Hesaplaşma, sağlam seyredebilmenin, sağlam iş yapabilmenin en metin te’minatı ve en güvenilir mesnedidir. Hesaplaşma bir iç-kontrol ve insanın kendi kendini gözden geçirmesidir. Her hamle ve her irtifa bir hesaplaşmaya dayanıyorsa ümit vericidir. Geçmişin muhasebesi yapılmadan gösterilen her say ü gayret ise, bir hüsrân ve inkisârın başlangıcıdır.

Ferdin kendi kâmetine, cemiyetin de kendi buudlarına göre alabildiğine girift ve komplike meseleleri vardır ve bunlar derin ve ciddi hesapları gerektirmektedir.

Hesaplaşma çizgisinde bulunan bir ferdin fazla inhirafları olmayacağı gibi, hesab üzerine kurulmuş ve yine hesab üzerinde işleyen bir toplumun da rahatsız edici yanı ve yönü bulunmayacaktır.

Geçmiş, hâle nisbeten, hâl de, geleceğe nisbeten bir hesab kitabıdır. Hatta bu nokta-i nazardan, gündüz geceye; yaz kışa, dünya öbür âleme nisbeten birer kitabdırlar. İnsan bu kitabların yüzünden nikabı kaldırıp, neşredecekleri aydınlıktan istifade ettiği nisbetde, doğru görür, doğru düşünür ve başı yüceliklere erer. Bu kitablar ve bunların ihtivâ ettikleri hesaplardan habersiz yaşayanlar ise; hüsrân görür, hüsrân düşünür ve hüsrânla boğulurlar.

Ne var ki bazan da, kararın verileceği güne bırakılmış bir hesab, sahibi için sadece hizlan ve haybet olur. “Keşke kitabım verilmeseydi ve hesab nedir, onu bilmeseydim” inkisarı içindeki bir teessür ve nedametin, mücrime kazandıracağı hiçbir şey yoktur.

Hususi mânâda muhasebe, geçmişteki eksikliklerin ve noksanlıkların üzerine tırmanarak, geleceği seyre koyulma ve arkada bıraktığı her yanlışlığı bir trafik işareti kabul ederek yolun doğrusunu görmeye çalışmadır. Yoksa kaderi tenkid ve Rahmet-i Sonsuz’un rahmetini ittiham mânâsında hâdiselerden şikayet ve dert yanma, faidesiz bir ızdırâb ve elemdir.

Milletçe, bu anlayışda bir muhasebeye ne kadar muhtaç olduğumuz, her türlü ta’rifden varestedir. Ne var ki, biz, yakın tarihimiz itibariyle muhasebe adına bir kısım sevimsiz polemik ve düello’dan başka bir şey görmedik.

Keşke insanımıza, aydınlatıcı ve yol gösterici tenkidde bulunmayı öğretebilseydik. Ve keşke geçmişten ve tarihi tekerrürlerden ders alabilseydik...

Mevsiminde, mektebin, kitabın ve muallimin hesabını, kendi bakış açımızdan ve kendi menşûrumuzun altında halkımıza arzetmiştik: Muallim, öğretici olmazsa; mekteb, hayatî ders vermezse; kitab, kâinatın sinesindeki esrârı billurlaştırıp aksettirmezse, o muallim talihsiz, o mekteb karanlık ve o mektebde okuyanlar da bedbahtdır. Ve eğer muallim, elindeki irfan adesesiyle eşyâ ve hâdiseleri tanıma yolunda ise; kitab, neşrettiği nurlarla (Elektron-mikroskop) ve (x) ışınları vazifesini görüyorsa; mekteb bu esrarlı cümbüşe laboratuarlık yapıyorsa, muallim mutlu, mektep aydın ve o mektebin talebeleri de bir kısım talihlilerdir.

Şimdi, acaba, arkada bıraktığımız koskoca bir devre içinde, muallim, öğreticilik vazifesini yapabildi mi? Talebenin ruhunu aydınlatıp, kâinatla bütünleşmesini te’min edebildi mi? Kalbine fer verip onu yüce ideallerle donatabildi mi? Yıllar yılı hayatı, mektebden ve muallimden öğrenmeye alışmış halkımızın, aç ve bîtab bakışları karşısında, ona her yönüyle hayatı ta’lim edip, ruhunu sefâletten kurtarabildi mi?. Ona kitabı ve mektebi sevdirip, ilmin yüce gayesine âşina kılabildi mi?

Hâsılı; milletin, ümit-ocağı deyip bel bağladığı ve bütün inkisarlarında gözünü ona dikip, ondan bir şeyler beklediği mekteb, fonksiyonunu eda edebildi mi..? Elde ettiği imkânları değerlendirip, duygu ve düşüncelerimizi rahatlıkla soluyabildiğimiz irfan yuvalarımızda, herşey olmaya müheyyâ bir nesil karşısında, vazifesini idrak edebildi mi?

Bu soruların hepsine bir çırpıda “Evet” diyebilecek kaç babayiğit gösterebilirsiniz! Kaç hakikat-eri gösterebilirsiniz ki, oturup kalktığı her yerde, kendi kokusunu neşretmiş, girip çıktığı her menzile kendi dünyasından bir demet gül bırakmıştır.

Ve, kaç hakikat-âşığı gösterebilirsiniz ki; mektebe, kitaba susamış neslin açlığını gidermiş, onların, soysuzlaşan ruhlarına yücelik ve fazilet dersi vermiştir.

Bizler, kendi hesabımıza, elde edilen fırsatlarla, gösterilen cehd arasında bir tenasüb olmadığı kanaatindeyiz. Kanaatimiz o ki; ne ele geçen tarlanın bütününe tohum atıldı; ne de eldeki tohumun bütünü tarlaya saçıldı. İmkânlar kendi buudlarıyla değerlendirilemedi ve neslimiz beklediği kadirşinasları bulamadı.

Yeni bir imkân doğar veya doğmaz orasını bilemem. Bildiğim birşey varsa o da şudur ki; son bir kere daha insanımıza hizmet etme fırsatını kaçırdık ve onu bir kere daha terkedilmişlikle başbaşa bırakdık.

O, ruhunda taşıdığı mânâ cevherlerini işittirecek sarrafı bulacağı âna kadar iki büklüm bekleye dursun. Bizler terennüm edemediğimiz nağmeden müteheyyic, gözü ve gönlü bu işe bend olmuş belli bir süre daha âh u vâh etmeye devâm edelim.