MUHAKEME.NET FORUMU

MUHAKEME.NET FORUMU (https://www.muhakeme.net/forum/)
-   Genel Islami Bölüm (https://www.muhakeme.net/forum/genel-islami-bolum/)
-   -   HAZRET-İ EBÛ BEKİR -radıyallâhu anh- (632-634) (https://www.muhakeme.net/forum/genel-islami-bolum/10989-hazret-i-eba-bekir-radiyallahu-anh-632-634-a.html)

beyza 10-13-2008 16:20

HAZRET-İ EBÛ BEKİR -radıyallâhu anh- (632-634)
 

İnsanlık târihinde, fazîlet, adâlet, diğergâmlık ve yüce ahlâk

bakımından en müstesnâ devir, hiç şüphesiz ki asr-ı

saâdettir. Çünkü o mübârek devir, bütün âlemlerin yaratılış

sebebi olan Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

’in yaşadığı bir devirdir. O devir, O’nun feyz ve rûhâniyetiyle

şekillenmiş bir devirdir. O devir, derin bir tefekkür

iklîminde ve müşâhede makamında Allah ve Rasûlü’nü yakînen

tanıma devridir.

İşte o mübârek devrin toplumu, en koyu bir câhiliye

karanlığından, en zirve fazîletler medeniyetine yükselerek,

mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmıştır. Bu

toplumun fertleri de, «sahâbe-i kirâm» yâni «Hazret-i

Peygamber’e her hususta candan bağlı ve sâdık, çok kıymetli,

mübârek dostlar» diye adlandırılmıştır.

Dolayısıyla; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in

sözlerini, davranışlarını ve hâllerini en güzel şekilde idrâk

eden ve O’ndan bizlere nûrânî izler intikâl ettiren yegâne

nesil, ashâb-ı kirâmdır.

Hulefâ-i Râşidîn

Ashâb-ı kirâm içinde de Allah Rasûlü’nün kalbî rikkatleri, ince

duyuşları ve hassâsiyetleri ile yoğrularak şahsiyet

kazananların başında Hulefâ-i Râşidîn, yâni dört büyük halîfe

gelir. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlü’ne çok müstesnâ bir aşk ve

gönül bağı ile bağlanmışlar ve damlanın deryadaki hâli gibi,

Hazret-i Peygamber’in yüce ahlâk ve hâliyle hâllenmişlerdir.

Böylece onların gönül âlemleri, Allah Rasûlü’ne olan

muhabbetle ilâhî aşkın tecellîgâhı, mârifetullâh hazînesinin de

muhteşem bir sarayı hâline gelmiştir. Yine onların sözleri ve

ibret dolu hâlleri, birer hikmet ve sırlar manzûmesi olmuş ve

bütün ümmete en güzel öğüt ve örnek vasfına bürünmüştür.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hulefâ-i

Râşidîn devrinin kıymetini ifade sadedinde:

“(Benden sonra) nübüvvet hilâfeti otuz senedir…”[19]

buyurmuştur. Böylece, kendisinden sonra idârî yapıdaki

işleyişin zaman zaman müsbet bir şekilde yürütüleceğine,

zaman zaman da zaafa uğrayacağına işâret etmiştir.

Bu safhanın ilk yılları, asr-ı saâdetteki huzur ve âhengin

devâm ettiği zamanlardır ki, bunun en büyük âmili Ebû Bekir -

radıyallâhu anh-’ın basîret ve liyâkatidir.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-

İlk halîfe seçilen Hazret-i Ebû Bekir, devr-i saâdette

yüksek sadâkat, teslîmiyet, aşk ve muhabbetiyle Allah

Rasûlü’nde fânî olmuştu. O’nunla kalbî râbıtayı en üst

seviyede yaşamıştı. O’nunla âdeta aynîleşmişti. Nitekim -

aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz:

“Kalbimde ne varsa Ebû Bekir’e ilkā ettim.” buyurmuştur.[20]

Fakat bu aynîleşme hâli, nice fedâkârlıklar ve büyük bedel

ödemeler neticesinde gerçekleşmiştir. Zîrâ insan en ağır

bedeli, muhabbeti uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en

ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir.

Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz de, Allah ve Rasûlü ile dost

olabilmenin ulvî lezzetine gark olmak için, ömrü boyunca bu

dostluk ve muhabbetin bedelini ödeyebilme gayret ve

heyecanı içinde yaşadı. Hicrette Allah Rasûlü’ne yoldaş olma

şerefine erdi. Nice ilâhî esrar tecellîlerinin yaşandığı bu ulvî

yolculukta Sevr Mağarası’nda üç gün Efendimiz’in sadrından

sır ve hikmet devşirdi. Ulvî bir yakınlık ve beraberliğin şeref

ve fazîletine mazhar oldu. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi

inkişâf ettirme dershânesi hâline gelen o yerde, üçüncüleri

Allâh olan «ikinin ikincisi» pâyesine erdi. Varlık Nûru, bu azîz

arkadaşına; “Mahzûn olma, Allah bizimledir!..” (et-Tevbe, 40)

buyurarak “maiyyet sırrı”nın, yâni Allâh ile beraber olmanın

keyfiyetini telkin ediyordu.

Bu hâ*li ârif*ler, gizli zi*kir tâ*li*mi*nin baş*lan*gı*cı ve

gö*nül*le*rin Al*lâh ile it*mi’nâ*na er*me*si*nin ilk

te*zâ*hü*rü ola*rak değerlendirmişlerdir. Yâ*ni

ta*sav*vuf*ta kalpten kal*be sır nak*li*nin İs*lâm

tâ*ri*hin*de*ki bi*li*nen ilk te*zâ*hür me*kâ*nı Sevr

Ma*ğa*ra*sı, onun tâ*lih*li mu*hâ*ta*bı ola*rak da Haz*ret-i

Ebû Be*kir -ra*dı*yal*lâ*hu anh- kabûl edi*lir. Bunun için

Haz*ret-i Sıd*dîk, ucu kı*ya*me*te ka*dar devâm ede*cek

olan Altın Silsi*le’nin Haz*ret-i Pey*gam*ber -sal*lâl*lâ*hu

aley*hi ve sel*lem-’den son*ra*ki ilk hal*ka*sı ola*rak

te*lâk*kî edil*miş*tir.

Bu demektir ki, bütün ulvî yolculuklarda maksat, Allah ve

Rasûlü’ne olan muhabbet nisbetinde hâsıl olur. Çünkü sevginin

şartı ve aşkın alâmeti, sevilen kişinin sevdiği şeyleri de

sevmektir. Bu, sevilenin hâliyle hâllenip onunla aynîleşme

yolunda mühim bir adımdır ki, Hazret-i Ebû Bekir’in hayâtı

böyle tecellîlerle doludur.

Ebû Bekir Bendendir, Ben De Ondanım

O, bir ömür ilâhî aşk ve muhabbet yangını içinde kendi

benliğinden geçti. Yalnızca Allah Rasûlü’nün varlığında hayat

buldu. Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve

sellem- Efendimiz ile her yeni buluşma vaktinde ve

sohbetinde apayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı.

Huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn

olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi.

Birgün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir

kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere

karşı gözyaşları içinde:

“Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ

Rasûlallah?!.” (İbn-i Mâce, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 11) demek

sûretiyle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e

adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifade etmiştir.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bu aynîleşme

sebebiyle:

“Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve

âhirette kardeşimdir.”[21] buyurarak, mânâ âlemindeki

beraberliklerini ve kalpten kalbe gerçekleşen hâl akışını ifade etmişlerdir.

Nebevî Esrârın En Yakın Mahremi

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, gönlünü, Rasûlullah -sallâllâhu

aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalb âlemini yansıtan berrak

bir ayna hâline getirmişti. Bu itibarla o, Peygamber

Efendimiz’de fânî olmanın en müşahhas numûnesi oldu. Bu fânî

oluş sâyesinde de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun

kalbinde çok derin bir mânâ kazandı. Öyle ki Ebû Bekir -

radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in

sözlerini ve hâdiselerin akışını idrâk husûsunda ashâbın en

önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî

nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ

Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîme*timi

tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-

Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmasına

sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir, yüksek firâsetiyle

bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında azîz Rasûlü’nü ebediyyet

âle*mine dâvet buyuracağını sezdi. Gönlüne düşen ayrılık

ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.[22]

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu ince kavrayışını gösteren

misâllerden biri de şudur:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde

hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate

namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam

tâyin etmişti. Fakat bir ara kendilerini iyi hissederek mescide

çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasîhatlerde bulunduktan sonra:

“Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünyâ ile kendi katındaki

nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini

tercih etti!..” buyurdu.

Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi

mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı.

Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in

kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti.

Çünkü o, nebevî esrârın en yakın mahremiydi. Ayrılıktan

inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Sana

babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve

evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -

sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyâya

vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı. Hattâ ashâb, Hazret-

i Ebû Bekir’in ağlamasına bir anlam verememiş, büyük bir

hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı

tercih eden sâlih ki*şiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması,

doğrusu şaşılacak şey!..” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünyâ ile Allah katındakiler arasında serbest bırakılan

sâlih kulun, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

olduğunu akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû

Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi. Bu esnâda

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû

Bekir’in mahzun gönlünü tesellî hem de ashâbına onun değerini

beyan için sözlerine şöyle devâm etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya

fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o

kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah

verecektir.

Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda

bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost

edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat

İslâm kardeşliği daha üstündür.”

Sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,

gittikçe yaklaşan vefat ânı dolayısıyla da şöyle buyurdu:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû

Bekir’inki açık kalsın! Ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde bir

nûr görüyorum…”[23]

Böylece o hazin vedâ ânında bütün kapılar kapatıldı, sadece

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın kapısı açık kaldı.


İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne husûsî yakınlık

kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli büyük bir itaat,

teslîmiyet, sadâkat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbet ile

açılabilir.

Sarsılmaz Bir Îman Kalesi

Ashâbın en zenginlerinden biri olan Ebû Bekir -radıyallâhu

anh-, Allah Rasûlü’nde fânî olunca, canını ve malını cömertçe

O’nun yolunda fedâ etmişti. Servetini birçok defâlar

tamamıyla Allah Rasûlü’ne getirmiş, tıpkı Rasûl-i Ekrem -

sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, fakirliğe düşmekten

korkmaksızın infakta bulunmuştu. Hattâ kendisine:

“–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekir?” diye soran

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a büyük bir gönül

huzûruyla:

“–Allah ve Rasûlü’nü bıraktım!..” demişti.[24]

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından

hiçbirinin malını tamamıyla infâk etmesine izin vermez, yalnız

Ebû Bekir’e müsâade ederdi. Zîrâ bütün malı-mülkü infâk

ettikten sonra yaşanabilecek fakr u zarûret içinde, nefs ve

şeytanın iğvâsıyla, gönüllerde bir pişmanlık peydâ olması

muhtemeldir. Böyle bir pişmanlık ise, yapılan hayır ve

hasenâtın fazîletini yok edip, ecrini zâyî eder. Fakat Hazret-i

Sıddîk’ın gönül âlemi, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle

perçinlenmiş, aslâ sarsılmaz bir îman kalesi gibiydi.

Nitekim Hazret-i Sıddîk’ın Mîrac hâ*di*se*sin*de

ser*gi*le*di*ği kal*bî sar*sıl*maz*lık ve te*red*düdsüz bir

şekilde Allah Ra*sû*lü’nü tas*dîk edi*şi de, an*cak kal*bi*nin

ka*zan*dı*ğı îman kuvvetiyle îzâh olu*na*bi*lir. Onun bu kalbî

mukâvemetini ifade sadedinde Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“Hazret-i Ebû Bekir, hiçbir (menfî) rüzgârın tesir edemediği

bir dağ gibidir.” buyurmuştur.

Hakîkaten Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, birçok defâ Allah

yolunda bütün servetini cömertçe fedâ ettiğinden, fakr u

zarûret içinde kaldığı zamanlar olmuştu. Fakat Allah ve

Rasûlü’nün hoşnutluğu, ona bütün dünyevî sıkıntıları bir lezzet

hâline getirmiş, büyük bir gönül huzûru ve rızâ hâli içinde

yaşamasını sağlamıştır.

Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun bu hâlini

şöyle ifade buyurmuştur:

“Yeryüzünde yaşayan bir ölü (yâni nefsânî arzularını bertaraf

etmiş birini) görmek isteyen, Ebû Bekir’e baksın!” (kaynak)

Tevâzû ve “Hiçlik” İklîmi

İşte kendi varlık ve benliğinden sıyrılarak âdeta Allah

Rasûlü’nde var olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu şekilde

Muhammedî ahlâkın canlı bir misâli olmuştu. O da Efendimiz -

aleyhissalâtü vesselâm- gibi kendi derdini unutmuş, şefkatte

zirveleşmiş, ümmetin derdiyle dertlenmişti. “Nefsî, nefsî”

hodgâmlığından geçmiş; “ümmetî, ümmetî” diğergâmlığına

ermişti. Onun bu hâli, duâlarına şöyle aksediyordu:

“Yâ Rabbî! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki,

başka kullarına orada yer kalmasın!..”

Şüphesiz ki onun bu ifadesi, hem şefkat ve merhametinin

büyüklüğünü, hem de Allah korkusu sebebiyle nefsini nasıl bir

tevâzû ve “hiçlik” iklîminde hakîr ve zelîl gördüğünü dile

getiriyordu.

Ümmetin en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu

anh-, halîfe seçildiğinde de minbere çıkarak büyük bir tevâzû

içinde şöyle hitâb etti:

“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe

seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazîfemi hakkıyla yaparsam

bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu

gösteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-

Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181)

Yâni o büyük sahâbî, “îkaz ve tembih kabûl etme” fazîletini de

büyük bir tevâzu ve olgunlukla yaşadı. Halk kendisine bey’at

ederken de şöyle buyurdu:

“Ben, hiçbir zaman hilâfet istemedim, ona rağbet de

etmedim. Gizli ve âşikâr hiçbir şekilde bunu Allah’tan

dilemedim. Çünkü (mes’ûliyet endişesinden dolayı) halîfelikte

bana rahatlık yoktur.”

Gerçekten de Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca,

önceki hayâtına göre daha mütevâzı, daha zâhidâne, daha

müstağnî bir hâle bürünmüştü. Halîfe olmadan önce

çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını

karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun

meşgalelerinin artacağını, belki hayat şartlarının

değişeceğini, bundan böyle yetimlerin koyunlarını

sağmayacağını düşünmeye başlamışlardı. Ancak değişen bir

şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle yetimlerin koyunlarını

sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devâm etti. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebû Bekir, s. 82)

Halîfeliğinden önce de sonra da aslâ dünyâya meyletmedi.

Tıpkı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, bütün

arzusu; âhiret yolculuğunu, ilâhî vuslat iştiyâkı içinde ve dünyâ

sıkletlerinden âzâde bir gönül huzûruyla tamamlamaktı. Bu

sebepledir ki vefâtına yakın, büyük bir istiğnâ hâli içinde,

kendisine âit bir arâzinin satılıp halîfeliği müddetince

zarûreten aldığı maaşların devlet hazinesine geri ödenmesini

vasiyet etti. (İbn-i-Esîr, el-Kâmil, II, 428-429)

Muvâzene ve Îtidâl Numûnesi

Hayâtında muazzam bir ilâhî denge vardı. Her zaman büyük

bir tevâzû ve mahfiyet sergiledi, ancak aslâ zillet ve acziyet

göstermedi. Dâimâ vakarlı oldu, fakat gurur ve kibre

kapılmadı. Son derece affedici, müsâmahakâr, mülâyim ve

yumuşak huylu yaşadı, fakat gerektiğinde de sert ve cesur

olmasını bildi. Her hâliyle büyük bir muvâzene ve îtidâl

numûnesiydi.

Bütün bu sıfatlarıyla o, Hazret-i Peygamber’in emirlerine

muhâlefete aslâ tahammül göstermedi. İslâm’ın sebatkâr bir

müdâfii oldu. Dînin hükümlerinden hiçbir şekilde taviz

vermedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in

vefâtından sonra başgösteren irtidat (dinden dönme) ve

zekât mükellefiyetini reddetme hareketlerine karşı büyük

bir dirâyet ve kararlılıkla mukâvemet gösterdi ve:

“–Şayet zekât mallarından küçücük bir ip parçasını bile

benden saklayıp onu vermezlerse onlara savaş açarım!..”

dedi. Böylece fitnenin büyümesine mânî oldu ve dîni tahrîfe

sebep olacak bütün kapıları kapattı. Onun bu kat’î ve cesur

tavrına, adâlet ve celâdet âbidesi Hazret-i Ömer -

radıyallâhu anh- bile gıpta etmiş ve hayran kalmıştır.[25]

Hâsılı o yüce sahâbî, dâimâ sıdkıyet makâmında yaşadı ve

yaşatmaya çalıştı. Bu noktada onun bizlere olan îkaz ve

nasihatleri, o yüce makâma kapı açabilecek değer ve

kıymettedir. O, sadâkat timsâli yaşayışı ile eşsiz bir numûne

olurken bu yaşayışın sırlarını ifade eden hikmet incileriyle

dolu sözleriyle de mü’min gönüllere hayat düsturu oldu. İşte

onun, her biri birer hikmet ve hakîkat hazinesi olan sözlerinden bâzıları:


Hazret-i Ebû Bekir’den Hikmetli Sözler

“Allâh ile mahlûkâtından hiçbiri arasında bir neseb bağı

yoktur. Allâh’a yakınlık, ancak O’na itaat ve emirlerine tâbî

olmakla mümkündür.”

“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”

“Çok söz, kişiyi unutkan yapar.”

“NE SÖYLEDİĞİNİ, NE ZAMAN SÖYLEDİĞİNİ VE KİME

SÖYLEDİĞİNİ İYİ DÜŞÜN!”

“Hakk’ı tanıyan âriflerin kölesi ol!”

“Sana yol göstermek isteyenden hâlini gizleme! Aksi takdirde

kendini aldatırsın.”

“Kendini ıslah et ki insanlar da sana karşı iyi davransınlar.”

“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:

1. Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman sevinen.

2. Günahkârların affı için Rabbine yalvaran.

3. Din kardeşine gıyâbında duâ eden.

4. Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan.”

“Benim nezdimde sizin en kuvvetliniz, hakkını alıncaya kadar,

zayıf olan kimsedir. En zayıfınız da ondan başkasının hakkı

alınıncaya kadar, güçlü kimsedir.”

“Îman sadece câmilerde, mal cimrilerde, silah korkaklarda,

yetki zayıflarda olursa işler bozulur.”

“Akıllı kimse takvâ sâhibi olan, akılsız da zâlim olandır.”

“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de vereceğini va’dettiği mükâfâtı

azap ile birlikte zikretti ki bu vesîleyle kul ibâdete rağbet

etsin ve azaptan korksun.”

“Bir hayrı kaçırırsan onu yakalamaya çalış, elde edince de onu

geçmeye bak, daha güzelini yapmaya gayret et!”

“İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve

belâlardan

muhafaza eder.”


“Şöhretten kaç ki şeref seni takip etsin. Ölüme karşı

hazırlıklı ol ki sana hayat verilsin.”

“Hiçbir belâ yoktur ki ondan daha kötüsü olmasın.”

“Sabırda zarar, hüzün ve telaşta fayda yoktur.”

“Sabır îmânın yarısı, yakîn ise tamamıdır.”

“Allah’tan âfiyet isteyiniz. Hiç kimseye yakînden (kat’î bir

îmandan) sonra âfiyetten daha fazîletli bir şey

verilmemiştir.”

“Bana göre âfiyette olup şükretmem, imtihan edilip

sabretmemden daha makbûldür.”

“Dünyâ mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz sermâyeleri;

güzel ameller ticâret malları; cennet kazançları; cehennem

de zararlarıdır.”

“Hazret-i Peygamber’e salevât getirmek günahları, suyun

ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona (muhabbet

ve ihlâsla) selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten

daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i

sevmek ise, riyâzat ve mücâhededen, Allah yolunda kılıç

sallamaktan daha üstündür.” (Bağdadî, Târihu Bağdâd, VII, 161)

“Allah dostları (mizaçlarına göre) üç sınıftırlar.

Her üç sınıf, üçer alâmetle bilinir:

Birinci sınıf (Hak dostları), havf (korku) hâlinde olanlardır. Bunlar;

1. Dâimâ mütevâzıdırlar.

2. Hayır-hasenâtları ne kadar çok olsa da onu az görürler.

3. En küçük hatâlarını bile büyük görürler. (Zîrâ kime karşı

günah işlediklerinin farkındadırlar.)

İkinci sınıf (Hak dostları), recâ (ümit) sâhibi kimselerdir. Bunlar da;

1. Her hâl ve hareketlerinde insanlara fazîlet ve güzellikler

sergileyerek örnek olurlar.

2. Mallarını Hak yolunda sarf ederek insanların en

cömertlerinden olurlar.

3. Allâh’ın kullarına karşı dâimâ hüsn-i zan içindedirler.

Üçüncü sınıf (Hak dostları) ise, aşk ve muhabbet vecdiyle

Rabbine ibâdet eden (ârifler)dir. Bunlar da;

1. Sevdikleri şeyleri (Allâh için) infâk ederler.

2. Her hâl ve hareketlerinde Allah rızâsını hedeflerler, bu

yüzden câhillerin kınamalarına aldırmaz, onların kaba

davranışlarından rahatsız olmazlar.

3. Nefislerine ağır gelen şeyleri nefislerinin muhâlefetine

rağmen îfâya çalışırlar; bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın

emir ve nehiylerine itaat ederler.” (İbn-i Haceri’l-Askalânî, Münebbihât, s. 94-95)

İşte Hazret-i Ebû Bekir, bu üç sınıf Hak dostlarının bütün

hâl ve sıfatlarını kendisinde cem etmiş mübârek bir İslâm

şahsiyetiydi. Rabbimiz, O’nun bu hikmetli öğütlerinden

lâyıkıyla istifâde etmeyi ve güzel hâllerinden feyz almayı

cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, onun dostluk halkasına dâhil

olanlardan kılsın! Zîrâ dostluğun kaynağına Allah ve

Rasûlü’nde erişen Hulefâ-i Râşidîn, Ashâb-ı Kirâm, Hak

dostları ve onlara güzelce tâbî olanlar, Rabbimizin lutfuyla

ebedî saâdet kervanının bahtiyar yolcularıdır.

Sözlerimize, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu samîmî

niyazlarına gönülden âmîn diyerek son verelim:


“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en

hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana

kavuştuğum gün olsun.”


(Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103)

“Allâh’ım! Bana hayırdan lutfettiğin en son şey, rızâ-yı şerîfin

ve Naîm Cennetleri’ndeki yüksek dereceler olsun!” (Süyûtî,

Târîhu’l-Hulefâ, s. 103)

Âmîn…

Osman Nuri TOPBAŞ

Henna 10-13-2008 16:30

Rabbim bzi şeffatlerine nail eylesin..amin...

Allah razı olsun emeğinden.


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 12:33 .

2000- 2024
Tüm bağışıklıklar ve idelerden bağımsız olan sözcükleri sarfetmeye mahkumdur özgürlük