olarak görmemektir.

Bu durum gerçekten çok dehşet verici, çok ürperticidir. Kendimizin, evlâtlarımızın, insanımızın ve toplumumuzun göz göre göre erimesi, çözülmesi ve ölmesi, hassas vicdanların;

«Bana ne!» deyip geçebileceği bir manzara değildir.

Düşünebiliyor musunuz, kendilerini dünyanın süper gücü sayan devletler;

ellerinde en son teknik silâhları, füzeleri, her çeşitten bombaları bulunduran güçler şeytanın dostu olmuşlar, onunla beraber îmana, İslâm’a, Kur’ân’a, Peygamber’e Müslümanlara, hâsılı ne kadar mukaddesat varsa hepsine var güçleriyle saldırıyorlar, savaşıyorlar, öldürüp yok ediyorlar.

Yüzlerce televizyon kanalları, binlerce internet linkleri bütün pisliklerini, çirkefliklerini âdeta bir kanalizasyon hâlinde gözlere, kulaklara, gönüllere boşaltıyorlar.

Hiçbir şey olmasa sokaklarda, caddelerde asılan reklâm afişleri bile insanın kalbini bulandırmaya, ahlâkını ifsat etmeye ve iffet duygularını yırtıp parçalamaya yeter.


Kur’ân ve sünnet ölçeğinden bu hayata baktığımız zaman, zor bir imtihanla karşı karşıya olduğumuz açıkça ortadadır. Şimdi soru şu:


Günaha, harama, bâtıla, nefse ve şeytana teslim mi olacağız, yoksa canımızı dişimize takarak bunlarla asla bitmeyecek bir savaşa mı

tutuşacağız;

ebedî diri kalmak için ölesiye, bitesiye cenk mi edeceğiz?
Bizim için geçerli olan şüphesiz ikinci şıktır.


Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

Hira-Nur Dağı’nda; “Oku!”

emrini alıp döndüğünde, muhatabı olan toplumun hâli çok mu iyi idi?

Hiç iç açıcı değil, aksine içler acısı bir durum vardı. Günah, zulüm ve şiddetin zirvesi yaşanıyordu. İnsanlık yırtıcılıkta sırtlanları geçmişti. Toplumun her tarafı kanserdi, kangrendi, felçti.

Efendimiz nasıl bir çalışma, cihad ve mücadele ile öyle bir toplumu «Asr-ı Saadet Toplumu» hâline getirdi?

Vahşetin zirvesinde olan insanları şefkat, merhamet ve faziletin zirvesine ulaştırdı?

Nasıl yaptı da kendisi ve kendine inananlar o cahiliye toplumuna yem olmadı;

günahlar karşısında yüce dağlar, yalçın kayalar gibi sert durdu?

Aşınmadı, aşındırdı; etkilenmedi, etkiledi? Kaleleri bir bir fethetti...


Bizim şu an en çok üzerinde düşüneceğimiz ve örnek alıp hemen en etkin bir şekilde tatbik edeceğimiz husus budur. Bunun son derece âciliyeti vardır. Çünkü zaman lehimize değil, aleyhimize işlemektedir.


Bu yazımızda günahla savaşmanın sadece bir yoluna dikkat çekeceğiz. O da: Günah işleyenleri ve günah işlenen ortamları terk etmektir. Bu konuda Rabbimizin açık emri vardır.


Mekke’de müşrikler, meclislerinde Kur’ân’dan bahseder ve onunla alay ederlerdi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ:

“Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman onlar, (bunu bırakıp Kur’ân’dan) başka bir sözle meşgul oluncaya kadar kendilerinden yüz çevir. Eğer şeytan sana bunu unutturursa, o hâlde hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile birlikte oturma!” (En’âm, 6/68)

âyet-i kerîmesini indirdi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra bu sefer Yahudiler aynı şeyi yapmaya başladılar. Onların bu meclislerde dinleyicileri de münafıklardı.

Bunun üzerine de Allah Teâlâ:
“(Allah) size Kitap’ta şu hükmü indirmiştir:

Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini veya alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar (bundan vazgeçip) başka bir söze dalıncaya kadar katiyen onlarla beraber oturmayın. Böyle yaptığınız takdirde siz de onlar gibi olursunuz. Şüphesiz Allah, münafıkları da kâfirleri de cehennemde bir araya toplayacaktır.” (Nisâ, 4/140) âyetini inzâl buyurdu. (Râzî, XI, 64-65)


Birinci âyetteki; “Âyetler hakkında ileri geri konuşmaya dalmak”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’i alaya almak, inkâr etmek, onunla eğlenmek ve onu değiştirmeye çalışmaktır. Bu âyetle yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimiz’e ve O’nun ümmetine bir edep öğretmektedir.


Çünkü Efendimiz, müşrik bir topluluğun yanına oturup, onlara öğüt verip davette bulunduğu hâlde onlar Kur’ân-ı Kerim ile alay ederlerdi.

Bu sebeple onlardan yüz çevirmesini emretmiştir. Aynı şekilde günah fiilleri işleyen, düşmanlık duyguları içinde kötü söz ve davranışlarda bulunan kimseleri de terk etmek gerekir. Âyetteki «zalimler» ifadesi buna işaret etmektedir.

Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gıybet yapılan meclisleri terk etmeyi öğütlemektedir. (bkz. Dârimî, Mukaddime 23) Dolayısıyla bir kimse başkasının, Allâh’ın bir haramını işlediğini bilse ve yapacağı nasihatin de kabul edilmeyeceğini bilecek olsa, onun bu davranışını reddeden bir eda ile yüz çevirmesi ve ona yönelmemesi gerekir. Unutma hâli istisnâ edilmiştir. Fakat hatırlar hatırlamaz hemen kalkıp gitmelidir.


İkinci âyette geçen; “Böyle yaptığınız takdirde siz de onlar gibi olursunuz.” ikazı oldukça dikkat çekicidir.

Buna göre Allâh’ın âyetlerini inkâr ve alaya almak küfür olduğu gibi, bu durumdayken onlarla beraber oturmak da küfür sayılmaktadır. Orada oturan kişi, açık veya gizli olarak bu duruma itiraz etmediği müddetçe küfürden kurtulamaz.

Çünkü küfre rızâ küfür, günaha rızâ günahtır. O hâlde eğer onlara tepki gösterme gücünü bulamıyorsa, bu âyet-i kerîmenin tehdit ettiği kimselerden olmamak için yanlarından kalkıp gitmesi gerekir.

Rivayete göre Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, içki içen bir topluluğa rastladı ve onları cezalandırdı. Onların arasında da oruçlu biri vardı ve: “Şu kişi oruçludur.” dediler. Bunun üzerine “...

Böyle yaptığınız takdirde siz de onlar gibi olursunuz.” âyetini okudu. (Taberi, IV, 444) O, bu davranışıyla mâsiyete rızânın mâsiyet olduğunu;

o mâsiyeti işleyenin de, ona râzı olanın da o günahın cezasına hep birlikte maruz kalacaklarını göstermiştir.

Bu ilâhî emirdeki inceliği kalbî hassasiyete sahip olan has kullar daha iyi anlarlar. Zira kalpteki hassasiyet arttıkça ölçüler derinleşir, bakışlar perdenin arkasındaki gerçekleri görmeye başlar, hisler herkesin fark edemediği oluşları sezer. Buna bir misâl olarak Seyfi Baba’nın şu hâli pek ibretlidir:
Kalbini Korumak İçin

Sâmi Efendi Hazretlerini pek seven Hak dostlarından Seyfi Baba, keşfi açık, hâl sahibi bir zattı. Topkapı’da oturuyordu. Bir gün Sâmi Efendi -kuddise sirruh-’u ziyarete gelmişti. Ancak devlethâneye girer girmez düşüp bayıldı. Onu içeriye buyur edip üstadın huzuruna iletecek olan kişi telâşla üzerine su döküp ayılmasını temin ettikten sonra:

“Hemen bir doktor çağıralım!” dediğinde Seyfi Baba bitkin bir hâlde müdahale etti:

“Yok oğlum! Doktor filân çağırmayın; hâlimin maddî bir hastalıkla alâkası yok! Topkapı’dan Erenköy’e gelene kadar yollarda rastladığım isyan ehli ve isyan yerlerindeki kasvet tesir etti ve bu tertemiz kapıdan girip içerideki rûhâniyete nâil olunca da gönlüm o tesirlere dayanamadı. Buradaki mânevî iklimin bereketi ve Ârifler Sultanı Sâmi Efendi’nin himmetiyle birazdan hiçbir şeyim kalmaz.” dedi.

Bu bakımdan bizler de gönlümüzü korumak, iyi hâlimizi muhafaza etmek için mümkün olduğu kadar günahlardan, günahkârlardan, günah muhitlerinden ve gafillerden uzak olmaya, sâlihlere yakın olmaya çalışmalıyız.

Hazret-i Dâvud, Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ederdi:

“Allâh’ım, beni gafillerin meclisine yönelmiş görürsen, daha oraya varmadan ayaklarımı kır ki, onların yanına gidemeyeyim. Böyle yapman, benim için büyük bir lütuf olur.”
Yazar Prof. Dr. Ömer ÇELİK