17 Ağustos 1999 depreminde Sakarya’da idim. 45 saniyenin unutulmaz dehşetinde neler neler yaşandı! O günlerin yığınla hâdisesinden ibretli bir sahne var ki hiç unutmuyorum. Altı katlı bir binanın en üst katında bir aile... Depremin kucağında yürekleri titreyerek uyanıyor. Henüz hiçbirine bir şey olmamış vaziyette. Ancak hepsi de başkaları gibi büyük bir panik ve dehşet içinde. Herkes bir odaya koşuşturuyor. Baba, güçbelâ daire kapısını bulup açıyor ve hemen sesleniyor:

“Hepiniz buraya! Buraya gelin, kapıyı buldum! Acele edin!”

Yanına geleni de telâşla ve hızlıca kapıdan dışarıya gönderiyor ve arkasından da tembihte bulunuyor:

“Hemen aşağıya in, doğru bina dışına!”

Gelemeyenleri çağırmaya devam ediyor:

“Çabuk olun! Çabuk olun!”

Tabiî her taraf zifirî karanlık. Göz gözü görmüyor. Bu sebeple baba, kapıdan ayrılmıyor. Seslenerek herkesin kapıyı bulmasını temin ediyor. Geleni de doğruca dışarıya.

Bu şekilde karısı, çocukları ve bütün ailesini tek tek dışarı çıkarıyor. Kendisini en sona bırakıyor. Baba yüreği. Önce onlar kurtulsun istiyor. Sonra kendisi.

Nihayet içeride hiç kimse kalmadığına emin olduktan sonra ailesine bağlı, vefakâr ve evin koruyucu direği olan merhametli baba da daire kapısından merdivenlere doğru aynı telâşla adım atıyor.

Fakat o ne? Merdivenler yok!

Deprem esnasında bütün merdivenler çökmüş!

O anda vicdanını inleten; «Eyvah! Aman Allâh’ım! Ben ne yapmışım!» feryadıyla çarpılıyor baba.

Bir ayağı boşlukta, bir ayağı eşikte, eli de kapının kulpunda öyle kalakalıyor.

Göremediği karanlıkta var zannettiği merdivenlere doğru onları kurtuluş için canhıraş bir şekilde âdeta fırlatırken meğer kendi elleriyle canlarını, ciğerpârelerini kollarından tuttuğu gibi ölüme fırlatmış! Onları garanti altına alayım derken meğer tehlikenin geri dönüşü olmayan uçurumuna itelemiş. Depremin dokunmadan âzâd ettiği o canından sevgili cancağızlarını meğer depremden daha acı veren bir dehşetli âkıbete uğratmış!

Bu kahredici gerçeğin kıskacında inleyen babanın yapacağı tek iş kalmıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak. Günün ışıyan saatlerinde onu kurtarıyorlar, ancak sevinecek hâli yok. Beyni çatlamak üzere. Ölesiye perişan.

Onun ıstırabını anlatmak bu kelimelerle mümkün değil.

O zavallı belki hâlâ dövünmekte. «Böyle bir yanlışı nasıl yaptım?» deyip durmakta. Her gün emniyet içinde inip çıktığı merdivenlere kim bilir nasıl da güvenmişti! Depremin tahribatını hesap edememişti. Kapının çökmemiş olması, karanlıkta merdivenlere ne olduğunu ona düşündürmemişti. Bu hususta beş dakikalık gaflet, bilmeden kendi eliyle beş cana kıymasına sebep olmuştu.

Yapacak ne kalmıştı geriye?

Üzüntü, acı, keder.

Bir de;

Derin bir ders çıkarmak, canlı bir ibret almak...

Hâdiseyi basîretle okursak, anlayacağımız ve kavrayacağımız çok yönleri var.

Zira;

Aynı fâcianın daha doğrusu fâciaların mânevî boyutunu ciğerpârelerimizin eğitiminde her gün kaç defa yaşıyoruz!

Siz de sorun:

Hiçbir kötü niyeti olmayan, aksine kendi selâmetini en sona bırakan fedakâr babanın yaptığı davranış körlüğü, acaba çocuklarımızın yetişmelerinde az mı mevcut?

Acaba;

Önünde durulan kapının açıldığı karanlıklar içinde çökük merdivenleri göremeyip de milletin geleceği olan nesli, o pırıl pırıl evlâtları; ya boş heveslerin, ya kör açıların, ya yanlış telâkkîlerin ya da şu âhirzamanın göçüklerine/boşluklarına/uçurumlarına onlar kurtulsun diye atan anneler, babalar, sorumlular, nasıl bir gaflet içinde?

Aslında yaşanan o acı hâdisede işin sırrı, ölüme açılan fakat karanlık ile bunu örten kapıda/kapılarda. Üzerinde durulan eşikte. O eşikte ve kapıda nasıl durulduğunda.

Çünkü;

Adamcağız bütün telâşına rağmen kapıya ve onun ilerisinde ne olduğuna, durumun nezaketi dolayısıyla birazcık dikkat etseydi, o fâciaya kendi eliyle sebebiyet vermezdi. Kâh depremin yol açtığı dehşet paniği, kâh merdivenlerin daha önce sağlam oluşu, kâh şu veya bu sebeplerle tehlikeye açılan kapı, kurtuluşa açılan kanat gibi gelmişti ona. Depremin değiştirdiği şartları hesap edemedi. Kapının giriş ve çıkışında neler yaşayabileceğini düşünemedi. Fakat düşünmeliydi.

Düşünmelisiniz:

Nasıl bir kapıdasınız?

Çünkü insan, ömür boyu bin bir kapıdan geçip gitmekte. Her kapı bir yere açılmakta. Eşikten ileri adım atmadan önce düşünmelisiniz:

Hangi kapıdasınız?

Dikkatli bakın:

Kapı var; yaldızlı, süslü-püslü, kocaman, fakat cehenneme açılıyor. Kapı var; bazen cazibeli bazen cazibesiz, ama cennete açılıyor.

Eşikten adım atınca bir kapı Rahmân’a çıkmakta, bir kapı şeytâna çıkmakta.

Kapılar var gerçeğe ait. Kapılar var yalana ait.

Bir kapı göklere, bir kapı yerin dibine doğru...

Nefsin kapısı farklı, kalbin kapısı farklı...

Bir yanda cami kapısı, bir yanda pavyon kapısı dolu bu dünyada.

Bir kapı hayvanlık ahırına, bir kapı insanlık mutfağına...

Kimi ölüm kapısı, kimi hayat kapısı...

Şifa, ekmek ve kazanç kapısı da var; zehir, belâ ve iflâs kapısı da.

Gayretin kapısı ayrı, tembelliğin kapısı ayrı...

Bir kapı büyük sanat ve saltanatın kapısı, bir kapı da cüce sanat ve sahteciliğin kapısı...

Bir yanda yanlışların, yabancıların, yabanîliğin yok eden kapısı, bir yanda öz benliğin, öz sanatın, öz kültürün kapısı.

Bir yanda cehaletin kapısı, bir yanda ilmin ve kütüphanenin kapısı...

Bir yanda mağlûbiyetin bir yanda zaferin kapısı...

Bir yanda Nemrutların, Firavunların, Ebû Cehillerin geçip gittiği ve battığı kapılar, bir yanda da İbrahimlerin, Musaların, Ahmedlerin şeref saçtığı kapısı.

Bir yanda sefihlerin ve sefillerin kapıları, bir yanda Yûnusların, Mevlânâların, Hüdâyîlerin, Fatihlerin ve Alparslanların kapıları.

Her kapının yapısı ve özellikleri birbirinden tamamen farklı. Her kapıda motifler, işlemeler, açılımlar, gidişler, hevesler, duruşlar, adımlar, davranışlar, yapılanlar ve elde edilenler apayrı, muhtelif.

Yûnusların kapısı gönüllere; Hüdâyîlerin kapısı yüce saltanata; Fatihlerin kapısı feth-i mübinlere; Alparslanların kapısı baştanbaşa koca bir Anadolu’ya çıkmakta. Çünkü onların kapılarında îman var, irfan var, hidayet var, hakîkat var, hedef var, gaye var, gerçek bir aşk var, sefer var, zafer var. Bunlar var olduğu içindir ki onların kapıları daima büyük fetihlere açılmış, her türlü rezil istîlâlara karşı da kapalı durmuş ve geçilememiştir. Bunun en bariz delili de Çanakkale ve İstiklâl harpleridir. Hiç şüphesiz o muharebelerin gazileri ve şühedâsı yukarıdaki hususiyetlere ilâveten bir de şu şuurda idi:

Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan;
Çünkü mîrasyedi sâil kovulur her kapıdan!

(M. Âkif)

Şimdi kendinize tekrar sorun:

Hangi kapıdasınız?

Herkes bir kapıda. Kimi dünya kapısında, kimi ukbâ kapısında. Kimi IMF kapısında, kimi ÖSS kapısında. Kimi petrol kapısında, kimi su kapısında. Kimi bir lokmanın kapısında, kimi hazinelerin kapısında.

Siz hangi kapıdasınız?

Nefret mi, muhabbet mi? Öfke mi, af mı?

Hangi kapıdasınız?

Teneke mi, mücevher mi? Karanlık mı, nur mu? Hayat mı, ölüm mü? Saadet mi, felâket mi? İyilik mi, kötülük mü?

Hangi kapıdasınız?

Âfet mi rahmet mi? Şair ne güzel söylemiş:

Bir anlık emanetle ne türlü övünelim;
Gel, rahmet kapısında ağlaşıp dövünelim!... (NFK)

Rahmet kapısı da edepten geçer. Hazret-i Mevlânâ bu bahiste mânidar konuşur:

“O dilenci suratlı görmemişlerin hırsı yüzünden, kendilerine o ilâhî rahmet kapısı kapandı.

Gamdan, kederden, sıkıntıdan başına ne gelirse bunlar, korkusuzluktan, edepsizlikten ve küstahlıktan gelir.

Dost yolunda edepsiz, korkusuz olan kişi, başkalarının da yolunu vurmuş olur. Böyle kişi mert değil nâmerttir.

Edepten dolayı bu gökler, nûra gark olmuştur. Melekler de edeplerinden ötürü temiz ve masum olmuşlardır.”

Hangi kapıdasınız?

Şer mi hayır mı? Düz mü bayır mı? Çöl mü gül mü?

Hangi kapıdasınız?

İzzet mi, zillet mi? Nankörlük mü şükür mü? Eşeklik mi hizmet mi? Cimrilik mi cömertlik mi?

Hangi kapıdasınız?

İlim mi film mi? İrfan mı cüzdan mı? Zulüm mü adalet mi? Esaret mi hürriyet mi?

Hangi kapıdasınız?

Bu suali fazla sorduğumu düşünmeyin.

Çünkü her şey bir kapı... Ya bir başlangıcın ya da bir neticenin kapısı...

Meselâ;

İçinde bulunduğumuz üç aylar. Her bir günü birer rahmet kapısı. Tevbe ve istiğfarların daha makbul olduğu lütuf kapısı. Kandil kandil göklere çıkışın kapısı. Sanki her gece regaib, her gece mîrac, her gece kadir vasfında kapılarla dolu. Faziletler medeniyetine açılan kapılarla müzeyyen. Cennete açılan kapılarla muttasıf.

Bu kapılardan adım atabilsek ne mutlu!

Gönül dergâhının kapısını tıklatıyorsak ne mutlu! Mâneviyat sultanlarının eşiğinde Yûnus Emreler misali; «Bizim Yûnus» dedirtebiliyorsak ne mutlu!

Rahmân’ın kapısında kul isek ne mutlu! Kur’ân’ın kapısında itaat ehli isek ne mutlu! Hazret-i Peygamber’in mübarek Ravza’sının eşiğinde yüz sürenlerden ve o ulu dergâhtan içeri kabul edilenlerden isek ne mutlu!

Ama;

Hüsrana çıkan kapılarda duruyorsak ne yazık! Şeytan ve nefse mağlûp eden kapılarda isek ne yazık!

Kendinize tekrar sormalısınız:

Hangi kapıdasınız?

Kapılar çok. Hangisi doğru? Bunu tespit etmek pek zor değil aslında. Çünkü bütün kapıların tamamını iki grupta toplamak mümkün.

Biri müspet/olumlu, biri menfî/olumsuz.

Her şeyde/yolda/inançta/fikirde/meselede sadece bu iki kapı var:

Doğru ve yanlış. Îman ve küfür. Cennet ve cehennem.

Hangi kapıdasınız?

Her kapı, bazen nereye çıktığını gizlese de gerçekte dikkat edildiğinde bütün özelliğini sergilemektedir. Tabiî ki görebilenlere. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Gerçekten de çok can yakan, çok korkutan, ısırıcı olan ölüme açılan yüz pencere, yüz kapı var. Her birisi açılırken gıcır gıcır gıcırdamaktadır. Fakat mal-mülk peşinde koşan, dünya hırsına düşen kişinin kulağı, hırsı yüzünden, ölüm kapılarının o acı gıcırtılarını duymamaktadır.”

Hırs ki, yedi başlı ejderha olan cehennemin yemidir. Cehennem de insanın kendi nefsidir. Bu dünyada nefis cehennemine düşenler, öbür dünyada azap cehennemine yuvarlanırlar. Bunun için yine Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Yedi başlı ejderha cehennemdir; senin hırsın yemdir! Yedi başlı ejderha gibi olan cehennem de seni insanlık yolundan alıkoyan bir tuzaktır!”

Cehennemin yedi kapısına işaret eden yedi başlı ejderhadan maksat insanın nefsindeki şu yedi kapıdır:

1. Gurur kapısı 2. Hırs kapısı 3. Şehvet kapısı 4. Haset kapısı 5. Hasislik kapısı 6. Hiddet kapısı 7. Şöhret kapısı. Bazılarına göre nefret kapısı.

Cehenneme götüren bu yedi kapıdan kaçmayan, bu yedi kapıyı sıkıca bağlayıp kilitlemeyen kimse kurtuluşa eremez. İnsanlık hüviyetine kavuşamaz. Gerçekte insanı dünyada da âhirette de ateşlere atan belâ, o azap cehenneminin yedi kapısı olan bu yedi kötü huydan/yedi felâket kapısından başkası değildir.

Buna mukabil cennetin girişi de gönüldeki şu sekiz kapıya bağlıdır:

1. Îman ve irfan kapısı 2. Tevazu kapısı 3. Azim ve gayret kapısı 4. Nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye kapısı 5. Diğergâmlık/hizmet kapısı 6. Cömertlik kapısı 7. Af ve sekînet kapısı 8. Hiçlik kapısı.

Kendinize tekrar sormalısınız:

Hangi kapıdasınız?

Elbette;

Herkes adım attığı kapının ancak başarıya, zafere, ideallerine, mükemmelliğe, hayra, en güzel olana ve nihayet ebedî kurtuluşa çıkmasını ister. Hattâ tembeller, gafiller, zalimler, nankörler, hainler ve cânîler bile geçtikleri kapının kendilerini sevindirecek neticelere çıkmasını arzu eder.

Ancak;

Gerçek neticeleri, onların arzu ve istekleri değil, tercih ettikleri kapının hangiliği, nasıllığı ve nereden nereye köprü olduğu belirler.

O hâlde;

Gönüllere ulaşmak için Yûnus kapısında, feth-i mübinler için Fatihler kapısında, Anadolu zaferleri için Alparslanlar kapısında olmak şart.

Çünkü onların îmanı, irfanı, basîreti, aşkı, seferi ve zaferi; yerde ve gökteki, dünya ve âhiretteki bütün hayır ve huzur kapılarını açmaya kâfî...

Bu hakikati göremeyip de hangi kapıda olacağını bilemeyenlere Hazret-i Mevlânâ şu tavsiyede bulunur:

“Ya zaferi kazan, başarılar elde eden biri ol, yahut da zafer kazanan, her şeyde üstün olan birini ara; ya görüş sahibi ol, yahut görüş sahibi birini ara!

Yanında akıl anahtarı bulunmadıkça, bu kapıyı açmaya çalışmak beyhudedir, boş yere uğraşmaktır; doğru değildir! Bu kapı, hakikat kapısıdır, kurtuluş kapısıdır!”

Koşmak gerek ki, kilit açılsın, kapı görünsün!

Koşarken de sakın;

Ümitsizlik tarafına gitme, bak ümit kapıları var. Karanlıklar semtine varma, aç gözünü; güneşler parlamaktadır.”

Doğru kapıda olmak kadar o kapıları doğru bir şekilde değerlendirmek de mühim. Yoksa Hazret-i Peygamber’in eşiğinde yaşamak bile bir gafil için ne fayda! Değerlendirilmeyen en mübarek kapı bile nafile! Bu bakımdan büyükler demişler ki:

“Allah sana bir kapıyı açtığı zaman hemen değerlendir! Çünkü o kapıyı Allâh’ın ne zaman kapatacağını bilemezsin!”

Çünkü kullanılmayan/işlemeyen demir pas tutmaya mahkûmdur. Şiir diliyle:

Pas olur içi dışı, durgunlaşırsa demir,
Hareketsiz taşlar da yosunlaşır ve erir... (Seyrî)

Bu sebeple gönüller ve akıllar, açılan kapıları değerlendirmekte uyanık olmalı.

Ancak her açılan kapıya da «küt» diye atılmamalı. Çünkü selâmete çıkış sanılan bir kapı, şiddetli bir deprem neticesinde kurtuluş merdivenlerini göçürmüş, artık felâkete ve fâciaya açılan bir kapı hâline gelmiş olabilir. Nitekim toplumumuzda yaşanmış ve hâlâ yaşanmakta olan kültür depreminde, ahlâk depreminde, inanç depreminde, söz ve öz depreminde, kimlik ve şuur depreminde, aşk ve dâvâ depreminde ve hattâ eğitim depreminde yıkılan merdivenlerin haddi-hesabı yok!

Bu sebeple kapılar kapısını bulabilmek bugün büyük mesele.

Tabiî ki o kapılar kapısından geçmek de îman işi, maharet işi, gayret işi, aşk işi. Zira Necip Fazıl’ın dediği gibi:

Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.

İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan; «Gelsin!» diye çağrılmadan geçilmez.

Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.

Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekûn?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.

Kayalık boğazlarda yön arayan bir gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.

Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhavâ;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.

Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!

Velhâsıl bütün mesele son kapıda gülebilmek. Yine Necip Fazıl’ın ifadesiyle:

Kapı kapı bu yolun son kapısı ölümse;
Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!

Çünkü o kapıda/son kapıda gülümsemeyi hak edenler, cennete götürülürler. İşte Zümer Sûresi, âyet 73:

“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara:

«Selâm size, hoş geldiniz! Ebedî kalmak üzere buyurun, girin buraya!» derler.”

Dünya hayatında tıkladığımız bütün kapılar, Hakk’ın açtığı o kapıya çıkarsa ne mutlu! O zaman gönül dili, Yûnus gibi şöyle der:

Yûnus’a Hak açtı kapı
Yûnus Hakk’a kıldı tapu

Bakî devlet benimkiymiş
Ben kul iken sultân oldum

Ne mutlu Yûnuslar gibi Yûsuflar misali kulluğunu sultanlığa dönüştürebilenlere!

Ne mutlu kulluk kapısından ayrılmayanlara!

Son söz yine şiirin:

Şu nefsi alt edenin tâk olur zafer kapısı,
Kanat kanat açılır cennetin de her kapısı...

Fakat ne denli mutantan, cilâlı olsa da boş,
Eğer cehenneme çıktıysa son sefer kapısı...

Kulun mahâreti sonsuzluğuyla tartılıyor,
Mezâr olur iki günlükse bir hüner kapısı...

Hayâtı yansıtacak ayna, ölmeyen kişilik,
Ölümlü işleri yuhlar, büyük eser kapısı...

Asıl değerlerimiz göktedir bizim Seyrî,
Bu yerde çifte kanat, Arş’adır değer kapısı...

İşte o ebedî zafer ve değer kapısında fânî ömrünü ölümsüzleştirenlere ve böylece ebedî kurtuluşa erebilenlere ne mutlu!

Yazar M. Ali EŞMELİ