Türkiye’ nin gündemine müziğinden ziyade, hep marjinal söylemleri ile oturan “Piyanocu” Fazıl Say yine bir cevher üretmiş. Frankfurt Kitap Fuarı'nda 15 Ekim 2008 günü vereceği konserde kendi “yapıt”ı olan “Nazım Hikmet Oratoryosu” nun iptal edilip yerine, A. Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu” nun konulmasına bayağı öfkelenmiş ve açmış ağzın yummuşgözünü…
Türkiye’nin nâdide (!.) “Harika Çocuğu” bu sefer Türkiye’nin en büyük değerlerinden “Yunus Emre”yi hedef alıyor ve yaklaşık 700 yıldan beri dizeleri dilden dile dolaşan bu ozanımızı için: "Şiirlerinden günümüz gençliği hiçbir şey anlamıyor.” buyurmuşlar.
Her ne kadar “Koca Yunus” un : “Elif okuduk ötürü/Pazar eyledik götürü/Yaratılmışı hoş gördük/Yaratandan ötürü” dizeleri gereği, “Fazıl’dır; ne buyurursa yeridir” denip geçilmesi gerekirse de bu kadar büyük bir “bühtan” karşısında suskun kalmak “ikrar”ı çağrıştığından bir şeyler söylemek gerekiyordu.Nitekim bu konuda, Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı Başkanı D. Mehmet Doğan,9 Ekim 2008 günü (Fazıl'ı "Say"dık, solda sıfır çıktı!) başlığı ile “Habervaktim.com”a yaptığı açıklamada:
"Fazıl Efendi piyanistmiş. Türkiye'ye pek yolu düşmezmiş. Buna rağmen iç siyaset malzemesi olacak laflar edermiş. Bir kaç ay önce böyle sözleri gündemi işgal etmişti. Türkiye'den ayrılıp bir daha dönmeyeceğini söylemişmiş. Meğer zaten Türkiye'de değilmiş! Onun fizikî olarak, bedenen Türkiye'de olmadığı bir yana, manevî olarak da, hissiyat olarak da Türkiye'de olmadığı anlaşılıyor. Sadece bu anlaşılmıyor. Şimdi bu adamın Türkçe bilmediği de anlaşıldı. Bunun ölçüsü ne? Türkçenin gelmiş geçmiş en büyük şairinden biri, belki de birincisi olan Yunus Emre'nin dilini anlamıyormuş. Yunus Emre'yi anlamayan kesinlikle Türkçe bilmiyor demektir.

Yunus Emre, yüzyıllar ötesinden söylüyor:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Bu nice okumaktır!

Önce kendini bileceksin! Dilimizi bilmeyen, kültürümüze yabancı olan bir zatı "say"mak zorunda değiliz. Yine de "say" deniliyorsa, cevabımız şudur: "Say"dık, solda sıfır çıktı!"
Sayın Doğan bu konuda ne söylenmesi gerekiyorsa söylemiş. Bunun üzerine zaten bir şey eklemek teferruat ise de, aynı sitede sayın Ruhi Ayangil de, iki şairi mukayese etmenin doğru olmayacağını, "13. asırda yaşayan bir şairin diliyle 20. asırda yaşayanı kıyaslamanın mantığı yok. Yunus'a insanlığı kavrayan sevgi boyutunda, hümanizması bakımından yaklaşmak gerekir. Nazım Hikmet'in birçok şiiri de estetik ölçülerde olmayabilir. Yunus bir inanç, iman, hümanizma şairidir. Nazım diyalektik felsefe çerçevesinde insanlığa yönelmiştir." Sözleriyle, Fazıl Say’a “hizaya gel” ikazını yapmış.
Bense olaya bir başka açıdan bakıyorum.Nazım Hikmet için “oratoryo” bestelenmesine bir itirazım yok. Ancak “Yunus Emre” için bir oratoryo bestelemek ve onu icra etmek konusunda itirazım var. Çünkü Türk-İslâm tasavvufu’nun zirvesi bir şahsiyetin, Hristiyan mistisizminin müziği ile anlatılması kabul edilemez bir çelişkidir. Bu çalışmalar, Süleyman Nazif Üstâd’ın tabiriyle :
“ Rum Patriği teravih namazı kıldırması”ndan başka bir şeye benzemez.
Yunus ancak Geleneksel Müziğimiz’le anlatılabilirdi. Anlatılmıştır da. Açın Türk Tasavvuf Müziği repertuvarını, Uşşak’tan, Hicaz’dan, Neva’ dan ve diğer makamlardan bir yığın ilâhî, kaside v.d. formlardaki ezgileri dinleyin. Bundan sonra dinleyeceğiniz bir Oratoryo sizi ürkütecektir. Nur içinde yatsın Cinuçen Tanrıkorur Hoca, Aksiyon Dergisi’nin Ocak 1995 sayısında yayımlanan ”Gerçek Yobazlık” başlıklı yazısında:
“…Türk velisi Yunus’ a Katolik kilisesinde oratoryo söyletip, ney gibi gönüller yıkayan ilâhî bir Türk sazını, soğuk sesli obua ve flütün yerine kullanmayı havsalası dahi almayan bir Adnan Saygun” dan bahsederken ne kadar haklıdır…
Cumhuriyet’in kuruluş döneminden bu yana, klâsik batı musıkisi formatında eserler veren “Türk Beşleri” ve onların haleflerinin kullandıkları malzeme, yaptıkları sentezlere bakıldığında en çok dikkati çeken husus, gerek modal sistemi, gerek melodik yapısı ve gerekse divan edebiyatından kaynaklanan güftelerini, hatta o eserlerden bazı bölümleri aynen almaktan çekinmemişlerdi. Hatta hiç horlamamışcasına, mal bulmuş mağribi gibi geleneksel musıkînin zirve eserlerine sarılmışlardır. Uzun süre “millî musiki”için bir damar arayan öncü kompozitörlerimiz “alaturka”anbarına girip, orayı talân etmekten de hiç çekinmediler. Mesela :
“…Adnan Saygun’un ünlü Yunus Emre Oratoryosu’ nda geleneksel makam temeline dayalı ilâhiler,yani yeni musıki siyasetinin,hatta bizzat bestecisinin reddettiği bir musıkinin malzemesi de kullanılmıştır.Necil Kâzım Akses Itrî’nin Nevâ Kâr’ı Üzerine Scherzo’ da Itrî’nin söz konusu eserindeki bazı ezgi ve motifleri tema olarak işlemiş;Ulvi Cemal Erkin Köçekçe Suıti’ nde Karcığar ve Gerdaniye Köçekçe tak ımlarını olduğu gibi eserine aktarmış;Ferit Alnar kanun için bir konçerto bestelediği gibi,iki musıki arasında sentez arayışlarına girmiş;Cemal Reşit Rey Osmanlı makamlarına ilgi duymuş,Sabâ,Bestenigâr,Dügâh gibi makamların mistik çizgilerinden hareketle neredeyse tek sesli denebilecek eserler de bestelemiştir.( Bülent AKSOY,”Cumhuriyet Dönemi Musıkisinde Farklılaşma Olgusu”,Cumhuriyetin Sesleri,Tarih Vakfı Yayınları,İstanbul/1999,s.32)
Netice itibariyle, ben Fazıl Say ve meslektaşlarına şunu tavsiye ediyorum:
“Yaşam tarzı”nız gereği aşağılamaya, horlamaya, zaman zaman yok saymaya yeltendiğiniz Türk-İslâm tarihi, müziği ve dolayısıyla kültüründen elinizi eteğinizi çekin artık. Yunus’lar, Itrî’ler, Köroğlu’larından size ne? Size malzeme mi yok sanki. İşte önünüzde Jan Dark’lar,Robin Hood’lar,Bach’lar; Kullanabildiğiniz kadar kullanın….