Senin mâhiyetin hatta meleklerden de ulvîdir.

Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.

M.A.

İnsan, her felsefî ve ilmî görüşün temel mevzuudur. O hesaba katılmadan ne bir felsefe yapmak, ne de ilimlere geçmek mümkün değildir. Fiziğiyle, metafiziğiyle ilimlere mevzu odur ve onun dışındaki herşeyin, onunla münasebeti nisbetinde bir ağırlığı ve kıymeti vardır.

İlimler kol kol onun etrafında kümelenir ve onun çeşitli yönlerinden bahisler açarlar. Kitablar ona koşar, onunla dolar ve etrafa nur saçarlar.

Vücûdunun biçimi ve fonksiyonlarının mükemmel ayarlanmasıyla, inanılmayacak ölçüde ideâl bir yapı olan bu varlığın özünün, uzuvlarından hangisinin anatomisine eğilirsek eğilelim, karşısında hayranlık duymamak mümkün değildir.

Ya iç âlemindeki derinlik ve devamlı buudlaşabilme istidâdı... Kompleks bir beyin ve maddî ölçüler içinde bulanık bir mahiyet arzeden ruh; sonra bu iki sırlı varlığın tam bir âhenk içindeki münasebeti... Bunların her birerleri, o muhteşem âbidenin taç tabakasındaki renklerden, billûrlaşan manalardır.

Biz şimdilik, ne şu muhteşem zâhire, ne de bu menşurla azbuçuk sezebildiğimiz bâtına temas etmeyecek ve sadece onu yükselten bir-iki istidat ve kabiliyetinden söz edeceğiz.

İnsan herşeyi ile anlaşılması güç bir varlıktır. Gariblik ve tuhaflıkları dünyaya gelişiyle başlar ve devam eder. Onun dışında her canlı dünyaya ayak basarken, başka bir âlemde yetiştirilmiş gibi, hayat kanunlarına âşina ve en mükemmel insiyaklarla gelir. O ise, en muhteşem ve mübeccel bir varlık olmasına rağmen, bütün bu insiyaklardan ve hayat için gerekli fonksiyonlardan mahrum olarak karşımıza çıkar. Onun hayvanî mevcudiyetinin mekanik nizamını aşan herşey, akıl, zihin, irade, hürriyet, his ve iç müşahede sayesinde burada teşekkül eder. İç ve dış bütünlüğüne bu suretle kavuşur ve benliğine de ancak bu yolla erer.

Onda bir niyet ve geleceğin büyük adamı olma remzinden ibaret olan bu istidâtlar, ancak ta’lim ve terbiye ile inkişaf ettirilir. İç müşahede ve murâkabe ile buudlaştırılır. Onu insiyaklarına terk etmek ise, en mükemmel şey olma yolundaki bir nüveyi veya nüveler topluluğunu, en pespâye, en sefil ve en acınacak hâlde bırakmak demektir.

Aslan, kendisi için gerekli olan pençesiyle, sığır boynuzuyla, köpek de dişiyle dünyaya geldikleri hâlde, insan; bütün müdafaa ve taarruz vasıtalarını kendi hazırlama durumunda buraya gönderilir.

Hayatı için gerekli olan herşeyi celb etmede, zararlı herşeyi de defetmede, basiret ve zekâsıyla; irade ve aklıyla, icad ettiği şeyleri kullanacak ve bunlarla ferdî ve insanî dünyasını.. huzur dolu insanî dünyasını kuracaktır. Sonra da meydana getirdiği eserleri, gönül ve fikir dünyasında kurduğu, yaşattığı değerleri gelecek nesillere bırakacaktır.

Böyle yapacaktır; zira o, sadece içinde bulunduğu ânı yaşamamaktadır. Geçmiş ve gelecek zamanlar, onun nazarında diri ve mevcudiyetinden birer parçadırlar. Onun içindir ki, geçmişten bugüne tefekkür ve ilim hayatımıza hizmet edenler, sa’y ve gayretlerinin semerelerini bizzat görmemelerine rağmen, fütur getirmemiş ve nemelâzımcılığa düşmemişlerdir. İnsanlık için çalışmış, didinmiş, ilim ve kültür adına yığın yığın miras bırakmışlardır. Eğer böyle olmasaydı, bugün yeryüzünde ne ilimden, ne de medeniyetden söz etmek mümkün olmayacaktı.

İlim, hars ve medeniyet mirasının yanında, mükemmel ve faziletli insan da, yine beşerî sa’y ve cehdin semeresidir. Onun isti’dâtlarını geliştirme, davranışlarını plânlama; iyiye ve fazilete sevketme, hep kendi nev’inin eliyle olmuştur. Bütün tarih boyunca, bir nesil, diğer bir neslin terbiyesini derpiş etmiş (1) ve bunu kendine vazife bilmiştir... Bu itibarla, öncekilerin sonrakilere en büyük armağanı da, iyi bir terbiye olmuştur.

Terbiye; insanın, hayvanî temâyülleri dolayısıyla gayesinden, insanlığından ayrılmasına mâni olur. Hareket ve faaliyetlerinin hududunu tayin ederek başıboş bırakılmamasını ve yozlaşmamasını sağlar. Aynı zamanda terbiye; insanın, beraberinde dünyaya getirdiği kabiliyetleri de inkişaf ettirir ve insan rûhunda meknî ve saklı potansiyelin ortaya çıkmasına yardım eder.

İnsanda hep iyinin ve güzelin nüveleri vardır. Kötünün ve çirkinliğin nüveleri yoktur. Şehvet, öfke ve intikam gibi şeyler bile bir bakıma, dolaylı güzellikler için fidanlıklar hükmündedir. Ancak, şurası da unutulmamalıdır ki, müsbet-menfi herşeyde görülen güzellik, bir terbiye mahsûlü olduğu gibi, bizzat insanın insan olması da yine, bir terbiyeye müsteniddir. Akıl, irade ve iç müşahedeye bütün fonksiyonlarını eda ettirecek bir terbiyeye... İnsanı, hayvanî mevcutiyetin fevkine çıkaran, onu illî kanunlara göre cereyan eden tabiat karşısında otonom yapan, sonra da onu, “Mutlak, Hür ve Muhtar” olan bir mevcuta bağlayan ayırıcı özellik onun aklî bir varlık olmasında, irade ve iç müşahedeye mâlik bulunmasında aranmalıdır.

Akıl, felsefî tarifiyle: “Kanun ve prensiplerden hareket ederek, umumî olandan hususî hâlleri çıkaran bir kabiliyettir.” Hayvanla insan arasındaki mahiyet farkının temelinde de, bilhassa bu faal akıl gözükmektedir ki, bu da insanlığa has bir nimetdir.

İnsanı, insan yapan âmillerin başında akıl gelir; ne var ki o, mükemmelleştirilmiş şekli ve olgunlaştırılmış hâliyle değil de, basit ve kapalı olarak insana verilmiştir. İnsan, kendisi ile hayvan arasındaki bu mahiyet farkını geliştirerek, inkişaf ettirme mecburiyetindedir. Akıl, iç ve dış dünya arasında kordon durumuna gelip, vicdanla birleşince apayrı bir hüviyet alır. Buna şayet (bulunuşla) (buluşun) birleşmesi denecekse, vicdan da, amelî bakımdan hüküm veren, hareket ve istikâmetimizi gösteren (akıl) durumuna gelir. Aklın zihinleşip, kendi vazifesini eda etmesinde en son gaye, en ulvî ideâl ise, ALLAH marifetine ermektir. Bu marifete eren akıl veya zihin, kemâle vasıl olmuş ve vicdanî mükellefiyetlerin de altına girmiş demektir.

İnsanı insan yapan hususlardan biri de onun hürriyetidir: Yani, kendi hareketlerini kendinin tayin etmesi, faal bir akla, “otonomiye” malik olmasıdır. Bu sayede insan, canlı-cansız bütün tabiatın fevkine çıkar; hareketlerini kontrol etme ve hesabını verme kabiliyetini kazanır. İnsanı makine gören ve onun iradesini inkâr edenlerle, çok sathî ve banal görüşlü bir kısım pozitivist ve materyalist çevrelerin, kayda değmeyen mütalâaları bertaraf edilecek olursa, hürriyet ve insan iradesi hesaba katılmadan, ne ahlâkîliği, ne de la ahlakîliği izah etmek mümkün değildir.

Demek ki, insanda hür ve muhtar bir yönün, yani, tabiattaki kanunlar tarafından tayin edilmeyen bir cihetin mevcut olduğunu ve bunun da ahlâka mesned teşkil ettiğini kabul etmek, bir yüce âleme muhatap olma, sonra da böyle bir muhatap olmaya terettüb eden mükellefiyetleri yerine getirme; dış telkin ve iç müşahede ile iyiyi, kötüyü tefrik etme gibi durumlardan ötürü zaruri görülmektedir.

Daha sonra, dış âlemle alâkalı kavrayışlar ve iç imtisâslar (2) -manaların nurdan hüzmeler hâlinde vicdanda makes bulması ve doğrulanması- imkân âleminin verâsına menfezler açar ki, bu devrede insan, içinde yaşadığı mekân buudlarından yukarılara doğru yükselme hisseder. Aklın cevelânı, iradenin kararlılığı ve müşahedenin sağlamlığına göre “mi’rac” diyeceğimiz böyle bir husus, her ferd için bahis mevzuudur ve her ferd elindeki kâse ve içindeki kevsere göre bundan hissedâr olur.

Bunun ötesinde ise, en kâmil dimağların, en muhteşem iradelerin ve en derin iç müşahede ve zevk sahiblerinin ulaştığı bir nokta vardır ki; o da, varlığımız arkasında varlığını, irademizde iradesini, hissimizde bildirip erdirmesini bize duyuran ve bizi bu neşveye erdiren muhteşem Yaratıcı’nın eşsiz güzelliğini müşahede etmektir.

Asırlardan beri insanımız, bu ulvî yolculuğa karşı yabancı ve bigânedir. Onu, mahiyetinin marifetine erdirmek; aklını inkişaf ettirip iradesine fer getirmek, his âlemini durulaştırıp tabiatın mâverâsıyla temasını temin etmek, büyük terbiyecilerimizin vazifesidir.

Bütün terbiyecilere bir kere daha seslenip ilân ediyoruz ki; makina çarkları arasında makinalaşan neslimize, onu insan kılacak terbiyeyi vermede, şayet biraz daha gecikecek olursanız, tarih önünde bütün bir yamyamlaşmanın sorumlusu sizler olacaksınız.!



1) Derpiş etmek: Göz önünde bulundurmak, öncelik tanımak.

2) İmtisâs: Emme, massetme.