Günümüzde çokça ifâde edilen
“hoşgörü” ve “diyalog”un
meşrû şeklini doğru anlamak için,
evvelâ “İslâm’ın insana bakış tarzı”nı bilmek îcâb eder.

İslâm,
gayr-i müslim de olsa her insana
Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmayı telkin eder.

Hidâyet davetine icâbet etmeyenlerin de
hak ve hukuklarının
muhâfazasına îtinâ gösterir.

Peygamber Efendimiz’in Medîne’de yahudilerle yaptığı anlaşma,
bunun tipik bir misâlidir.

Buna göre dînin muhtevâsından aslâ
bir tâviz verilmeden,
gayr-i müslimlerle vatandaşlık hukûku
veya
devlet menfaatleri husûsunda
birlikte hareket etmeye dair
anlaşma yapmakta bir beis yoktur.

İnsanî münâsebetlerde de
İslâm’ın telkini;
şefkat ve merhamettir.

Nitekim Yâlâ bin Mürre -radıyallâhu anh-’ın
şu rivâyeti çok mânidardır:

“Peygamber Efendimiz’in yanında
pek çok sefere katıldım.

Allah Rasûlü, yollarda

herhangi bir insan ölüsüne rastladığında derhal

defnedilmesini emreder;

onun müslüman mı,

kâfir mi olduğunu sormazdı.”

(Hâkim, I, 526/1374)

Yine bir gün bir yahudî kavminin,
ihtiyarlamış,
tâkatten düşmüş bir büyüğü geçiyordu.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bu, vaktiyle bir kavmin büyüğüydü,

onunla alâkadar olunuz.” buyurdu.

İslâm, gayr-i müslimlerin
hak ve hukuklarına karşı da
son derece titiz davranmayı emreder.

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın,

fethettiği İstanbul’a girerken

İslâm hassâsiyetiyle askerlerine verdiği şu tâlimat,

bunu ne güzel izah eder:

“…Mukâvemet etmeyip aman
dileyenlere aslâ dokunmayın!
Kadınlara, çocuklara,
yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin!..”


Sultan Fâtih’in, insan hakları beyannâmesinin
henüz adı bile duyulmamışken
tatbik ettiği bu âdil ve müsâmahakâr
tavır karşısında hayran kalarak
gözleri dolan İstanbul patriği,
Fâtih’in ayaklarına kapanmış,
Fâtih ise onu kaldırarak:

“–Bizim dînimizde insanlar karşısında
Allâh’a secde eder gibi eğilmek haramdır.
Kalkınız!
Size ve sizinle birlikte bütün hristiyanlara
her türlü hak ve hürriyetlerini iâde ediyorum.

Şu andan itibâren artık hayatınız
ve
hürriyetiniz husûsunda
gadab-ı şâhânemden korkmayınız!..” demiştir.

Ecdâdımız Osmanlı,
gayr-i müslimlere gösterdiği bu âdil
ve
müsâmahakâr
tutum sâyesinde,
Rumeli’de nüfusça azınlık olduğu hâlde,
asırlarca sulh,
sükûn ve huzuru temin edebilmiştir.

Ayrıca bu hâl,

birçok gayr-i müslim toplumun hidâyetine de

vesîle olmuştur.

Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

“İçlerinden zulmedenleri bir yana,
ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan
mücâdele edin ve deyin ki:

Bize indirilene de, (tahrîfinden evvel)
size indirilene de îmân ettik.

Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir
ve biz O’na teslim olmuşuzdur.”

(el-Ankebût, 46)

Yine bu ve benzeri âyet-i kerîmeler muktezâsınca

Kosova’nın ve Bosna’nın fethinden sonra

oralara gönderilen

Anadolu’nun temiz müslüman âileleri,

İslâm şahsiyet,

ahlâk ve kimliğini örnek bir şekilde yaşayıp

temsil etmeleri neticesinde bölge halkının

hidâyetine vesîle olmuşlardır.

Ayrıca zulüm ve haksızlık,

müslümana olduğu gibi gayr-i müslime
karşı da işlenmiş olsa,
ağır bir kıyâmet mes’ûliyetidir.

Yine Fâtih Sultan Mehmed’in
bir hristiyan mimarla dâvâlık olması
ve
mahkemenin pâdişah aleyhine karar vermesi,

İslâm’ın hak ve hukuk tevziindeki
hassâsiyetine muhteşem bir misaldir.

Osman Nuri Topnbaş Hocaefendi