Efendim, İslâm, kapitalizm, Müslümanın kapitalistleşmesi gibi konular tartışılıyor. En genel plânda neler söylenebilir bu tartışma etrafında?

– Kapitalizmin meydan bulduğu ve yeşerdiği saha, kanaat ve tevekkülün zaafa uğrayıp da hırs, ihtiras ve ekseriyetle haksız kazancın arttığı ortamlardır. Bu bakımdan mü’min gönüller, kendilerini öncelikle ihtiras ve hırs noktasında tasavvufî bir eğitimden geçirmelidirler. Bu da kanaat ve tevekkülle gerçekleşir. Kanaat ise, gerçek zenginlik olup herkesin, mal ve mülk ihtirasına karşı esaret ve kölelikten kurtulması demektir.

Dolayısıyla bir müslüman, nefis tezkiyesi ve kalp eğitiminden geçmezse, paradan başka sınır tanımayan kapitalizmin çarkları arasında perişan olur.

Çünkü gerek kapitalist, gerekse sosyalist sistemlerin yapısında fazilet ve kalbî özelliklere yer yoktur. Birinde mülk toplumundur, birinde ferdindir. Her ikisinde de çıkarcı ve sömürücü bir zihniyet hâkimdir. Fertler, bir çarkın dişlisi hâlinde telakkî edilir. İslâm’da ise mülk, Allâh’ındır. Menfaat ve sömürmek aslâ yoktur. İslâm iktisâdı, insanın problemini çözmekle başlar. Paylaşmak ve başkalarına, bilhassa ihtiyaç sahiplerine faydalı olmak; şarttır, farzdır. Öyle ki, Cenâb-ı Allâh, bunu fakirlerin hakkı olarak îlân eder:

“Sâilin (muhtâcın) ve mahrûmun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin), onların (zenginlerin) mallarında muayyen bir hakkı vardır.”

(ez-Zâriyât, 19)

Bu düstur, hem parayı kullanma eğitimidir, hem de gönülleri kaynaştırma vesîlesidir. Yani İslâm’da para; bir ihtiras kaynağı değil, yerine sarf edilmesi gereken bir emanettir. Bu emanet yerinde kullanılır, yerine sarfedilir ve muhtaç ile mahrumun hakkı da gözetilirse, o zaman büyük bir ibadet kaynağıdır. Ancak böyle bir kıvam için paranın nereden ve nasıl kazanıldığı da çok mühimdir. Zîra kazanılan her şeyin bir kazanma şekli vardır ve o şekle göre insanın gönlü şekillenir. Harcamalar da bu şekillenişe göre gerçekleşir. Bu bakımdan kazancımızın şekline son derece dikkat etmemiz zarûrîdir.

İnsanlar hangi kazanç yollarına yöneliyorlar?

– Bu hususta en genel mânâda iki türlü kazanç söz konusu olmaktadır:

Birisi, dînî ve vicdânî ölçüler içerisinde elde edilen kazançtır. Bunun içerisinde ilâhî ölçülere riâyet vardır. Ticâret ahlâkı vardır. Helâl, vazgeçilmez prensiptir. Menfaatperestlik ve kandırma yoktur. Bu kazanç, zâhirî bakımdan fazla bir artış göstermese bile bunun mânevî artışı devamlı yükselir. Çünkü bu servetin infakı, hayır ve hasenâtı çoktur. Ferdi, merhamet ve vicdan huzuruna kavuşturur. Böyle kullar, bütün mahlûkata karşı merhamet ve şefkatli olurlar. Bu merhamet, bize de merhamet olunmasının yegâne vesîlesidir. Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar:

“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!”

Paranın kaderi, kişinin hissiyâtına dahil olur. Bir darb-ı meselde dendiği gibi, “Para yılan gibidir, girdiği delikten çıkar.”

Bir kişinin malının ne kadar hak yoldan olduğunu anlayabilmek için sarf yerini seyretmek icab eder.

Ya ikincisi?

İkincisi ise belli bir otorite ve güç etrafında elde edilen kazançtır. Bu, genellikle haksız kazançtır. Kayırma ve rüşvet gibi yollarla yığılan kanserli bir servettir. İnsanın elinde bir anda şişen balon gibidir. Bu balonların kimi dünyada patlamakta, kimi de mahşerde patlayacaktır. Bunun zahirî artışı yüksektir. Ancak mânevî tarafı, baştan sona kayıptır ve ebedî bir iflâstır. Dolayısıyla bu kazanç; infaka, hayır ve hasenâta kolay kolay sarf olmaz. Belki cüz’î bir kısmı…

Maalesef günümüzde ikinci tür kazanç yolu, herkese daha cazip gelmekte ve kapitalist nizam da bunu iyice körüklemektedir. Ne hazin ki, nice mü’min gönüller de bu akıntıya kapılmaktadırlar. Çok kimse, önce kazanmanın derdi ve hırsı içine girmektedir. Oysa önce elde edilecek kazancın, dünya huzuru ve âhiret hesâbını yapmak şarttır. Kalpler ihtirastan katılaşıp âhiret düşünülmediğinde, insanoğlu hak-hukuk tanımayan, gaspçı ve acımasız bir varlığa dönüşebilmektedir. Yani kapitalizm, insanları ihtirastan vahşîliğe itmektedir. Bu gerçeği görmek için dünyada yaşananlara şöyle bir bakmak yeter. Para uğruna bugün yapılan istismar ve zulümler, hangi insanlığa sığar? Bir bomba atılıyor, bitki-hayvan, çoluk-çocuk, hasta-yaşlı ayırt etmeden perîşan ediliyor. Ne merhamet var, ne şefkat! Masum ve mazlum kanlarıyla boyanan kanlı para, hangi insanlığı îmar ve inşa edecek?

Yani acımasız kapitalizm, gün geçtikçe insanı, sadece paraya râm ederek, parayı bir put hâline getiriyor.

Peki İslâm nasıl bir hassasiyet çerçevesi telkin eder?

– İslâm, her meselede olduğu gibi servet karşısında da kulu, Allâh’a karşı mes’ul addeder. Zira Allâh, her şeyi insana emânet olarak vermiştir. Âyet-i kerimede:

“Nihâyet o gün (dünyada faydalandığınız) nimetlerden muhakkak hesâba çekileceksiniz!..” (Tekâsür, 8) buyurulmaktadır.

İşte servet, bu hesap ve mes’ûliyet ölçüleri içerisinde elde edilmelidir. Hiçbir yanlış adımın, doğru bir mazeret ve niyeti olamaz. Hele “ben ileride hayır yapmak için kazanıyorum” diyerek haram-helâl ölçülerini çiğnemek, en hayırsız yönelişler ve nefsin aldatmacalarıdır. Çünkü İslâm; «İstediğin gibi kazan, istediğin gibi harca!» şeklinde bir anlayışı aslâ kabul etmez. Kapitalizmin temelini teşkil eden «Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!» mantığını da İslâm, kesin olarak reddeder.

İnsanların maddeye râm olduğu günümüzde her müslümanın, her zamankinden daha ziyade yüksek bir ahlâkî yapıya sahip olması, Allah korkusuyla hareket etmesi ve kul hakkına son derecede mes’uliyet hissi içinde bulunması, zarûrîdir.

Meselâ yaşanan ticârî zorluklar ve tıkanmalar karşısında, haksız finansman teminine bulaşmamalı, bu tür sıkıntıları, finans kurumları vasıtasıyla bertaraf etmelidir. Ne olursa olsun faize bulaşmamak, hem dünyevî, hem de uhrevî mesuliyetlerimiz ve huzurumuz bakımından en büyük meselemizdir.

Ayrıca kendimizi ve mülkümüzü temiz tutabilmek için dikkat edeceğimiz bir başka husus, ihalelerde bahşiş diye verilen rüşvetlerden kaçınmaktır. İsimler ne kadar değişirse değişsin, mâhiyetler değişmez. Haramlara konulan farklı ve sıcak isimler, iç muhasebemizi körelten, boş tesellîler ve cehennem yaldızlarıdır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Rüşvet alan da veren de ateştedir.”

Maalesef bugün servetlere, bu ve benzeri şekillerde her taraftan zehirler saçılmaktadır. Müslüman, bir mayın tarlasında yürüyormuş gibi bilgili, dikkatli, hassas ve ihtimamlı olmadıkça, servetini bu zehirlerin şerrinden koruyamaz.

Nasıl bir ihtimam, dikkat ve hassasiyet tavsiye edilebilir?

– Bunun için ticarî hayatımızı, kapitalizmin istismar ve hodgâmlığı değil, mutlaka helâl ve haram hududlarına dikkat etmekle belirlemeliyiz.

Yine israf ekonomisine yönelik ticaretten de kendimizi muhafaza etmeliyiz. Çünkü israf, konfor ve lüksün artması, toplumu perişan etmektedir. Bu yönde dengesiz harcamaları artıran kredi kartları da iktisâdî tuzaklardır. Sömürmedir. İhtiyaçlar buna mazeret olamaz.

Çünkü ihtiyaç durumlarında İslâm’ın ölçüsü bellidir: Karz-ı hasen (Allah için güzel borç). Bu borç, batmışları ferahlatan bir mahiyettedir. Ancak kredi kartları ise daha da batıran borçlandırmadır. Harcayanlar değil, sadece harcatanların kazandığı bir sistemdir.

Öyle bir harcatma ki, birileri kazansın diye fakirleri bile acımasızca bu tuzağın içine güle oynaya düşürmektedir. Yapılan yaldızlı reklâmlar sayesinde nice zavallılar bu yüzden gayr-i meşru yollarda kurban oluyorlar. Meselâ fakir bir kızcağıza binbir cilâlı reklâmla: «Sen ancak şunlarla daha güzel olursun, şöyle yapar ve yaşarsan daha cazibeli olur ve topluma kendini kabul ettirirsin!» gibi iğvalı telkinler ede ede dünyası alt-üst ediliyor. Neticede zavallı kızcağız, keselerinin yetmeyeceği bir hayatın hasreti ve hırsına kapılıyor. Fakat dileğini elde edemedikçe ihtirası daha da körükleniyor ve en sonunda ne hazindir ki, kötü yollara düşerek mahvoluyor…

Bu bakımdan her şeyden önce “hâle rıza ve kanaat hazînesi” gönüllerimizde en büyük zenginlik olarak yerini almalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bize “Maddî yönden daha çok zengin olun!” diye bir emri yoktur. Sadece “Helâlinden kazanın, helâl ölçüleri içerisinde yaşayın ve infak edin!.. Yani muhtaçları unutmayın!..” diye emri vardır.

O hâlde hayatımızı, ticaretimizi helâller üzerine bina etmeliyiz.

Bu noktada kimi İslâmî emirleri yerine getiren insanlarda da zihnî kaymalar olabiliyor.

– Maalesef günümüzde kapitalizm, mânevî dünyamızı o kadar harap etti ki, dînî firmalarda bile İslâm ahlâk ve şiarına uygun olmayan işler tabiî hâle geldi. Hacca giden ve namaz kılan: «Ben daha çok hayır yapmak için daha çok kazanmalıyım!» diyerek pek çok kabul edilmez yanlışlara adım atabiliyorlar. Yani helâl ile haram iç içe yaşanıyor. Meselâ gayr-i ahlâkî reklâmlar, iş hayatında cazibeleriyle müşteri çekecek sekreterler, en göze çarpan hususlardan bazılarıdır. Dünya kazancı, âhiret kârının önünce geçmiş olduğundan, nefis: «Bu işler böyle yürür!» diye mazeretler hazırlayarak işin haram tarafına hiç aldırış etmiyor. Maalesef bu, kazanç değil, âhirette infilâk edecek iflâs mayınlarıdır.

Bu bakımdan ticarette her meseleye yeniden ayrı ayrı eğilmek lâzımdır. Yanımızda çalıştırdıklarımıza kadar her şeye dikkat etmeli ve İslâmî hassasiyetleri şu veya bu sebeple çiğnememeliyiz. Kadını, erkek işinde; erkeği, kadın işinde istihdam ederek fıtratlarına ters bir hâle mecbur etmemeliyiz. Bu hususta ölçüleri en güzel şekilde belirleyen İslâm ahlâkı ve prensipleri, yegâne düsturumuz olmalıdır. Kulluğumuza ve kul hakkına ilâhî ihtarlar ışığında îtina göstermeliyiz. Peygamber Efendimiz vefat etmeden önce buyurmuştur ki:

“Namaza, namaza dikkat ediniz! Bir de emriniz altındakilerin hakkına riayet ediniz…”

Hayatı boyunca bütün mahlûkâtın hakkına, beşer gücünün üstünde itina gösteren Peygamber Efendimiz, vefâtı esnasında bile kul hakkını gündeminde tutmuş ve mecalsiz olmasına rağmen evinden mescide çıkarak şu hitapta bulunmuştur:

“Ashâbım, kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kime haksız bir yere vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..”

Ashâb-ı kirâmı gözyaşlarına garkeden bu cümleler; hakîkatte bize, kul hakkının ehemmiyetini gösteren veciz ve mânidar bir talimattır. Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfleriyle kıyâmete kadar devam edecek ümmet-i Muhammed’e kendi şahsında fiilî bir misal vermiştir. Artık bize düşen, kendimizi bu ölçüler ışığında mîzan edebilmektir.

Çünkü kul hakkı, kıyamete kalan ve ebedî felâkete dûçâr eden bir cehâlet ve zulümdür. Bugün kapitalizm, kul hakkı tanımıyor. Ezilen daha fazla eziliyor. Her şeye mubah gözüyle bakılıyor. Oysa İslâm’da harama gidecek adımlar da haramdır.

Hâsılı bugün, çok güçlü bir vicdan muhasebesi lâzımdır. Bizi kendimize getirecek güçlü bir silkiniş!... Çünkü sermaye, fertlere damga vuruyor. Hâlbuki sermaye fertlere damgasını vuramamalı, fertler, sermayeye damgasını vurmalıdır…

Efendim, nasıl sağlanabilir bu, para kapitalizmin özü ve her şey onun etrafında dönüyor.

– Bunun için paranın mahkûmu değil, hâkimi olmak lâzımdır. Bu da hâkimler Hâkiminin emrine uymakla olur. Tembelliğe kaçmayan bir kanaâtle olur.

Cemiyete bir bakın: Niceleri maddî bakımdan alabildiğine imkânlar elde etmiş, fakat hâlâ huzursuz. Kimisi cinnet geçiriyor. Eskiye nazaran zenginlik ve refah seviyesi hayli arttı, ancak buhranlar ve cinnetler daha da fazlalaştı. Âile hayatları tarumar oldu. Boşanmalar arttı. Yavrular perişan. Bir nesil, âile sıcaklığından mahrum kaldığından saadeti sokaklarda arar hâle geldi ve sokakların insafına itildi. Yani haram helâl tanımayan bencil kapitalizm, toplumumuza huzur getirmedi.

İmam-Hatip Lisesi’nde derslerimize gelen hocalarımızdan Nurettin Topçu, bazen sorardı:

“-Bugünkü insan mı mes’ud, dünkü insan mı mes’uddu?”

Sonra da dünkü insanın ne kadar mes’ud ve huzurlu, buna mukabil bugünkü insanın ne kadar huzursuz ve acımasız olduğunu madde madde anlatırdı.

Zenginlik zor imtihan gibi görünüyor efendim.

– Şartlarına göre zenginlik de zor, fakirlik de zor imtihanlardır. Zorluk itibarıyla biri diğerinden daha kolay olmamıştır hiçbir zaman. Dolayısıyla yukarıda söylediklerimizden yola çıkıp da huzur için fakirleşmek gerekir gibi yanlış bir kanaat zuhur etmesin. Yani mal ve mülk hakkında mes’uliyetlerimizi ve ilâhî ölçüler ışığında yaşamayı dile getirmek, o hâlde fakirlik ön plâna çıkarılmalıdır şeklinde bir yanlış anlamaya yöneltmesin. Bilmeli ki İslâm, insanın zengin olmasını aslâ yasaklamaz. Aksine Kur’ân-ı Kerim’de 200’den fazla “İnfâk edin!” emri geçer ki, bu da bir bakıma insanların infak edecek kadar zengin olmalarını tavsiye mâhiyetindedir. Ancak bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, ilâhî taksimin/kaderin sınırlarını zorlamamak ve zenginlik için her yolu meşru saymamak noktasıdır. Yani Cenâb-ı Hakk’ın nasip ettiği ölçüde helâlinden kazanmak ve infak etmek özelliğine sahip olmaktır.

Zîra dün olduğu gibi bugün de fakir-fukara ve gariblere sığınak ve barınak olacak meşrû kazançlı, merhametli, varlıklı insanlara ihtiyaç vardır.

Mesele, maddî refah uğruna gönül huzurunu öldürmemek… İslâm’ın güzellikleri içerinde meydana gelecek kalp saadetine kıymamak… Diğergâm bir gönül insanı olabilmek… Asıl ve sonsuz zenginliğin kalbî hayatta olduğunu unutmamak…

Ticaretle uğraşan ve aynı zamanda büyük bir İslâm alimi olan Ebû Hanife bu konuda bir örnek olarak zikredilebilir mi?

– Elbette. Ebû Hanîfe Hazretleri ki, ilimde olduğu kadar amel-i sâlihte de hakîkaten yegâne örnek sîmâlardandır. Hele onun ticaret hayatındaki ahlâkı ve nümûne davranışları, İslâm şahsiyetinin destânî özellikleriyle doludur. Diyebiliriz ki kardeşlik duygularının zayıfladığı, içtimâî huzur ve sükûnun kaybolduğu, kin ve husûmetin çoğaldığı toplumumuzda, Ebû Hanîfe Hazretleri misâli ciddî bir ticâret ahlâkı seferberliğine ihtiyaç vardır. Bunun sayısız örneklerinden birisi de şudur:

Ebû Hanîfe Hazretleri, ticaretle geçinen hayli servet sahibi zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan ticârî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticaretin helâl dâiresi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahman’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona:

“– Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!” demişti.

Hafs da, malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs bin Abdurrahmân’a:

“– Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?” diye sordu.

Hafs’ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmâm, helâl kazancının lekeleneceği endişesiyle, satılan maldan elde edilen kazancın tamamını sadaka olarak dağıttı. İşte onun bu takvâsı, maddî-mânevî ticaretine ziyâdesiyle bereket oldu.

Bir kimsenin temiz gönüllü, ihlâs sahibi ve ehl-i istikâmet olduğunu anlamak için onun, yaptığı ibâdetlerinden ziyade o ibâdetleri hangi kalbî seviye ve hâl ile yaptığına bakılmalıdır. Yâni bilhassa davranışlarının, İslâm ahlâkına uygun ve kazancının helâl olup olmadığına dikkat edilmelidir. Bu meyanda Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir kimse methedildiği zaman, metheden şahsa, üç şeyi sormuştu:

“– Sen onunla hiç komşuluk, yolculuk, veya ticâret yaptın mı?”

Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:

“– Öyleyse onu methetmeyin, çünkü siz onu lâyıkıyla tanımıyorsunuz!” buyurdu.

Onun için Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh-:

“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur.

Birgün kendisine:

“– Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?” dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve:

“– Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen orada namazını kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.” cevabını vermiştir.

Ticarette helâlinden kazanmaya dikkat edip, ona haram karıştırmamanın ehemmiyet ve bereketini, merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- şu hâdise ile anlatırdı:

“Gayr-i müslim bir komşumuz vardı. Sonradan müslüman olmuştu. Birgün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

“– Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticâretteki güzel ahlâkı vesilesiyle müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:

“– Buyurun, bu süt sizin!” dedi.

Şaşırdım:

“– Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim.

O hassas ve zarif insan:

“– Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim...” dedi.

Ben:

“– Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî:

“– Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime:

“– Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarîf, hak-şinâs, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.»”

– Bunlar, para merkezli bir dünyada ulaşılamaz davranışlar gibi gözüküyor. Ama yaşanmış pek çok güzel örnekler de var. Son olarak zât-ı âlinizden “Ne yapmalı?”nın cevabını alsak.

– Bu hikmetli kıssalar, helâl kazanç ve haram meselesi hususunda ne kadar titiz ve ihtiyatlı olmamız gerektiğini pek bâriz bir şekilde ortaya koymaktadır. Zîrâ helâl kazanç, takvânın temel esaslarındandır. Buna binâen hadîs-i şerîfte:

“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir; nebîler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû, 4) buyurulmuştur.

Çünkü nebîler, sıddıklar ve şehitlerle beraberlik vasfını kazanan gönlü hassas bir tüccar, etrafı için huzur ve berekete vesîle olurken, kendisi için de dünyevî ve uhrevî iki saâdete de mazhariyet elde eder. Ancak dünya ihtirâsına mağlup olanlar, bu âlemde saltanat sürer gibi görünseler de, sonsuz âlemin ebedî birer sefîli ve yoksulu olmaktan kendilerini kurtaramazlar.

Ticarette ihtiras ve aldatmaya yönelenleri Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, kendisinden saymamakta, dışlamaktadır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- çarşıda bir satıcıya uğradı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı. Islak olduğunu hissedince: “–Nedir bu?” diye sordu. Adam:

“–Yağmur ıslattı ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.

Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

“–Bu ıslak kısmı üstte bırakıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan benden değildir…” buyurdu. (Müslim, Îman, 164)

Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:

“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Ahmed bin Hanbel)

“Öyle bir zaman gelir ki, kişi malını helâlden mi, haramdan mı kazandığına hiç aldırış etmez.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)

“Benden sonra size dünyanın çiçeklerinin (nîmetlerinin) ve zînetlerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdan korkuyorum!” (Buhârî ve Müslim)

Bir defasında da Peygamber Efendimiz ashâb-ı kirâma hitaben:

“Siz yoksulluktan imtihanı verdiniz. Varlıkta ise yanlış yollara sapacağınızdan korkuyorum!” buyurmuşlardır.

Bu hadîs-i şerîf, tam da günümüzün meselelerini hulâsa eder mâhiyettedir. Hâsılı, hadîs-i şerîflerde işâret edilen gafletlerin fazlaca zuhûr ettiği ve gönüller, haramları terk etmeye çalışsa da, onların gönülleri bırakmadığı günümüzde, helâle riâyet edebilmek, en mühim mesele ve en büyük ibâdettir.

Bugün müslüman, kendisini kapitalizmin her türlü şerrinden korumaya çalışmalı, parayı hırs ve ihtiras hâline getirmekten kaçmalı, hangi hâl ve şartlar içinde olursa olsun Allah korkusu, Allah rızâsı, topluma merhamet, İslâm ahlâkı, kul hakkına riayet, haram-helâl sınırlarını içi boş mazeretlerle çiğnememek gibi sâlih bir mü’minde bulunması gereken özelliklere sahip olmalıdır…

Günümüzün şartlarında şunu hatırlatmak icab eder ki, zayıfa, fakire, sahipsize ve mâtemlerin içinde yaşayanlara acımak, her insaf ve merhamet sahibi kalbin duyuşu olmalıdır.

Lâkin esas acınmaya muhtaç bedbahtlar:

Mazlûmdan ziyâde zâlimin vicdanı,

Saltanat içinde yaşayıp nefislerine esir olanların ruhu,

İstismar rejimi olan kapitalist sistemde, muhtaçlardan önce gâsıb zenginlerin kirli kalpleridir ki, bu gerçek zavallılar, merhamete daha uygundur. Bu acıma ve merhamet ise, onları içine düştükleri kötü hâlden kurtarmanın ve hidâyetlerine vesîle olmanın adıdır.

Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır:

“Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayacak duâdan sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73)

“Yâ Rabbi, unutturan fakirlikle birlikte azdıran zenginlikten.... sana sığınırım.” (Tirmizî)

Son hadîs-i şerîfte de buyurulduğu üzere Allah’ı unutturan fakirlik ve azdıran zenginlik, birbirine muâdil kabul edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, hepimizi ilâhî güzellikler içinde yaşatsın! Her türlü haramdan ve şüpheliden kaçınmayı nasip eylesin!

Âmîn!…


Osman Nuri Topbaş/Altınoluk dergisi