Anlatacaklarım, yaşadıklarımdır. Dolayısıyla kimseyi bağlamaz. Birileri mâkul buldu diye, dediklerimle ilgili inancım kuvvetlenmez. Birilerine yanlış geldi diye de, yaşadıklarımdan öğrendiklerimi çöpe atacak değilim.

Henüz on bir yaşındaydım. Biraz iri yapılı olduğum için, ilk dünürümün bile geldiği, babamın artık başımı örtmemi istediği, “Kocaman kız oldun, ne o öyle saç baş açık!..” dediği vakitlerdi.

İkna edici olmaktan ziyâde, dayatmaya benzeyen bu talebi duymazdan geldiğim, ben duymamış gibi yaptıkça babamın yüzünün asıldığı zamanlar yani... “Bak, bizim âilede hep böyle…

Bak şunun kızına, bak bununkine!..” diyerek, kendince ikna etmeye çalıştığı, ama benim daha sağlam gerekçeler duymaya ihtiyaç duyduğum bir dönem… (Keşke sevgili babam, bir hadis, bir âyet söylese de, beni de, kendini de zora sokmasaydı. Bilse söylerdi gerçi, belki onun da bildiği sadece bu kadardı…)


Günler sonra, babam mutlu olsun diye başıma bir örtü aldım. Ben böyle örtününce, akrabalarımızın çoğu da “Mâşaallâh, mâşaallâh!” dediler ve iyi bir şey yaptığımı, yaptığımın Allâh’ın da sevdiği bir iş olduğunu buradan anladım.


Acemice örttüğüm eşarp başımda, dışarı ilk çıktığımda, herkes bana bakıyor sandım. Hâlbuki böyle bir şey yoktu. İnsanların kendi dertleri, sevinçleri vardı ve açıkçası, başımı örtmem ya da açmam, kimsenin umurunda değildi. Ama hani, kendimce çok büyük bir değişim yaşıyordum ya, sanki bu durumla ilgili, herkes de aynı duyguyu yaşayacakmış gibi geldi.


Evet, insanlar, yanlarından geçerken bakıyorlardı, ama geçer geçmez kendi dünyalarına dalıp beni unutuyorlardı. Aynısını ben de yapmıyor muydum? Yanımdan geçen yabancı birine sadece bakıyor, sonra arkasından gelen başka bir yabancıya da bakıyor, neredeyse hiçbiri hakkında kalıcı bir his taşımıyordum. Sadece bakmaktı bu... Elbette ilginç tipler görünce, daha büyük bir şaşkınlık yerleşirdi bakışlarıma ama… Hepsi o kadar. Hatta bazen, başımı kaldırıp bakmazdım bile…


Hâsılı, sonunda geleneklere uymuş ve başı örtülü biri olmuştum. Ortaokula devam ettiğim o yıllarda, vaziyetim buydu, fakat hâlâ ne yaptığının farkında olmayan bir çocuktum. Okulda bir Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenimiz vardı. Derslere, diğer öğretmenlerden farklı olarak başörtülü girerdi. Yüzünde nedense hep keder olurdu. Bunun sebebini bilmezdim. Okuldaki diğer öğretmenlerin onu pek sevmediğini, hep yalnız dolaşmasından çıkartırdım azıcık…



* * *



Şöyle bir düşününce, tâ o zamanlardan varmış bu konu, diyorum… Sene, seksen dört-seksen beş olmalı… Öncesinde ben iyice çocuk olduğumdan, pek bir şeyin farkında değilim. Ama neresinden baksanız, yarım asrı çoktan geçmiş bir mevzu bu “başörtüsü meselesi”… Gerçi, hadisenin geçmişi, Ebû Cehil’lere kadar dayanır ya, o da meselenin bir başka boyutu…


Geçenlerde milletvekillerinden birinin, kürsüye çıkıp, gözlerini pörtlete pörtlete: “Devran döneeerr, devran döneerr!” deyişini duyunca, bu, diye geçti içimden, devrânın hem kaçıncı dönüşü olur… Ne siz tükendiniz, ne de biz… Üstelik, “Allâh’ın nûrunu tamamlayacağı” bir gerçek ve siz, bâtıl tarafta durmakla kalmayıp, akıntıya kürek çekenlersiniz… Dalgalarsa hep, kimi yutmaları gerektiğini bilmişlerdir.



* * *



Aradan aylar geçip, liseye başladığım yıllarda, yine ve tamamıyla “âile geleneği” olması sebebiyle okula başım örtülü gidip geldim. Okul kapısından içeri girerken, âilemin “Kızım, kurallara uy, sorun çıkartma!..” telkininden ötürü, başımı açarak okula girdim, çıkarken de pencereleri ayna edip, iyi-kötü örtündüm.

Pek başarılı ve aktif bir öğrenciyken, okul genelinde düzenlenen bir münâzarada, “Kadın, evdeki sorumluluklarını yerine getirdikten sonra çalışmayı düşünmelidir.” dedim diye, öğretmenlerim tarafından “yobaz” bir âilenin çocuğu olmakla suçlandım.

Bu ithamla beraber, okuldaki tüm iyi performansıma karşın, neredeyse bütün öğretmenler tarafından yapayalnız bırakıldım ve bu yalnızlıkla birlikte belki de ilk kez “Ben kimim?” sorusunun cevabını aramaya başladım.


Her şeye rağmen, liseyi iyi bir dereceyle bitirip üniversiteyi kazandığımda, “okulun en popüler öğrencisi olmak ve bütün sosyal aktivitelere katılmak” gibi bir niyetim ve bunu başarabilecek gücüm vardı.

Sesim güzeldi, koroda olmalıydım. Resmim iyiydi, sanat faaliyetlere katılmalıydım. Diksiyonum ve kalemim kuvvetliydi, o hâlde programlarda aktif olarak görev almalıydım. Bir gazete de çıkartmalıydım meselâ.

Orası bir okuldu ve ben, okulun klasik gereklerini yerine getirmekle kalmayıp, artı faaliyetlerle “etkileyici” bir öğrenci olmalıydım. Beni kim tutardı be! İşte çıkmıştım meydana! İşte, herkesin imrenerek bakıp durduğu bir okulu kazanmıştım! Bu fırsat, kaç kişiye nasip olurdu ki?!


Zaten, âilemden de hep “Kurallara uy kızım!..” telkini geliyordu. Öyle her kurala eyvallah diyen bir tip değilimdir, ama ne hikmetse, okul kuralları karşısında, uslu bir kedi gibiydim. O kadar ki, üniversite birinci sınıf bittiğinde, çevremde birçok arkadaşım vardı.

Beni öve öve bitiremeyen profesör hocalarımdan birisi, ara sıra dersi bana anlattıracak kadar, potansiyelime değer verirdi. Tabiî ben de bir yıl boyunca, başörtülü olduğumu kimselere belli etmeden devam etmek başarısı gösterdim. Ne adına? İyi öğrenci olmak adına… Helâl olsun canım, kurallara o kadar iyi uy(u)dum(!)..



* * *



Ben böyle, dışarıda bir türlü, içeride başka türlü gelip giderken, bir gün, okul kapısında karşıma çıkan bir takvim yaprağı, bütün hayatımı değiştiriverdi. Önüme çıkıveren bu küçük kâğıtta, “Dünyası için âhiretini satanları gördün mü?” diye soran bir cümle vardı. Hani, durur durur da birden “Trink!” diye düşer ya jeton, tam da bunun gibi, birden şunu sordum: “İşte, bu sen değil misin?!”


Evet, dünya menfaati için âhiretimi satıyordum. Âhiretimi sattığımı nereden biliyordum? Örtünmek Allâh’ın sevdiği bir şeydi ya, e ben de tâ okulun bahçe kapısındayken örtümü açıyordum ya…

İşte bu. Niye açıyordum? Çünkü başka türlü gelsem, beni okula almazlardı. Okula almazlarsa ne olurdu? Diploma alamazdım. Diploma almazsam ne olurdu? İnsanların, bakıp da saygı duyacakları bir etiketim ve elimde bir mesleğim olmazdı. Bunlar olmasa ne olurdu? Şeyy, bilmiyordum ki, sahi ne olurdu? Ne olacak, bir kere annem-babam:


“-Onca yıldır emek veriyoruz, bunu mu yapacaktın bize!” diyebilirlerdi. Komşular, benim gibi çalışkan bir kızın, üniversite bitiremeyişini yadırgar:
“-Vah yazık, senden de hiç beklemezdik ayol!..” derlerdi.


Hem canım, günâhı vebâli, o yasakçıların boynunaydı, bize neydi!? Köprüden geçene kadar, ayılara dayı denirdi… Hatta eğer ben diploma alabilmek uğruna başımı açmasam, belki memleket kurtulmazdı. Çünkü Allah için hizmet etmek, bazı fedakârlıklara göğüs germekle olurdu. Tabiî ya, kim demiş, “âhiretini satmak” diye, okulu bitirene kadar başını açmak, üstelik fedâkârlıktı. Tâviz mi!? O da ne canım?! Yok yok, bu bir fedâkârlıktı… Falandı, filândı, feşmekândı…


Bir anda, kalın bir perde âniden aralanıp, güneş göründü sanki… Yukarıda sıraladığım ve birilerinin her zaman söyleme ihtimali bulunan o cümleleri, vicdanım kabul etmedi. Vicdanım, diyorum, zira ondan başka bir mihengim neredeyse yoktu. Karar verdim: “Bu, âhiretimi satmamdır, başka bir şey değil! Hele fedâkârlık, hiç değil!”


O günden sonra, başka hiçbir etki olmaksızın, derslere başörtülü girmeye başladım. Zira okul ille de bitecekse, bu şartlar altında bitmeliydi. Benim için geçerli olan, vicdanımın kurallarıydı ve o uslu kedi ilk defa o günlerde, sessizce kükreyen bir aslana dönüştü. Zaten, ne olduysa, ondan sonra oldu.


O beni yere göğe sığdıramayan profesör ve doçent hocalarım, yeni kılığımı hiç beğenmediler ve birden bire azılı birer düşman kesildiler. Onlar sorguladıkça, onlar düşmanlık ettikçe, kendimi keşif gücüm arttı. Sırf bana kimliğimi fark ettirdiği için, onların düşmanlığını sevdim.


Bu arada, üzerimde tesettüre dair biricik unsur, aynı ortaokul yıllarında olduğu gibi, sadece bir başörtüsünden ibaret kalmaya devam ediyordu. Başta örtü, etekte yırtmaç… Altı kaval, üstü şişhâne derler ya hani... Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derler ya, o hesap.

Yani onca düşmanı, daha bu kadarcık bir örtünmeyle kazanmıştım. Şaşkındım. Şuursuzluk acı bir şey. Nedenini, niçinini bilmezlik acı… Hani kendimi az biraz fark etmiştim ya… Hani ben Müslüman’dım ve bu bana karşı çıkanların derdi, başımın örtüsüydü ya, şöyle bir karar almıştım: “O kadar zarif ve hoş bir tesettürüm olmalı ki, başkaları da bana bakıp, örtünmeli. Hatta şu düşmanlık edenler, bu vesileyle sıcak birer dosta dönüşmeli…”


Bu amaçla, pek zarif ve şık giyinen bir genç kız oldum. Öğrenci yurdunda adım “bayan zerâfet”e çıktığında pek mutluydum. Hâlbuki durumum, şer’î ölçülere uygunluk arz etmiyordu. Sadece, başımda bir örtü vardı ve çok şıktım, o kadar…


Bir gün, okuldan yurda dönerken, bir kız lâf attı:


“-Şuna da bak! Başını sımsıkı kapatmış, ama eteğinde kocaman bir yırtmaç var!”


Başımdan aşağı kaynar sular dökülür gibi olmuş, ama kimseye belli etmemiştim. Kız haklıydı… (Haklı olduğunu, aynı şeye babam da kızardı, oradan biliyordum. Ama başka bir bilinç taşımıyordum.)


Bir başka gün (ki, artık “tesettürle ilgili bir âyet olduğunu yeni duyduğum zamanlar” ) yine okul-yurt arasındaki yolda, bir adam edepsizce bana doğru uzandı.

Kendimi çok korumasız ve kötü hissederken, bir yandan da şunu sordum o anda: Hani tesettürlü hanımlar rahat edecekti, hani onları herkes namuslu bilecekti? Evet, âyette böyle buyrulmuştu.

Ama ben, işte, hiç de rahat değildim. Birileri bana elini uzatacak kadar densizleşiyor ve tesettür beni korumuyordu. Bu soruların cevabı, bir süre sonra içimde şöylece yankılandı:


“Allah yalan söylemez. O hâlde kendine tekrar bak, sen tesettürlü değilsin!..”


İşte o andan itibaren, eksiklerimi sorgulamaya başladım. Acaba, “Çok şık olayım da, bana bakıp başörtüsünü sevsinler.” diye düşünmem hata mıydı? Her gittiği yerde göze çarpan ilk insan olmak, caddede, durakta, mağazada, gözlerin hemen üzerine çevrilmesi, iyi bir şey miydi?


Babam, birkaç sene evvel, yine geleneksel gerekçelerle pardesü giymemi istediğinde, kabul etmemiştim. Sırf bana hoş görünsün de alışayım diye, leylak rengi ipek bir pardesü almıştı. Bu yaşadıklarımın ardından, onu kullanmaya başladım. Hiç değilse yırtık bir etekten daha iyi örterdi. Fakat incecik, leylak rengi bir ipekli kumaştan pardesü mü olur hiç?

Zaten çok geçmeden, duyduğumda şok olduğum, burada anlatmaktan hayâ edeceğim, buna karşın beni kesinlikle geliştiren ve yabancı bazı adamların laf atmasından ibaret olan yeni bir ders neticesinde anladım ki, bu da tesettür değil… Ardından, evde dolap bekleyen, bir akrabamızdan yâdigâr deri pardesüyü denedim. Onunla da huzur bulamadım.


Sonunda, büyük bir muhtaçlık hissiyle, kimselerin dikkatini çekmeyecek bir dış kıyafetin peşine düştüğümde, üniversite üçüncü sınıftaydım ve çok züğürttüm.

Yeni pardesümün ilk taksidini arkadaşım Ülkü ödemeseydi, işim çok zor olacaktı. Onu üzerime giydiğimde, ne kadar da rahat hissetmiştim. Lacivert ve bol bir kıyafetti. İşte o gün, ilk kez örtündüğümü hissettim. Üzerime giydiğim şey beni kapatıyordu ve rahat yürüyordum.

Bu da yetmeyip renkli eşarpları elden çıkardığım, büyük siyah eşarplar kullandığım, eldivenim ve güneş gözlüğüm olmadan dışarı çıkmadığım, bir peçeyle yüzümü de kapatmaya başladığım zamanlarda, üniversite dördüncü sınıftaydım.


Sadece benden değil, başında ufacık bir eşarp bulunan herkesten savunma istenirdi. Başımızı örtmek gibi bir suç (!) dolayısıyla, defalarca savunma verdik. Derslerden çıkarılıyor, yoklamalarda “yok” sayılıyor, açıkça, “psikolojik bir savaşta karşılıklı cepheler” oluyorduk. Bu, ciddi bir yorgunluktur ve ders çalışamayacak hâle getirir insanı… Okul bu mudur? Bu mu olmalıdır?


Bu arada, tüm aykırı duruşuma karşın, benden hâlâ ümidini kesmeyen bir hocam soruyordu:


“-Hele de sen! Hele de sen! Anlamıyorum, senin gibi aydınlık bir beyin, nasıl böyle giyinir?!”

Kendisine:

“-Bu kıyafetimi, o aydınlık beynime borçluyum.” diyerek cevap verdiğim yaşlı hocam, bana ve aynı safta durduğumuz arkadaşlarıma:


“-Ben sizi bu kılıkta öğretmen yapmam!” diyerek, neredeyse kendi çapında bir dâvâ andı içmişti. Çok şükür ki, birinin öğretmen olması, başka birinin değil, Allâh’ın dilemesiyledir. Herkes bildiğinin öğretmenidir ve okul, öğretmenlik yaptığınız her yerdir… (Devam Edecek)

Neslihan Nur Türk