Duaya çıktılar gelsin diye? Yanmıştı toprakları ve bağırları ? Yalvarıp duruyorlardı:
-Ah bulut! Nerdesin? Seni bekleriz nicedir, görmez misin? Kuraklık köyümüzün topraklarına değil sadece, yüreklerimize de işledi, artık gel! Çocuklarımız senin yokluğunda perişan , kadınlarımız ağıtlar yakıyor hasretinle? Dallar, yapraklar mahzun, çayır çimen dermanını tüketti yolunu gözlemekten ? Kümesteki tavuklar, killerdeki karıncalar seni bekliyor, gel! Çiçekleri soldu bahçemizin. Tarlalarımızın bereketi gitti. Gel de gör, gözlerimiz de fer söndü? Ey bulut! Şu ettiğin reva mıdır bize? Gel hadi, gel lüzum kalmasın daha fazla söze..

Bulut , gökyüzündeki makamında dinlenirken , rüzgar alıp getirdi de , öyle işitti sesleri.. Aman bunlar ne içli yakarışlar, ne özlem yüklü çağırışlar böyle, diye geçirdi içinden. Tam kalkıp gidecekti ki, birden bire vazgeçti?

- Hele biraz daha yalvarsınlar bakalım, pek de güzel oluyormuş beklenmek canım, dedi?

Oturduğu yerde, duyduğu her kelimeyle biraz daha mest olarak, zevkle dinliyordu yapılan çağrıyı:

- Sevgili bulut! Yağdıracağın tek bir damlaya bile muhtacız. Senin o kah okşayan, kah şefkatle vurur gibi yüzümüze değen yağmurunu nasıl da özledik. Sen, ne büyük nimetmişsin de bilemedik. Gel! Gel de gör, karşılama nasıl yapılır. Gel gör, bir buluta nasıl aşk ile bakılır...

Yağmur bulutu, bu son cümleyle öylesine kendinden geçti ki, ne olduğunu unuttu. Artık, onun da oturacak mecali kalmamıştı. Öyle bir kalkış kalktı ki yerinden, gören tüm dünyayı onun yıkadığını sanır? Bir değişik eda, bir acayip hal geldi üzerine. Öylesine şımardı ki, ne dediğini bilemez oldu.
- Ah dedi, ben olmasam halleri harap! Gideyim , üzerlerine saçayım da hazinemi, şad olsun garibanlar?

Diğer bulutlar, ne kadar, beklemesini, padişahtan emir gelmeden gitmemeleri gerektiğini söyledilerse de, dinlemedi bizim bulut? Sarhoşluğu öylesine artmıştı ki, etrafını da göremez olmuştu? Kulaklarında yankılanan ses , hep aynıydı:
- Gel! Gel de gör, karşılama nasıl yapılır. Gel gör, bir buluta nasıl aşk ile bakılır!

Uçtu, gitti duanın yapıldığı diyara doğru? Halk, onu görünce coştu, ağlaştı? Sanki padişah gelmiş gibi, hürmetle karşıladı. Halbuki bu sırada padişah, susuzluktan ne dediğini şaşmış, birkaç damla yağmur için, bir buluta tapmayı adamış olan halkı ve halkın sözüyle kendini fasülye gibi nimetten saymış bulutu gözlemekteydi. Zavallı bulut? gurur perdesi, öylesine gerilmişti ki gözlerinin önüne, padişahın emrindeki basit bir gaz yığını olduğunu unutmuş , kendi kendine yağmura dönüşebileceği vehmine kapılmıştı.

Çatlamış topraklar üzerinde, topraklar kadar çatlak dudaklarını sıkıca kapamış, fersiz gözlerindeki son ümit pırıltılarıyla, gökteki bulutu seyre koyulmuştu halk. Nasıl da hayranlıkla ve yalvarırcasına bakıyorlardı. Bulut, bu bakışların tesiriyle, daha da geçti kendinden:
- Padişah mı? O da kim!? Ben , yılların bulutuyum! Nereye ne kadar yağmur yağdırılması gerektiğini, iyi bilirim. Zaten bana güvenmeselerdi, böyle içlisine çağırırlar mıydı beni bu insanlar? Elbette Hayır! Diğer bulutların aklına yanayım ! Neymiş, Padişahın emri beklenecekmiş! Ayol bu kadar insan , ?Buluuuuuut! Buluuuuuuuutt!? diye inliyor günlerdir. Bir tanesinden ?Padişahıııımmm!? feryadı duyuldu mu? Hem, şu gariban halka zulmetmeye hacet var mı? Geldim işte halkım! Geldim işte! Şimdi rahmetine kavuşacak, mesrur olacaksınız.

Bulutun bu son sözlerini işiten padişah, hiddetlendi. Dedi ki:

- Demek, senin rahmetin? Demek benim ki zulüm de, senin ki ikram? Demek nereye ne kadar yağmur yağdıracağını bilirsin? Yağdır bakalım! Yağdır da gör, neler oluyor!


Bulut, padişahın bu hiddetinden ve ?yağ!? emrinin padişahtan geldiğinden habersiz, yağmur yağdırmaya başladı. İşte, diyordu, işte yağmur bulutu olmanın güzelliği? Nasıl da bereket saçıyorum?

Yağmur yağıyor, halk seviniyor, bulut kendini iyiden iyiye dev aynasında görüyordu. Fakat bir süre sonra, yani toprak suya doyup bitkiler ve hayvanlar doyasıya ıslandıktan sonra, yani artık yağmurun dinmesi, güneşin açması için beklenmeye başlandığı demlerde, bulut hala yağmur yağdırmaya devam ediyordu. Ve nedense duramıyor, hatta zaman zaman öylesine coşuyordu ki, iri buz parçaları ayrılıyordu bedeninden yeryüzüne..

Biraz önce gelsin diye yol gözleyen insanlar, artık gitsin diye baktılar ama , bulut yerinden kımıldamıyor ve delicesine bir yağmuru, ısrarla bu insanların üzerine indiriyordu. Tüm bu olanlardan, o da bir şey anlamamış, gitmek istediği halde, sanki oraya çakılıp kalmıştı. O kadar yağdı ki, az önce kuraklıktan çatlayan toprak, az sonra yağmur sularının oluşturduğu selle sürüklenmeye başladı. Kısa süre içinde , rahmet saçmaya geldiği diyar için bir felaket oldu bulut? Öyle felaket ki, oluşan sellere kapılmadık ne bitki kaldı, ne hayvan? ne taş kaldı, ne insan?

Haddini bilmeyen kibirli bulut, anladı ya rahmetin de, kudretinde Padişahta olduğunu, geç oldu? Ve istemeyi bilmeyen halk, kendi diliyle, istediğinin kurbanı oldu.


N. Nur Türk