“Sayın Cumhurbaşkanımız, elektrikleri ve suyu kesik, hastaneleri ve okulları dahi hapishaneye dönüşmüş, bebeklerin süt, ihtiyarların ekmek ve orta yaşlıların su bulamadığı bir Gazze için lütfen gerekli diplomatik ilişkileri kurunuz” içerikli naif bir talep...

Gazze’de bir halk, çepeçevre kuşatılmış, açlığa, karanlığa ve soğuğa mahkum bir şekilde kıstırılmış... Şehrin tek hava deliği, yer altından açılarak Mısır Kapısına dayanmış bir tünel... Yaralı bereli bir şnorkel gibi, delik deşik bir yemek borusu gibi, her tarafından darbe yemiş bir nefes yolu gibi: Tünel...

Bayram hatırlarımıza damgasını vuran bu tünel ve mektup meselesi, aslında bizim insanlığımızın gramajıyla da çok yakından ilgili. Yani ki pek bir hafif, pek bir kıldan tüyden kalıyoruz yüreğimizi ve vicdanlarımızı tartılara vurduğumuzda.
Mektubu Sirkeci’den yolladık. Say ki ıssız adadan bir sayfa yazıp, ağzı bükülü bir şişeye koyduk onu, sonra da denize attık. Deniz duymadı ama Sahibi her şeyi işitiyor. Zaten işimiz, benim bildim bileli tüm işlerimiz de, Sahib’ine kalmıştır, yani Allah’lıktır. Kimsenin bizi duyup işiteceği yoktur. Gazze’nin uzayda kaybolan çığlığına yoldaşlık etmesi için ne yaptık? Bir mektup attık Ankara’ya... Mektup ya da tünel...

Ve sonra, tünel işine ne demeli? O da en az İstanbul’dan denize atılan mektup kadar naif ve titrek... Resimlerini bir görseniz, masal ya da filmdir zannedersiniz. Daracık ve pek çok mahalli çökmüş, bombalanmış, keşfedildiğinde yıkılmış, sonra tekrar açılmış, bazı yerlerini sular basmış, kapkaranlık ve dapdar bir geçit... Benzerini Bosna’da havaalanını şehre bağlayan Tünel’de gördüğüm gibi, adım atar atmaz yer altı dünyasına iniyorsunuz, karanlık nemli, korkutucu, kabir gibi, ölmeden evvel gömülmek gibi. İşte bir halk, böylesi karanlık bir iplikle bağlı hayata. Oradan geçiyor ağır yaralılar, oradan geçiriliyor ekmek, ilaç, mum, pamuk, oradan geçiriliyor Gazze’ye kurbanlıkların en zayıfları, ayakları en titrek olanları, pazarlarda hiçbir alıcı bulamayanları, oradan geçiriliyor mektup ve şiirler, yüzükler o tünelden değiş tokuş oluyor, gelin tellerine karşılık kana batmış kurşunların haberini de o tünelden geçiriyor Gazze...
İnsanın bu tip tünellerde, uzanıp da ölesi geliyor. Gözlerine derhal bir mendil bağlanıp, kurbanlık koçlara dönüşüyor önüne tünel konulanlar... İnsan korkmamak için içinden Tekbirler getiriyor. Ve ben çok iyi anlıyorum Kurban Bayramı’nda koçların gözleri ve ellerinin niçin bağlandığını Gazze Tüneline bakarken... Ve yine çok iyi anlıyorum gırtlağa dayanmış bir bıçağın acısını dünyada tek hafifletecek şey niçin Allahu Ekber’miş? Ne diyelim, Allahu Ekber Allahu Ekber! Bugün günlerden bayram ve bayramın mübarek olsun ey kurbanlık koç gibi gözleri bağlanmış Gazze!
Gazze bir ukdedir içimde.

Leyla ile Mecnun gibiyiz onunla. Aramızda dağlar, dağlar ve yine dağlar var. Ah o dağlar, yıkılası dağlar, kazmakla tükenmeyen, ardı arkası kesilmeyen engeller gibi duran engin dağlar... Ve Filistin! Biz kazdıkça dağları bir türlü eksilmeyen Filistin! Zeytin gözlü Leylamızdır. Bir türlü kavuşup da gözlerinin arasından öpemediğimiz. Kanayan şakaklarını bir türlü silip avutamadığımız...

Şimdi o tünele bakarken, Gazze bir kurbanlık koça dönüşüyor. Bir İsmail gibi babasına ve onurlu kaderine razı olmuş haliyle, bıçakların önüne yatıyor. Orada öylesine dingin, öylesine razı, öylesine gökten üzerine yayılmış sekinet battaniyesi altında uyuyakalmış bir çocuk gibi ki... Yapayalnız. Bir Allah’ıyla. Allah’ınla. Allah’ımızla...

Ve ben artık kendimden utanıyorum. Ellerimin kırk yıllık kederli bilgisiyle bir türlü bir şey yapamamışlığından. Yazdığım yazıdan, tuttuğum kalemden ve yolladığım işe yaramaz zavallı mektuplardan...
Salı günü Sirkeci Postanesi’ndeydik. Yirmi kadın, üç erkek.

Bir Gazze ve bir de Allah...


Sibel Eraslan
Vakit