Bir toplumun devlet olabilmesi için bazi hususiyetleri tasimasi gerekir. Toprak (ülke) bu hususiyetlerin basinda gelmektedir. Çünkü her bagimsiz devletin hak ve selahiyetlerini mutlak surette kullanabildigi belirli sinirlarla tesbit ve tayin edilmis bulunan cografî bir toprak parçasi diye tarif edilen "ülke" kavrami ancak belli bir topraga sahip olmakla mümkün olabilir.
Islâm öncesi Türklerinde toprak biri fertlerin digeri de cemaatin olmak üzere iki kisma ayriliyordu. Islâm öncesi Türk devletlerinin kismen yerlesik de olsa göçebe hayat tarzi ve an'anelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip olduklari bilinmektedir. Hayvanlarina otlak vazifesi görmesinden dolayi göçebeler için topragin ehemmiyeti büyüktü. Eski Türklerde otlaklar fertlerin degil kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardi. Yedisu havalisinde oturan Kazak-Kirgizlarin isledikleri topraklarda özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardi. Özel mülkiyete dahil bulunan arazi kabilenin müsterek mülkiyetinde bulunan topraklarin paylasilmasi ve sahis ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmisti. Hususi mülkiyette sahibi tam anlamiyla toragi temellük eder. Öldügü zaman arazi ogullarina miras kalir. Ancak vâris bulunmadigi zaman söz konusu olan toprak cemaata kalir. Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir. Sayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa cemaat tarafindan onun için bir arazinin tedarik edilmesine çalisilirdi. Cemaat mülkiyetine ait olan arazi muayyen parçalara ayrilarak bir kira karsiliginda geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi. Bu arazinin kiracilar elinde birakilma müddeti muhtelif yerlerde toprak su ve ekim sartlarina göre degisiyordu.
Türklerin Islâm'i kabul edip Islâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarindan sonra dinî iktisadî ve ictimaî hayatlarinda degisiklikler meydana geldi. Bu sebeple Müslüman Türkler her konuda oldugu gibi toprak hukuku ve idaresi bakimindan da Islâmî prensiplere bagli kaldilar. Bunun içindir ki Islâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açidan bu sistemi dört ana devreye ayirirlar. Bunlar:
a)Islâmiyetin baslangicindan Hz. Ömer'in halifeligi dönemine kadar olan devre
b)Hz. Ömer devri
c)Abbasi ve Selçuklu devri
d)Osmanli devri.
Islâm medeniyeti içerisinde basli basina bir devreye konu olabilecek olan Osmanli toprak uygulamasi gerçekten toprak hukuku bakimindan büyük bir önem arz eder. Filhakika Osmanlilar birçok müessesede oldugu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatindan istifade etmislerdi. Zaten onlara bigâne kalmalari da mümkün degildi. Bu sebepledir ki devlet henüz bir beylik durumunda oldugu zaman bile Islâmî bir sistemin yerlesmesi için çalisiyordu. Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanli Beyligi'ni siyasî ve kültürel bakimlardan klasik Islâm geleneklerinin ihyasini hedef tutan bir devlet olmaya dogru gelistirdiler. Osman Gazi'nin halefleri tedricen "sultan"lar haline geldiler. Onlarin etrafinda karakterini dil ve irktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettigi bir "Osmanlilar cemiyeti" tesekkül etti.
Islâm âleminde bir gelenek olarak Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk Islâm devletlerinde uygulanmistir.
Selçuklularin askerî mukataalar ihdas etmeleri hanedanin kendi baslica dayanagi olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabanci sahalarda yerlestirmek onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden dogmustur. Bu suretle yavas yavas topraga baglanan göçebeler hem bir karisiklik âmili olmaktan çikiyor hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teskil ediyorlardi. Bu usulün ehemmiyet ve faydasi bilhassa Bizans'tan zapt edilen yeni sahalarda daha açik bir sekilde görünüyordu. Kismen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve kismen de yerlerinde birakilan yerli ahaliden kalmis genis Anadolu topraklari Selçuklularin takib ettikleri ikta sistemi sayesinde yavas yavas Türklesti.
Osmanlilarin kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alip tatbik ettikleri timar sistemi Osman Gazi ile baslar. O zapt ettigi bütün yerleri timar olarak silah arkadaslari ile askerlerine veriyordu. Itaat eden yerli halki da yerinde birakiyordu. Hatta o arkadaslarindan bazilarinin uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçirmalarina engel oluyordu. Âsikpasazâde'ye göre o: "Her kime kim bir timar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldügü vakitte ogluna ve eger küçücük dahi olsa vireler. Hizmetkârlari sefer vakti olicak sefere varalar tâ ol sefere yarayinca. Ve her kim kanun düzse Allah andan râzi olsun. Ve eger neslimden bir kisi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzi olmasin" demistir. Selçuklu uygulamasi ile ayni özellikleri tasiyan bu sözlerden su sonuçlar çikmaktadir:
1- Sebepsiz yere hiç kimsenin timari elinden alinamaz.
2-Timar sahibinin ölümü halinde timari ogluna intikal eder.
3-Ogul sefere gidemeyecek kadar küçükse harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlari sefere gideceklerdir.
Anadolu'da Osman Gazi ile baslayan timar sistemi ondan sonra gelen torunlari tarafindan devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamaninda timar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayit bulunmaktadir. Ayrica gazilerin yani timar erlerinin yeni zaptedilen uslara yerlestirildigi hakkindaki rivayetler de timarlarin askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamiza vesile olmaktadir. Hatta timarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeslerine karsi harplere katiliyorlardi. Rumeli fetihleri baslayinca timar sistemi oralarda da uygulanmaya basladi. Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil'a timar olarak verildigi ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhati ehemmiyet kazaninca Anadolu'dan pekçok halk ve bazi Türk asiretleri oradan alinip Rumeli'ye iskan ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini saglamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu durum sebebiyle timar sistemi daha da yayginlik kazanmaya basladi.
Baslangiçta "Has" ile "Timar" seklinde ikiye ayrilmis olan birlikler I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katilmasi ile üç kisma ayrildilar. Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ölünce onun yerine Kara Ali oglu Kara Timurtas Pasa beylerbeyi olmustu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtas Pasa "Has" ile "Timar" arasinda "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettigi muhakkak olan bu toprak sistemi topragin mülkiyet haklari ile ilgili degildir. Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alikonulmus topraklar rejimi Osmanli Devleti'nde en genis ölçüde ve en serbest bir sekilde tatbik edilebilmistir. Bu rejimde topragin menfaati kendisine birakilan sinif topragi fiilen isleyen reâyâdir. Burada sunu da hemen belirtelim ki Osmanli reâyasinin sahip bulundugu haklar Avrupa'daki "Serf'lerin sahip oldugu haklar ile kiyas edilemeyecek kadar daha medenî daha insanî ve daha mütekâmildir. Konuyu daha netlestirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanli reâyasinin muasiri olan Avrupa'daki serflikten ve onlarin durumundan kisaca söz etmek gerekir.
Avrupa'da topraga yerlestirilmis olan köle (serf çiftçi) bazi isleri hür insanlar gibi yapamaz. O birçok haktan mahrumdur. Derebeylik sisteminin getirdigi feodalizme göre serfler hukukî bakimdan diger insanlardan tamamen farkli bir hüviyete sahiptirler. Asagidaki maddeler onlarin nasil bir statüye sahip olduklarini ortaya koyacaktir:
a- Istedikleri ile evlenemezler baska senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez.
b- Serflerin mirasi hür olan insanlarinki gibi vârislerine intikal etmez sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler.
> c-Istedikleri meslegi seçme çalisip çalismamada serbestlikleri yoktur.
d-Efendilerinin angarya islerinde çalismak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var.
e- Serfleri cezalandirmak efendilerine aittir.
f-Serfler ruhban sinifi ve manastirlara giremezler mahkemelerde hür bir insana karsi sahidlikleri kabul edilmez.
Serflerin içinde bulundugu bu duruma karsilik Osmanli reâyâsi hür insanlardi. Onlar her türlü hukukî statüye sahiptirler. Serf veya ortakçi kullarla bir ilgileri yoktur. Bu sebepledir ki Avrupa feodal toplum yapisinda görülen köylü isyan ve ihtilallerine son derece karisik dinî ve sosyal gruplari bünyesinde toplayan Osmanli Devleti'nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz. Sinif tesekkül ve kavgasina zemin hazirlamayan Osmanli toplum yapisi baska toplumlarla kiyasi mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder. Bati insaninin yüzyillar boyu sürdürdügü sinif mücadelesini ve kölelikten kurtulma savasinin izlerini Türk ictimaî hayatinda görmek mümkün degildir.
Osmanli Devleti kuruldugu ve daha sonra feth ettigi memleketlerde bir çesit toprak köleliginin mevcud oldugu düzensiz bir derebeylik nizami ile karsilasmistir. Bu nizamin toprak münasebetlerinde sebep olacagi düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür'atle müdahale etmis topraga dayanan asalete son vermek suretiyle topragi isleyenleri serf olmaktan çikarmis derebeylik yerine timar sistemini serf yerine timar sahibi olan sipahî ile aralarinda sadece akdî bir münasebet bulunan bir çesit aynî hak sahibi kiraciya benzer toprak mutasarriflarini ikame etmistir. Böyle bir toprak düzeni ise topragin mülkiyetinin devlette olmasiyla mümkündür. Iste bunun içindir ki Osmanli hükümdarlari Islâm fetihlerinin baslangicinda oldugu gibi fethedilen topraklarin bir kisminin mülkiyetini halka birakirken bir kisminin rakabesini hazine için alikoymus ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmistir.
Baslangiçta arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrildigi Osmanli Devleti'nde bilahare arazinin tamamina yakin bir kismi mirî rejime tabi tutulmustur. Üsküp ve Selânik kanununun basina koydugu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574) arazinin mirî olus sebeplerine temas ederken ayni zamanda Islâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder. Ona göre:
"Bilâd-i Islâmiyede olan arazi muktezay-i seriat-i serife üzre üç kisimdir:
Bir kismi arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasinda) ehl-i Islâm'a temlik olunmustur. Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir). Sâir mallari gibi nice dilerlerse tasarruf ederler. Ehl-i Islâm üzerine ibtidâen harac vaz'i na mesrû olmagin (mesru olmadigi için) ösür vaz' olunmustur. Ekerler biçerler hâsil olan gallenin ösründen gayri asla bir habbe alinmaz. Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler. Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür. Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir.
Bir kismi dahi arz-i haraciyedir ki hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasillarindan ösür yahut sümün yahud subu' yahud südüs nisfa degin (1/10 1/8 1/7 1/6 1/2) arzin tahammülüne göre harac-i mukaseme vaz' olunup yilda bir miktar akça dahi harac-i muvazzaf vaz' olunmustur. Bu kisim dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir. Bey'a ve siraya (satma satin alma) vesair enva-i tasarrufata kadirdirler. Istira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin verirler. Ehl-i Islâm istira etseler dahi kefereden alinagelen haraclari sâkit olmaz (haraçlari düsmez). Bi kusur edâ ederler. Egerçi ehl-i Islâm'a ibtidâen harac vaz' olunmak mesru degildir. Amma bekaen alinmak mesrudur. Mutasarrif olanlar eger ehl-i zimmettir eger ehl-i islâmdir madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edüp ta'dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder. Sevad-i Irak arazisi böyledir. Kütüb-i ser'iyyede mestûr ve meshur olan arazi bu iki kisimdir.
Bir kisim dahi vardir ki ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir. Âna arz-i memleket derler. Asli haraciyedir. Lakin sahiplerine temlik olundugu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degüp her birinin hissesine mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degiip her birinin hissesine göre haraclari tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmagin rakabe-i arazi beytü'l-mal-i müslimîn içün alikonulup reâyaya ariyet tarikiyla virülüp ziraat ve hiraset idüp bag bahça ve bostan idüp hâsil olandan harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin vermek emr olunmustur. Sevad-i Irak'in arazisi eimme-i din mezheblerinde bu kabildendir.
Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki arz-i mîrî demekle mâruftur. Reâyânin mülkleri degüldür. Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp ösür adina harac-i mukasemesin ve çift akçasi adina harac-i muvazzafin virüp madem ki ta'til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya degin nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta ogullari kendilerin makamlarina kayimlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler. Ogullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alinip tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler."
Görüldügü gibi devlet reâyânin elindeki topragin miras yolu ile parçalanmasi serbest alisveris usûlü ile gelisigüzel sahip degistirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerie müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düsüren muameleleri önleyici hükümler koymustu. Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir" yerde bey'u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat ser'an ve örfen memnudur denilmektedir.
Müslüman Devletlerde arazinin mîrî olus sekillerini söyle siralayabiliriz:
a) Fethedilen arazi gâliplere (fâtihlere) tevzi veya mahallî halk elinde birakilmayarak devlete (beytü'l-mal) mal edilmek suretiyle. Islâm hukukuna göre devlet baskani bu arazi ile ilgili olarak istedigi gibi tasarrufta bulunabilir.
b) Fetih esnasinda nasil muamele gördügü belli olmayan arazi.
c) Mülk araziden olan topragin mâlikinin mirasçi birakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmamasi halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile.
d) Topragin mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle.
e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak.
Osmanli toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar:
1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü'l-male ait)
2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)
Tafsilatina girmedensadece kaç kisim olduguna isaret ettigimiz arazi-i emirîye 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3. maddesinde söyle tarif edilmektedir:
"Arazi-i emirîyye beytü'l-male ait olarak ihale ve tefvizi taraf-i Devlet-i Aliyye'den icra olunagelen tarla ve çayir ve yaylak ve kislak ve korular ve emsali yerlerdir ki mukaddema ferag ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan timar ve zeamet ashabinin ve bir aralik mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken muahharan bunlarin ilgasi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye'den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarriflari yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir."
1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlilarda arazi: a- Arazi-i Memlûke b- Arazi-i Emîrîye c- Arazi-i Mevkufa d- Arazi-i Metrûke e- Arâzi-i Mevât olmak üzere bes gruba ayrilmaktadir:
> a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kisimdan ibarettir: 1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir. 2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüstürülen yerlerdir. 3- Ösrî topraklardir. 4- Haracî topraklardir.
Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar mallarini diledikleri gibi kullanir isler satar hibe veya vakf edebilir. Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir.
b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere tarla otlak yaylak kislak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden timar ve zeamet sahipleri tarafindan kullanilan bu topraklar arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmistir.
c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmis olan topraklardir. Vakfi yapan (vâkif) tarafindan tesbit edilen sartlara göre kullanilir.
d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapilan yollar köprüler ile köy ve kasaba halkinin birlikte istifade edebilmesi için birakilan mera koru vs. gibi yerlerdir.
e- Arazi-i Mevât: Köy kasaba ve fertlere tahsis edilmemis bulunan ve imar bölgeleri disinda birakilmis olan topraklardir.
Bu sistem devlete ait mîrî arazinin savaslarda yararliligi görülen kale yapim ve tamirinde bulunan devlete hizmet eden mücahidlere askerlere ve diger bazi hizmet erbabina dagitilarak bu kimselerin kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser'î vergileri toplamasi seklinde belirlenebilir. Topragin "rakabe" denilen çiplak mülkiyeti devlete kullanma ve yararlanma hakki timar sahibine aittir. Daha önce de temas edildigi gibi toprak üzerindeki bu hak babadan ogula intikal etmekte ancak timar sahibinin topragi satmasi hibe etmesi bagislamasi rehine koymasi veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün degildir.
Osmanli Devleti'nde mirî arazi rejiminin sonucu olarak timar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çikti. Bu daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelismisti. Osman Gazi'nin fetihleri ile ortaya çiktigini daha önce gördügümüz bu uygulama I. Murad döneminde teskilâtli ve sistemli bir kurum haline geldi. Önceleri timar ve has diye ikiye ayrilan dirliklere bu devirde Kara Timurtas Pasa yardimiyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kisim daha ilave edildi.
Devlette büyük bir fonksiyonu bulunan timar sistemi Osmanli toprak rejiminin temelini teskil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî ictimaî askerî ve idarî teskilâtlarin tamami büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydi. Toplum hayatinda en küçük vazife sahibinden devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varincaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar geçimlerini toprak ürünleri ile sagliyorlardi.
Toprak taksimatinin en küçük bölümü olan timar geliri 3 bin ila 20 bin akça arasinda degisen askerî dirliklere verilen bir isimdir. Devrin imkânlari göz önünde bulundurularak bir kisim asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak saglanmistir. Nitekim bu mânâda "zeâmet ve timar ki defi a'da için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunlari tasarruf edenlerdir denilmektedir. Keza Islâm Ansiklopedisindeki genis makalesinde Barkan da bu mevzuda sunlari söylemektedir:
"Osmanli Imparatorlugunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masraflari karsilamak üzere bir kisim asker ve memurlara muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarina tahsil selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmis olan vergi kaynaklarina ve bu arada bilhassa defter yazilarindaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir." Kendisine böyle bir imkân taninan kisi (timar sahibi sipahî) buna karsilik bâzi vazifelerle mükellef tutulmaktadir. O batidaki toprak sahiplerinin serflerine karsi takindiklari tavir gibi bir pozisyonda bulunamaz. Keza timari içinde meydana gelen olaylara toprak sahibi sifatiyle müdahalede bulunamaz. Zira "Osmanli Imparatorlugunun adlî düzeni icabi herhangi bir cezanin tatbiki için bütün suçlarin kadi mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tesbit edilerek hükme baglanmis bulunmasi lâzimdir. Ne kadar kudretli kisiler olurlarsa olsunlar timar sahipleri reâyanin hukuk ve ceza dâvalarina bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip degildi. Hatta diger askerî sinif mensuplari gibi timar sahiplerinin de kendi reâyasi ile beraber ayni mahkemeler önünde ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icabediyordu. Mahkeme karari olmaksizin kimsenin hapsedilmesi zincire vurulmasi iskenceye tâbi tutulmasi veya para cezasi ödemesi câiz degildi." Osmanlilarda topragin rakabesi devlete aittir. Bununla beraber çiftçinin vermekle mükellef tutuldugu vergiyi dogrudan dogruya devlet degil ve fakat onun adina bir maas karsiligi olarak herhangi bir memur alir ki böyle bir memuriyeti bulunana sipahî bu tatbikata da "timar sistemi" adi verilmektedir. Sipahî timari içinde çalisanlara haksiz bir ceza veremiyecegi gibi onlara angarya da yükleyemez. Zira Osmanlilarda timari içinde sipahinin bir kisim topraklari kendi nâm ve hesabina isleten ve bu maksatla idaresi altinda bulunan reâyânin isgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadigi anlasilmaktadir. Ayni sekilde mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasinda büyük ölçüde ekonomik bir farklilasma görülmez. Birisi idarîaskerî vazifeler karsiligi toprak gelirinden istifade ederken digeri sadece emek karsiligi bu ürünlerden faydalanmaktadir. Osmanli cemiyetindeki bu iki sinif insanin emeklerini toprak geliri ile karsilamasi maddî farklilasmayi ortadan kaldiran önemli bir âmil olmustur.
Sipahî reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tesbit ve tâyin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selâhiyetli degildi. Selâhiyetini tecavüz edenden de dirligi bir daha geri verilmemek sartiyle alinirdi. Nitekim 14 Muharrem 973 (12 Agustos 1565) de Sivas Beylerbeyi Sivas ve Arapkir kadilarina yazilan bir hükümde Divrigi Beyi Kasim'in seriat ve kanuna aykiri olarak reâyâya haksizlik ettiginin mahkeme tarafindan tesbit edilmis olmasi cihetiyle sancaginin tebdiline karar verildigi bildirilmektedir. Ayni seneye 973 (1565) ait baska bir belgeye göre Avlonya Kadisina yazilan bir hükümde de mezkûr kazaya bagli Aspurokilise adindaki köyde timar tasarruf eden Burhan oglu Ahmed Sipahî ehl-i senaattan olmak çesitli kötülük ve haksizliklari bulunmakla hapsedilmesi ve timarinin elinden alinmasina dair tafsilâtli bilgi verilmektedir. Ekonomik ve sosyal durumlari ile dinî inançlari tamamen farkli çesitli kavimlere mensup kimseleri sinirlan içinde barindirarak onlari tebea edinen Osmanli Devleti böylece timar sahibinin yapabilecegi herhangi bir haksizligin önünü almis oluyordu.
Sipahî mîrî arazinin halka tefvizinde devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir. O arazinin gerçek sahibi degildir. Bunun içindir ki devlet timarlarin kapali bir sistem halinde çalismasini engellemek onlari devamli kontrol etmek ve gerektiginde müdahalede bulunmak için devamli surette buralara çesitli memurlarini gönderir. "Timar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmis olan arazi ve reâyâya ait ser'î veya örfî bir takim hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarina toplayip onlarin gelirleri ile birtakim vazifelerin ifâsini temin ettiklerini biliyoruz. Bununla beraber sipahî timarlarini malî bakimdan hârice karsi tamamiyle kapali ve müstakil bir bütün bir müafiyet (imnunite) sahasi olarak kabul etmek de mümkün degildir. Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyyeti hususlari siki bir sekilde merkeziyetçi bir devlet teskilâti tarafindan mürakebe edilmekte ve sipahî timarina muhtelif hak ve vazifeler dolayisiyle birçok devlet memuru girip çikmaktadir."