Tarihin Taştan Vesikaları
Dr. Nazım İNTEPE

Tarihin Taştan Vesikaları

Osmanlı’nın hüküm-ferma olduğu coğrafyada bulunan cami, medrese, han, hamam, köprü, bedesten, türbe, çeşme ve resmî binalardaki hat sanatının değişik tarzlarıyla oluşturulmuş kitabeler karşısında; “Acaba burada neler yazıyor?” diye düşündüğümüz olmuştur. Binaların genellikle kapı üstlerinde bulunan mermer, taş, ahşap veya çinilere kabartma yahut oyma tarzında işlenmiş mânâlı yazılara ‘kitabe’ denir. Çeşmelere, mezar taşlarına, menzillere, nişan taşlarına ve savaş alanlarındaki kayalara işlenmiş yazılar da, aynı kategoride değerlendirilir. Kitabeler, genellikle dinî mekânların (türbe, cami, medrese); sivil, askerî ve resmî binaların (saray, kütüphane, hamam) kapılarının üst kısmına yerleştirilmiştir.

Tarihî-âbidevî eserlere yerleştirilmiş kitabeler, yüzyıllar sonrasına bırakılmış önemli vesikalar hükmündedir. Kitabelerde nesir veya nazımla verilen bilgiler (eserin sahibi, mimarı, hangi maksatla yapıldığı, inşa tarihi…), eserin yapıldığı döneme dâir önemli fotoğraflar sunar. Kitabeler binaların estetik dekorunu tamamlamanın yanında, ülke, dünya, siyaset, sanat, edebiyat ve hukuk tarihi için de sağlam vesikalar hükmündedir. Hendek Gazvesi sırasında Medine civarındaki Sel Dağı’nın kayalıklarına yazılmış yazılar, İslâm tarihine ait en eski kitabeler olarak kabul edilir. Bu yazılardan ilk bahseden Muhammed Hamidullah, bulunan 20 kitabeden çok azının okunabildiğini belirtmektedir. İslâm tarihî bakımdan dikkati çeken ikinci kitabe ise, Asuan’da ortaya çıkarılan ve şu an Kahire Müzesi’nde sergilenen Abdurrahman bin Halid el-Hicri adında bir şahsa ait Hicrî 31 (M. 652) tarihli mezar taşıdır.

Mânâlarına göre kitâbeler
Taşıdıkları mânâya göre kitâbeler; tarih, vakfiye ve tamir gibi isimlerle anılır. Kitabe olarak mihraba veya binaların iç duvarlarına yazılmış âyet ve sûrelere de rastlanmaktadır. İhlâs, Fatiha ve Fetih Sûresi’yle Âyete’l-Kürsî bunlardan en yaygın olanıdır. Duvarı iç veya dıştan tamamen çevreleyen yazılara ‘kuşak yazısı’ denir.

Kitabeye nakşedilmiş yazının mânâsıyla kitabenin bulunduğu mekân arasında bir tenasüp vardır. Bu yönüyle dikkatler, kitabelerin ait olduğu mekânın önemine çekilirken, bir taraftan da, insanlara hayatın hay-huyu arasında bazı hakikatler hatırlatılmaktadır. Cami kapılarının üst kısmında umumiyetle: “Namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (Nisa, 4/103) mealindeki âyet yazılıdır. Caminin iç duvarlarında: “Ey dualara cevap veren, dualarımı kabul eyle!” duası bulunurken; minberlerin üstünde: “Ey iman edenler, cuma günü namaza çağrıyı duyduğunuz zaman, alışverişi bırakarak Allah’ı zikre koşun.” (Cuma, 62/9); mihraplarda: “Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara, 2/144) veya “Zekeriyya onun (Hz. Meryem’in) yanına her girişinde mihrapta bir rızık bulurdu.” (Âl-i İmran, 3/37); sebil ve çeşmelerde: “Her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiya, 21/30) veya “Rableri onlara tertemiz bir içecek içirir.” (İnsan, 76/21); kütüphane kapılarının üstünde de: “Orada esaslı kitaplar vardır.” (Beyyine, 98/3) mealindeki âyetler yer almaktadır.

Kitabeler ait oldukları mekânları diğer yapılardan farklı kıldıkları gibi, tarihî hakikatlere yaptıkları şahitlikle de tereddütleri izale ederler. Saray-Bosna’da yaşanan savaşta yıkılan Mostar Köprüsü’nün kendi eserleri olduğunu söyleyen Hırvatların bu iddiasını, ‘eserin Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayreddin tarafından yapıldığını’ belirten köprünün ayağındaki bir taş kitabe çürüttü. Aynı şekilde Üsküp’teki Fatih Köprüsü ile karşısındaki caminin üzerindeki kitabe, eserlerin Fatih Sultan Mehmed tarafından 1472’de yaptırılmış olduklarına şahitlik etmektedir.

Kitabeler; siyasî tarih, medeniyet ve sanat tarihi araştırmacıları için de sağlam kaynak ve delil hükmündedir. Bursa Ulu Camii’nin farklı zamanlarda yapılan iki minaresinin, kimler tarafından ne zaman inşa edildiği tartışılagelmiştir. Kadı sicil kayıtlarına, vakanüvislerin bıraktıkları belgelere, salnâmelere müracaat edilmiş, mantık yürütülmüş; ancak hakikat, batı minaresinin kaidesindeki kitabede bulunan: “Bu minarenin yapılmasını sultan oğlu Sultan Bayezid Han emretti.” mealindeki yazı okununca anlaşılmıştır.

Kitabelerde, göze hoş gelen sülüs, celî sülüs, divanî, kûfî, nadiren ta’lik hattı kullanılmıştır. Hat sanatının gelişmesini ve hangi üslûbun hangi asırda rağbet gördüğünü kitabelerden öğrenebilmekteyiz. Aynı şekilde şiir ve edebiyatın gelişmesini, dilin geçirdiği safhaları kitabelerden takip etmek mümkündür. Anadolu’da Selçuklularla başlayan Arapça ve Farsça kitabe geleneği, Kanunî Sultan Süleyman döneminden itibaren Türkçeye dönüşmüştür.

Türklerin İlk dönem Anadolu’da kitabeleri nesir hâlindeydi. Manzum kitabe, Osmanlı devrinde gelişmiştir. Anadolu’da manzum kitabenin yaygınlaşmasında ebcedle tarih düşürme de önemli bir rol oynamıştır. Ebcedle tarih düşürme, Fatih’ten itibaren Osmanlı’nın son devrine kadar kitabelerde yaygın olarak kullanılmıştır. Kitabelerde başvurulan tarih düşürme hâdisesi, günümüz araştırmacılarının eser ve dönem hakkında daha detaylı bilgilere ulaşmasına da vesile olmaktadır.

Bir esere kitabe konulması, kitabenin edebîliği ve göze hoş gelen bir hat’la sanatkârane yazılması, o eseri inşa edenlerin esere ve eserin yapılış gâyesine verdikleri önemi gösterir.

Bazı kitabeler, vakfedilen dükkân, han ve hamamın gelirlerinin nasıl kullanılacağını; türbe, cami ve medreselerin ihtiyaçlarının nerelerden karşılanacağını ve vakfeden kişinin şartlarını gösteren bir belge hükmünde olduğundan, aynı zamanda hukukî bir vesika niteliğindedir.

Tarihî mezar taşları da kitabe vazifesi görür. 11 ve 12. yüzyılda Erzurum’dan Bitlis’e kadar olan bölgeyi idaresi altında tutan Ahlat merkezli beyliğin, zamanın en ileri ilim ve kültür merkezi olduğunu, Ahlat’taki mezar taşlarından anlıyoruz. Kitabeler aynı zamanda, duaya vesile birer vefa belgesidirler. Nilüfer Hatun ve Murat Hüdavendigar’ın vakfettiği imarethânelerde (fakirlere parasız yemek dağıtılan yerler) bulunan kitabeler, insanların onları hâlâ hayırla yâd etmesine vesiledir.

Kitabe geleneği, Osmanlı coğrafyasında oldukça yaygındır. Bursa’da bulunan âbide ve kitabeler hakkında 1950’de bir kitap kaleme alan Kazım Baykal, ayakta kalan 118 eser ve kitabeyi fotoğraflayarak kaydetmiştir. Ne yazık ki, bu tarihî yapıların bir kısmı zamanla kereste deposuna, tamirhaneye ve eve dönüştürülmüştür. O dönemlerde İstanbul’da 5.100 kitabeli eserin bulunduğu tahmin edilmektedir. Bugün elimizde Anadolu ve Rumeli şehirlerindeki kitabelerle alâkalı yerli ve yabancı yazarlara ait 50’den fazla kitap vardır.

Millî hafızamız kitabeler
Bir anketin neticelerinden, Bursa’da yaşayanların % 67’sinin Yeşil Türbe’de kimin yattığını bilmediği anlaşılmıştır. Hâlbuki Yeşil Türbe’nin giriş kapısının hemen üstünde, Osmanlıca olarak, “Bu türbe, merhum, cennetlik şehit, Sultanoğlu Sultan Bayezıd Han oğlu Mehmed’in türbesidir. (Hicrî) 824” yazılıdır.

Süleymaniye semtinde “Yeniçeri Ağası” binası iken, daha sonra İstanbul Müftülüğü olan yapının kitabesindeki “Fitne kapısı idi. Hak diledi, oldu makamı ifta (fetva)” yazısı, hem ebced hesabıyla Hicrî 1240’ı göstermesiyle hem de mânâsıyla tarihe şahitlik yapmaktadır.

Kitabeler, tarihî eser ve şahsiyetlerin unutulmamasında önemli bir misyona sahiptir. Molla Hüsrev’in “Dürer ve Güher” (İnci ve Cevher) adlı eseri üzerine araştırma yapan Avusturyalı bir profesör, Bursa’ya geldiğinde, “Molla Hüsrev Enstitüsü veya Müzesi’ni” gezmek ister. Fakat Molla Hüsrev’in müzesi olmadığı gibi, kabrinin de nerede olduğu bilinmemektedir. Uzun araştırmalardan sonra, Nurettin isimli yaşlı bir memurun rehberliği ile “Sahib-i Dürer ve Güher Molla Hüsrev” yazılı mezar taşı okunarak bir cevherimiz ortaya çıkarılır.

Bir dönem, ‘tuğra, mehdiye ve kitabelerin sökülmesi veya gizlenmesi’ kararlaştırıldığı için, siyasî, tarihî, hukukî ve sanat değeri çok yüksek binlerce kitabe kaldırılmış; milletimiz büyük bir hafıza kaybına mâruz kalmıştır. Daha sonra, tarih ve sanat açısından çok değerli olan bazı âbide eserlerimiz gün yüzüne çıkarılmıştır. Üzerindeki sıvalar kazınarak tekrar tarihe şahitlik konumuna getirilen İstanbul Üniversitesi’nin kapısındaki kitabe bunlardan biridir.

Kitabesiz tarihî eserlerin bulunduğu şehirlerde yaşayan insanlar, yaşadıkları mekânın hafızasından bîhaber durumdadırlar. Kitabe olmadan, büyük tarihî eserler insanlara fazla bir şey söylememektedir. Bu yüzden kitabelerin aslı yoksa, fotoğraf ve vesikalardan mislinin hazırlanıp yerlerine konması şehrin hafızasını canlandırma adına önemli bir hizmettir. Diğer yandan, eskilerin yanına, günümüz insanının anlayabileceği tarzda sadeleştirilmiş kitabeler koymak da faydalı olacaktır

[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/352/4245.mp3[/SES]