Allah İçin Muhabbet ve Buğz

Allah için sevdikleimiz Allah için reddettklerimiz Muhabbet, sevenin sevdiğinde kendi özelliklerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak, bir kulunda kendi cemâlî sıfatlarını gördüğü nisbette o kulunu sever. Yâni bir mü’min, Allah ve ...


Ağaç Şeklinde Aç1Beğeni
  • 1 gönderen Henna

  1. Alt 10-19-2008, 17:13 #1
    Ziyaretci
    Henna Mesajlar: n/a



    Allah için sevdikleimiz Allah için reddettklerimiz


    Muhabbet, sevenin sevdiğinde kendi özelliklerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak, bir kulunda kendi cemâlî sıfatlarını gördüğü nisbette o kulunu sever. Yâni bir mü’min, Allah ve Rasûlü’nün emir ve tavsiye buyurduğu güzel ahlâk ile ahlâklandığı nisbette ilâhî muhabbete nâil olur.

    Bu âlemde her şey zıddıyla kâimdir. Muhabbetin zıddı nefret olduğundan, Allâh’ın sevmediklerinden nefret etmek de, O’nu sevmenin en tabiî ölçüsüdür.

    Nitekim Cenâb-ı Hak, Habîbim buyurduğu Sevgili Rasûlü’ne eziyet veren Ebû Leheb’e lânet etmiş ve bu ilâhî gadabını Kur’ân-ı Kerîm’de bir sûre ile bütün insanlığa beyan buyurmuştur. Dolayısıyla denilebilir ki, zıtlarına nefret edilmeden yaşanan bir muhabbet noksandır, ciddiyet ve samîmiyetten uzaktır.


    Muhabbetin Hâlık’ı, menbaı ve nihâî gâyesi Allah Teâlâ’dır. Mü’min, bütün fânî muhabbetleri, ilâhî muhabbete bir basamak bilmelidir. Zîrâ hakikî muhabbet, fânî muhabbetlerin dar hudûdunu aştıktan sonra başlar. İlâhî muhabbetin lezzeti karşısında diğer muhabbetlerin geçici ve anlık lezzetleri, tıpkı güneş karşısındaki bir mum ışığı gibi sönük kalır. Hazret-i Mevlânâ bunu ne güzel ifâde eder:
    Cenâb-ı Hak, bir yudumcuk ilâhî muhabbete öyle bir husûsiyet vermiştir ki, ondan nasîb alan, iki âlemin endişesinden kurtuluşa erer.”


    Hak dostları, muhabbette zirveleşmenin müşahhas misalleridir. Allah muhabbetini lâyıkıyla tadan gerçek mü’minler; Allâh’ı, Rasûlü’nü ve Onlar’ın sevdiklerini de severler. Kalplerinde başka sevgiler ömürlerini tüketir. Ana-baba, çoluk-çocuk, mal, can, eş-dost, konu-komşu, millet, vatan, ezan, bayrak ve emsâli her şeyi, yâni Allâh’ın bütün nîmetlerini yine Allah için sevmek ise, muhabbetin hakîkatine vâkıf olmanın işaretleridir. Zîrâ Allah’tan gayrısına yönelmiş gibi görünen bu nevî muhabbetler de, esâsen Allah için olduğundan, kalbe huzur bahşeder.

    Nübüvvet Ağacının Meyveleri
    Birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’ye sorar:
    “–Yâ Ali! Allah Teâlâ’yı seviyor musun?”
    “–Evet yâ Rasûlallah, seviyorum.”
    “–O’nun Rasûlü’nü de seviyor musun?”
    “–Evet yâ Rasûlallah!”
    “–Kızım Fâtıma’yı da seviyor musun?”
    “–Evet yâ Rasûlallah!”
    “–Peki ya Hasan ve Hüseyin’i seviyor musun?”
    “–Evet yâ Rasûlallah!”
    Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
    “–Yâ Ali! Gönül bir tane, sevgi ise dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor?” buyurur.
    Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu suâle bir türlü cevap veremez. Düşünceli bir hâlde evine döner. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, Hazret-i Ali’yi durgun ve düşünceli görünce meraklanır. Ne olduğunu öğrenebilmek için şefkatle:
    “–Sizi durgun görüyorum; üzücü bir şey mi oldu?” diye söze girer ve; “Eğer üzüldüğünüz şey, bu dünya ile ilgili ise kederlenmeye değmez. Âhiret ile ilgili bir husus ise, nedir sizi üzen?” diye sorar.
    Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- başından geçenleri anlatır. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- durumu öğrenince gülümser ve:
    “–Haydi babamın yanına var ve bu suâli şöyle cevaplandır.” diyerek bâzı îzahlarda bulunur. Hazret-i Ali’nin gönlü bu îzahlardan hoşnud olur ve hemen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın huzuruna koşar:
    “–Yâ Rasûlallah! İnsanın sağı, solu, önü, arkası diye yönleri vardır. Kalbin de böyle. Ben Allâh’ı aklım ve îmânımla, Siz’i rûhum ve îmânımla, Fâtıma’yı insânî nefsimle, Hasan ve Hüseyin’i de babalığın tabiî îcâbı ile seviyorum.” der.
    İki Cihan Güneşi Efendimiz bu cevap karşısında tebessüm eder ve:
    “–Yâ Ali! Bu sözler ancak nübüvvet ağacının dalından alınmış meyvelerdir.” buyurur.

    Görüldüğü üzere temelinde Allah rızâsı bulunan bütün muhabbetler makbuldür. Allâh’ın râzı olmadığı muhabbetler ise, kalbin mânevî kanseridir.
    Gönlü Çelen Dünya Muhabbetleri
    Cenâb-ı Hakk’ın kuluna vaad ettiği ebedî saâdete mukâbil dünyevî arzulara kapılarak Rabbini unutmak,

    -Ferîdüddin Attâr’ın naklettiği bir hikâyede olduğu gibi-, bir pâdişâhın yanında büyük îtibârı olan bir av köpeğinin, bir av seferinde basit bir kemik parçasına takılıp, asıl sahibi olan pâdişâhı unutması gibi bir ahmaklıktır. Dünya imtihanında insan da tıpkı bu misaldeki gibi pek çok kemiklere veya olta ucundaki yemlere muhâtaptır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
    Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.”
    Bir kulun, nefsânî arzularının esiri olup Rabbini unutması da bundan farksızdır. Dünyânın aldatıcı yaldızlarına kanarak Hak katındaki ulvî mevkiini zâyi etmek, nâdide pırlantalarla bezenmiş altın bir vazoyu, âdi bir teneke parçası karşılığında satmak gibi bir hamâkattir. Hazret-i Mevlânâ, insanın bu garip aldanışını da şu teşbîh ile îzah eder:

    Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zîrâ kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır.”
    Gerçek mü’min, mahlûkâtın en şerefli varlığıdır. O, muhabbet sermâyesini yanlış kullanarak bu şeref ve haysiyetini kaybedecek derecede alçalamaz. Bir yudumluk dünya lezzetine aldanacak kadar küçülemez. Maddî yapısının hevâ ve heveslerini tatmin etmeyi, gerçek saâdet zannetme sefâletine düşmez.
    Âyet-i kerîmede buyrulur:

    [B]“(Rasûlüm!) Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Furkan, 43)[/B]
    Hadîs-i şerîfte ise:
    Yeryüzünde tapılan sahte tanrılardan Allâh’ın en çok buğz ettiği, hevâ ve hevestir.” buyrulur.(Heysemî, I, 188)
    Zünnûn-i Mısrî Hazretleri de muhabbet ve buğzu doğru kullanmanın yolunu şöyle îzah eder:
    “Allâh’ın dostu olup nefsin hasmı olmak gerekir; nefsin dostu olup Allâh’ın hasmı olmak değil!..”

    Yâni Allâh’a dost olmak için, nefsin esâretinden kurtulmak gerekir. Diğer bir ifâdeyle, nefsin arzularına mağlup olmamalı ki, Hakk’ın dostluğuna erilebilsin.

    Fakat îmânın rehberliğinden mahrum bir şekilde, muhabbetini nereye hasredeceğini bilmeyen kimse, okyanus ortasında dümeni kırılan bir gemi gibidir. Nefsânî yaldızlar, onu peşinde sürükler durur. Aklı, iz’ânı, vicdânı dumûra uğratır. Zîrâ hak ile meşgûl olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder. Tıpkı düşman istilâsına uğramış bir ülke gibi, süflî muhabbetlere esir olmuş bir kalpte de huzur kalmaz.

    Îman izzetine ters düşen muhabbetler, mü’minin kendisiyle çatışmasına, îmânını zedelemesine, hattâ inkâr bataklığına düşmesine bile sebebiyet verebilir. O hâlde, nasıl ki midemize kirli ve haram bir lokma girmemesi için dikkat ediyor isek, lâyık olmayan muhabbetleri gönle sokmamak husûsunda da aynı hassâsiyeti göstermemiz gerekir. Kalpte îman muhabbetinin muhâfazası için de:
    Lâyıkına Muhabbet, Müstehakkına Nefret
    Muhabbet ve nefret duyguları, Allah için olmaz ise, buğz edilmesi gerekene muhabbet beslenip muhabbet duyulması gerekene de bîgâne kalınırsa, bu bir mânevî felâket olur. Bu sebeple muhabbeti lâyıkına, husûmeti müstehakkına tevcih etmek şarttır. Âyet-i kerîmede:
    Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyrulur.
    Çünkü sâlihlerden dâimâ feyz, rûhâniyet ve pozitif enerji sirâyet eder. Bunun zıddına, din düşmanlarına ve fâsıklara muhabbet ise, felâket getirir. Bu itibarla yine âyet-i kerîmede:
    [B]“…Zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’am, 68) buyrulur.[/B]

    Bir din düşmanının yaptığı bir duvara bile “aman ne güzel” demekten dolayı kalbe menfî bir tesir ârız olur. Zîrâ onun fiilini veya eserini beğenmek, o Allah düşmanının îtibârını yükselteceğinden, Cenâb-ı Hakk’ın gadabını celbeder. İslâm şahsiyet ve kimliğini zaafa uğratan bu hâl, nice mü’minlerin gaflet gösterdiği bir imtihan handikapıdır
    .

    Bu hususta, târihimizde 2. Bâyezid’in gösterdiği ince firâseti, bizler de örnek almalıyız. 2. Bâyezid devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmar ve ressam Leonardo da Vinci, Bâyezid Hân’a bir mektup yazıp İstanbul’daki câmi ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif eder. Bu teklif, Kubbealtı vezirleri arasında sevinç ve heyecanla karşılanır. Bâyezid Hân ise, bu teklifi reddederek şöyle der:
    [B]“–Şâyet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûb ve rûh itibârıyla kilise mîmârîsinin benzeri bir mîmârî hâkim olur, kendi İslâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!..”
    [/B]
    İşte bu isâbetli görüş; firâsetli bir mü’minin İslâm vakârını ve îman asâletini ifâde eder. Nitekim 2. Bâyezid’in ardından Osmanlı İslâm sanatı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sâyesinde İslâm’ın rûhu, geometriye nakşedilmiş, değerini günümüze kadar koruyan Süleymâniye ve benzeri âbideler silsilesi vücut bulmuştur.
    Şâyet bu hassâsiyet gösterilmemiş olsaydı, İslâm’ın huzûrunu, zarâfetini, estetiğini, ihtişâmını aksettiren sanat eserleri meydana gelemezdi. Mimar Sinanlar, Hattat Hamdullahlar, Karahisârîler ve emsallerinin yetişebileceği yüksek bir medeniyet zemini inkişâf edemezdi. Bu yüzden her hususta İslâm şahsiyet ve vakârını sergileyip gayr-i müslimlerin hayat tarzına özenmekten sakınmak îcâb eder.

    Hak dostları; zâlim, fâsık ve kâfirlerin hayat tarzlarına meyletmek bir yana, onların iyiliğine bile muhâtap olmaktan sakınmışlardır. Zîrâ insan, ihsâna mağluptur. Gönülde, iyiliği görülen kimselere karşı bir yakınlık ve meclûbiyet hissi filizlenir. Bu yüzden bir zarûret olup da ihtiyâcını arz etmek gerektiğinde, sâlih kimselere mürâcaat etmeli, nâmerde muhtâc olmaktan Allâh’a sığınmalıdır.

    Nitekim ihtiyacı için başkalarından bir şey isteyip isteyemeyeceğini soran bir sahâbîye Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
    [I]“–Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalırsan, hiç olmazsa sâlihlerden iste!”[/I] buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât, 28)[/B]

    Bu hususta Firavun’un sihirbazlarının hâli de çok ibretli bir misaldir.

    Firavun’dan evvelâ izzet ve îtibar gören sihirbazlar, şâhid oldukları mûcizeler sebebiyle îmân ettiler. Firavun, onların bu hâli karşısında öfkeden deliye döndü; ölüm tehditleri yağdırmaya başladı. Sihirbazlar ise îman asâlet ve metânetiyle dik durdular, bâtıl karşısında eğilmediler.

    “–Senin zulmün dünyâya âittir, sen dilediğin gibi hükmedebilirsin, biz nasıl olsa Rabbimize döndürüleceğiz.” diyerek meydan okudular. Elleri ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılmadan önce de, beşerî bir acziyet göstermemek için ellerini semâya kaldırarak:

    [B]“...Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır (ki îmanda zaafa düşmeyelim), canımızı müslüman olarak al!” (el-A’râf, 126) duâsıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ettiler. Ardından da şehîden Rablerine kavuştular.
    [/
    B]

    Asr-ı saâdetten şu hâdiseler de Allâh’ın gadab ettiği kimselere karşı sahip olunması gereken kalbî kıvâmın en güzel misallerindendir:

    Müşrikler, Hudeybiye Sulh Anlaşması’nı, iki sene sonra, müslümanlara karşı işledikleri büyük bir katliâm ile bozmuşlardı. Üstelik Allah Rasûlü’nün yeniden yaptığı sulh tekliflerini de dikkate almadılar. Daha sonra ise büyük bir korkuya kapılarak liderleri olan Ebû Süfyân’ı Medîne-i Münevvere’ye gönderdiler.
    Medîne’de hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi. Peygamber Efendimiz’in zevcesi Ümmü Habîbe vâlidemiz, Ebû Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi altından çekip aldı. Ebû Süfyan hayretle:

    “–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.
    Ümmü Habîbe vâlidemiz:
    [B
    .

    Ebû Süfyân işittiği bu cümleler karşısında âdeta dondu kaldı:
    “–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acâyip olmuşsun!” dedi.
    Ümmü Habîbe vâlidemiz:
    “–Hayır, Allah beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îman muhabbetinin her şeyin üzerinde olan ulvî değerini ifâde etti. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)
    Yâni îman şerefi, bütün fânî asabiyetlerin üstündedir. Babası bile olsa Allah için buğz edilmesi gereken kişiye buğz edebilmek, ancak îman asâletindendir.
    Yine asr-ı saâdetten, îman celâdetiyle sergilenen diğer bir misal:
    Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Anlaşması öncesinde Hazret-i Osman’ı, elçi olarak Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca Osman -radıyallâhu anh-’ı göz hapsine alarak:
    “–İstiyorsan sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.
    Bütün müslümanlar tavaf hasretiyle yanıyor, Kâbe gözlerinde tütüyordu. Hattâ bâzıları Hazret-i Osman’ın Kâbe’yi tavâf edeceğini düşünerek ona gıpta ediyorlardı. Fakat kendisini Allah ve Rasûlü’ne adamış olan o sâdık sahâbî:

    [B]“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyâret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum...” diyerek İslâm vakar ve şahsiyetiyle muhteşem bir tavır sergiledi. (Ahmed, IV, 324)[/B]
    Ümmeti olarak bizler de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb-i şerîfleri ile aynı hassâsiyetleri taşımak durumundayız. Bu da O’nun sevdiğini sevmek, yerdiğini yermekle olur.
    Gerçek Muhabbetin Alâmetleri

    Bir sohbet esnâsında Sevbân -radıyallâhu anh-, Habîbullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek derin ve dalgın bir sûrette bakıyordu. Öyle ki onun bu hâli, Âlemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Merhametle sordular:
    “–Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?”
    Peygamber âşığı Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
    “–Anam, babam ve canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Sen’in hasretin beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicrân olmaktadır. Dünyada böyle olunca âhirette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”
    Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

    [I]“Kişi sevdiği ile beraberdir...”[/I] müjdesini verdiler. (Buhârî, Edeb, 96)[/B]
    Allah ve Rasûlü’nü sevmenin alâmeti ise, itaat ve teslîmiyettir. Efendimiz’in tâlimatlarına samîmiyetle itaat etmez isek O’nun şefaatini dilemeye de yüzümüz olmaz. Zîrâ âyet-i kerîmedeki îkaz çok açık ve nettir:
    [B]“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31)

    Yâni Allah ve Rasûlü’ne itaate götürmeyen muhabbet sözleri, kuru bir iddiâdan öteye gidemez. Sevdiği uğruna fedâkârlıkta bulunmayanların kalbî beraberlik iddiâları, dört duvar arasındaki kuru beraberlikler gibi, bir kıymet ifâde etmez. Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:
    “Ey insanlar! «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîsini yanlış anlamayın! Sâlihlerin amelini işlemedikçe sâlihlerden olamazsınız. Zîrâ yahudî ve hristiyanlar, kendilerince peygamberlerini severler, fakat onlar ile değildirler.” (İhyâ, c. II, s. 402)
    Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- de nefsini şöyle hesâba çekerdi:
    “Firdevs Cenneti’nde Peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık hangi ameli işledin? Hangi şehevî arzunu kırdın? Hangi hiddetini yendin? Sana gelmeyen hangi akrabâna gittin? Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın? Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya hangi uzağına yaklaştın?..” (İhyâ, c. II, s. 402)
    Allah için sevmek; sevgiye, sevgiden başka karşılık tanımamaktır. Bu mânâdaki sevgi, îmâna derinlik ve lezzet katar. Hadîs-i şerîfte, îmânın lezzetini ancak şu üç husûsiyeti taşıyan mü’minlerin tadabileceği bildirilmektedir:
    “1. Allah ve Rasûlü’nü her şeyden daha çok sevmek,
    2. Îmandan sonra küfre düşmeyi, ateşe düşmek kadar tehlikeli görmek,
    3. Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek.” (Bkz. Buhârî, Îmân, 9, 14)
    Tabiî ki îmânın lezzetini tadabilmek için muhabbetin sırf Allah için olması şarttır. Bunun da bâzı alâmetleri vardır. Sehl -rahimehullâh- bunu şöyle îzâh eder:
    “Allâh’ı sevmenin alâmeti, Kur’ân-ı Kerîm’i sevmektir. Allah ve Kur’ân sevgisinin alâmeti, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı sevmektir. Peygamber sevgisinin alâmeti, sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alâmeti, âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti, dünyadan hoşlanmamak (yâni onun nefsânî câzibelerine aldanmamak)tır. Dünyadan hoşlanmamanın alâmeti de âhiret azığı olabilecek kadarının dışında onun varlığından uzak durmaktır.”
    Velhâsıl, gerçek seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever, sevmediklerinden hoşlanmaz ve sevdiğini çokça anar. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a îmânın en fazîletlisi sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
    “Allah için sevmen, Allah için nefret etmen ve dilini Allâh’ın zikrinde çalıştırman…” (Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 5/247)
    Allah İçin Muhabbet ve Buğz
    Rivâyetlerde bildirildiğine göre Allah Teâlâ Hazret-i Mûsâ’ya:
    “–Ey Mûsâ, sırf Ben’im için işlediğin bir amelin var mı?” diye sorar.
    Mûsâ -aleyhisselâm- da:
    “–Allâh’ım! Sen’in için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, secde ettim. Sana hamd ettim, kitabını okudum, Sen’in adını andım.” der.
    Allah Teâlâ buyurur ki:
    “–Yâ Mûsâ! Namaz senin kılavuzundur, oruç sana kalkandır, verdiğin sadaka üzerine gölge olacaktır, secdedeki tesbih senin için cennette ağaç olacaktır. Kitabımı okuman sana köşk ve hûri sağlayacaktır. Ben’im adımı anman da senin ışığın olacaktır. Sırf Ben’im için hangi ameli işledin?”
    Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-:
    “–Yâ Rabbî! Bana sırf Sen’in için olacak bir amel bildir ki, onu işleyeyim.” der. Allah Teâlâ:
    “–Ey Mûsâ! Ben’im için hiç dost edindin mi? Yine Ben’im adıma hiç kimseyi düşman bildin mi?” buyurur.
    Böylece Hazret-i Mûsâ, Allah katında en makbul amelin, O’nun için sevmek ve O’nun nâmına düşmanlarından nefret etmek olduğunu anlar. (Mükâşefetü’l-Kulûb, 86)
    Bu hususta Îsâ -aleyhisselâm-’a da şu şekilde vahyedildiği rivâyet olunur:
    “Eğer bütün yerdekilerin ve göktekilerin ibâdetini yapsan ve içinde Ben’im için dostluk ve Ben’im için düşmanlık olmazsa, bütün bu ibâdetlerinin Sana hiçbir faydası olmaz!”
    Bütün ibâdet ve muâmelâtımızın kemâli, rûhî derinliğimiz nisbetindedir. Bu yüzden kalbimizdeki muhabbet de buğz da nefsimiz için değil, Allah için olmalıdır.
    Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hakîkate îtiraz edilmesi ve hakkın çiğnenmesi hâricinde öfkelenmezdi. Bir hak çiğnendiği zaman da hak yerini buluncaya kadar öfkesi sükûn bulmazdı. Aslâ kendisi için öfkelenmez, kendisi için kimseyle münâkaşaya girmezdi.
    Yâni mü’min, îman asâletinden olan buğz-i fillâh’ı, kuru bir öfkeyle karıştırmamalı; nerede, ne zaman ve nasıl öfkeleneceğini bilmelidir. Öfkesinin nefsinden mi, îmânından mı kaynaklandığına dikkat etmelidir. Zîrâ öfke, nefisten olunca mezmumdur. Aklı baştan giderir, şeytan oraya hücûm eder. Eğer öfke Allah içinse, bu takdirde büyük bir olgunluk ve fazîlettir.
    Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın Allah için cenk ettiği bir kâfiri tam öldürecekken o kâfirin can havliyle yüzüne tükürmesi karşısında onu öldürmekten vaz geçmesi, bu hususta müstesnâ bir numûnedir. Bu esrârengiz davranışa akıl erdiremeyen adam, ölmeyi öldürmeyi unutup hayret ve dehşet içinde sorar:

    “–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin? Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda sâkin bir hava gibi duruluverdin. Bu ânî değişikliğin hikmeti nedir? Bu hâlin bana bir muammâ oldu.” der.
    Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu cevâbı verir:

    [B]“–Ben ancak Allah yolunda cihâd ederim. Allah düşmanlarının başını yine O’nun rızâsı için vururum. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam… Sen ise yüzüme tükürerek bana hakaret etmek ve beni kızdırmak istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tâbî olmak gibi âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allah rızâsı için gazâ ederim.”[/B]
    İşte bu fazîlet karşısında o düşman kişi îmân ile şereflenir.
    Velhâsıl, aklı baştan gideren ve insanı hata ve yanlışlara iten öfke, nefisten kaynaklanan ve dizginlenmesi îcâb eden öfkedir. Ancak dîn, îman, ahlâk ve mâneviyâta karşı bir saldırı veya zulüm söz konusu olduğunda bîgâne ve umursamaz bir hâl içinde olmak, öfkeyi dizginlemek değildir. Bilâkis böyle bir davranış, derin bir gaflettir. Allah rızâsına nâiliyet için öfkeyi yenmek kadar, lüzûmu hâlinde Allah için öfkelenmek de ehemmiyetlidir.
    Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, küfre, zulme, haksızlığa karşı son derece sert ve celâlli biriydi. Bu yüzden onun bulunduğu yerde kimse haksızlığa cür’et edemezdi. Zîrâ onun, Allah için sâhip olduğu öfke ve buğz sebebiyle şeytan bile ona rastlasa derhal yolunu değiştirir, ondan kaçardı.
    Keşif ehli bir zât, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin yanına gider. Şeytanın, onun yanından hızla kaçtığını görür. O zât, Cüneyd-i Bağdâdî’nin yanına yaklaşınca, yüz hâllerinden, onun çok öfkelenmiş olduğunu anlayıp sorar:
    “–Ey Cüneyd! Biliyoruz ki, insan öfkelenince şeytan ona yaklaşır. Fakat çok öfkeli olduğunuz hâlde, şeytan niçin sizden kaçıyor? Bunun hikmeti nedir?”
    Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri şu cevâbı verir:
    “–Bilmez misiniz ki, biz nefsimiz için kızmayız. Başkaları, nefisleri için kızdıklarından şeytan onlara musallat olur. Bizim kızmamız Allah için olduğundan, şeytan bizden, kızdığımız zaman kaçtığı gibi başka hiçbir zaman kaçmaz.”
    Cenâb-ı Hak bu kalbî kıvâmı bizlere de ihsân eylesin! Muhabbetimizi de buğzumuzu da rızâ-yı ilâhîsine muvâfık kılsın! Bizlere hakkı hak bilip ona sarılmayı, bâtılı da bâtıl bilip ondan sakınmayı nasîb eylesin!
    Büyük bir sabır ayından sonra lutfeylediği mübârek bayram günlerini de, garipleri sevindirecek, mâtemlere tesellî olacak, feryatları dindirecek rûhânî gayret ve hizmetlerle ebediyyet bayramının sermâyesi kılsın!
    Âmîn!..
    MUSA TOPBAŞ

    Konu Henna tarafından (10-19-2008 Saat 17:45 ) değiştirilmiştir.
    alptraum bunu beğendi.
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.