Sultanhisar'ın Azmi
Murad MUHSİN


25 Nisan 1915, H.M.S Queen Elizabeth Zırhlısı
(Akdeniz Seferi Kuvvetler–İngiliz, Fransız, Anzak birlikleri–Başkomutanı Ian Hamilton’un Kamarası… Saat: 22.00)

“Ey iman edenler! Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size el uzatmaya, sizi öldürüp yok etmeye teşebbüs etmişti de O, bunların ellerini size zarar vermekten men etmişti.” (Mâide, 5/11)

Hamilton, masasına oturmuş, lâmbanın cılız ışığında ‘son derece kanlı ve zalimce’ olduğunu itiraf etmekten çekinmediği savaşın, ilk gün notlarını yazıyordu günlüğüne. Sahildeki Türklere hiç acımamışlardı. “Düşman topraklarını hallaç pamuğu gibi atmışlar… Yer gök birbirine karışmıştı.” Hâl böyleyken ölen İngiliz gençlerini gördükçe içi nefretle doluyor, “Güney Afrika’da olsaydık karşımızdakiler çoktan beyaz bayrağı çekerlerdi!” diyerek şaşkınlığını ifade edip yazmaya devam ediyordu: “Ne olursa olsun zafere ulaşmak zorundayız. Dünyada, bizim askerimizden daha iyi yetiştirilmiş bir asker mevcut değildir… Niçin savaştıklarını biliyorlar. Yakında Türkleri de yola getirecekler. Başarabilirsem biraz uyumalıyım.”

Sultanhisar'ın Azmi

Evet, yarın bir yenisini sergileyeceği vahşete hazır olmak için biraz uyuması gerekiyordu.


Hamilton ilerleyen saatlerde, General Braitwaite tarafından omuzları sarsılarak uyandırıldı ve uyku sersemi vaziyette toplantı salonuna koştu. Çünkü kendisini uyandıran general, durmadan aynı cümleyi tekrarlıyordu:

— Sir Hamilton, lütfen, bu bir ölüm kalım meselesi!
Hamilton’un; yuvarlanırcasına girdiği salonda, subaylarının yüzünü görünce mahmurluğu bir anda sona erdi. Sonrasında o ânı, ‘Buz gibi bir el kalbimi sıkıştırdı.’ şeklinde anlatacaktı. Eline, cepheden; General Birdwood’tan gelen, 25 Nisan tarihli ilk gün raporunu tutuşturdular. Anzak birliklerinin komutanı, günün özetini yaptıktan sonra, bütün subayların yüzündeki kanın çekilmesine sebep olan şu cümlelerle devam ediyordu: “…Arz ettiğim hususun son derece ciddi olduğunu biliyorum; fakat birliklerimiz geri alınacaksa, hemen vakit geçirmeden yapılmalıdır.”

Hamilton, “Allah kahretsin!” diye homurdandı. Daha 19 saat önce, doğru dürüst bir Türk birliği bile olmayan Gelibolu sahillerine ‘muazzam bir güç’ göndermişti. Şimdi ise pijamalarıyla koşup geldiği salonda, subaylarının kireç gibi olmuş yüzlerine bakıyordu. Bir yeri ağrıyormuş gibi yüzünü buruşturarak Tuğamiral Thursby’e dönüp sordu:

— Bu geri çekilme konusunda ne düşünüyorsunuz amiral?
Zaman ilerliyor; salondaki bütün subaylar, isyan ve küfürlerle geri çekilmenin stratejisini tartışıyorlardı. ‘Konstantinopol’ün Fatihi’ olma hayalleri, Gelibolu sahiline vuran dalgaların arasında eriyip gidiyordu.

Tam da o dakikalarda; komutanların rahatsız edilmelerini önlemekle vazifeli kapıda bekleyen Komodor Keyes’in eline yeni gelen bir mesaj tutuşturuldu. Mesaj, AE2’den geliyordu.

— AE2 mi, bu da ne demek oluyor şimdi?
Keyes, mesaja şöyle bir göz attı. Henüz ilk kelimeleri okumuştu ki, salondakilerin muhtemel tepkisine de aldırmadan deli gibi içeri daldı ve mesajı Hamilton’a uzattı. Hamilton, Birdwood’un geri çekilme talebine verdiği cevabı yazdırıyordu.

Bu mesajın okunmasını takip eden saniyelerde bütün yüzlere tekrar kan geldi ve yazılan emir yırtılarak; cevap bekleyen Anzak generaline, yeniden yazılan mesaj gönderildi. Bu arada Komodor Keyes; dışarıda bekleyen küçük rütbeli, büyük hülyalı subaylara müjdeyi(!) yetiştirmişti:

— İşe yaradı beyler! Devam ediyoruz.
Keyes, yıllar sonra kaleme aldığı hatıralarında; bu mesajın bir dönüm noktası olduğunu ve bundan daha iyi bir zamanda alınamayacağını söyleyecekti. Ertesi gün, Anzak birliklerinin bulunduğu arazinin her köşesine asılan ilânlarda şu cümle okunuyordu:

“Avustralya denizaltısı AE2, Çanakkale’yi geçti. İlerle Avustralya!”

***
“…Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal, 8/30)

Kara savaşlarının başladığı 25 Nisan 1915 tarihinden on gün önce De Robeck’in kurmay subayı Komodor Keyes, topladığı denizaltı komutanlarına şu soruyu yöneltmişti:

— Bir denizaltı, Türklere gelen destek hatlarına saldırmak maksadıyla Boğaz’ın zorlu geçitlerinden ‘gizlice’ sıyrılıp Marmara’ya ulaşabilir mi?
Marmara’ya geçme düşüncesi ilk günden bu yana kafalarını kurcalıyordu. Çünkü Gelibolu’da, ‘az da olsa direnebilir’ diye düşündükleri Türk askerinin ikmali ve takviyesi, Marmara’daki deniz trafiği ile sağlanabiliyordu. Karadaki en yakın ikmal noktası, yürüyerek üç günlük mesafedeydi. Oraya giden yol da hem dar, hem çok bozuktu. Üstelik Boğaz’ı gizlice geçen denizaltılar, İstanbul’u tehdit edebilecek; kuracakları ‘tuzaklarla’ bu çirkin savaşın şiddetini sivillere de yaşatabileceklerdi.

Fakat dibin engebeli, akıntının güçlü ve değişken oluşu; İngiliz-Fransız denizaltılarının batarya ve donanımlarının yetersizliği, bir bölümü mayın döşeli yaklaşık 65 km’lik Boğaz’ı aşmalarına izin vermiyordu. Yine de 5 ay önce Holbrook komutasındaki B11 denizaltısı, mayınlı bölgeyi geçmeyi başararak Çanakkale önlerine gelebilmiş ve demirlemiş vaziyette bekleyen Mesudiye Zırhlısı’nı torpilleyerek batırmıştı. B11 daha ileriye geçemeyip dönmek zorunda kalmışsa da, Holbrook’a Victoria Nişanı verilmesi, Boğaz’ı geçmeyi hayal eden denizaltıları kamçılamaya yetmişti.

AE2’nin komutanı Yüzbaşı Henry Stoker hatıralarında; o günlerde bütün denizaltıların İstanbul’a saldırma düşüncesiyle heyecanlandığını ifade edip, hayalini kurdukları o mutlu ânı gözlerinin önüne getirmekte ve şöyle devam etmektedir: “…Denizaltı komutanı –yani kendisi- hemen, eşi bulunmaz ve çok değerli taşları aramaya gidecek; ikinci subay, harem dairelerindekilerle ilgilenecekti(!). Üçüncü subaya gelince -eğer vazife başarılamazsa- ‘bu başarısızlık tamamen üçüncü subayın vatanseverlik duygularının eksikliğindendir’ kaydı düşülerek mesuliyet ona yüklenecekti.”

Benzer bir heyecan dalgası Mısır’da bekletilen ve çıkarmaya gün sayan kara birliklerinde yaşanıyordu. İngiliz edebiyatının zirve isimlerinden olacağına inanılan genç ve tanınmış şair Rupert Brooke, gönüllü katıldığı birliklerle Mısır’a giderken İngiliz gazetelerinde kaleminden kan saçıyor, temsilcisi olduğu medeniyete tercüman oluyordu: “…Demek Galata Kulesi, toplarımızın altında paramparça olacak! Demek Ayasofya’nın halılarını yağma edeceğiz! Deniz kana boyanıp leş dolacak! Türk kadınları(!) benim olacak!”

Nihayet 21 Nisan’da bu görev, sabırsızlıkla emir bekleyen Stoker komutasındaki AE2’ye verildi. AE2, türünün son modeli, E sınıfı bir denizaltıydı. Avustralya’ya savaş rüşveti kabilinden satılmış ve sınıfını gösteren ‘E’nin başına, Avustralya’yı temsilen ‘A’ harfi eklenmişti. Subaylarının ve personelinin tamamına yakını İngiliz donanmasından geliyordu. 54 metre uzunlukta; su üstünde 15, dipte 9 deniz mili hız yapabilen; 4 torpido kovanı ve 8 torpido kapasitesi ile ortalama 30 mürettebat bulunduran bir denizaltıydı. Haberleşmeyi ise yeni geliştirilen Marconi telsiz telefonlarla sağlıyorlardı. Amiral De Robeck’in emrini alan AE2, hazırlıklarını tamamlayarak kara savaşlarının başladığı 25 Nisan 1915 gece yarısı saat 02.30’da Boğaz’a yöneldi. De Robeck, tek bir emir vermişti: “Boğazı geçin ve gördüğünüz her şeyi vurun!”

Başta Stoker olmak üzere bütün personel, kâbus gibi çöken korku dalgalarını, başardıkları takdirde gelecek şöhret ve hayalini kurdukları kazançla bastırmaya çalışıyorlardı. Hesaplarını, mümkün olduğu kadar ‘su üstünde seyir’ üzerine yapmışlardı; ama Soğanlıdere Kıyı Bataryası’nın mermisi köprüdeki Stoker’in başını sıyırıp geçince can havliyle dalmak mecburiyetinde kaldılar. Radar ve sonar teknolojisinin olmadığı o yıllarda dip yolculuğu, belirsizliğe doğru sendeleyerek yürüyen bir ‘âmâ’nın durumundan farksızdı. Mürettebatın; korku tüneline benzettiği Boğaz yolculuğu, mayın halatlarına sürtünerek devam ediyordu. Mürettebat, sürtünme ve çarpma seslerinden huzursuz olmuş; gerilen sinirlerine çare olur diye kâğıt oynamaya başlamışlardı. Ancak hiçbiri ellerindeki kâğıtlara bakmıyor, hepsi pür dikkat denizaltının gövdesinden gelen sesleri dinliyordu.

Boğaz’ın yapısından ötürü kâbuslar hakikat oluyor ve sık sık dibe oturuyorlardı. Kurtulmak için çırpınıyorlar ve kurtulunca da mecburen su yüzüne çıkıyorlardı. Fakat AE2, suyun üzerine her çıkışında; onu fark etmiş ve peşine takılmış bir gemi ile karşılaşıyor, yeterince su üstünde kalamadan tekrar dalıyordu. Her çıkışlarında ‘o gemi’ ile burun buruna gelmeleri hepsini çok ürkütmüştü. Stoker: “Herhalde bir şamandıraya takıldık ve suyun üzerinde onu sürüklüyoruz.” diyerek, her defasındaki bu karşılaşmayı açıklamaya çalışıyordu.

Sonunda kaçmaktan vazgeçtiler ve dipteki çamura yatarak sürekli üzerlerinde dolaşan ‘o gemi’den kurtulmayı denediler. Dipte, çamurun içinde yatarken tepelerinde onları arayan geminin sinir bozucu pervane seslerini dinliyor, sessiz ve sinsice bekliyorlardı. Kendi aralarında ‘perceval’ adını taktıkları ‘o gemi’, çektiği tarayıcı halatlarla usanmadan AE2’nin tepesinde dolaşıyor; onlar ise bir tilkinin sıkıştığında can havliyle yaprakları üzerine çekip saklanması gibi çamurun içinde saklanıyorlardı.

Saatler ilerliyor; Anzak birlikleri Kabatepe sırtlarında, AE2 de Boğaz’ın derinliklerinde umutsuz bir savaş veriyordu.

Boğaz’a girişlerinden tam 16 saat sonra sesler kesildi ve oksijeni tamamen tükenen AE2 de mecburen su üstüne çıktı. İlk gördükleri, karanlık gökyüzünde parıldayan yıldızlar oldu. Boğaz’ı geçmeyi başarmışlar, Marmara’ya ulaşmışlardı. 25 Nisan gece yarısı -karşı sinyal alamadıkları için bir sıkıntı olduğunu düşündükleri telsiz telefonlarıyla- üst üste mesajlar göndermeye başladılar.

AE2’nin komutanı Henry Stoker -gönderemediğini düşünerek kahrolduğu- mesajın nasıl dramatik bir anda alındığını ve o gece yarısı Queen Elizabeth zırhlısında Hamilton ve kurmaylarının neler yaşadığını yıllar sonra öğrendi.


***
28 Nisan 1915–Sultanhisar Torpidobotu’nun Kumanda Köprüsü (Akşam saatleri…)

Kaptan Yüzbaşı Rıza, gemisinin kumanda köprüsünde bir heykel gibi hareketsiz duruyor, kalın kaşlarının altındaki şahin gözleriyle denizi tarıyordu. Gözleri, dalgaların salınışı arasında bir başka kıpırtı, denizin mavisi arasında küçücük de olsa bir başka renk arıyordu. Yüzbaşı Rıza’nın ‘o denizaltı’yla karşılaştığından beri yüzü gülmüyor, ağzını bıçak açmıyordu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bu sabah başına gelenler onu tam mânâsıyla çıldırtmıştı.

Komutanı olduğu Sultanhisar Torpidobotu’na verilen görev; her sabah, Çanakkale’deki Türk birliklerine kumanda eden 5. Ordu Komutanı Liman Von Sanders’i (Alman Paşa), Gelibolu’daki karargâhından alarak Eceabat’a getirmekti. Daha sonra ise hep ‘o denizaltı’yı arıyordu. Bu sabah da Liman Paşa’yı almaya gelmiş; o sırada iskelede -karşı sahildeki Çanakkale Hastanesi’ne nakledilmeyi bekleyen- kanlı sargılar içindeki yaralı Mehmetleri görmüştü. O kara kuru, solgun ama bir o kadar da asil yüzleri görünce dayanamamış, Liman Von Sanders’i birkaç dakika bekletmek pahasına yaralıları Çanakkale’ye yetiştirmişti.

Fakat korktuğu başına geldi. Liman Paşa bu küçük gecikmeyi problem yaptı ve Yüzbaşı Rıza’yı anlamaya yanaşmadı. Üstüne üstlük Rıza’yı azarlamaya kalkışması, bardağı taşıran son damla oldu. Haftalardır Liman Paşa’nın yanındaydı. Onun Türk subaylarını küçümseyen tavırlarını, Türk subayların fikirlerine değer vermeyip bildiğini okuyuşunu gördükçe kahroluyor; ancak askerlik terbiyesi icabı, her defasında dişlerini sıkıp önüne bakarak sakinleşmeye çalışıyordu. Gerçi yine bir şey söylemedi, herhangi bir hareket de yapmadı. Sadece sert yüz hatlarını daha da soylu gösteren kaşlarını çatarak Liman Paşa ile bir an göz göze geldi.

Kaptan Rıza, günlerdir, ‘gök ekin’ gibi biçilen Mehmetleri görüyordu. Her sabah, Eceabat’ın güneybatısında -Sarısığlar’da- suya yarı gömülmüş gövdesiyle uzaktan görülebilen Mesudiye Zırhlısı’na bakıyor ve kaç yiğide mezar olmuş bu geminin, bir denizaltı tarafından namertçe vurulmasına oldukça üzülüyordu. Üç gün önce, kara savaşlarının -daha doğrusu vahşetin- başladığı gün, Boğaz devriye nöbeti sırasında bu denizaltılardan birini fark etmişti. Üç gündür her sabah, Liman Von Sanders’i Eceabat’a bırakıp hemen geri dönüyor; bir taraftan cepheye asker ve mühimmat taşıyan gemilere refakat ediyor, diğer taraftan da sürekli ‘o denizaltı’yı kovalıyordu. Fakat denizaltı, yaklaşmaya fırsat bulamadan sulara gömülüp kaçıyordu her defasında.

Bu denizaltı AE2’ydi ve denizaltı mürettebatının, “peşimizden hiç ayrılmıyordu. Ne zaman yüzeye çıksak onunla burun buruna geliyorduk.” diye anlattığı -ve Perceval adını taktıkları- gemi de Sultanhisar’dan başkası değildi.

***
30 Nisan 1915–Saat: 09.30… Sultanhisar Torpidobotu Kaptan Köprüsü

“…Nihayet, kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam ferahlandıkları sırada, ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bir anda bütün ümitlerini kaybediverdiler!” (En’âm, 6/44)

Yüzbaşı Rıza İstanbul’a dönüyordu. Dün akşam Gelibolu’ya döndüğünde bu emir tebliğ edilmişti. Emri aldığında, Liman Paşa’dan özür dilemek zorunda bırakılmadığı için rahatlamıştı; ama.. işte gidiyordu. Şahadet şerbetinin sağanak yağmur gibi yağdığı bu cepheden, şahadete eremeden geri dönüyordu. Gözleri dalgaları delik deşik ediyor, yüreği bir yanardağ gibi kaynıyor, yumruklarını sıkmış, tırnakları etine geçiyor; ama gidiyordu. Bir fırının harlamasında çöktü ve duaya durdu:

— Rabbim, beni yüzü karalardan eyleme! İslâm’ın son kalesi Çanakkale’den, beni eli boş döndürme Allah’ım! “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzâb, 33/23) Beni kaçanlardan eyleme Rabbim!

Duasının ardından, kendisine mi ait olduğuna pek karar veremediği bir sesle emir verdi:

— Dümen sancak! Karaburun’a gidiyoruz!
Sultanhisar, AE2 ile son karşılaştığı yere gidiyordu. Rotasında henüz ilk yarım saatini tamamlamıştı ki, pruvadaki gözcü haykırdı:
— Sancakta bir gemi var!


Saat: 10.00… Karaburun açıkları

AE2, kendisini takip ederek Boğaz’ı aşan ve bir gün önce karşılaştıkları bir başka İngiliz denizaltısı olan E14 ile kararlaştırdıkları buluşma yerine geliyordu. Henüz Sultanhisar’ı ya fark etmemiş veya tanımlayamamış olmalıydı. Yoksa her zamanki gibi dalıp kaçardı. Nihayet yaklaşık 8 km’den Sultanhisar’ı gördü; ama onu E14 zannederek yaklaşmaya devam etti. AE2, bir yılan gibi kayıyordu suyun üstünde.

Yüzbaşı Rıza bu defa kaçırmayacaktı. Emirlerini art arda sıraladı:
— Tam yol ileri! Kazana İngiliz kömürü atın!
Yüzbaşı Stoker, acı gerçeği Sultanhisar’ın bacasından yükselen dumanı görünce anladı ve hemen dalış emrini verdi.

Denizaltı, önceki karşılaşmalarda hep çok rahat ve kolayca batmıştı. Fakat bu defa bütün dizginler kopmuş ve sanki her şey başıboş kalmıştı. AE2, hiçbir sebep yokken -dalmak yerine yukarıya- suyun üstüne yöneldi. Stoker, çılgınlar gibi dalış dümenini bastırıyor ve tanklara suyu aktarıyordu. Her şey olması gerektiği gibiydi ve normal görünüyordu; ancak çabası, AE2’nin garip bir tarzda yukarı hamle yapmasını engelleyemiyordu.

Denizin kabul etmediği ve dışarı ittiği AE2 suyun üzerine ‘taştığında’ Sultanhisar sadece 90 metre ötedeydi. Sultanhisar, kızgın bir boğa gibi sahayı harmanlıyor ve uygun pozisyonu kolluyordu. Yüzbaşı Rıza beklemeden ateş açtırdı. AE2, periskopundan isabet almıştı. Stoker, dehşet içindeydi ve sürekli bağırıyordu:

— Dalın! Dalın!
AE2 dalmayı tekrar denedi. Şimdi de bir taş gibi dibe çöküyorlardı. Hızla 30 metre sınırının altına indiler. Denizaltıdakiler çılgın gibiydi. Can havliyle sağa sola saldırıyor, basıncın tesiriyle kulaklarında -vurdukları sivil hedeflerdeki masumların çığlıklarına benzer- çınlamalarla dibe çöküyorlardı. Stoker, hiç düşünmeden verdi emrini:

— Bütün safraları atın, motorlar tam yol ileri!
Safralarından kurtulan AE2, yükselmeye başladı. Dibe oturmanın dehşetinden kurtulan mürettebatı şimdi de yukarıda bekleyen Sultanhisar’ın korkusu sarmıştı. Denizaltı öyle hızlı yükseliyordu ki, suyun üstüne adeta bir top gibi zıplayarak çıktı.

Sultanhisar, uygun bir manevrayla hemen pozisyonunu aldı. Bütün mürettebat tek kişiymişçesine ahenk içinde koşturuyor, Barbaros’un torunlarının yüreğinden kopup yükselen tekbirler, semada yankılanıyordu. Yaralı tek gözüyle AE2 ise, bir taraftan safralarını dolduruyor diğer taraftan atış pozisyonu kolluyordu. Bu hengâmede Sultanhisar’a bir torpido göndermeyi de başarmıştı. Fakat Yüzbaşı Rıza, gerilmiş sinirleri, şahin misâli gözleriyle hedefine kilitlenmiş; ‘o demir yığını’nın içindeki Stoker’in beynine girmiş gibi savaşıyordu. Yerinde bir manevra ile çok yakınından gönderilen bu torpidodan Allah’ın izniyle sıyrılmayı başardı.

Yüzbaşı Stoker, yeniden dalış emri verdi. Ancak tarif etmekte zorlandığı ‘gariplik’ devam ediyordu. Denizaltı tekrar, burnunun dikine ve öncekinden de hızla dibe kaymaya başlamıştı. AE2’dekiler dehşet içinde tutunacak bir şeyler arıyor ve alt üst olan malzemelerin arasında şuursuzca çırpınıyorlardı. Stoker, çaresizlikle az önceki emrini tekrarladı:

— Safraları boşaltın! Tam yol ileri!
Denizaltının normalde aşırı basınçtan parçalanması gereken gövdesi çökmüyor, içindekileri dehşete boğan kâbus bir türlü sona ermiyordu. Marmara’nın suları, bu lânetli nesneyi kustu âdeta ve denizaltı bir kere daha 30 metre sınırından yukarıya fırladı.

AE2, artık şuursuzca savaşıyordu. Son umutla bir torpido daha gönderdi Sultanhisar’a. Avını köşeye sıkıştıran Yüzbaşı Rıza için bu torpidodan kurtulmak da zor olmadı. Aslında Yüzbaşı Rıza’nın en büyük endişesi, AE2’nin kendi altından su üstüne çıkıp Sultanhisar’ı alabora etmesiydi. Çünkü Sultanhisar, bu büyük denizaltıya nazaran ancak büyükçe bir sandal sayılabilirdi. Fakat denizaltı tam karşılarında su üstüne çıkmıştı. Yüzbaşı Rıza, ‘Elhamdülillah!’ diye mırıldandı ve AE2’nin, bir an için tam hedef olduğunu görünce de hemen haykırdı:

— Bismillah, birinci torpido ateş!
Torpidonun yolculuğu kısa sürdü. Önce bir patlama sesi duyuldu ve ardından ilk dumanlar yükseldi. Yüzbaşı Rıza tekrar haykırdı:

— İkinci ve üçüncü torpidolar ateş!
Denizaltıyı en zayıf noktasından, kuyruk dümeninden, avlamışlardı. AE2, olduğu yerde harmanlamaya başlamıştı. Stoker, yıllar sonra bu dakikaları şöyle anlatacaktı: “Güm! Makine dairesinden duman bulutu yükseldi. İsabet almıştık ve delik açılmıştı. Sonra art arda iki delik daha açıldı ve bütün umutlarımız karanlığa gömülüverdi.” Evet, artık her şey bitmişti.

Stoker, bütün mürettebata hemen güverteye çıkıp denize atlamalarını emretti. Artık yapacak tek bir şey kalmıştı: “Vanaları açarak AE2’yi Marmara’nın dibine göndermek.” Denizaltı ele geçmemeliydi. Henüz bir yaşını bile doldurmamış olan AE2, İngiliz teknolojisinin son ürünüydü.

AE2’yi son olarak Yüzbaşı Stoker terk etti. Suya atlamadan önce köprüde dalgalanan İngiliz bayrağına selâm vermeyi unutmamıştı(!) Yüzbaşı Stoker Sultanhisar’ın güvertesine çekilirken; “Marmara’da gördüğünüz her şeyi vurun!” emrinin zalim kılıcı AE2 de zulmünün karasıyla Marmara’nın sularına gömülüyordu.

Yıllar sonra Henry Stoker, AE2’nin -o günkü- bu ‘garip’ davranışları karşısında çok şaşırdığını söyleyecek; her şey normal görünüyorken, sistemde bir aksiliğin esamisi bile yokken yaşadıkları o ‘anormal’liği ne kendisi ne de diğerleri açıklayamayacaktı.

***
AE2’nin Marmara’ya ulaşmasının ardından; yolu öğrenen diğer denizaltılar da Boğaz’ı geçtiler ve Gelibolu’ya gelen deniz yollarını aylarca tutarak Mehmetlere verilecek desteği, yetersiz kara ve demiryoluna mahkûm ettiler. AE2’nin Boğaz’ı geçmesi, işgal birliklerine moral vermesi açısından önemliydi belki; ama Marmara’da -savaş hatlarının gerisinde- önemli bir taarruz gerçekleştirmeleri söz konusu olamazdı. (Kaldı ki o yıllarda Batı ordularında denizaltılar, ciddiye alınmayan ‘korsan’lardı.) Fakat İngiliz kurmayları bu gerçeği gizliyor, AE2’nin 25 Nisan dehşetinin ardından gelen mesajı, zafer kazanılmışçasına bir heyecan uyandırıyordu.

Anzak birliklerinin komutanı General Birdwood’un 25 Nisan akşamı dile getirdiği ‘geri çekilme talebi’ ise 8 ay sonra gerçekleşecek ve Genelkurmay ATASE arşiv kayıtlarına göre geçen sürenin taraflara bedeli:

“Türk Ordusu: 55.127 şehit, 100.000 yaralı, 10.067 kayıp-esir, 21.498 bulaşıcı hastalıktan; 64.440 diğer sebeplerle kayıp,
Müttefik Ordusu:52.249 ölü, 156.040 yaralı, 12.293 diğer etkenlerle (hastalık v.b) savaş dışı kalanlar” şeklinde olacaktır.

30 Nisan 1915’te esir düşen Yüzbaşı Stoker ve AE2 personeli, ülkelerine döndükleri 1918’e kadar Çanakkale’de nasıl bir rol oynadıklarını hiç bilemediler. Öğrendiklerinde ise iş işten geçmişti. 1965’te, -savaşın 50. yıldönümünde- bu savaştaki kıdemli askerlerden Tudor Jenkins, London Evening Standart gazetesinde Stoker’in savaşta oynadığı rolü yazarken: “Stoker şimdi 80 yaşında, gayet dinç ve Chelsea’de yaşıyor. Ona, ‘gönderdiğin mesaj ulaşmasaydı her şeyin daha iyi olup olmayacağını merak ediyor musun?’ diye sorduğumda, Stoker: ‘belki de hemen yapılacak bir geri çekilme, bu korkunç kayıpları önleyecekti; çok üzgünüm’ diye cevapladı.” demektedir.

Yüzbaşı Rıza’nın ihlâslı duaları neticesini vermiş ve İstanbul’a dönerken talihin önüne çıkardığı denizaltıyı haklayarak harbin kaderinde mühim bir dönüm noktası olmayı başarmıştı. Harp esirlerini denizden kurtararak yaptığı âlicenaplığıyla da insanlığının ayrı bir boyutunu sergilemişti.

Kaynaklar
— Brenchly, Fred & Elizabeth: Stoker’in Denizaltısı, İstanbul–2003
— Rıza, Kaptan & Dülger, Bahadır: AE2’yi Nasıl Batırdım, İstanbul–1947
— Genelkurmay Ateşe Arşivi: 1. Dünya Harbi Koleksiyonu 3413, d.61, b.2/4
— Hamilton, Ian: Gelibolu Günlüğü, Hürriyet Yayınları, İstanbul–1972

[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/350/4070.mp3[/SES]