Küresel kriz, üretim ekonomisinin dünyadan intikamıdır...


Üretim ekonomisi büzüldü, parasal ekonomi şişti. Şişen şey ise patlar. Balonu ne kadar şişirirseniz, bir noktadan itibaren patlar…

Sermayeyi de büyüttünüz, ama, karşılığı üretimde değil. Üretimdeki sermayeyi üç kâğıt ekonomisine kaydırdılar. Şimdi de üretim ekonomisi bütün dünyada intikam alıyor. Kimden? Üç kâğıtçılardan. Bu intikamın neticesi tam manasıyla ortaya çıkmış değildir.


Küresel kriz, üretim ekonomisinin dünyadan intikamıdır...

Bugün Amerika menşeli finansal bir krizin göbeğine düştük. Sizin Türkiye için gündeme getirdiğiniz, dünya için de geçerli borsa-faiz-döviz şeytan üçgeni diye temel sistematiğini ifade ettiğiniz bu küresel kriz bizi ne kadar etkiler?


Ekonominin iki yönü vardır. Biri üretim yanı. Diğeri parasal yanı. Üretim yanı somuttur, miktardır, kilodur, adettir, işçi saatidir, makine saatidir, alınteridir, göz nurudur, işçidir, çiftçidir, helalinden kazanan sanayicidir. Ekonominin parasal yönü ise soyuttur… Şöyle örnekleyelim. Bir ülkede 100 tane yumurta üretiliyor, buna karşılık 100 lira basmışsınız. Bir yumurtanın fiyatı ne kadar 1 lira. Yumurta üretimini artırmanız için ne yapmanız lazım, tavuklara iyi bakmak lazım, horozların yani yatırımcıların moralini iyi tutmanız lazım. Yumurta üretimi 200’e çıkarsa, bir yumurtanın fiyatı 50 kuruş olur. Yumurta üretimi yarıya düşerse, fiyatı ise ikiye katlanır. Demek ki, paranın değerini belirleyen asıl unsur üretimin gücüdür. Elinizdeki kalemle yumurta resmi yapabilirsiniz, ama, yumurta yapamazsınız. Elinizdeki kalemle para yapabilirsiniz, matbaada basabilirsiniz, ama, yumurta yapamazsınız. Birisi son derece oynak, öbürü ise emek gerektirir, çaba gerektirir.



Balon söndü

Paranın değerini belirleyen üretim gücü, epeyden beri arka planda kalmıştı. Buna karşılık üç kağıt ekonomisi ön plana çıktı. Şişirdikçe, şişirdiler… Yüz tane lirayı yaptılar 100 bin lira. Ama yumurtanın sayısı aynı. Üretim ekonomisi büzüldü, parasal ekonomi şişti. Şişen şey ise patlar. Balon… Karşılığı üretimde değil. Üretimdeki sermayeyi üç kağıt ekonomisine kaydırdılar. Şimdi de üretim ekonomisi bütün dünyada intikam alıyor. Kimden? Üç kağıtçılardan.



Peki, bu intikamın neticesi ne olacak

Bu intikamın neticesi tam manasıyla ortaya çıkmış değildir. Bugün ortaya çıkan, kriz olarak nitelendirilen olan olay, infilake 31. 12.2008’de başlayacaktır. Dünyadaki büyük şirketlerin bilançoları, Mart ayında açıklanmaya başlayınca asıl gümbürtü kopacaktır. Üretmeyen toplumun tüketmeye hakkı bulunmadığı, üretmeden tüketilince ortaya çıkan maliyetin herkesçe ödenmesi gerektiği anlaşılacaktır. Geniş perspektifte bakıldığında kimileri için bu Amerika için bir krizdir, dünyaya yayılan bir krizdir. Ama aslında bu olay Amerika’yı adeta bir sivrisinek sokmasıdır. Ama bizim gibi ülkelerde bir günah keçisi bulacaksınız…

Sanki bizim ülkemizde, Amerika’da krizden önce, her şey on numaraymış gibi bir hava estiriliyor. İşsizlik yokmuş, gelir dağılımında adaletsizlik yokmuş, yoksulluk yokmuş, her şey güllük gülistanlıkmış. Sanki Türkiye ekonomisi striptiz yapmıyormuş… Nedir bu ekonomi? Senin herşeyin açık… Ödemeler dengen açık, dış ticaret dengen açık, işsizlik dolayısıyla istihdam dengesi açık, MB’nin pozisyonu açık, özel sektörün pozisyonları açık… Ekonomiye, önden bakıyorsun açık, arkadan bakıyorsun açık… Sanki bizim tüm ekonomik göstergelerimiz iyiymiş de, bu bozulacakmış gibi bir şey… Nereye doğru bozulacak? Bozulacak bir şey mi kalmış. Bunun kusuru kimin? Bunun kusuru, baştan sona kadar Türk halkınındır. Nisa Suresi’nde açıkça, “İşi ehline veriniz” ayeti kerimesi vardır. Ehliyet ve likayat esastır… İşi veren de günahkar, işi alan da günahkardır. İkinci olarak, ekonomik anlamda sorgulanması gereken ekonomik modeldir. Türkiye’ye bu bağlamda bir deli gömleği giydirilmiştir. Bu da düşük kur, yüksek faiz modelidir. Bu model, iflas etmiştir. Bu modelde kurları düşük tutarak, ithalatı cazip hale getiriyorsunuz, tüketiciye daha ucuz sunuyorsunuz. Sizin yerli üreticiniz de bunla rekabet edemiyor. Yerli üretici kepenk kapatıyor, işçi çıkarıyor. Elinde fazla malı olan, üreten ülke, önce ucuz şekilde malını veriyor… Daha sonra vadesinde ödemezsen faiz alırım diyor… İki kere kazanıyor. Yeme de yanında yat… Süpermarketler Türkiye’de hüdai nabit olarak yerden fışkırmadı. Tüketicimizin son kullanma tarihine bakma huyu mu var? Atacakları malları bize sattılar. Dolayısıyla biz büyüyoruz diyorlar. Asıl büyüyen borçlar. Ama bu düşük kur, yüksek faiz sistemini devam ettirmeniz için döviz stoku bulundurmanız gerekir.



Düşük kur, yüksek faiz deli gömleğidir

Neden? Kriz anlarında piyasanın alevini almak için. Türkiye’nin yaklaşık 560 milyar dolar iç ve dış borcu var. Bunun 70 milyar dolarını, döviz rezervi namı altında bankalarda tutuyoruz. 560 milyar dolar borca karşılık ödediğimiz faiz yüzde 22. Bu bankalara yatırdığımız döviz rezervi için aldığımız ise yüzde 5. Deve kapıda, sandık sırtta modeli. Döviz getirene, “İstediğin zaman dövizini alıp gidebilirsin” demek için. Biz havuz sistemini boşuna getirmedik. 1997 yılında hala efsane olarak anlatılan Refahyol döneminde kullanılan sistemin projesi ve uygulaması bana aittir. İktidardaki vatandaşlar da havuz sisteminin güzelliğini reklam ederek işbaşına geldiler. İlk yaptıkları iş bunu terk etmek oldu. Bu yanlış model 1999 yılında Türkiye’ye dayatıldı. İnsanlar bu dönemde işsiz kaldı… Satın alamadılar ve dolayısıyla enflasyon düştü. Bunun verdiği tepkiyle AKP iktidar oldu. Dediler ki, “Bu IMF programıdır, ben bunu reddediyorum” dediler ve iktidar oldular. Ama gel gör ki, bu programın en sadık tatbikatçısı oldular. Başımıza örülen bir çorap bu… Türkiye’nin 80 ile 2001 yılları arasında uyguladığı model, yüksek kur, düşük reel faiz modeli. Tamamen tersi… Demek ki, o dönemlerdeki yöneticiler her şeyden habersizmiş…



Bu model bizi nereye götürüyor?

İki tip iktidar vardır. Ya üreticiyi finanse edeceksiniz, ya tüketiciyi. Üreticiyi finanse etmek, üretim ekonomisinin, alınterinin, göz nurunun artması demektir. Bankaların kuruluş amacı aslında budur? Halkın küçük yatırımlarını bir araya getirip, yatırıma dönüştürmek. Bu hükümetin modeli, tüketiciyi kredilendirmek… Kredi kartı, araba kredisi, ev kredisi, telefon kredisi. Tüketici, parayı tüketimde kullanır. Peki tüketimdeki mallar, hepsi ithal. Dolayısıyla borçlar da tüketime gidiyor. Daha çok tüket, daha çok tüket. Ama, insanlar bize helalinden iş sağla diyor. Hükümet diyor ki, sen tüket, benim yaptığım gibi yap, borçlan. Devlet yönetimindeki anlayış bu. Bugün borçlanalım, gelecek nesiller üretsin. Geleceğe poliçe çekiyorsunuz. Ondan sonra torunumuz, tosunumuz diye bahsediyorlar. Torununa, tosununa ne bırakıyorsun. İlim mi, fen mi, icat mı, çalışan fabrikalar mı bırakıyorsun? Borç ve dert. Adamlar yurt dışında sıkıştılar. Borsa yabancıların elinde… Adamların paçayı kurtarmaları için paraya ihtiyaçları var. Borsadaki paralarını çekiyorlar… Sen o döviz rezervleriyle bunu tutamazsın. Sıcak paran yok, yeni borç bulmakta zorluk çekeceksin. Bu hükümet döneminde dünyada serseri bir para vardı. Bu paranın bize gelmesinin nedeni, yüksek faiz vermemiz. Türkiye’nin ekonomisi dünyanın 4. ekonomisi gibi borsadan yüzde 40 verdik. Onun için bizim Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız Wall Street’te çan çaldılar. Her şey ondan sonra bozuldu zaten.



Wall Street’te çalınan çanlar

Ben o zaman dedim ki, “Çanlar kimin için çalıyor?” Adam, seni oraya kara kaşına kara gözüne aşık olduğu için getirmiyor ki? 56 milyar dolar faiz ödemişiz, 2.5 sene içinde. Yüzde 42 borsadan para vermişsin. Senin heykelini dikmeleri lazım… Aslında bütün bunları söylerken bize felaket tellalı diyorlar… Peki kardeşim, bütçedeki açığı ben mi verdiriyorum? Bu açık değil, zarar… Senin gelirin, giderini karşılamıyor. Bunun adına açık diyerek kıvırtmanın alemi yok. İhracatın mı daha fazla, ithalatın mı? İthalatın fazlaysa zarardasın. Bu kadar basit… Niye laf geveliyorsun ki, sürdürülebilir açık, sürdürelemez açık… Finanse edilebilir açık, finanse edilemez açık… Bütün bunların sorumlusu ben miyim? Türkiye’de benden başka muhalefet yok zaten? Nutuk çekerek bu işler hallolmaz. Kooperatiflerin, derneklerin en önemli gündem maddesi, dilek ve temennilerdir. Buna da canım sıkılıyor benim… Götürene maşallah, götüremeyene inşallah… Bozdur bozdur harca. İç götürücü, dış götürücü, tırnakçı, tokatçı olur.. Sıra sana da gelir… Biz buna hayır demek zorundayız, modeli değiştirmek ve tartışmak zorundayız.

Türkiye rekabetin neresinde



Bir çıkış formülasyonu yok mu?

Türkiye’nin öncelikle ortaya ne koyduğuna bakması lazım. Biz neyi üretmişiz? Biz neyi icat etmişiz? Birisi üreten, öbürüsü konuşan. Öncelikle bizim konuşan Türkiye’den vazgeçmemiz lazım. Konuşmayacağız, iş yapacağız. Bunun anlamı şu? Adam demiri makineye döndürmüş ve makineyi altın fiyatından daha pahalı bize satmış. Demir fiyatı ile makine fiyatı arasındaki fark bizim onlara ödediğimiz icat tazminatıdır. Buna, patent dersiniz, lisans dersiniz. Türkiye, hak etmediği kadar bir tüketim çılgınlığı içinde. Bu çılgınlığın enstrümanları da ithal malları. Cep telefonundan, otomobile kadar. Biz ARGE’nin neresindeyiz, yüksek öğrenimin neresindeyiz? Sizin yüksek öğreniminizin yüzde 95’i sosyal bilimler, yüzde 5’i ise teknik-sağlık ve benzeri üretime yöneliktir. Bir ülkede yüz kişiden 95’i konuşuyor, 5 kişi iş üretiyor.



Dünya müşteri odaklı bir dünya. Uygun fiyat, uygun kalite, zamanında teslimat. Bizim de onlarla rekabet edebilmemiz için bu kriterleri sağlayabilecek zeminleri ortaya koymamız lazım. Rekabet gücümüzü zorlamamız lazım…



Tekstilde bir zamanlar uygun fiyat ve uygun kalite ile hareket ediyorduk, uygulanan politikalarla işler tersine döndü. Hükümet, tekstilcilere, “Sen burada üretirsen rekabet edemezsin, dışarıya git, Bulgaristan’a, Mısır’a git” diyor. İnsanların sanki burada işe ihtiyacı yok. Türkiye’deki sanayicinin görevi Mısır’daki insana iş bulmaksa, Türkiye gerçekten globalleşmiş demektir. Biz, öncelikle rekabet gücümüzü sorgulamalıyız. Tarımda kendi kendimize yetebiliyorduk, şimdi kuru fasülyeyi Arjantin’den alıyoruz.



Türkiye, nereden nereye geldi? Diyorlar ki, “Biz kamu olarak borcu artırmadık”… Peki, belediyelerin borcu? Bunlar kamu borcu değil mi? Borcu artırmadınız ama, boyuna yer sattınız. Bununla borcun ödenmesi gerekmiyor mu? Borç aynı kaldıysa, sattığınız bu yerlerin parası nereye gitti? Efendim, “Onları faiz ödedik”… Malları sattıysan, Cumhuriyetin göz nuru KİT’lerini sattıysan, ne yaptın bu parayla? Birisinin kalkıp buna dur demesi lazım… Kim diyecek bunu? Şunu sormak lazım bir de: Siyasetin finansmanını kim yapıyor?



Siyasetin finansmanını halk yapmadığı için, para yaptığı için bizim sistemimizin adı parakresidir.



Parası olanların ekonomisidir...

Prof. Dr. Osman Altuğ


selametle..