HAZRET-İ EBÛ BEKİR -radıyallâhu anh- (632-634)

İnsanlık târihinde, fazîlet, adâlet, diğergâmlık ve yüce ahlâk bakımından en müstesnâ devir, hiç şüphesiz ki asr-ı saâdettir. Çünkü o mübârek devir, bütün âlemlerin yaratılış sebebi olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ...


Ağaç Şeklinde Aç3Beğeni
  • 2 gönderen beyza
  • 1 gönderen Henna

  1. Alt 10-13-2008, 16:20 #1
    beyza Mesajlar: 2.053
    İnsanlık târihinde, fazîlet, adâlet, diğergâmlık ve yüce ahlâk

    bakımından en müstesnâ devir, hiç şüphesiz ki asr-ı

    saâdettir. Çünkü o mübârek devir, bütün âlemlerin yaratılış

    sebebi olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

    ’in yaşadığı bir devirdir. O devir, O’nun feyz ve rûhâniyetiyle

    şekillenmiş bir devirdir. O devir, derin bir tefekkür

    iklîminde ve müşâhede makamında Allah ve Rasûlü’nü yakînen

    tanıma devridir.

    İşte o mübârek devrin toplumu, en koyu bir câhiliye

    karanlığından, en zirve fazîletler medeniyetine yükselerek,

    mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmıştır. Bu

    toplumun fertleri de, «sahâbe-i kirâm» yâni «Hazret-i

    Peygamber’e her hususta candan bağlı ve sâdık, çok kıymetli,

    mübârek dostlar» diye adlandırılmıştır.

    Dolayısıyla; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in

    sözlerini, davranışlarını ve hâllerini en güzel şekilde idrâk

    eden ve O’ndan bizlere nûrânî izler intikâl ettiren yegâne

    nesil, ashâb-ı kirâmdır.

    Hulefâ-i Râşidîn

    Ashâb-ı kirâm içinde de Allah Rasûlü’nün kalbî rikkatleri, ince

    duyuşları ve hassâsiyetleri ile yoğrularak şahsiyet

    kazananların başında Hulefâ-i Râşidîn, yâni dört büyük halîfe

    gelir. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü’ne çok müstesnâ bir aşk ve

    gönül bağı ile bağlanmışlar ve damlanın deryadaki hâli gibi,

    Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâk ve hâliyle hâllenmişlerdir.

    Böylece onların gönül âlemleri, Allah Rasûlü’ne olan

    muhabbetle ilâhî aşkın tecellîgâhı, mârifetullâh hazînesinin de

    muhteşem bir sarayı hâline gelmiştir. Yine onların sözleri ve

    ibret dolu hâlleri, birer hikmet ve sırlar manzûmesi olmuş ve

    bütün ümmete en güzel öğüt ve örnek vasfına bürünmüştür.

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hulefâ-i

    Râşidîn devrinin kıymetini ifade sadedinde:

    “(Benden sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…”[19]

    buyurmuştur. Böylece, kendisinden sonra idârî yapıdaki

    işleyişin zaman zaman müsbet bir şekilde yürütüleceğine,

    zaman zaman da zaafa uğrayacağına işâret etmiştir.

    Bu safhanın ilk yılları, asr-ı saâdetteki huzur ve âhengin

    devâm ettiği zamanlardır ki, bunun en büyük âmili Ebû Bekir -

    radıyallâhu anh-’ın basîret ve liyâkatidir.

    Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-

    İlk halîfe seçilen Hazret-i Ebû Bekir, devr-i saâdette

    yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah

    Rasûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst

    seviyede yaşamıştı. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Nitekim -

    aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz:

    “Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’e ilkā ettim.” buyurmuştur.[20]

    Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedel

    ödemeler neticesinde gerçekleşmiştir. Zîrâ insan en ağır

    bedeli, muhabbeti uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en

    ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.

    Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz de, Allah ve Rasûlü ile dost

    olabilmenin ulvî lezzetine gark olmak için, ömrü boyunca bu

    dostluk ve muhabbetin bedelini ödeyebilme gayret ve

    heyecanı içinde yaşadı. Hicrette Allah Rasûlü’ne yoldaş olma

    şerefine erdi. Nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî

    yolculukta Sevr Mağarası’nda üç gün Efendimiz’in sadrından

    sır ve hikmet devşirdi. Ulvî bir yakınlık ve beraberliğin şeref

    ve fazîletine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi

    inkişâf ettirme dershânesi hâline gelen o yerde, üçüncüleri

    Allâh olan «ikinin ikincisi» pâyesine erdi. Varlık Nûru, bu azîz

    arkadaşına; “Mahzûn olma, Allah bizimledir!..” (et-Tevbe, 40)

    buyurarak “maiyyet sırrı”nın, yâni Allâh ile beraber olmanın

    keyfiyetini telkin ediyordu.

    Bu hâ*li ârif*ler, gizli zi*kir tâ*li*mi*nin baş*lan*gı*cı ve

    gö*nül*le*rin Al*lâh ile it*mi’nâ*na er*me*si*nin ilk

    te*zâ*hü*rü ola*rak değerlendirmişlerdir. Yâ*ni

    ta*sav*vuf*ta kalpten kal*be sır nak*li*nin İs*lâm

    tâ*ri*hin*de*ki bi*li*nen ilk te*zâ*hür me*kâ*nı Sevr

    Ma*ğa*ra*sı, onun tâ*lih*li mu*hâ*ta*bı ola*rak da Haz*ret-i

    Ebû Be*kir -ra*dı*yal*lâ*hu anh- kabûl edi*lir. Bunun için

    Haz*ret-i Sıd*dîk, ucu kı*ya*me*te ka*dar devâm ede*cek

    olan Altın Silsi*le’nin Haz*ret-i Pey*gam*ber -sal*lâl*lâ*hu

    aley*hi ve sel*lem-’den son*ra*ki ilk hal*ka*sı ola*rak

    te*lâk*kî edil*miş*tir.

    Bu demektir ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat, Allah ve

    Rasûlü’ne olan muhabbet nisbetinde hâsıl olur. Çünkü sevginin

    şartı ve aşkın alâmeti, sevilen kişinin sevdiği şeyleri de

    sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme

    yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebû Bekir’in hayâtı

    böyle tecellîlerle doludur.

    Ebû Bekir Bendendir, Ben De Ondanım

    O, bir ömür ilâhî aşk ve muhabbet yangını içinde kendi

    benliğinden geçti. Yalnızca Allah Rasûlü’nün varlığında hayat

    buldu. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve

    sellem- Efendimiz ile her yeni buluşma vaktinde ve

    sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı.

    Huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn

    olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi.

    Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

    “Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir

    kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

    Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere

    karşı gözyaşları içinde:

    “Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ

    Rasûlallah?!.” (İbn-i Mâce, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 11) demek

    sûretiyle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e

    adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifade etmiştir.

    Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bu aynîleşme

    sebebiyle:

    “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve

    âhirette kardeşimdir.”[21] buyurarak, mânâ âlemindeki

    beraberliklerini ve kalpten kalbe gerçekleşen hâl akışını ifade etmişlerdir.

    Nebevî Esrârın En Yakın Mahremi

    Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, gönlünü, Rasûlullah -sallâllâhu

    aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalb âlemini yansıtan berrak

    bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o, Peygamber

    Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî

    oluş sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun

    kalbinde çok derin bir mânâ kazandı. Öyle ki Ebû Bekir -

    radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in

    sözlerini ve hâdiselerin akışını idrâk husûsunda ashâbın en

    önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî

    nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ

    Haccı’nda:

    “…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîme*timi

    tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-

    Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına

    sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir, yüksek firâsetiyle

    bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında azîz Rasûlü’nü ebediyyet

    âle*mine dâvet buyuracağını sezdi. Gönlüne düşen ayrılık

    ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.[22]

    Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu ince kavrayışını gösteren

    misâllerden biri de şudur:

    Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde

    hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate

    namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam

    tâyin etmişti. Fakat bir ara kendilerini iyi hissederek mescide

    çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasîhatlerde bulunduktan sonra:

    “Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünyâ ile kendi katındaki

    nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini

    tercih etti!..” buyurdu.

    Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi

    mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı.

    Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in

    kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti.

    Çünkü o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan

    inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

    “–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Sana

    babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve

    evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

    Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -

    sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyâya

    vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-

    i Ebû Bekir’in ağlamasına bir anlam verememiş, büyük bir

    hayretle birbirlerine:

    “–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı

    tercih eden sâlih ki*şiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması,

    doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

    Çünkü dünyâ ile Allah katındakiler arasında serbest bırakılan

    sâlih kulun, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

    olduğunu akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû

    Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnâda

    Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû

    Bekir’in mahzun gönlünü tesellî hem de ashâbına onun değerini

    beyan için sözlerine şöyle devâm etti:

    “Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya

    fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o

    kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah

    verecektir.

    Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda

    bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost

    edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat

    İslâm kardeşliği daha üstündür.”

    Sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,

    gittikçe yaklaşan vefat ânı dolayısıyla da şöyle buyurdu:

    “Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû

    Bekir’inki açık kalsın! Ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde bir

    nûr görüyorum…”[23]

    Böylece o hazin vedâ ânında bütün kapılar kapatıldı, sadece

    Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın kapısı açık kaldı.


    İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne husûsî yakınlık

    kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli büyük bir itaat,

    teslîmiyet, sadâkat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet ile

    açılabilir.

    Sarsılmaz Bir Îman Kalesi

    Ashâbın en zenginlerinden biri olan Ebû Bekir -radıyallâhu

    anh-, Allah Rasûlü’nde fânî olunca, canını ve malını cömertçe

    O’nun yolunda fedâ etmişti. Servetini birçok defâlar

    tamamıyla Allah Rasûlü’ne getirmiş, tıpkı Rasûl-i Ekrem -

    sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, fakirliğe düşmekten

    korkmaksızın infakta bulunmuştu. Hattâ kendisine:

    “–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekir?” diye soran

    Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a büyük bir gönül

    huzûruyla:

    “–Allah ve Rasûlü’nü bıraktım!..” demişti.[24]

    Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından

    hiçbirinin malını tamamıyla infâk etmesine izin vermez, yalnız

    Ebû Bekir’e müsâade ederdi. Zîrâ bütün malı-mülkü infâk

    ettikten sonra yaşanabilecek fakr u zarûret içinde, nefs ve

    şeytanın iğvâsıyla, gönüllerde bir pişmanlık peydâ olması

    muhtemeldir. Böyle bir pişmanlık ise, yapılan hayır ve

    hasenâtın fazîletini yok edip, ecrini zâyî eder. Fakat Hazret-i

    Sıddîk’ın gönül âlemi, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle

    perçinlenmiş, aslâ sarsılmaz bir îman kalesi gibiydi.

    Nitekim Hazret-i Sıddîk’ın Mîrac hâ*di*se*sin*de

    ser*gi*le*di*ği kal*bî sar*sıl*maz*lık ve te*red*düdsüz bir

    şekilde Allah Ra*sû*lü’nü tas*dîk edi*şi de, an*cak kal*bi*nin

    ka*zan*dı*ğı îman kuvvetiyle îzâh olu*na*bi*lir. Onun bu kalbî

    mukâvemetini ifade sadedinde Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

    “Hazret-i Ebû Bekir, hiçbir (menfî) rüzgârın tesir edemediği

    bir dağ gibidir.” buyurmuştur.

    Hakîkaten Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, birçok defâ Allah

    yolunda bütün servetini cömertçe fedâ ettiğinden, fakr u

    zarûret içinde kaldığı zamanlar olmuştu. Fakat Allah ve

    Rasûlü’nün hoşnutluğu, ona bütün dünyevî sıkıntıları bir lezzet

    hâline getirmiş, büyük bir gönül huzûru ve rızâ hâli içinde

    yaşamasını sağlamıştır.

    Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun bu hâlini

    şöyle ifade buyurmuştur:

    “Yeryüzünde yaşayan bir ölü (yâni nefsânî arzularını bertaraf

    etmiş birini) görmek isteyen, Ebû Bekir’e baksın!” (kaynak)

    Tevâzû ve “Hiçlik” İklîmi

    İşte kendi varlık ve benliğinden sıyrılarak âdeta Allah

    Rasûlü’nde var olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu şekilde

    Muhammedî ahlâkın canlı bir misâli olmuştu. O da Efendimiz -

    aleyhissalâtü vesselâm- gibi kendi derdini unutmuş, şefkatte

    zirveleşmiş, ümmetin derdiyle dertlenmişti. “Nefsî, nefsî”

    hodgâmlığından geçmiş; “ümmetî, ümmetî” diğergâmlığına

    ermişti. Onun bu hâli, duâlarına şöyle aksediyordu:

    “Yâ Rabbî! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki,

    başka kullarına orada yer kalmasın!..”

    Şüphesiz ki onun bu ifadesi, hem şefkat ve merhametinin

    büyüklüğünü, hem de Allah korkusu sebebiyle nefsini nasıl bir

    tevâzû ve “hiçlik” iklîminde hakîr ve zelîl gördüğünü dile

    getiriyordu.

    Ümmetin en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu

    anh-, halîfe seçildiğinde de minbere çıkarak büyük bir tevâzû

    içinde şöyle hitâb etti:

    “Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe

    seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazîfemi hakkıyla yaparsam

    bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu

    gösteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-

    Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181)

    Yâni o büyük sahâbî, “îkaz ve tembih kabûl etme” fazîletini de

    büyük bir tevâzu ve olgunlukla yaşadı. Halk kendisine bey’at

    ederken de şöyle buyurdu:

    “Ben, hiçbir zaman hilâfet istemedim, ona rağbet de

    etmedim. Gizli ve âşikâr hiçbir şekilde bunu Allah’tan

    dilemedim. Çünkü (mes’ûliyet endişesinden dolayı) halîfelikte

    bana rahatlık yoktur.”

    Gerçekten de Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca,

    önceki hayâtına göre daha mütevâzı, daha zâhidâne, daha

    müstağnî bir hâle bürünmüştü. Halîfe olmadan önce

    çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını

    karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun

    meşgalelerinin artacağını, belki hayat şartlarının

    değişeceğini, bundan böyle yetimlerin koyunlarını

    sağmayacağını düşünmeye başlamışlardı. Ancak değişen bir

    şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle yetimlerin koyunlarını

    sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devâm etti. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebû Bekir, s. 82)

    Halîfeliğinden önce de sonra da aslâ dünyâya meyletmedi.

    Tıpkı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, bütün

    arzusu; âhiret yolculuğunu, ilâhî vuslat iştiyâkı içinde ve dünyâ

    sıkletlerinden âzâde bir gönül huzûruyla tamamlamaktı. Bu

    sebepledir ki vefâtına yakın, büyük bir istiğnâ hâli içinde,

    kendisine âit bir arâzinin satılıp halîfeliği müddetince

    zarûreten aldığı maaşların devlet hazinesine geri ödenmesini

    vasiyet etti. (İbn-i-Esîr, el-Kâmil, II, 428-429)

    Muvâzene ve Îtidâl Numûnesi

    Hayâtında muazzam bir ilâhî denge vardı. Her zaman büyük

    bir tevâzû ve mahfiyet sergiledi, ancak aslâ zillet ve acziyet

    göstermedi. Dâimâ vakarlı oldu, fakat gurur ve kibre

    kapılmadı. Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve

    yumuşak huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur

    olmasını bildi. Her hâliyle büyük bir muvâzene ve îtidâl

    numûnesiydi.

    Bütün bu sıfatlarıyla o, Hazret-i Peygamber’in emirlerine

    muhâlefete aslâ tahammül göstermedi. İslâm’ın sebatkâr bir

    müdâfii oldu. Dînin hükümlerinden hiçbir şekilde taviz

    vermedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in

    vefâtından sonra başgösteren irtidat (dinden dönme) ve

    zekât mükellefiyetini reddetme hareketlerine karşı büyük

    bir dirâyet ve kararlılıkla mukâvemet gösterdi ve:

    “–Şayet zekât mallarından küçücük bir ip parçasını bile

    benden saklayıp onu vermezlerse onlara savaş açarım!..”

    dedi. Böylece fitnenin büyümesine mânî oldu ve dîni tahrîfe

    sebep olacak bütün kapıları kapattı. Onun bu kat’î ve cesur

    tavrına, adâlet ve celâdet âbidesi Hazret-i Ömer -

    radıyallâhu anh- bile gıpta etmiş ve hayran kalmıştır.[25]

    Hâsılı o yüce sahâbî, dâimâ sıdkıyet makâmında yaşadı ve

    yaşatmaya çalıştı. Bu noktada onun bizlere olan îkaz ve

    nasihatleri, o yüce makâma kapı açabilecek değer ve

    kıymettedir. O, sadâkat timsâli yaşayışı ile eşsiz bir numûne

    olurken bu yaşayışın sırlarını ifade eden hikmet incileriyle

    dolu sözleriyle de mü’min gönüllere hayat düsturu oldu. İşte

    onun, her biri birer hikmet ve hakîkat hazinesi olan sözlerinden bâzıları:


    Hazret-i Ebû Bekir’den Hikmetli Sözler

    “Allâh ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir neseb bağı

    yoktur. Allâh’a yakınlık, ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî

    olmakla mümkündür.”

    “Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”

    “Çok söz, kişiyi unutkan yapar.”

    “NE SÖYLEDİĞİNİ, NE ZAMAN SÖYLEDİĞİNİ VE KİME

    SÖYLEDİĞİNİ İYİ DÜŞÜN!”

    “Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!”

    “Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde

    kendini aldatırsın.”

    “Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”

    “Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:

    1. Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen.

    2. Günahkârların affı için Rabbine yalvaran.

    3. Din kardeşine gıyâbında duâ eden.

    4. Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”

    “Benim nezdimde sizin en kuvvetliniz, hakkını alıncaya kadar,

    zayıf olan kimsedir. En zayıfınız da ondan başkasının hakkı

    alınıncaya kadar, güçlü kimsedir.”

    “Îman sadece câmilerde, mal cimrilerde, silah korkaklarda,

    yetki zayıflarda olursa işler bozulur.”

    “Akıllı kimse takvâ sâhibi olan, akılsız da zâlim olandır.”

    “Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini va’dettiği mükâfâtı

    azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibâdete rağbet

    etsin ve azaptan korksun.”

    “Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu

    geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”

    “İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve

    belâlardan

    muhafaza eder.”


    “Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı

    hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.”

    “Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”

    “Sabırda zarar, hüzün ve telaşta fayda yoktur.”

    “Sabır îmânın yarısı, yakîn ise tamamıdır.”

    “Allah’tan âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden (kat’î bir

    îmandan) sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey

    verilmemiştir.”

    “Bana göre âfiyette olup şükretmem, imtihan edilip

    sabretmemden daha makbûldür.”

    “Dünyâ mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri;

    güzel ameller ticâret malları; cennet kazançları; cehennem

    de zararlarıdır.”

    “Hazret-i Peygamber’e salevât getirmek günahları, suyun

    ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona (muhabbet

    ve ihlâsla) selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten

    daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i

    sevmek ise, riyâzat ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç

    sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî, Târihu Bağdâd, VII, 161)

    “Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar.

    Her üç sınıf, üçer alâmetle bilinir:

    Birinci sınıf (Hak dostları), havf (korku) hâlinde olanlardır. Bunlar;

    1. Dâimâ mütevâzıdırlar.

    2. Hayır-hasenâtları ne kadar çok olsa da onu az görürler.

    3. En küçük hatâlarını bile büyük görürler. (Zîrâ kime karşı

    günah işlediklerinin farkındadırlar.)

    İkinci sınıf (Hak dostları), recâ (ümit) sâhibi kimselerdir. Bunlar da;

    1. Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler

    sergileyerek örnek olurlar.

    2. Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en

    cömertlerinden olurlar.

    3. Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.

    Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, aşk ve muhabbet vecdiyle

    Rabbine ibâdet eden (ârifler)dir. Bunlar da;

    1. Sevdikleri şeyleri (Allâh için) infâk ederler.

    2. Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedeflerler, bu

    yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba

    davranışlarından rahatsız olmazlar.

    3. Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine

    rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın

    emir ve nehiylerine itaat ederler.” (İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât, s. 94-95)

    İşte Hazret-i Ebû Bekir, bu üç sınıf Hak dostlarının bütün

    hâl ve sıfatlarını kendisinde cem etmiş mübârek bir İslâm

    şahsiyetiydi. Rabbimiz, O’nun bu hikmetli öğütlerinden

    lâyıkıyla istifâde etmeyi ve güzel hâllerinden feyz almayı

    cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, onun dostluk halkasına dâhil

    olanlardan kılsın! Zîrâ dostluğun kaynağına Allah ve

    Rasûlü’nde erişen Hulefâ-i Râşidîn, Ashâb-ı Kirâm, Hak

    dostları ve onlara güzelce tâbî olanlar, Rabbimizin lutfuyla

    ebedî saâdet kervanının bahtiyar yolcularıdır.

    Sözlerimize, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu samîmî

    niyazlarına gönülden âmîn diyerek son verelim:


    “Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en

    hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana

    kavuştuğum gün olsun.”


    (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103)

    “Allâh’ım! Bana hayırdan lutfettiğin en son şey, rızâ-yı şerîfin

    ve Naîm Cennetleri’ndeki yüksek dereceler olsun!” (Süyûtî,

    Târîhu’l-Hulefâ, s. 103)

    Âmîn…

    Osman Nuri TOPBAŞ

    Henna ve fehim bunu beğendiler.
  2. Alt 10-13-2008, 16:30 #2
    Ziyaretci
    Henna Mesajlar: n/a
    Rabbim bzi şeffatlerine nail eylesin..amin...

    Allah razı olsun emeğinden.

    fehim bunu beğendi.
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.