Akıl ve İrade Ruhumuzda
Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ


"İnsanın insanlığı, fânî olan hayvanî cesedinde değil, ebediyete meftun ve âşık olan ruhunda aranmalıdır. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda, kat'iyen doyma noktasına ulaşamamış ve hiçbir zaman tatmin edilememiştir."
* * *

"Ruh", insanı insan yapan, fakat "ne olduğu?" sorusunu da cevaplayamadığımız bir hakikat. Kur'an'ın beyanı bu konunun akla kapalı olduğunu gösteriyor: "Bir de sana 'rûh' hakkında soru sorarlar. De ki: 'Rûh Rabbim'in emrindedir. O'nun bileceği işlerdendir. Size sadece az bir ilim verilmiştir." (İsra, 17/85) .

Hayattaki müşahedelerimiz de bunu teyid ediyor ve akıl sahibi her insan kendisinde madde-ötesi bir yan bulunduğunu hissediyor. Fakat, büyük bir ilim ve tefekkür insanının belirttiği gibi, "Tarihte ruh hakkındaki düşünce sapmaları ruhun mâhiyeti ile fonksiyonu karıştırıldığında ortaya çıkmıştır. Allah insan ruhunun mâhiyeti hakkında icmalî bilgi verirken, fonksiyonları ve tezahürleri hakkında tafsilî bilgi toplamaya izin vermiştir."

Dolayısıyla, günlük tecrübeler ışığında doğru sorularla ruhun fonksiyonları hakkında fikir sahibi olmaya çalışmak, daha sıhhatli bir yaklaşım olabilir.

Bedenimiz-organlarımız ve akıl-irade
Bir beden hareketi, şuur, akıl ve iradeyle yapıldığı takdirde mânâ taşır. Peki, "maddî bir bütün" olarak beden veya onun bir uzvu akıl ve iradeye sahip olabilir mi? Çeşitli âzaların yaptığı anlamlı hareketler onlara verilebilir mi; meselâ bir eşyayı tutmak, taşımak, veya yerine koymak; kalem tutup yazı yazmak; gürültüye karşı kulakları tıkamak vs? Herhangi bir organ kendisi veya bir başka organ, veya bütün vücud için karar verip bir hareket yapabilir mi? Sadece fizyolojik ve mekanik açıdan bakıldığında bile görülür ki, her organ "beden bütünü"ne hizmet ettirilir (el yazacağı zaman, önce gözle görülemeyen bir niyet ortaya çıkar, parmaklar biraraya gelir ve kalemi tutar, kol ve dirsek buna göre pozisyon alır, baş o yöne bakar, el yazmaya başlar). Hiçbir organ, yaptığı hareketi kendi tasarlayamaz ve yapamaz. Dolayısıyla bir elin, parmağın, ayağın, başın yaptığı mânâ taşıyan bir hareket ona verilemez. Peki, tek başlarına akıl ve irade sahibi olmayan organlar, belli hedefe mâtuf bir hareketi birlikte nasıl yapabilirler? Meselâ yürürken kollar, bacaklar ve baş hareket eder. Bunları bir "bütün" olarak beden tasarlayabilir mi? "Beden" olarak gördüğümüz "insan" sadece et ve su yığını, doku ve organ topluluğu mudur?

"Beyin?" sorusu
Bedenin şuurlu hareketler yapmasının sebebi beyin midir? "Beyin" denilen, % 90'ı sudan müteşekkil olan, yaklaşık 1,5 kilogram ağırlığındaki kütle; şuur, akıl, irade ve ideal sahibi olabilir mi? İnsan için tercihte bulunabilir mi? Sevebilir, kızabilir mi? Bu maddî kütle akıl denilen "akıl-almaz" hakikati üretebilir mi? Kafatası içine hapsolmuş durumda, dış dünyaya kapalı, fakat beş duyu vasıtasıyla dışarıdan gelen renk, ses, koku, tat ve dokunma duyusuyla ilgili bilgileri zahirî sebebler açısından ışık ve ses dalga boyu, koku ve tat molekülü, sertlik, yumuşaklık vs olarak algılayan beyin, varlıkları mânâlarıyla idrak edebilir mi? Bu fizikî birimleri insan aklı, iradesi, inancı ve değer hükümleri açısından anlamlı bilgilere nasıl dönüştürüp yorumlayabilir? Bunların, hem fizikî âlemde bulundukları hâl ve yerler, hem de temsil ettikleri fizik-ötesi mânâlar açısından insana faydalı mı zararlı mı olduğunu nasıl temyiz ve tefrik eder? Kısacası, "beyin" denilen maddî kütle, varlığa nasıl mânâ verebilir? Akıl ve irade nerededir? Madde-üstü, şuurlu ve aklî bir temayül olarak niyet, irade ve muhakeme merkezi vazifesi gören yanımız neresidir? Dünya üzerinde hemen her dilde "ruh" mânâsındaki bir terimle ifade olunan ve insanî özümüzü teşkil ettiği kabul edilen "beden-ötesi bir kıymet"te midir?

İnkâr edilemeyecek hakikat şu: hem maddî (beden), hem de madde-ötesi (ruh) bir yanımız var. Fizikî bir âlemde yaşıyoruz. Maddeyi inkâr edemeyiz. Maddî birer gerçeklik olan beş duyu ile beyin arasında anatomik ve fizyolojik irtibat var, ve bu duyular ancak fizikî âlemi algılayabilir (ruhun pencereleri). Dışarıdan beş duyu vasıtasıyla aldığımız bilgiler beyinde tâbi tutuldukları fizikî işlemleri takiben, algılayamadığımız şekillerde, şuur, akıl ve irade sahibi ruha iletilir. Bu bilgileri fizikî âlemdeki dar şekil ve mânâlarının ötesinde değerlendirip anlamlandıran, aklî ve iradî olarak cevaplandıran da "ruh" olur; bir miktar su ve hücre değil. Fakat bu değerlendirme neticesindeki tepki, "düşünme" safhasını takiben eğer beden üzerinden çeşitli mimik ve hareketler yoluyla gözükecekse (beden dili), ruh bunu bedene beyin (ve kalb) yoluyla iletir. Yani "ruhun beden ile irtibatı en başta beyin (ve kalb) üzerinden oluyor" denebilir. Sebebler âleminde ise, insan bedeninde maddî bir ara-istasyonun varlığı gereklidir. İşte bu, beyindir.

Meselâ ruhumuza (daha doğrusu ruh halimize) ayna tutan en önemli âzalarımızdan biri gözlerimizdir. Ruh, karşılaştığı yeni durum veya kişilerden hoşnutluk veya huzursuzluk duyar ve bunu beden üzerinden belli eder (belli etmek istemese de, dikkatli gözler bunu görebilir). Bu "hâl" bizatihi beyne ait olabilir mi? Hayır! Akıl ve irade sahibi ruhun tepkisidir bu. Beynin buradaki konumu ise, ruh hâlinin onun üzerinden vücuda yansımasıdır (vücud dilini iyi okuyabilenler o kişinin hâlet-i rûhîyesini iyi anlar). Meselâ ruh hâlinin anlaşılmasını istemeyen bir kişi, bakışlarını etrafından kaçırır. Peki, gözlerden okunan pozitif veya negatif duygular beynin hissettiği duygular mıdır? Beyin sevip kızabilir mi?

Materyalist bilim adamları ve bilhassa beyin araştırmacıları ise çok büyük bir hataya düşmekte, insanın şuur, akıl ve iradesinin esas merkezi olarak beyni kabul etmektedirler. Bu yaklaşım, televizyonda gördüğü görüntülerin kaynağını ekrandan veya televizyon kutusunun içinden bilen bir bebek veya çocuğun durumuna benzemektedir.

Biliriz ki, ekrandaki görüntünün kaynağı ekran veya televizyon kutusunun içi değildir. Kutudaki elektronik devrelerin vazifesi, anten üzerinden gelen elektromanyetik dalgaları görüntüye dönüştürmek, ekranın vazifesi de, bunları göstermektir. Bu dalgalar görüntüye kaynak teşkil eden madde ve mekânı temsilen gönderilir, uzayda yolalır, alıcı antene ulaşır ve TV kutusu içindeki dönüştürücüler yoluyla ekrana görüntü olarak yansır. Biz bu görüntülerin başka yerde imal edilip gönderildiğini, ekranın sadece bunların gösterildiği bir sahne görevi gördüğünü biliriz. İşte insan beyni de, TV kutusu benzetmesiyle yapı ve fonksiyonu anlaşılabilecek bir realitedir, ama asla dalganın ve görüntünün esas kaynağı değildir. Yani insanın gözle görülen bütün iradî (zaman zaman da gayr-i iradî) davranışlarının kaynağı beyin değil, ruhtur. Beyin, sadece ruhtan gelen sinyallerin (şuur, akıl ve iradeye dayanan duygu ve düşünce sinyalleri) beden üzerinde görülecek (dış dünyaya aksedecek) davranışlara dönüştürülmesinde rol oynamak üzere bedene konmuş maddî bir vasıtadır. Bizim davranışlarımız da (dışarıdan bakıldığında) işte o televizyon ekranındaki görüntü gibi düşünülebilir. Fakat bir farkla: televizyon antenine gelen dalgalar gözle görülmez, ancak ölçülebilirken, ruhtan beyne gelen dalgalar ne görülebilir, ne de ölçülebilir. Ayrıca, fizikî âlemde elektromanyetik dalgaların kaynağında (veya yolaldığı ortamda) bir problem olabilir. Anten ve televizyon kutusu iyi çalıştığı halde dalga gelmeyince veya sağlıklı gelmeyince ekrana hiçbir görüntü yansımaz, veya bozuk yansır. Diğer yandan, elektromanyetik dalgalar sağlıklı şekilde gelse de, televizyon kutusu içindeki elektronik devrelerde veya ekranda arıza olduğunda yine sağlıklı görüntü elde edilemez.

İnsan için düşündüğümüzde, davranış bozukluklarının sebebinin ruh olduğu söylenemez. Çünkü insan ruhu ona üflenmiş ilâhî bir nefhadır; akıl ve iradeden yoksun olmadığını biliyoruz. O zaman diyebiliriz ki, beyinden ruha veya ruhtan beyne bilgi iletilmesinin önünde beyindeki veya bedendeki herhangi bir arızadan (veya nefisten) kaynaklanan engeller sözkonusu olabilir. Ruh bu durumda akıl ve iradeye dayanan sinyallerini beyne aktaramaz, veya beyin bunları sağlıklı şekilde alamaz. Bu yüzden beyinde sebebler açısından gerekli süreçler sağlıklı işlemez (beyin tomografisinde de bu görülebilir). Böyle bir insana dışarıdan bakıldığında dengesiz, abuk-sabuk davranışlar ve anormallikler görülür.

Bilhassa beyinde, doğum öncesinde, esnasında veya sonrasında çeşitli sebeblerden dolayı meydana gelen bazı kalıcı hasarlar da, ruhun dünya hayatında bedenle "akıl ve şuur" dairesinde temas kurmasına engel olabilir, "zihin özürlü" denilen bu kişiler de yaptıklarından dünyada ve ahirette sorumlu olmazlar. Uyku, baygınlık, koma hâli, ve akıl sağlığının geriye dönmeyecek şekilde yitirilmesi de bunun gibidir. Bedenden ruha doğru olan tesirlere bir başka misâl aşırı yemeye bağlı olarak kanın ve dolayısıyla oksijenin büyük kısmının mideye yönelmesi neticesinde beyne az oksijen gitmesi ve uykunun gelmesidir. Burada da ruhun beyinle teması zayıflar, şuur ve irade baskılanır ve faaliyetleri azalır. Aynı şekilde, güzel koku da bedenden ruha doğru bir tesir olarak güzel duyguların doğmasına vesile olur. Meselâ frontal lob tümörü gibi, insan beyninin ön kısmındaki hasarlara bağlı davranış değişiklikleri, o insanda daha önce asla görülmemiş edebe aykırı hâllerin ortaya çıkmasına yolaçabilir. Fakat bunlar ruhtan değil, ruh-beden münasebetinin sağlıklı kurulması önünde engel teşkil eden beyindeki problemlerden dolayıdır.

Meselâ alınan ilâçlar mide-beyin üzerinden ruhu baskılayıp ruhun bedenle irtibatını şuur, akıl ve irade dairesinde sağlıklı bir şekilde devam ettirmesini engelleyebilir. Bu durumda insan ruhu bir bakıma devre dışı kaldığından, beden de başıboş hâle gelir, aklî ve iradî olmayan davranışlar göstermeye başlar (teröre varıncaya kadar). Meselâ ruhdan gelen akıl ve irade sinyalleri, beyne -veya kalbe- vardığında, buradaki geçici veya kalıcı rahatsızlıklardan (kanama, ödem, oksijen azlığı gibi) dolayı, kalbe, dile ve bedene sağlıklı şekilde yansımaz. Yaşanmış bir hâdise: Trafik kazası sonucunda beyninde uzun süre devam eden bir hasardan dolayı, kıymetli bir öğretmen arkadaşımız eski tanıdıklarıyla karşılaştığında, dilinde ve davranışlarında onlarla yeni tanışıyormuş gibi hafıza kaybına benzer belirtiler görüldü. Yıllar bu şekilde geçti. Daha sonra eski(meyen) dostlarından biriyle tekrar karşılaşınca, dostunun "Kazadan sonra uzun süre beni hatırlayamadın." demesi üzerine, "Hayır! Hatırlıyordum. Fakat ifade edemiyordum." dedi. İşte burada hatırlayan, muhakeme eden, seven ruhtu, fakat kendini ifade etmesinin önünde beyinden kaynaklanan engeller vardı. Dolayısıyla, bu insanın ruhu, böyle bir problem yaşamamış birinin ruhu gibi akıl, şuur ve irade sahibidir, fakat yukarıdaki (görünür) sebebten dolayı beyinle sağlıklı bir irtibat kuramamaktadır.

Sivas Devlet Hastahanesi'nde yıllarca "bitkisel hayat"ta yatan annesi için aynı hastanede çalışan bir hastabakıcı şu mânâda konuşuyordu: "Annem bitkisel hayatta. Beyni ölmüş durumda. Sadece gözlerini oynatabiliyor. Fakat ben buna da razıyım. Çünkü bana bakışlarında sevgiyi görüyorum. O da beni görmekle yaşama gücü buluyor. Ruhen anlaşıyoruz." Bu ifadeler de gösteriyor ki, ruh sağlıklı, fakat meramını anlatamıyor, çünkü önünde beyinden kaynaklanan engeller var. Bu gibi bir fizyolojik problemi aşmanın ve o insanın ruhuyla farklı bir şekilde iletişime geçmenin (büyük bir zâtın başka bir maksatla kullandığı orijinal ifadeyle, "onun ruhuna misafir olmanın") yolu bulunsa, bu meselenin hakikati anlaşılabilir. Demek ki, ruhen anlaşma, hasta olan kişi beyin fonksiyonunu yitirmiş olsa da mümkün olabiliyor; akıl sahibi ruh, iradesiyle zorlayınca, bu dua yerine geçiyor ve kabul görüyor. Burada, büyük bir ilim ve düşünce insanının belirttiği şu hususun altını çizmemiz gerekiyor: "Ruhun beden üzerindeki hâkimiyeti beden üzerine yerleştirilen ve birer start düğmesi fonksiyonu gören yapılar, organlar ve endokrin bezler üzerinden gerçekleşir. Bu yapılarda bozukluk ve arıza olursa ruh bedendeki fonksiyonlarını sağlıklı yerine getiremez."

Beynin ötesi
Dolayısıyla, insanı beyin üzerinden anlamak ve onunla sınırlamak ne kadar yeterli ve doğru?!... Aslında beyin araştırmalarıyla bu sürecin sadece son safhası, ruhdan gelen cevabın beyinde beden âlemine uygun hâle gelme safhası anlaşılmaya çalışılıyor. Bu sürecin önceki safhaları ise bize kapalı. Akıl ve irade sahibi olan ruh nasıl algılar ve kemâle erer, bilemiyoruz. Fakat şurası açık ki, insan eğitildiğinde beyni değil, ruhu eğitilir; bu esnada irtibat beyin üzerinden olur. Güzel ahlâkı yansıtan davranışların da ruha ait kemalâtın neticesi olduğunu söyleyebiliriz.

Beyin araştırmalarının (Neuroscience) son 25 yılda geldiği noktayı Mayıs 2005 sayısında değerlendiren Discover dergisi, ABD'nin önemli üniversitelerinden ondört profesöre değerlendirmelerini sordu. Ne yazık ki, bilim adamlarının hepsi, insanın şuur, akıl, irade, duygu, düşünce ve davranışlarının esas kaynağı olarak beyni görüyorlar, ve ruhu reddederek, ruhun ulaşılmazlığı ile ilgili meseleleri ve fonksiyonlarını beyne verip bunların gelecekte çözülebileceğini iddia ediyorlar.

Beyin inkâr edilemez. Duygu (sevgi, nefret vs), düşünce, niyet, istek gibi elle tutulamayan ve davranışlarımıza temel teşkil eden madde-ötesi hâl ve temayüllerimizin tabii ki (tıpkı TV ekranında görüntünün görülmesi gibi) beyinde görülüp tesbit ve takip edilebilecek maddî yanları var, fakat bunlar sebep ve kaynak değil, sadece beyindeki yansıma ve sonuçlardır. Beyindeki organik problemleri anlamak ve tedaviyi belirlemek açısından da beyin araştırmaları önemli. Fakat beyin ile ruhun fonksiyonları birbirine karıştırılmamalı. İnsanı, onun duygu, düşünce ve iradî davranışlarını beynin ürünü olarak görme hatasına düşülmemeli.

İnsan bedenini ve bunun fonksiyonlarını anatomi, fizyoloji, biyokimya ile izah edebiliriz ama "insan"ı edemeyiz. Çünkü "insan", beden ve beyninin toplamından fazla birşeydir. Şuur, akıl ve irade sahibi bir ruhu vardır. Ruhun fonksiyonlarının bir kısmını beyin-beden üzerinden anlamaya çalışırken biyoloji temelli yaklaşımın tuzaklarına düşmemeliyiz. Materyalist bilimin beyne atfettiği "akıl" gibi olağanüstü kompleks bir hakikate de hiçbir organizma ve sistem kendiliğinden sahip olamaz; ancak dışarıdan verilmesi gerekir.

Akıl sahibi ruh bedenle irtibatını devam ettirdiği müddetçe, yani kişi dünyada akıl sağlığı nimetiyle yaşarken, meselâ onu çok üzen (burada üzülen beyin, yani su olabilir mi?) bir haber aldığında bundan müteessir olur ("hassas ruhlar" deyimi). Beden de ruhun bu hâlinden beyin (ve kalb) yoluyla etkilenir (ruh-beden bütünlüğü), yani ruhun sıkıntısı ister istemez bedene yansır. Bundan dolayı beden güç yitirir, direnci azalır, ve vücudda çeşitli hastalıklar başgösterir. Yukarıda, bedenden ruha doğru olan tesirlerden farklı olarak, burada önce ruh müteessir olur, acı ve ızdırab duyar, sonra da ruha bağlı olarak beden. Himmeti bütün insanlık olan hassas ve muzdarip ruhların duyduğu, gördüğü, haberini aldığı kötü gelişmeler karşısında vücudlarının sarsılması bundan (aslında ruhlarının sarsılmış olmasından)dır. Ruhen çok hassas insanlarda bedenî hassasiyetler (meselâ ağrı ve acı eşiklerinin çok düşük olması, ani rahatsızlanmalar da) görülebilir. Bir de, aklı yerinde olduğu halde yağmur altında ıslanmayacak kadar hassasiyetten yoksun ruhlar vardır. Burada kabalık ruha mı aittir, yoksa başka bir mekanizma mı sözkonusudur, bilemiyoruz (Bir ilâhî nefha olan "ruh", kaba olabilir mi?).

Diyebiliriz ki, insan konuştuğunda da, aslında konuşan ruhudur, dili ve beyni değil. İnsan bedeni (beyin, sinir, gırtlak, çene, dil, ağız) buna uygun yaratılmıştır. Ruh konuşmak istemediğinde dil de konuşamaz. Bazen, ruh birşeyden müteessir olduğunda, ruh-beyin-beden etkileşiminde arıza başgösterebilir, ve dil konuşmak istese de konuşamaz.

Bütün bunlar, "Beyin üzerinde araştırma yapılmasın!" mânâsına gelmiyor. Araştırmalar devam etmeli. Akıl ve irade dairesi içinde kalan konularda insanlığa faydalı olmak için elden gelen yapılmalı. Diğer yandan da, insanın varoluşuyla ilgili en tatmin edici izahın Yaratıcı'nın insana kâmilen bahşettiği dinde olduğu unutulmadan terbiye yoluyla ruhun kapısı çalınmalı, ona misafir olunmalı. Beynin sadece bir vasıta olduğu, insanın kemalâtının beyinde değil, ruhta olduğu görülmeli.

"Ruh" kelimesi günlük konuşmalarda sıkça kullanılsa da, bugün inkârcı bilimden beslenen materyalist felsefenin tesiriyle aslında çok ciddiye alınmıyor. Bu yüzden insanın duygu, düşünce, söz ve davranışlarına izah getirilirken sadece beyin esas alınıyor. Ruhun ve onu Üfleyen Zât'ın varlığına inandığı halde, inkârcı bilim terminolojisini duya duya, ağız alışkanlığıyla sürekli "beyin" kelimesini kullananların bir kısmı, farkında olmadan ruh gibi madde-ötesi bir hakikati kastediyorlar aslında.

Halbuki, insan ruhu, bizim yakıştırmamızla varolan bir tevehhüm veya kendisine gerek duyulduğunda devreye giren bir varlık değil, sürekli canlı, uyanık, şuur, akıl ve irade sahibi bir özdür ve insan beyni ve bedeni üzerinde görülen his, fikir, hâl, kelâm ve davranışlarla kendini gösterir. Ahlâk onda teşekkül eder. İhmale uğradığında ve yaratılış hikmetine ters tesirler altında kaldığında mânevîyata kapanır; kaba, hoyrat ve hayvanî hâle gelir (vicdan fakültesinin felç edilmesi).

Düşünen ruh
Düşünme ve hayal etmemiz ne ölçüde sür'atli ise, niyet ve irademize bağlı olarak fiillerimiz de o ölçüde hemen yaratılıyor. Bedenimiz bu sür'ate uygun yaratılmış (gözlerimizin hızlı hareket edebilmesinden, düşüncelerimizi dilimizle hızlı şekilde ifade edebiliyor olmamıza kadar). Yani ruhun seyyaliyetine uygun bir beyin ve beden verilmiş.

Beyindeki sinaps aktivitesinde iyon mekanizmalarının rolü üzerine yaptığı çalışmaları sebebiyle 1963 yılında Nobel Tıp mükâfatı almış olan John Eccles beynin kendi başına anlamlı bir fonksiyon göremeyeceğini şu şekilde ifade ediyor:

"Madde ve enerjiden farklı bir dünyaya ait olan zihnî tecrübelerin elde edilmesi önemli bir meseledir, ve Darwinci evrim teorisi bunu izahta yetersiz kalmaktadır. Düşünme prosesi kendiliğinden olmaz. Siz düşünmedikçe beyin birşey yapamaz. Düşünme işini beynin yaptığına inanırsanız determinist materyalizmin tuzağına düşmüş olursunuz. Biz ruhî varlığımızla durmaksızın fonksiyon görüyoruz ve bu esnada beyni kullanıyoruz... Konuşma ise gırtlak veya ses kutusunun yaratılmasıyla ortaya çıktı... Lisan da insana mahsustur. Hayvanlar her çeşit işaret kullanır fakat aralarında tarif ve delillendirme yapamazlar... Bunun tabiî seleksiyonla bir ilgisi yok. Darwinci tipte bir evrimin gerektirdiğinden çok daha ötede bir yerdeyiz biz. İlk insan da bizimkine benzer bir beyne ve potansiyele sahipti. 'İlk insan' dediklerimiz 'uygar' dediklerimizden daha uzun süre varoldular. Gezegenin en ilkel halkının bebeklerini alsak ve onları toplumumuzda büyütsek, Gadusek'in birkaç defa gösterdiği gibi, bizimle aynı şekilde gelişirler. Yani beyinlerimizin tabiî seleksiyon ile hiçbir münasebeti yok. Getireceğimiz bütün izahlar ancak ilâhî plânın bir parçası olabilir... 'İlâhî lütuf' veya başka birşey deyin, fakat biz ateist Jacques Monod'nun dediği gibi kaosun tesadüfünden ortaya çıkmadık." (Denton, 1993).

Eccles bir başka yerde de şunları söylüyor: "Darwinci evrim teorisi, modern hâliyle bile, kendisi için devam edegelen şu büyük problemi görmemektedir: Canlı organizmalar, madde ve enerjiden müteşekkil dünyadan farklı, yani maddî olmayan bir dünyada zihnî tecrübeleri nasıl elde etmektedir?.. Rahatsız edici husus şudur ki, evrimciler "zihin" denilen realiteyi kendi materyalist teorileriyle izah edememekten pek kaygı duymamışlardır. Klâsik eserlerin hiçbirinde zihinle ilgili en ufak bir bahis yoktur. Popper, 'Şuur, hayatın menşei kadar büyük bir sırdır; içine nüfuz edemeyeceğimiz kadar' demişti. Evrimci yaklaşıma göre, şuur tamamen maddî dünyanın bağrında bütünüyle tesadüfî bir süreçtir. Fakat aslında şuur, evrimciliğin önünde teneşirdeki kadavra gibidir." (Eccles, 1994). Yani evrimciler, izah edemediği "şuur" problemini kaldırıp gömebilecek durumda değildir.

Neticede şuuru, aklı ve iradeyi beyin üretmez. İnsanın düşünmesi, beyninin düşündüğü mânâsına gelmez. Belki, insanın kabaca ne düşündüğü (fikrî mi, yoksa hissi mî) beyin üzerinden görülebilir. Bugün, insan hangi tür düşünce içindeyken (mücerret mi, yoksa müşahhas mı), beyindeki hangi bölgenin aktif hâle geldiği PET teknikleriyle görülebiliyor. Buna bir çeşit, çok kaba "düşünce okuması" denebilir. Halbuki Kur'an, kalblerde olanı Allah'ın bildiğini 14 asır önce bildiriyor.

"Ruh" hakikati
İslâm mütefekkirlerinin "ruh" hakkındaki önemli değerlendirmelerinden biri (mealen) şu şekildedir: "Ruh hakkında konuşurken Kur'an ve Sünnet'e bağlı kalınmalıdır. Ruhun mâhiyeti hakkında insana bilgi olarak çok az şey verilmiştir. Ruh şuur sahibi bir kanun-u emrîdir. Emr ve irade alemine aittir. Bu cevher içinde zihin, his, irade, latife-i rabbaniye ve vicdan mekanizması vardır. İnsanî nefs, ruh anlamında kullanılır. Nefis, akıl ve kalb insan ruhundaki ayrı latifeler ve mekanizmalardır. Her birinin cismaniyet âlemini oluşturan insan bedeninde karşılığı olan kuvveler ve organlar vardır. Kuvveler cismanî boyuttaki santraller iken, latifeler kalb ve ruh boyutundaki cevherlerdir... Allah ruhun mâhiyetini icmâlî, fonksiyonlarını tafsilî bırakmıştır. Bu açıdan aklı ve idraki zorlamamalıdır. Ancak, ruhun fonksiyonları, tesirleri ve tezahürleri konusunda çalışmalar yapılabilir..."

"Beynin akılla ilişkisi ne ise, maddî kalbin mânevî kalble ilişkisi de öyledir. İnsandaki mülk âlemi, misâl âlemi ve melekut âlemi birbiriyle çok sıkı bağlantılıdır. Sürekli birbirlerine karşılıklı olarak tesir ederler. Aklın cismanî bedendeki izdüşümü, bağlantı noktası ve temsilcisi insan beynidir. İnsan beyni, akıl lâtifesinin beden sarayındaki şubesidir. Allah'ın insana verdiği lâtifeler ve kuvveler birer emanettir; korunmalıdır ve veriliş gayesi istikametinde kullanılarak şükrü eda edilmelidir..."

İnsan, nesne ve hâdiseleri çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılıkta aynı şekilde algılamaz ve hissetmez. Bunun sebebi maddî olabilir mi? Onyedi ve elliiki yaşlarında aynı kitabı okurken, aynı meyveyi yerken, aynı insanlarla konuşurken, beyindeki anlamlandırma ve lezzet almayla ilgili maddî (biyokimyevî, elektro-kimyevî, hormonal) süreçler ölçülüp karşılaştırılsa fark bulunur. Fakat bu bir gösterge ve neticedir, âmil ve sebeb değildir. Sebeb madde-ötesidir. Ruhun fakülte ve lâtifelerinin faaliyet, hissetme ve idrak seviyelerinin yükselmesi, incelmesi, hassaslaşması ve derinleşmesiyle ilgilidir.

Belli yaştan itibaren kız ve erkek çocukların alâka duydukları konularda, hâl, hareket ve tercihlerinde, farklılaşmalar başlar. Erkekler daha hareketli, atılgan, vurmaya, kırmaya meyillidir; kızlar ise daha hassas ve çekingen davranışlar gösterir. Erkek ve kızlara yapılarına ve hayattaki vazifelerine uygun bir ruh verilmektedir. Burada, beyinde görülen maddî reaksiyonlar sebeb değil, ancak netice olabilir (ekrandaki görüntünün sebebi TV kutusu ve ekran olmadığı gibi). Kimyevî çözeltiler ve elektrik akımları, kendilerinden daha üst durumlar olan ve insan ruhunun hâllerini işaret eden seviyeleri nasıl doğurur ki? Neden yapsın ki? "Beyin" dediğimiz "madde"nin, hayatı, insanı, insanın ileri yaşlardaki durumunu içine alan bir ileri görüşü olabilir mi?

Günlük tecrübelerimiz bile, şuur, akıl ve irademizin bedenimizi aşan şeyler olduğunu gösterir. Meselâ "kendi burada, kafası başka yerde" veya "dalmış gitmiş" gibi deyimlerle anlatılan durumu ele alalım. Şuur sahibi ruh ilgilenmeyince, insan, gözü açık olsa da görmez; kulağı ses alsa da duymaz. Demek ki, gözün fizyolojik olarak çalışması, gerçekten (ruhun) görmesi mânâsına gelmiyor. Ruh ancak şuur ve iradeyle bakınca göz (doğrusu ruh) görüyor, şuursuz bakışları ise anlamlandıramıyor, çünkü o anda alâkası başka bir konu üzerinde yoğunlaşmıştır.

Meselâ kucağımızda çocuğumuzu taşırız. Mecburen de taşısak bize koymaz. Çünkü o sadece bir ağırlık değildir. Mânâsı kıymetlidir, dolayısıyla maddî yanını önemsemeyiz, severek katlanırız. İnsanın çocuğu kadar kıymet vermediği herhangi bir eşya ise, daha hafif de olsa, daha çabuk yorar ve insanı bezdirir.

Meselâ biyoloji bilimi, "artık parmağımı kıpırdatacak hâlim yok" diyen, gerçekten çok yorgun ve uykusuz olduğu anlaşılan birinin, uzun zamandır görmediği, çok sevip saydığı birisine kavuşması, hatta kısa bir zaman sonra kavuşacağını öğrenmesi durumunda bile ruhunun kanatlanmasını ve (aslında bir binek olan) bedenini de harekete geçirip canlandırmasını, 18 saat daha o kişiyi uyumadan taşımasını izahta âciz kalır. "Ruh insanı"nı ayakta tutan enerji bedenden değil, ruhtan gelmektedir.

Bunun tersi de geçerlidir. Sıhhatli ve neşeliyken, aldığı kötü bir haber sonucu çöken, bedenî mukavemetini yitiren, bağışıklık sistemi zayıflayan ve hastalıklara açık hâle gelen insanların durumu buna misâl olarak verilebilir. Maddî ve bedenî menşe'li olmayan bir tesir sonucu, bedenin biyolojik çöküşüdür bu. Elle tutulmayan, maddî ağırlığı olmayan birkaç kelimelik bir bilgi, insan bedenini nasıl çökertir?!.. Bu, önce ruhun müteessir olmasından başka neyle açıklanabilir?!.. "Beynin anlayıp üzülmesi" diye birşey sözkonusu olabilir mi?

Bedendeki silsile de bugün için tartışılır hâle gelmiştir. Kalbte de beyindekine benzer sinir merkezleri belirlenmiş, kalb-beyin arasındaki haberleşmenin çok sür'atli ve kompleks olduğu anlaşılmıştır (Kalbin Keşfedilen Yeni Boyutu, Sızıntı, Mayıs 2004). Duyular yoluyla gelen bilgiler ruha iletilmeden önce beynin yanısıra belki kalbte de işleme tâbi tutulmakta, ve ruhtan bedene dönüşte de benzer mekanizmalar çalışmaktadır. Sezgi ise, belki ruh veya kalbe sebebler-üstü bir lütuf olarak hissettirilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri (ra), ruhu hayatın zâtı ve cevheri olarak târif etmekte, ve şu izahı getirmektedir: "Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır; ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır; akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuûrun bir hülâsasıdır; ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır." (30. Lem'a, Beşinci Nükte, Dördüncü Remiz)

Netice itibariyle, günlük tecrübelerimiz üzerinde düşünüp, yolumuzu her meselede aydınlatan iki nuranî kaynağın, Kur'an'ın ve Efendimiz'in (sas) beyanlarını esas alarak kâinat kitabını ve hayatı okumaya çalıştığımızda, Rabbimiz'in hem maddî, hem de madde-ötesi hususiyetlerle mezcettiği insanı, keşfedilmeye açık ne sırlı bir varlık olarak yarattığı hakikatini görmüş oluyoruz. Fakat ruhun mâhiyetiyle ilgili sorular sorduğumuzda, bir çığ gibi arka arkaya yeni sorular geliyor ve bunlara (fizikî âlemdeki anlama kabiliyetimizle başarabileceğimizden farklı olarak) cevap veremiyoruz. Beş duyumuz, hatta zihnî kabiliyetlerimiz bu eşiği geçemiyor. Çünkü onlara bu vazife verilmemiş.

Evet, insan ölünce, hayattayken kendisinde gözüken şuur ve akıl ölmüyor; bulundukları hakiki yer beyin olmadığı için, beyin çürüyüp yokolsa da, onlar ruh ile birlikte varolmaya devam ediyorlar (irade ise, nefis ölüp imtihan bittiği için akıl ve ruhun elinden alınıyor). Fakat, meselâ herhangi bir gökcismi uzayda bir yerde mevcutken onda gözüken çekim kuvveti (hatta o bölge için o kanun), o cismin ortadan kalkmasıyla yokoluyor. Rabbimiz'in insana Kendi'nden üflediği ve bekaya namzet kıldığı ruh bu hususiyetiyle ayrı ve müstesna bir yere sahip; dolayısıyla bu ölümlü ve fânî âlemde onun ne olduğunun anlaşılması da imkânsız.


___________________

Kaynaklar
- Denton, D., 1993 - The Pinnacle of Life. Consciousness and Self-Awareness in Humans and Animals. Allen & Unwin, St Leonards.
- Eccles, J.C., 1994 - Evolution du cerveau et création de la conscience. Flammarion (Traduc)


[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/317/1015.mp3[/SES]