A'dan Z'ye Osmanlı Devleti

Güzel San'atlar mîmârî çinicilik minyatür sahalarinda muhtesem nâdide eserler verildi. Mîmarlik sahasinda kendine has estetik mâhiyette sanat eserleri yapildi. Bunu sivil askerî dînî mülkî adlî sosyal ve kültürel eserlerde en ...


  1. Alt 03-27-2009, 20:09 #11
    beyza Mesajlar: 2.053
    Güzel San'atlar mîmârî çinicilik minyatür sahalarinda muhtesem nâdide eserler verildi. Mîmarlik sahasinda kendine has estetik mâhiyette sanat eserleri yapildi. Bunu sivil askerî dînî mülkî adlî sosyal ve kültürel eserlerde en güzel sekilde basta Istanbul olmak üzere memleketin her tarafinda görmek mümkündür. Topkapi Yildiz Çiragan Göksu Kasri Dolmabahçe Beylerbeyi saraylari Selimiye Kislasi Kuleli Askerî Lisesi Anadolu ve Rumeli Hisarlari Bursa Yesil Ulu câmileri Edirne'deki Selimiye Câmii Istanbul'daki Fâtih Mahmûd Pasa Süleymâniye Sehzâdebasi Sultanahmed Nûruosmâniye Vâlide Sultan; Manisa'da Murâdiye Hâtuniye câmileri; Mahmûdpasa Sultan Süleyman Sultanahmed Fuadpasa Mahmud Sevket Pasa Hürrem Sultan Naksidil Sultan türbeleri; Nilüfer Hâtun Imâreti Kapaliçarsi Sultanahmed Çesmesi Mîmar Sinân Sebili Fâtih Süleymâniye medreseleri Haseki Gureba Hastâneleri Osmanli mîmârî eserlerinin nümûneleridir.

    Çinicilik; dekoratif sekiller olup yaygin olarak câmilerde saraylarda ve diger eserlerde kullanildi.

    Minyatür; nakkaslar tarafindan kâgit duvar tahta ve tasa zarif sekilde islenirdi. Kat'i denilen kâgit oymaciligi sanati da vardi.

    Hat; güzel yazi sanati olup yazarlarina hattat denir: Kûfî Sülüs Nesih Muhakkak Reyhânî Tevkî' Icâze Ta'lik Divânî Celi Rik'a Ma'kili dâhil bin kadar çesidi vardi. Halicilik kumasçilik dericilik ciltçilik kitapçilik tezhipçilik porselencilik kehribarcilik mürekkepçilik mobilya sandalcilik da ayri birer sanat dali olarak her sahada eserler verildi.

    Ahlâk; Osmanli idâresinde Islâm ahlâki hâkimdi. Pâdisâhin sarayinda Islâm ahlâki en güzel sekliyle yasanir buradan halka yayilirdi. Enderunda yetistirilerek tasra çikarilan beyler ve askerler bir taraftan haremde yetistirilerek üstün ahlâk sâhibi kimselerle evlendirilen câriyeler güzel ahlâkin çevreye yayilmasinda baslica âmil oldular. Memlekette umûmî kâideler dâhil gayri müslimler hâriç herkes Islâm ahlâkina ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik Osmanlilik suuru vakâr büyüge hürmet küçüge sefkât vefâ ve sadâkat hayirseverlik cömertlik merhamet ve müsâmaha tevekkül nâmus temizlik hayvan ve bitki sevgisi his kiymet ve idealleri basligi altinda toplanabilen ahlâk ölçülerine riâyet edilirdi. Güzel ahlâk kiymet ölçüleri sâyesinde memleket emniyet ve huzur içinde olup tam bir kardeslik havasi hâkimdi. Osmanli ahlâkini gören devrin sefir ve seyyahlari yazdiklari eserlerde gibtayla bahsetmekte ve okuyanlari imrendirmektedirler. Sultan Ikinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamâninda Osmanli ülkesinde bulunan Edmondo da Amicis Constantinople (Istanbul) 1883 adli eserinde söyle yazmaktadir: "Pasasindan sokak saticisina kadar istisnâsiz her Türkte vakâr agirbaslilik ve asillik ihtisami vardir. Hepsi derece farklari ile ayni terbiyeyle yetistirilmislerdir. Kiyâfetleri farkli olmasa Istanbul'da bir baska tabakanin oldugu belli degildir... Istanbul'un Türk halki Avrupa'nin en nâzik ve kibar cemâatidir. En issiz sokaklarda bile bir yabanci için küçük bir hakârete ugrama tehlikesi yoktur. Namaz kilinirken bile bir Hiristiyan câmiye girip Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile küstahça bir bakis degil sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadin sesi duyamazsiniz. Fuhusla ilgili en küçük bir tezâhüre sâhit olmak imkân disidir. Sokaklarda bir yerde birikmek yolu tikamak yüksek sesle konusmak çarsida bir dükkâni lüzûmundan fazla isgâl etmek ayip sayilir."

  2. Alt 03-27-2009, 20:10 #12
    beyza Mesajlar: 2.053
    Islâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle sosyal huzuru saglamak için yapilan is; Emr-i bil ma'rûf ve nehy-i anil münker. Bu vazife muslümanlarin bir kisminin yapmasiyla digerleri üzerinden sakit oldugu için islâm devletlerinde hükümdarlar bu isle vazifeli me'murlar tâyin etmislerdir. Osmanlilardan önceki islâm devletlerinde bu vazifeye hisbe ve bunu yapan me'mura da muhtesib; Osmanlilarda ise bu ise ihtisâb vazifelisine de ihti sâb agasi ve muhtesib denilmistir.

    Iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek gayesiyle kurulan bu müesseselerin basinda bulunan muhtesib dînin hos karsilamayip çirkin gördügü her türlü kötülügü (münkeri) ortadan kaldirmaya çalisirdi. islâm ülkesinde müslümanlarin Cuma namazinda camiye gitmelerine dikkat eder sayilari kirki asan topluluklarda cemâat teskilâtinin kurulmasini saglardi. Ramazan ayinda alenen oruç yiyenler içki içip sarhos olanlar iddet beklemeden evlenen kadinlar yasak mûsikî âleti çalip âlem yapanlar velhâsil islâm'a muhalif hareket edenler hep muhtesibe hesap vermek mecbûriyetindeydiler.

    Muhtesib devleti temsîlen bu vazifeye getirildigi için genis bir tâzir (cezalandirma) salâhiyetine de sâhibdi. Okullari teftis eder düsmanin eline geçtigi zaman isine yarayabilecek her türlü harb malzemesinin satisini yasaklardi. Çarsilarin nizâm ve intizâmini saglamaya ölçü ve tartilari kontrol etmeye dinle alay edenleri takibe komsu hakkina tecâvüzü önlemeye zimmîlere âid binalarin müslümanlarinkinden daha yüksek yapilmamasina dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhibdi.

    Muhtesip herhangi bir sikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolasip gördügü uygunsuz hâllere âninda müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkinda islem yapabilmesi için her seyden önce yapilan kötü isten haberdâr olmasi gerekirdi. "Falanca bu suçu islemis olabilir" gibi bir düsünce veya tecessüsle (kisilerin gizli hâllerini arastirmakla) rastgele kimselerin laflari ile bir kimse hakkinda islem yapamazdi. Kendisi veya kendisine yardimci me'murlarin sâhid olmalariyla münkerin islendigine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil müslümanin sehâdet etmesi lâzimdi.

    Münkerin islendigi sabit olduktan sonra hatâyi bilmeden islemis olma ihtimâli oldugu için ilk önce münâsib bir sekilde o isin kötülügünü münkeri isleyene anlatirdi. Allahü teâlâdan korkmak lâzim oldugunu söyler nasihat ederdi. Tatli sözden anlamaz verilen nasîhatla alay etmeye kalkisan olursa dil ile ta'zîr eder "Günahkâr ahmak câhil Allah' tan korkmaz" gibi sözler söyleyerek azarlardi.

    Azarlamak da fayda vermezse elle müdâhale ederdi. Içkiyi döker ipek elbiseyi çikarir oyun âletini kirar gasb edilmis araziden çikarir bunlari yapmak için de herhangi bir yerden izin almasi gerekmezdi. Duruma göre dövmekle veya baska bir ceza ile tehdîd eder bütün bunlar fayda vermez ve kisi hâlâ münkerde (kötülükte) israr ederse döverdi. Münkeri isleyen; muhtesibe karsi koyar onu ta'zîr eder saldirirsa; son çâre olarak silâh kullandigi da olurdu.

    Muhtesibde bâzi sartlar aranirdi. Her seyden önce ihtisâb isini üstlenecek kisi yâni muhtesib; müslüman ve mü'min olmaliydi. Zîra emr-i bil ma'rüf ve nehy-i anil münker dînî bir hizmettir. Muhtesiblik kisilere bir yetki ve hâkimiyet tanidigindan dînin aslini inkâr eden ve müslüman olmayan kisiler bu vazifeye tâyin edilmez böylece müslümanlarin serefi gözetilirdi.

    Vazifelerinden bir kismi âninda müdâhaleyi gerektirecek cinsten olan muhtesibin bütün bu isleri yaparken bilgi ve kudret gibi iki melekeye sâhib olmasi lâzimdi insanlarin baska müdâhaleye lüzum kalmadan kendiliklerinden münkeri (kötülügü) terk etmeleri için muhtesib tâyin edilecek kisilerin akilli zekî ilim sahibi yüzü nurlu heybetli ve vakar sahibi kimselerden seçilmeleri gerekirdi.

    Erkek ve mükellef olmalidir. Bulug çagina gelmemis âkil-bâlig olmamis bir çocugun emir ve yasaklara riâyet etmesi 'gerekli ikazlarda bulunmasi caiz olmakla beraber henüz bunlardan sorumlu degildir. Üstelik bilfiil men etmek ve mesru olmayan bir seyi ortadan kaldirmak devlet otoritesini temsil eden me'murun yapabilecegi bir is oldugundan bu vazîfe çocuga verilemezdi.

    Muhtesibin sâdece dînî emir ve yasaklarin yaninda me' muriyetini ilgilendiren iktisadî konulari da bilmesi sartti ilmiyle âmil olan muhtesibin bildigi seyleri öncelikle kendi nefsine tatbik etmesi çok önemliydi. Aksi hâlde yâni kendi bildigi ile amel etmeden baskasinin amel etmesini istemesi cemiyet üzerinde menfî te'sirlerin meydana gelmesine sebeb olurdu. Her fiil ve sözünde Allahü teâlânin rizâsini gözetmeli riya ve gösteris gibi baskasina yaranmaya sebeb olacak kötü huylardan uzak bulunmaliydi.

    Muhtesib verâ ve takva sahibi olmaliydi. Çünkü bildikleri ile amel etme önemli ölçüde buna baglidir. Ancak böyle bir özellige sâhib olan kimseler vazîfelerini kötüye kullanmazlar. Bâzi kisilerin kötülüklerinden men edilmesine ilim ve takva kâfî gelmeye bileceginden böyle durumlarda yavas ve yumusak davranmak gerekir bunun için güzel ahlâka da sâhib olmasi lâzimdi.

    Osmanli Devleti'nde muhtesiblik yüksek bir makam kabul ediliyordu. Her ne kadar bu makam devlet teskilâtinda uygulanan iltizâm usûlünden dolayi bir çesit satin alinan bir hizmet görünümünde ise de mâli imkân bakimindan bu makami satin alabilecek kudrete sâhib herkese verilmiyordu. Zîrâ bu muhtesiblik (ihtisâb agaligi) bir kisiye verilirken; "ihtisâb agasi olan kimesne mechûlü'l-hâl (huyu yasayisi inanci bilinmeyen) kimesne olmayip hüsn-i hâl ile ma'rüf (iyi özellikler iyi halleriyle taninmis) ve istikâmet ile mevsûf (dogrulukla vasiflanmis) bir kimesne ola" perensibinden hareket ediliyordu. Bu sebeple de ancak istenilen vasiflara hâiz olanlara bu görev veriliyordu.

    Osmanli idarî teskilâtinda pek çok me'mûriyet hizmetinde oldugu gibi ihtisâbda da vazîfe süresi prensip olarak bir seneydi.

    Bu sekilde bir kisi ayni isde uzun süre tutulmayarak suistimallerin önüne geçilirdi. Iltizâm usûlü ve bir sene müddetle ihale olunan bu vazife karsiliginda tâlib olandan bedel-i mukâtaa adiyla bir meblag alinarak eline bir berât verilirdi.

    Osmanli devlet teskilâtinin genis kadrosu içinde yer alan ve hemen hemen bütün müslüman devletlerde muhtesib diye isimlendirilen bu görevliyi Osmanlilar da genellikle ayni sekilde isimlendirdiler. Bununla beraber bâzan ihtisâb emini bâzan da ihtisâb agasi diye isimlendirildigi oldu. 1826 senesinde ihtisâb nezâretinin kurulmasindan sonra ise unvan olarak ihtisâb nâzin kullanildi.

    Osmanlilarda ihtisâb vazifesini yapmakla ilk defa kimin ve ne zaman tâyin edildigi bilinmemekle beraber Âsikpasa Târihi'nde bildirildigine göre; ilk uygulama Osman Gâzi'nin; "Her kim pazara bir yük getire sata iki akçe virsün ve satmazsa hiç bir sey virmesün" emriyle baslamistir. Kenz-ül-Küberâ'daki kayda göre ise Germiyan ve Osmanogullarinda muhtesibe mühim yer verilmistir. Fâtih Sultan Mehmed Han'in Istanbul'u fethinden sonra ise sehrin ticarî iktisâdi ve buna paralel olarak içtimâi nizâmini saglamak ve diger hizmetleri görmek üzere tâyin ettigi hâkimlerden sekizincisi ihtisâb agasiydi iktisâdi hayattaki vazifeleri ise bir kanunnâme ile söyle belirtilmisti: "Bütün san'at ehline hükmedip ta' zîr ve cezalandirma alisverisde hile edenleri tekdir ve tenbihe me' mûr..." Bu sekilde kadisi bulunan sehir ve kasabaya kadiya bagli olarak bir de muhtesib tâyin edilmis Osmanli cemiyet hayâtinda sehir yasayisini saglam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak için tedbirler alinmisti. Bunun yaninda zarurî günlük ihtiyâç maddelerinin halkin eline uygun ve ucuz bir sekilde geçmesini saglamak için esnaf ve diger ticâret erbabi kontrol altinda tutulmustu.

    Genis yetki ve selâhiyetlere sahip bulunan muhtesib bütün bu vazifeleri tek basina yerine getiremezdi. Onun için muhte sibler ilk zamanlardan itibaren kendilerine bagli olarak çalisan bir takim yardimcilar kullandilar. Degisik mesleklere mensup kimseler arasindan seçilen bu yardimcilara arif emin gulâm avn ve haberci gibi isimler veriliyordu.Bunlarin seçimi de bizzat muhtesib tarafindan yapiliyordu. Yardimcilarin vazifelerini ifâda titizlik göstermeleri hareket ve davranislarinda ölçülü davranmalari gerekiyordu. Aksi hâlde; muhtesib tarafindan derhâl vazifelerine son verilirdi.

    Sehirler büyüyüp iktisadî hayât gelistikçe hüddâm-i ihtisâb denilen muhtesib yardimcilari da çogaldi. Bundan dolayi daha önceleri bir veya bir kaç kisi olan yardimci sayisi sehrin büyüklügü ölçüsünde gittikçe artti. Özellikle yeni yeni ortaya çikan san'at ve meslekler bu artislarda mühim rol oynadilar. 1480'lerde Bursa muhtesibi tarafindan bezzâzistanda sâdece kumas ölçücülügü yapmak için ilyasoglu Pîri adinda birinin emin tâyin edildigi görülmektedir.

    Osmanli devlet teskilâtinda köklü degisikliklerin yapildigi sultan ikinci Mahmûd Han zamaninda 1826 yilinda yeniçeriligin kaldirilmasindan sonra sehir idaresinde bir bosluk dogdu. Bunu gidermek için de daha genis selâ hiyetlerle kontrolü saglayacak yeni bir idâri sistemin kurulmasi gerektiginden ihtisâb nazirligi kurularak baslangiçta muhtesîb ihtisâb agasi veya ihtisâb emini unvani ile ihtisâb isine bakan kimse de ihtisâb nâzin unvanini aldi. Her türlü inzibatî görevi üstlenen bu teskilâta bostancibasi mimarbasi hamam ve hamallar yazicisi gibi vazifelilerle mahallelerin nüfûs kayit ve yoklamasini yapan mahalle mukayyidleri bâzan da mahalle imamlari yardimci görevli kabul edildi.

    1845'de surta (polis) ve 1846' da zaptiye müsirligi kuruldugundan ihtisâb nezâretinin bir kisim vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise sâdece narh ve esnaf isine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sinirlanarak baska müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulundugu durum bir çok aksakliklarin meydana gelmesine sebeb olunca bâzi tedbirler alindi. 1854'deyapilan bir resmî teblig ile istanbul Sehremaneti (Belediye) idaresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lagvedildi.

    Muhtesibin Görevleri:
    Osmanlilarda muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür.

    l- Muhtesibin iktisâdi ve içtimaî hayatla ilgili vazifeleri:

    Muhtesib özellikle esnaf teskilâtlarini kontrol eder mahallî pazarlarin organizasyonu ile mesgul olurdu. Kadi veya dîvân tarafindan tesbit edilmis bulunan fiyatlarin uygulanip uygulanmadigini kontrol satis mahallerini teftis eder lonca âzalarinin tâbi oldugu ve ihtisâb rüsumu denilen vergilerin satici ve san'atkârlardan toplanip toplanmadigini da kontrol edip esnafa nezâret ederdi.

    Herhangi bir meslege intisâb edip dükkan açmak öncelikle muhtesibin iznine bagliydi ihtisâb agasi her türlü esnaf ve san' atkarin kethüda ve yigitbasilari vasitasiyla kefillerini tesbit ederek isim ve eskâllerini deftere yazar ondan sonra çalisma izni verirdi. Istanbul'a disardan gelip esnaflik yapmak isteyenlere ise izin vermezdi.

    Emrindeki kol oglanlari vasitasiyla vergi toplardi. Bu vergilerin bir kismi san'atkâr ve tüccarlardan bir kismi da tüketilen ve ihraç edilen bütün mallar üzerinden alinmaktaydi. Bunlar; günlük ihtiyâç maddesi satan dükkan sahiplerinden alinan yevmiye-i dekâ kîn vergisi üretimi yapilan kumas nal bakir tepsi mücevherat vb. emtiadan kalite kontrolü yapilip damgalandiktan sonra alinan damga vergisi; sehir pazarlarindaki alimsatimlardan alinan bâc-i bâzâr vergisi gida maddesi saman odun odun kömürü insâat kerestesi tugla küp hasir yem tas demir vb. emtiayi getirip limanlara bosaltan ve liman hizmetlerinden faydalanan gemilerden alinan gemi ihtisâbiyesi vergisi; lonca azalari ile sebze peynir yogurt tursu pasta sekerleme pastirmacilardan vb. senede bir veya iki defa kabala olarak alinan resm-i bitirme vergisi ve cerime bâyiiyye (pazar yerlerine gönderilen madde ve esyadan gümrük ihtisâb resminden baska olarak alinan resim) evlenme kapi hakki hakk-i kapan kislak hakk-i dümen ve mizan gibi vergiler alinirdi.

    Muhtesib ayni zamanda degisik isimler altinda topladigi bu vergilerin büyük bir kismini; hazîne adina hak sahibi kimselere (savasta yaralanmis asker sehîd yetimlerine vb.) bir nevi emekli maasi olarak veriyor bir kismini da emrinde çalisanlar ile diger masraflara harciyordu.

    istanbul'dan kara ve deniz yoluyla tasraya gidenler nüvvâbdan olursa kazasker tezkirecile rinden esnafdan iseler kethüdalarindan digerleri mahalle imamlarindan gayr-i müslim ler de patrikhanelerinden; isim söhret ve eskâllerini belirten ayrica kefaleti bildiren mühürlü bir ilmühaber alip istanbul mahkemesine ibraz edip oradan tezkire almak zorundaydilar. Tasradan Istanbul'a yâhud baska bir yere gideceklerin mahallî nâiblerden tezkire almalari gerekiyordu. Muhtesibler böylece sehirlere gelip gidenleri bu tezkireler vasitasiyla siki bir tâkib altinda tutarak hem asayisin korunmasini sagliyorlar hem de isteyen herkesin köyleri terkedip sehre sehri terkedip köylere yerlesmelerini önleyerek vergi ve zirâatin aksamamasini sagliyorlardi özellikle güzelligi dillere destan olan Istanbul'a Anadolu ve Rumeli'den esas mesleklerini ve zirâati birakip gelenlerin ve issiz güçsüz takiminin gelip yerlesmemesi için mahallelerde arada sirada yoklamalar yapilir muntazam tutulan nüfus defterlerinde olmayanlar geldikleri yere gönderilirlerdi.

    Osmanli Devleti'nde cemiyetin sosyal siniflarini tesbite ve onlari tanimaya yarayan bir kiyafetler kânunu vardi. Bu sistem sayesinde toplumda disiplin saglandigi gibi fiyatlarin basibos bir sekilde yükselmesi de önleniyordu. Bu yüzden herkes kendi sinifi için tahsis edilip belirlenen kiyafetlerinden baskasini giyemezdi. Bilhassa farkli dinlerden olanlarin kendileri için tesbit edilen özel kiyafetlerden baska bir sekilde giyinmemeleri kolaylikla taninmalarina sebeb oldugu için önem tasiyordu. Özellikle yahûdî ve hiristiyanlarin müslümanlara âid kiyafetlerle dolasmalari yasak oldugundan muhtesiblerin bu uygulamayi devamli kontrol etmeleri gerekiyordu.

    Bunlarin yaninda inhisarlari (tekelleri) kirmak herkesin üreticiden mal alip fahis fiyatlarla satmamalari için üreticiden mal almaya izin belgesi olan ruhsat tezkiresini vermek disaridan askere yazilmak için gelen fakat yaslari küçük oldugundan mümkün olmayan çocuklari esnaf yanina çirakliga yerlestirmek ihtiyâç duyulan yerlere bölgesinden zahîre göndermek posta hizmetlerini görmek hekim ve hastalarin durumlari ile yakindan ilgilenerek yol ve sokak kaldirimlarini tamir etmek evlenen gayr-i müslimlerden resm-i ruhsatiyye vergisi almak bahçe-i âmire mahsûlünün satilmasi için yapilan dükkanlarin kirasini almak gibi görevleri vardi.

    2- Muhtesibin dînî hayatla ilgili vazifeleri:

    Büyük ölçüe iktisâdi hayatla ilgili bulunmasina ragmen muh tesib ayni zamanda dînî vazifeleri de olan bir yetkiliydi. Bu yönüyle o mesru olmayan dînin kötü ve çirkin kabul ettigi her türlü davranisa karsi derhâl harekete geçmek zorundaydi. Ahlâkin bozulmamasini saglamak umûmî yerlerde din ve geleneklere uygun olmayan davranislara meydan vermemek gibi vazifelerle mükellefti. Muhtesibler namazin sartlarini yerine getirmeyen imamlari kontrol edip vazifeden alir ve cemâate devam etmeyenleri uyarirlardi. Içki kullananlari talih oyunlari ile ugrasanlari fuhsiyatla istigâl edenleri hesaba çekerlerdi. Bilhassa dînî yönde müslümanlari rencide edebilecek davranislara mâni olmak muhtesibin vazifeleri arasindaydi. Hattâ standartlara uygun mezar kazmayanlar ile mezarliklarda hayvan otlatanlar bile muhtesib tarafindan sorguya çekilip cezalandirilirlardi.

    3- Adlî vazifeleri:

    Muhtesib Osmanli adaleti mekanizmasinda kadinin yetkisi dâhilinde is gören bir görevliydi. Kapali veya açik bütün pazarlari devamli kontrol eder ihtisâb nizâmina aykiri hareketini gördügü kisileri kusurlarinin agirligi derecesinde cezalandirirdi. Bu cezalar falakaya yatirip dövmek degnek ve falakadan ziyâde terbiye edilmesi gerekenleri habse göndermek sürgüne gönderilmesi gerekli ise bâb-i aliye bildirmek seklinde özetlenebilir. Özellikle falakaya yatirip dögme cezasi suçun islendiginin tesbit edildigi anda sicagi sicagina halkin içinde gerçeklestirilir dövülenin nefsine çok agir geldigi için çok te'sirli olurdu. Muhtesib bundan baska bilhassa yalanci sâhidlik edenleri cezalandirir borçlarini zamaninda ödemeyenlerden icra yoluyla borcun tahsilini bizzat uygulardi.

    Muhtesib cezalari uygularken kendi veya me'murlari tarafindan görülmüs ve açik ve sarîh dâvalara baktigindan sâhid ve delile gerek duymaz rahat hareket edebilirdi.

  3. Alt 03-27-2009, 20:11 #13
    beyza Mesajlar: 2.053
    Iktisadî Hayat Sanayi ve Ticaret Devlet ve özel sektörce yapilirdi. Umumiyetle önemli ve büyük sektörler devletçe küçük ve daha çok piyasa ihtiyaci olan isletmeler özel sektörce karsilanirdi. Devlet sektörü millî savunma devlet ve saray ihtiyaçlarini karsilardi. Silâh sanayi ve harb malzeme ve levâzimati devletçe yapilirdi. Harb gemileri devlet tersanelerinde yapilmasina ragmen özel sektörce de isletilen tersaneler vardi. Ihracat mallari özel sektörce imâl edilirdi. Osmanli silâh sanayii çok ileri olmasina ragmen ihracati yasakti. Üstün teknik ates gücü ve kaliteli malzemeden imâl edilen Osmanli silâhlarina sahip olmak Avrupalilar'in meraklarindan olup çesitli yollardan saglananlar da çok fahis fiatlarla alinirdi. Ticaret kara ve deniz yoluyla yapilirdi. Kara ticareti kervan ve kafilelerle deniz ticareti de ticaret filolariyla yapilirdi. Osmanli karayollari dünyanin en bakimli yollari olupgranit tas döseliydi. Granit yollar ordu kervan ve yayalarin geçmesi içindi. Sürüler granit yolun iki tarafinda tesviye edilmis iki toprak seritten geçerdi. Tesviye edilmis toprak yollar da vardi. Ondokuzuncu yüzyildan itibaren de memleket demiryolu agi ile örüldü. Tüccar devletin himayesinde olup serbest huzur ve emniyet içinde hareket ederdi. Türk armatörlere ait ticaret filolari olup bu armatörle rin gemileri ticaret hanlari ve çok büyük servetleri vardi. Sehirlerde büyük ticaret merkezi mahiyetinde Kapali çarsilar vardi. Bunlarin en meshuru hâlâ kullanilan Istanbul Kapali Çarsisi'dir.

    Ticaret hanlari toptanci tüccarin hem yazihane hem depo olarak kullandigi is hanlariydi. Istanbul dünyanin en büyük is ve ticaret merkeziydi. Esnaf loncalar hâlinde teskilâtlanmisti. Esnaflarin is kollari çok çesitli olup kalite ve temizlik esasti. Ipek pamuk kil ve yünden çesitli kumaslar dokunurdu. Ak alemli Ankara Sofu Malatya Sofu abâyî nefsi Halep muhayyir seranik berek bogasi kutnî mukaddem menevseli nakisli sali çatma binislik çaksirlik astar kadife ve ibrisim dokumalari meshurdu. Sap demir kursun gümüs madenleri isletilirdi. Osmanli ihraç mallan; ipek ipekli kumaslar yün ve yünlü kumaslar pamuk ve pamuklu dokumalar yapagi tiftik yünü mazi hali sapti. Ihraci yasak olanlar; zahire bakliyat at silâh barut kursun bakir kükürt sahtiyan gön olup disariya çikarilmazdi. Yalniz zahire ender olarak memleket sikintiya düsmiyecek derecede ihtiyaç fazlasinin çikmasina müsaade edilirdi. Sulh zamaninda ihtiyaç fazlasi; balmumu donyagi koyunderisi çadirbezi pamuk pamuk ipligi mesin yapragi ipek ipekli dokumalarin ihracina da müsaade edilirdi. Çuha sülyen zeybak bakir tel sari teneke üstübac kâgit cam sirca boya igne boncuk makas ayna kürk balik disi ithâl edilirdi. Osmanli Devleti'nin ticarî muamele yaptigi mühim ticaret ve iskele merkez lerinden Istanbul Izmir Selanik Avlonya. Draç Payas Trablussam Sayda Iskenderiye Basra Kalas Kefe Sinop Trabzon limanlari ile Istanbul. F.dirne. Gümülcine Filibe Sofya Üsküp. Manastir Yanya BosnaSaray Budin Bursa Ankara Izmir Konya Diyarbekir Mardin Erzurum Halep Sam Kahire Iskenderiye Bagdad Musul baslica ticaret merkezleriydi. Yabancilarin haberlesmesini sagliyan (sâi) denilen postaci teskilâti ve bunlarin basinda (Sâibasilik) adiyla posta müdürlügü teskilâti vardi. Ihracat ve ithalât uzun zaman Osmanli hâkimiyetinde devirlere göre mevcut devletlerle yapilirdi. Bunlara zamana göre; Ceneviz Venedik Dubrovnik Floransa Bizans Milono Napoli Katalon (Ispanya) Lehistan Roma Rusya Ingiltere Prusya Avusturya Almanya Iran Misir Memlûkleri idi. Devlet tüccara ve müstahsile her bakimdan destek ve yardimci olurdu. Son devirlerde yerli ve yabanci bankalar kuruldu. Osmanli iktisadî ve ticarî sisteminde faiz yoktu. Son devir amatör arastirmacilar ve mes'elenin esasini bilmeyen ve kasitli olarak faiz oldugu yaziliyorsa da aslinda izin verilip fakat o da çok az tatbik edilen (lyne) yolu ile ödünç verme faiz zan edilmektedir

  4. Alt 03-27-2009, 20:12 #14
    beyza Mesajlar: 2.053
    Osmanlilarda bütün dînî fennî sosyal ilimler ve teknik bilgiler kurulusundan sonuna kadar her seviyede ögretilip tatbik edilerek yayildi. Osmanli Devletinin kurulusunda kurucularin etrafinda Anadolu Selçuklulari devrinde yetisen âlim ve velîler vardi. Osman Gâzi dâhi devrin seyhlerinden olan ve bölgede büyük îtibar görüp hürmet edilen Seyh Edebâlî'nin talebesi ve dâmâdiydi. Osman Gâziden sonra pâdisâh olan Sultan Orhan Handan Vahideddîn Hana kadar bütün Osmanli sultanlari ilme hizmet edip mesgul olan âlimlere hürmet göstererek onlarin teveccühünü kazanmislardi. Memleketin her tarafi ilim yuvasi müesseselerle donatilarak isik ve feyz kaynagi olmustur. Osmanlilar devrinde yapilan mektep ve medreselerden yazilan kitap ve diger eserlerin bâzilarindan hâlâ faydalanilmaktadir. Osmanlilar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir ilm-i usûl-i hadis ilm-i hadis ilm-i üsûl-i kelâm ilm-i kelâm ilm-i usûl-i fikih ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf ilm-i kiraat akâid belâgat ilm-i Kur'ân ilm-i ferâiz fennî ve sosyal ilimlerden de; riyâziye (matematik) hendese (geometri) heyet (astronomi) ilm-i nebâtat (botanik) hikmet-i tabi'iyye (fizik) ilm-i kimyâ (kimyâ) ilm-i tip mantik felsefe içtimâiyet (sosyoloji) Dogu ve Bati dilleri ve edebiyati Slav dilleri cografya târih lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarinda her devirde pekçok âlim yetisip kiymetli eserler birakarak ilme hizmet ettiler.

    Osmanlilarin kurulusundan îtibâren dînî ve hukûkî sahada yetisen meshur ilim adamlari ve eserlerinden bâzilari: Serefüddîn Dâvûd-i Kayserî (vefâti 1350) Iznik Medresesi müderrislerindendi on üç kadar eser yazdi. Seyh-ül ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fususü'l-Hikem adli meshur eserini Matlau Husus-il-Kilem fî Meânii Fusus-il-Hikem adiyla serh etti yâni açikladi. Molla Fenârî (vefâti 1431) yüzden fazla eser yazdi. En meshur eseri Fusus-ül-Bedâyi li Usûl-is-Serayi. Ibn Melek Izzuddîn Abdüllatif (vefâti 1394) müderris olup fikihtan Mecmau'l-Bahreyn ve Mülteka'n-Nehreyn Menzilül Envâr hadisten Mesârik-ül-Envâr. Hizir Bey (vefâti 1459) ilim dagarcigi lakâbiyla taninir. Istanbul'un ilk kâdisidir. Yetistirdigi talebelerinden Muslihuddîn-i Kastalânî Hocazâde Tâcizâde Hatipzâde Muarrifzâde Kâdizâde-i Rûmî Mûsâ Pasa ve Tazarruat sâhibi Sinan Pasa meshurdur. Molla Hüsrev (vefâti 1480) Dürer Gurer Mirkat Mir'at eserlerinin sâhibidir. Hocazâde Muslihüddîn Mustafa (vefâti 1488) Tehâfüt sâhibidir. Sinan Pasa (vefâti 1486) Tazarruât Tezkiret-ül-Evliyâ eserlerinin sâhibidir. Ali Kusçu (1397-1474) dînî ve fennî ilimlerde eser sâhibidir. Zîc-i Gurgâni'yi tamamladi. Müderristi Risâle-i Muhammediye ve Risâle-i Fethiyye eserlerinin sâhibidir. Molla Lütfi (vefâti 1495) müderristi. Hendeseden Târif-ül Mezbah Mevzuat ve daha birçok kitabi vardir. Müeyyedzâde Abdurrahman (vefâti 1516) Mecma-ül-Fetâve Cüz'ü Lâyetecezza eserlerinin sâhibidir. Âli Cemalî Efendi (vefâti 1520). Zenbilli Âli Efendi adiyla da taninan meshur seyhülislâmdi. Muhtarat fetvâlarinin toplandigi eseridir. Ibn-i Kemâl Ahmed Semseddîn Pasa (vefâti 1536) (Müftiüs-sekaleyn yâni insan ve cinin müftüsü ünvâni sâhibidir. Seyhülislâmdi. Üç yüz kadar eseri vardir. Atufî Hayreddîn Hizir (vefâti 1541) Arap edebiyatinda tefsir hadis ve kelâmda ihtisas sâhibiydi. Ravz-ul-Esnan fî Tedbir-i Sihhat-i Lebdan adli tibbî eserinin yaninda daha on bes kiymetli telifi vardir. Kinalizâde Ali (vefâti 1565) müderristi. Ahlâk-i Alâî Tabakât-i Hanefiyye Durer ve Gurer Hâsiyesi ve daha on kadar eseri vardir. Tasköprülüzâde Ahmed Îsâmüddîn (vefâti 1561) Sakayik-i Nu'mâniye Mevzuat-ül-Ulûm adli telifleriyle taninir. Celâlzâde Sâlih Efendi (vefâti 1565) müderristi. On dört kadar eseri vardir. Câmi-ül-Hikâyat Tercümesi Târih-i Misr-i Cedid Târih-i Budin Fetihnâme-i Rodos Mohaçnâme eseriyle taninir. Ahmed Cevdet Pasa (1823-1894) Mecelle'yi hazirlayan heyetin baskani olup Kisas-i Enbiyâ ve Malûmat-i Nafi'a eserleri meshurdur. Diger ilim ve teknik sahalarda da pekçok âlim yetisip kiymetli eserler vermislerdir. Edebiyat; yedi yüz yila yakin iktidarda kalan ve dünyânin en büyük devleti olan Osmanli Devleti; basta pâdisâhlar olmak üzere pekçok sâir ve edib yetistirdi. Dünyânin en verimli lisanlarindan olan Osmanlica yazi ve dilini gelistirdi. Yazma ve basma pekçogu Türkiye kütüphâne ve arsivlerinde olmak üzere dünyânin her tarafinda pekçok Osmanlica eser vardir. Osmanlica; devlet lisaniydi. Osmanli sultanlari halîfe ünvânini da tasidiklarindan Osmanli Türkçesiyle yazilip basilmis eserler dünyânin dört bir tarafina yayilmistir.

  5. Alt 03-27-2009, 20:14 #15
    beyza Mesajlar: 2.053
    Osmanli Devletindeki bütün ilmî faaliyetler Islâm Dîni esaslarina göre müesseseleserek teskilâtlar kuruldu. Bütün teskilâtlar Hanefî mezhebi' ne göre teskil ettirildi. Ilmiye Teskilâti'nda; medrese müderrislik kadilik padisah hocalari kadiaskerler nakib-ül-esraf müftülük veya seyh-ül-islâmlik müesse seleri vardi. Ilmiye teskilâtinin rütbeleri dereceleri de vardi. Ilmiye mensuplari basta padisah olmak üzere devlet adamlari dahil herkesten hürmet görürdü.

  6. Alt 03-28-2009, 12:38 #16
    beyza Mesajlar: 2.053
    Osmanli Devleti beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teskilâta sahip olmustu. Kaynaklarin verdigi bilgiye göre Osmanlilardaki ilk maliye teskilâtinin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) zamaninda Çandarli Kara Halil ile Karamanli Kara Rüstem tarafindan yapildigi belirtilmektedir. Bu bilgiler isiginda meseleye bakildigi zaman Osmanli maliyesinin daha ilk kurulus dönemlerinde ortaya çiktigi ve devletin buna büyük bir itina gösterdigi anlasilmaktadir. Gerçekten Fâtih zamaninda tedvin edilmis olan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanli hükümdarlarinin bir araya getirilip tedvin edilmemis kanunnâme hükümleri ile âmil olduklari anlasilmaktadir. Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yilda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarim irad ve masrafim okuyalar hil'at-i fahire giysinler." ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça defterdarlarim emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri Osmanlilarin maliye teskilâtina ne denli önem verdiklerini bu anlayisa daha ilk zamanlardan beri nasil sahip çiktiklari görülmektedir. Aslinda bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider hesaplari olmayan neyin nereden ve ne zaman gelecegi bilinmeyen ve bu konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düsünülemez.
    Görüldügü gibi Osmanli maliye teskilâtinin basinda "Defterdâr" adi verilen bir görevli bulunmaktadir. Bu görevli günümüzdeki Maliye Bakanlarinin yerine getirmekle yükümlü olduklari görevleri yapiyordu. Önceleri teskilatin basinda bir defterdarla onun maiyeti vardi. Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanli ülkesinin genislemesi üzerine defterdar sayisi ikiye çikarildi. Kanunnâmede de belirtildigi gibi defterdar padisah malinin vekili idi.

    Kurulus döneminde gelirler daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karsilik masraflar pek o kadar fazla degildi. Zira bu dönemde Osmanli askerinin büyük bir kismi timarli sipahi idi. Ayrica devlet erkânindan çogunun has ve timarlarinin geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafi ise sadece Kapikulu askerlerine verilen para (maas) idi. Gelirlerin fazlasi ise cami medrese köprü han hamam vs. gibi imar islerinde kullaniliyordu.

    Osmanli maliyesi "Miri hazine" (veya dis hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kisimdi. Dis hazinenin görev ve yetkisi devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masraflari yerli yerinde kullanmak seklinde belirlenmisti. Iç hazine ise padisaha aitti. Padisahlar bu hazineyi istedikleri sekilde kullaniyorlardi. Sayet dis hazinenin parasi yetismez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alinirdi. Dis hazine vezirde bulunan hükümdar mührü ile açilip kapanirdi. Bu hazine defterdarin sorumlulugu ve vezirin denetimi altinda idi.

    Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanli sikkesinin Orhan Bey'e ait oldugu biliniyordu. Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasiyla eski bilgi geçerliligini kayb etti. Buna göre ilk Osmanli parasinin Osman Gazi döneminde tedavüle çiktigi anlasilmaktadir. Gümüsten mamul Osmanli parasina "akça" deniyordu. Her padisah hükümdarlik alameti olarak kendi adina para bastirirdi. Osmanli hükümdarlari Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüs ve bakir para bastirdilar. Kurulus döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranin ayarina ve saf gümüs olmasina özen gösteriliyordu.

    VERGILER

    Osmanli maliyesinin farkli gelir kaynaklari vardi. Bunlarin basinda da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakia olan vergiamme hizmetlerinin muntazam bir sekilde devamliligini temin için bas vurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli bir yeri bulunmaktadir.

    Siyasî bir çevre içinde ortaya çikan Islâm kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcud olup tatbik edilen vergilerle karsilasti. Vergi amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu oldugu zamanlarda fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduguna göre Islâm kendisinden müstagni kalamazdi. Bununla beraber Islâm vergi sistemi birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasina konmamistir. O Islâm'in yayilisina ve ihtiyaçlarin ortaya çikisina göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseselesmistir.

    Osmanli devlet rejiminin kendinden öncekilerden devr alip tatbik ve inkisaf ettirdigi vergi sistemi amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakimindan önemli bir yer tutar. Bunun için iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi degerlendirmek gerekir.

    Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanli Devleti inkisâf ettirip kemâl mertebesine ulastirdigi müesseseleri ile tebeasindan tahsil ettigi verginin temeli Islâm hukukunun kaynaklarina dayaniyordu.

    Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanli Devleti'nin bu uygulamasi yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildigi kadar karmasik ve anlasilmaz degildir. Gerçekten mintika ve zamanlara göre farkli isimlerle toplanan bunca vergi kalemi saglam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarini çizmek suretiyle bize lüzumlu bilgiyi verecek sekilde basitlestirilebilir.

    Bilindigi gibi Osmanli devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin temel dayanagini teskil eden vergi genel mânâda iki ana bölüme ayrilir. Bunlardan biri tamamiyle seriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir. Ikincisi de bas gösteren malî sikintilar yüzünden devlet tarafindan bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

    Müslüman bir cemiyete istinad eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir sekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanli Devleti diger Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarini gözden irak tutmuyordu. Bu bakimdan Osmanli tarih ve teskilâtlarini basli basina ve kendinden öncekilerden tamamen ayri düsünemeyiz. Çünkü Osmanlilar kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini ahlâk iktisat âdet örf ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi. Bunun içindir ki bir sehir veya kasaba Karamanlilardan Selçuklulardan Germiyandan veya baska bir beylikten Osmanlilara geçmekle fazla bir degisiklige ugramiyordu. Çünkü Osmanli Devleti teskilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teskilât ve müesseseleri arasinda pek büyük farklar bulunmuyordu.

    Osmanli vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alinan verginin kendisini (tebea) ne malî ne de hukukî yönden rencide etmemis olmasidir. Hatta bu sadece devletin bizzat kendisinin aldigi vergilerde degil onun adina timar sahibinin aldigi vergilerde de geçerli idi. Öyle ki dirlik sahibi reâyadan cins ve miktarlari kanunlarla tayin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selahiyetli degildi. Yetkisini asip onu kötüye kullanandan dirligi bir daha geri verilmemek üzere alinirdi.

    Ana hatlari ile Osmanli vergi sisteminden bahs ettikten sonra artik vergi çesitlerini görebiliriz. Daha önce de temas edildigi gibi Osmanli vergisi iki ana bölümde inceleniyordu. Bunlardan biri Ser'î Vergiler digeri de Örfî vergilerdir.

    SER'Î VERGILER (TEKÂLIFI SER'IYYE)

    Osmanli Devleti'nde "Tekâlif-i Ser'iyye"nin temelini teskil eden vergilerin tarh cibâyet vs. gibi hükümleri fikih kitaplarinda tafsilâtli bir sekilde anlatildiklari gibiydi. Bununla beraber farkli din dil ve milliyetlere mensup kimseleri sinirlari içinde barindirdigi için tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çesitleri de farkli olagelmislerdir. Bu bakimdan Zekât Ösür Cizye ve Harac gibi temel vergilerden baska bunlarin kisimlari olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydi.

    ZEKAT

    Bilindigi gibi zekât Islâm'in üzerine bina kilindigi bes esas rükünden birini teskil etmektedir. Islâm hukukuna göre zekât bir ihsan veya basit bir sadaka degildir. O devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkidir. Binaenaleyh devlet zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest birakmaz. Onu âmilleri vâsitasiyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadir. Nisaba mâlik bulunan ve belli sartlari tasiyan her müslümanin vermekle mükellef oldugu zekât Osmanli Devleti'nde diger Müslüman devletlerde oldugu gibi uygulaniyordu. Bu sebeple biz konunun detaylarina girmek istemiyoruz.

    HARAC

    Osmanlilarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biri Harac adini tasimaktadir. Islâm vergi hukukunda oldugu gibi Osmanlilarda da Harac iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar Harac-i Muvazzaf ve Harac-i Mukasem adini tasimaktadirlar. Harac'in bu iki kismi da ser'î vergilerden oldugu için gerek ilk tarhi gerekse ilk tahsili ile ilgili bir baslangiç tesbit etmek mümkün degildir. Bununla beraber 11 Cemaziyelahir 860 (17 Mayis 1456) tarihli bir fermanda belirtildigine göre Fâtih Sultan Mehmed babasi II. Murad'in Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haractan muaf saydigi kendisinin de buna aynen uydugu görülmektedir. Bu belge harac uygulamasinin kurulus döneminde mevcud oldugunu göstermektedir.

    Harac-i Muvazzaf arazi üzerine maktu bir sekilde konmus bulunan akça olup zaman ve mintikalara göre farkli isimler aliyordu. Bunlarin bir kismi adeta topragin ücreti olarak alinmaktaydi. Bu gruba girenlerden bir kismim söyle isimlendirmek mümkün olacaktir: Resm-i Çift Resm-i Zemin Resm-i Asiyâb Resm-i Tapu Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs Resm-i Mücerred Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem Osmanlilar döneminde "ösür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakimdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz.

    ÖSÜR

    Bilindigi gibi Islâm vergi hukukuna göre ziraî mahsullerden belli nisbetler sartlar dahilinde Müslüman tebeadan alinan vergiye Ösür denir. Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda diger Müslüman devletlerde oldugu gibi mülk olan "arazi-i ösriyye"den sadece ösür alinmaktaydi. Bu dönemde Osmanlilarda arazi biri "Ösriyye" digeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayriliyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreginden itibaren bazi sebeplerden dolayi birtakim degisiklikler yapilarak arazinin bir kismi "Emiriyye" olarak kabul edildi. Bu durum daha sonralari Hicaz mintikasi hariç kalmak üzere "Osmanlilarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmis oldu. Binaenaleyh Osmanli Devleti'nde ösür denince biri kurulus dönemindeki mülk arazi mahsulatindan alinan vergi ve sonralari sadece Hicaz bölgesinde alinan ösür ile digeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alinan ve "amme-i nâs tarafindan galat-i fâhis" olarak kendisine ösür denen "harac-i mukasem" anlasilmaktadir. Zira Osmanlilarda haracin mukasem kismina ösür adi verilmekteydi.

    Osmanli Devleti'nde Ösür kelimesi yerine baska tabirler de kullaniliyordu ki bunlar son dönemlerde ortaya çikmisti. Dimus Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus Suriye'ye ait defterlerde Ikta Irak mintikasina ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanli Devleti'nde ösür su asagidaki maddalerden de alinmaktaydi: Bag sira bahçe bostan fevakih kovan harir pamuk giyah odun ve ag (balik).

    CIZYE

    Islâm hukukuna göre cizye devletin müslüman olmayan vatandasini (tebeasini) yakindan ilgilendiren bir vergidir. Bir mânâda buna devletin müslüman tebeadan aldigi zekât karsiligidir denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayi cizyeye baglamakla devlette bir denge saglanmis bulunuyordu. Islâm nazarinda müslümanlarla zimmîler (devletin müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaslaridir. Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarindan yararlanmaktadirlar. Bu sebeple Müslümanlarin ödedigi zekâta karsilik ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Gerçekten Islâm Devleti bu vergiyi koyarken yukarida belirtilen dengeyi saglamaktan baska bir sey düsünmüyordu. Nitekim ilk Islâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda Islâm devletinin idaresine giren Gayr-i müslimlerin durumundan bahs edilirken "zimmîler bazan eski idarecilerinin topladiklari vergiden daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardi. Bu hal Islâm'in onlari hakkiyle himaye ettigini göstermesi bakimindan Islâm devleti için bir serefti" denilmektedir.

    Osmanli vergi hukukunun "Tekâlif-i Ser'iyye" bölümüne dahil olan cizye maliyenin en önemli gelir kaynaklarindan birini teskil ediyordu. Müslüman bir devlet olmasi hasebiyle bu devlete cizye uygulamasinin ilk kurulus yillarindan itibaren basladigi söylenebilir.

    Devletin idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarim korumak onlara gelebilecek zararlari ortadan kaldirmak ve askerlik hizmeti karsiliginda aldigi bu vergi önemsiz denebilecek kadar az bir seydir. O kadar ki bunu müslüman vatandas ile müslüman olmayan vatandas arasinda mühim ve farkli bir muamele olarak görmek mümkün degildir. Gerçekten devlet tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarini korudugu gibi onlara gelebilecek zararlari da ortadan kaldirmaya çalisiyordu. Hatta onlara yapilan bir haksizlik veya onlara karsi islenen bir suç aninda en agir bir sekilde cezalandirilirdi. Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasim 1567) tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde dagda üç nefer zimmîyi katl eden dört sipahinin suçlarinin sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektigi bildirilmektedir. Bu belge suç isleyenlerin din irk ve milliyetlerine bakilmaksizin suçlarinin gerektirdigi cezalarin verildigini göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay o asirlarin dünyasinda bu kadar rahatlikla uygulanamazdi.

    Osmanlilarda padisahlarin cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri seriatin cizyeye ait kararlarina dayaniyordu. Nitekim daha Sultan I. Murad Han zamaninda bu verginin Islâm hukukuna uygun olarak iki sekilde cibayet edildigi (toplandigi) görülmektedir. Bu sekillerden biri Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlasilarak alinan "Maktu Cizey" digeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alinan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir.

    Osmanli Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler sadece ergenlik (bulûg) çagina gelmis akil ve vücutça saglam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler çalisamayacak derecede bir rahatsizligi olup fakir düsenler 14-75 yaslarindan küçük veya büyük olanlar ile kadinlar cizyeden muaf idiler. Bundan da anlasilacagi üzere Osmanlilarda cizye tamamen Islâm hukukunun esaslarina göre uygulaniyordu.

    Baslangiçta devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alinmiyordu. Zira bu dönemde tedavülde bulunan paranin kiymet ve degeri de ayni degildi. Bu sebeple cizye miktari verilen fetvalara ve bölgelere göre azalip çogalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)'nin fetvasidir. Bu fetvaya göre biz o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapisi hakkinda da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o "amele kadir olan kâfir ki ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya ol makule ednâdir on iki dirhem-i ser'î alinir. Ikiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir yirmi dirhem-i ser'î alinir. On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir onlarin cizye-i ser'iyeleri kirk dirhem-i ser'idir" demektedir.

    Kismen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasinin bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulundugu siniflamada en az cizye verenler (ednâ sinifi) her zaman öbür siniflardan daha fazla olmuslardir. Örnek olmasi bakimindan 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazasi ve tevabiinde cizye verenlerin siniflarina göre sayisina baktigimiz zaman karsimiza asagidaki tablo çikmaktadir:

    A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.

    Daha önce de belirtildigi gibi Müslüman devletlerde cizye mükellefi bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlikla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in Islâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttigi gibi cizye ödeyen mükellefler Islâm devleti ile yalniz iman ve âyinlerine müsamaha degil hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahs eden bir mukavele akd etmis olurlar ki benzer örnekleri Osmanli Devleti'nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yanginda dükkânlari yanan Yahudilere devlet tarafindan verilen atiyye ile yardimin taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.

    Osmanli Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye her senenin Muharrem ayinda degisik müesseselerce toplaniyordu. Birligi ortadan kaldiran bu uygulama bazen devlet hazinesini büyük sikintilara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzil Mustafa Pasa devrin ilgilileri ile yaptigi istisareden sonra cizyenin toplanmasini belli kaide ve sistemlere baglayarak toplama isinin tek elden yapilmasini sagladi. Bundan sonra her üç sinif zimmî için ayri birer mühür kazdirdi. Bunlara "a'la" "evsat" ve "edna fakir" gibi kayitlar koydurttu. Her sene için tarihleri degisen bu mühürlerin ve dolayisiyle cizye mükelleflerinin birbirinden açik ve kesin çizgilerle ayrilabilmesi için bunlarin gerek sekillerinde ve gerekse yazi karakterlerinde farkli uygulamalara gidildi. Bu uygulama o kadar yayginlasti ki asagida fotokopilerini göreceginiz mühürler 1269 (1852) senesine aittir. Demek oluyor ki cizyenin kaldirilisina kadar bu uygulama devam etmistir.

    Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kagitlarinin renkleri de degisiyordu. Kagitlarin üzerinde de cizyenin hangi seneye ait oldugu sinifi cizye muhasebesi bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardi.

    Osmanlilarda cizye uygulamasi 1272 (1855) senesinde cizyenin "Bedel-i askeriye"ye tebdili zamanina kadar devam etti.

    ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)

    Osmanlilarda ser'î vergilerin yaninda temeli ihtiyaçlardan dogan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduguna temas edilmisti. Bu örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayri bir kategoride mütalaa edilir. Osmanli Devleti kendisinden önceki diger devletlerde oldugu gibi örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Zira devrin özelligi diyebilecegimiz harpler durmaksizin devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yükledigi masraflari karsilamaktan uzak bulunuyordu. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi donatilmasi ve harbe hazir bir duruma getirilebilmesi ile donanmanin hazir halde bulundurulmasi gibi mecburiyetler devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda birakiyordu. Iste bunun için devlet II. Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sikintiyi ortadan kaldirip gidermeye çalisiyordu.

    Görüldügü gibi devlet için ser'î vergilerden ayri olarak örfî vergi tarh etmek bir zaruret halini almisti. Bu mecburiyet devleti vaz' ettigi (koydugu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarinin azalmamasi için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda birakiyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin sayi ve kalemleri belirten ihtiyaçlara göre çogaltiliyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildigine daha önce de temas edilmisti. Zaten Osmanli sultanlarinin bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri emir ve fermanlari ile eski uygulamalari bir araya toplayan kanunnâme mecmualarinin basinda bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açikça anlasilmaktadir.

    Normal olarak geçici olmasi gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sikintilar neticesinde devamlilik kazanan örfî vergileri de iki kisma ayirmak mümkündür:

    1- Tekâlifiâdiye

    2- Tekâlif-i sakka

    1- Tekâlif-i Âdiye: Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü araliksiz devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çikmisti. Böyle bir zaruretin örfî vergilerin konmasina cevaz ve imkân sagladigi daha önce anlatilmisti. Binaenaleyh Islâm hukukunun müsaade ettigi bu nevi vergilerin Osmanli Devleti'nde bulunmasinda bir sakinca yok demektir. Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatin verildigini söyleyebiliriz.

    2- Tekâlif-i Sakka: Bu harp malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bagli olmadan tekâlif kaideleri disina çikilarak konmus bulunan vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadigindan bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceginden böyle vergilere ser'an müsaade edilmemistir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazami Lütfi Pasa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir."

    Osmanlilarda Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kismi olan "sakka"nin olmadigini tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmedigi ancak bazi vergilerin buna benzemelerinden dolayi "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber bilhassa XVII. asirdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çiktigi bilinmektedir. Fakat padisahlar bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmamasi için "adâletnâmeler" gönderiyorlardi.

    Örfî vergilerin tahsili ser'î vergilerin tahsilinden farkli idi. Ser'î tekâlif umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya daha dogru bir ifade ile köylüye hasr edilmis görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler bu kaidenin disinda bulunmaktadir. Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü ösür ve harac gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadir. Buna karsilik örfî vergiler daha çok sehirliyi bilhassa ticaret erbabini ve pazarlarla alakali kimseleri kapsamaktaydi. Sehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta oldugundan birçok vergi bu kisma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kisminin devlet adina sipahîler tarafindan alindigini bildigimiz ser'î vergilerin aksine bu her sene vali mütesellim ve voyvodalar tarafindan mintika ileri gelenleri ve kadi marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu. "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasim" hesabina göre senede iki taksitle alinmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler ser'iye mahkemelerinin siciline kayd edilirdi. Bu defterlere bir memleket halkindan toplanmasi kararlastirilmis ne kadar örfî vergi varsa tamami yazilirdi. Yazilan bu miktar esit sekilde fertlere taksim edilerek alinirdi. Bu defterlerin tasdikli bir sureti tahsil için kethüda emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadigi sekil ve miktarda vergilerini vererek kendilerine düsen vatandaslik görevlerini yerine getirmis olurlardi.

    Zaman ve mintikalara göre isimleri ile birlikte çesitleri de degisen örfî vergiler hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardim halini almisti. Bu vergilerin basinda "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir. "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kisma ayrilan bu vergi isminden de anlasilacagi üzere sefer ve harplere bagli olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe masraflarini karsilamak üzere vatandaslardan alinan bir vergidir. Bu vergi Osmanli Devleti'nin durmak bilmeyen harplerle karsilasmasi yüzünden hazinenin malî külfeti kaldiramamasi sebebiyle konulmustu.

    Muharebeler esnasinda bosalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyaci olan parayi tedarik etmek ve askerin donatilmasini saglamak için konulan imdadiye vergisi bazan hazineye gönderilir bazan da dogrudan dogruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. Miktari durum ve ihtiyaca bagli olarak fermanlarla artip eksilen bu vergi kalemi tevzi defterlerine yazilip toplanirdi. Bu vergi sadece esnaf tüccar vs. gibi halk tabakalarindan alinmiyordu. Duruma göre devlet adamlari da bu vergiye istirak ediyorlardi.

    Osmanli Devleti'nde örfî vergiler kismina giren vergi kalemlerinden biri de "Avânz" adini tasiyan vergidir. Bu vergi olaganüstü hallerde tebeaya yüklenen bedenî malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye adi ile de anilan bu vergi devlet masraflarinin memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çikmistir. Çok eski bir vergi olmakla beraber ne zaman ihdas olundugu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlilardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazi vesikalar sayesinde haberdar olmaktayiz. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden Uzunçarsili benzerinin Osmanlilarda da aynen uygulandigini bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri birbirlerinin aynidir. Bu hususa dair asagida vesikalar kisminda Karamanogullarina ait kayitlarla Osmanli tahrir kayitlan karsilastirilacak olursa görüsümüz kesinlik kazanir."

    Bu verginin 4-5 yilda bir defa alindigini belirten Lütfi Pasa bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alindigini kaydeder.

    Devlet fevkalade bir vaziyetin icab ettirdigi masraflar ile muayyen vasiflan haiz yiyecek maddelerini harp levazim ve masraflarini belirü vergi kaynaklarindan karsilayamayacagini anladigi zaman özel bazi tedbirler ile memleketin bütün imkânlarini seferber etmeye karar verirdi. Bu karar geregince vaziyetin icabina göre kendisine lazim olan para hizmet esya ve mahsûl miktari tesbit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi edilirdi.

    Halk arasinda "salgun" diye de adlandirilan bu vergi XIX. asirda tamamen paraya çevrildi. Tanzimat fermani ile de ortadan kaldirildi.

    "Avâriz" vergisi degisik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali bedel-i nüzûl zahire baha han resm-i sürsat kürekçi bedeli kömür ve kereste bedeli beldaran hâne çayir kirasi gibi isimler bunlardan birkaçidir."

    Diger bütün vergilerde oldugu gibi bazi sinif ve zümreler avârizdan muaf tutulmuslardir. Askerî sinifa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazi mansiblarin sahipleri derbentçi tuzcu çeltikçi ortakçi katranci ve dogancilar ile bazi vakiflarin reâyasi ve bazi hizmet erbabini burada zikredebiliriz.

    Osmanli örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altinda zikredilmektedir. Bu vergi daha ziyade resmî dairelere isi düsenlerden alinmaktaydi. Degisik isimlerle alinan bu harçlar mahkemelerde hakim kadi ve naiblerin verdikleri hüccetlerden sicillere geçirilen hükümlerden mesihat makamindan yazili olarak çikan fetvalardan ölen bir kimsenin mirasçilari arasinda yapilan miras taksiminden nikah vs. gibi muamelelerin karsiligi olarak alinmaktaydi.

  7. Alt 03-28-2009, 12:39 #17
    beyza Mesajlar: 2.053
    Osmanli devlet teskilatinda divan-i hümayunda bulunan önemli vazifelilerden biri. Padisahin imzasi demek olan "tugra"yi çekmekle görevli olan Nisanci bazi tarihi' kaynaklarda ve vesikalarda "muvakkî tevkiî ve tugraî" isimleriyle de anilir. Padisahin emrini havi olan ve bastarafina tugra çekilmis vesikalar Osmanli teskilat dilinde "nisan-i serifi sultani nisan-i hümâyûn tugra-i garrâ-i hakani tevhi-i hümâyun tevhi-i refî" gibi isimlerle anilir ancak yaygin olarak bu evraklar kisaca nisan olarak isimlendirilirdi. Ayrica Nisancilar devletin kanunlarini iyi bilen eski ile yeni kanunlari ve ser'î hukukî kanunlari birlikte telif edebilmesi hasebiyle divanda yeri geldikçe görüsü alinir ve "turakes-i ahkâm tugra-i serif hizmetlisi müftî-i kanun" olarak isimlendirilirlerdi.

    Islâmiyetin ilk devirlerinde halifelere verilen istidalara devlet reisi tarafindan verilen cevaba "tevhi" denilirdi. Osmanli devletindeki hatt-i hümayun demek olan bu serhleri divandaki katiplerin basi yazardi. Hz. Ömer (r.a.) istidalari (dilekçeleri) bizzat kendisi cevaplandirirdi. Amr îbn As'a verdigi bir cevap da ise söyle yazmislardi: "Emirin senin hakkinda nasil olmasini istiyorsan sen de halk hakkinda öyle ol". Tevhîler ayni zamanda devlet baskaninin imzasini tasidigindan geçen zaman içinde özel sekiller almislardir. Abbasilerden itibaren tevhi yazilma isi için "divanü'i-insa" denilen daire kurulmustur. Bu daire Büyük Selçuklu Devleti'nde Türkçe olan tugra kelimesi kullanilarak "divanü't-tugra" ismini almistir. Anadolu Selçuklu Devleti'nde Büyük Divan'da bulunan ve arazi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarini hazirlayan dairenin baskanina "Pervaneci" denilmistir. Bu memur Osmanli teskilatindaki Nisanciya tekabül etmekteydi. Uygur ve Karahanli Devletlerindeki "ulug bitigci" de ayni islerle vazifeli memur idi.

    Osmanli devletinde nisancilarin Orhan Gazi zamanindan itibaren bu padisaha ve haliflerine ait berat ve tugralarin mevcudiyeti ile anlasilmaktadir. Nisanci kelimesi Sultan Ikinci Murad devrinde arabca müvekki' nin yerine kullanilmaya baslanmistir.

    Nisanci'ya ait ilk topluca bilgiye Fatih Kanunnâmesi'nde rastlanir. Kanunnâmeye göre merkezde vezirlik kadiaskerlik ve bas defterdarliktan sonra en yüksek memuriyet nisancilik idi. Devletin disari ile yazismasini temin ve tugra çekmek'en basta gelen vazifesi idi. Divan toplantilari esnasinda diger yüksek memurlarla beraber çadirda oturur Divan'dan sonra verilen yemekte vezirler ve defterdarlarlaayni sofrada otururdu. Nisancilik vazifesine edebî sahsiyetlerden ve âlimlerden tayin yapilmasi usûldendi ve bu sebeble nisanciliga en çok müderrisler getirilirdi.

    Tesbit edilebilen ilk nisanci olan Muhammed Asgarü'l-cezerî'den itibaren bu memuriyette vazife yapan bütün nisancilar devletin nizamlarina teskilatina ve müesseselerine dair kanunlarin toplanmasinda nesredilmesinde baslica rolü oynadilar. Gerçekten Leyszâde Mehmed b. Mustafa Fatih Kanunnâmesi diye bilinen Kanunnâme-i Âli Osman'in bir araya getirilmesinde ve yazilmasinda en büyük pay sahiplerindendir. Nisancilik vazifesinde bulunanlarin teskilatfri isleyisine diger bir katkilari da divandan çikan ferman'larin tertip imla ve insa tarzlarinda koyduklari kaidelerdir. Konulan bu kaideler bu nisancilarin haleflerince de aynen tatbik edilmistir. Meselâ Tacîzâde Cafer Çelebi Koca Nisanci Celâlzâde Mustafa Çelebi Ramazanzâde Okçuzâde Hamza Pasa'nin kendilerine mahsus ferman ve mensur yazis tarzlari vardir.

    Onyedinci asir sonlarinda kaleme alinmis Tevhiî Abdurrahman Pasa Kanunnâmesinde Nisancilara mahsus olan kiyafe't söyle tarif edilmektedir. Mücevveze sarik sarar sof üstlük lokmali kutnî iç kaftani ve orta abayi giyer orta raht vururdu. Ayrica bu kanunnamede Nisancilarin 400 akçelik haslari oldugu ye Sadr-i â'zamla her vakit görüsebildikleri kayitlidir. Bundan baska Eflak-Bogdan voyvodaliklari ile Erdel Kralinin tevcihinden dolayi muayyen bir gelirleri mevcuttur.

    Osmanli merkez teskilatindaki bu mühim memuriyet 1836'da kaldirildi. Yerine getirildigi görevler de defter eminligine devredildi. Önemli fermanlara Bab-i âlî diger fermanlara ise defter eminliginde Tugra-nüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilmeye baslandi. 1838'de ise tugra-nüvislik de kaldirildi ve Bâb-i âli ile birlestirilerek tugra çekme isi Bâb-i âli dairelerinde yapilmaya baslanildi. Daha sonra nisancilik sadece paye olarak verildi.

    Tazminattan sonra ise nisanciligin vazifeleri birkaç memuriyete dagitildi. Asli vazifeleri Mabeyn baskatipligi ile Hariciye nazirligina diger önemsiz vazifeler ise maliye ve defteri hakanî dairelerinde yerine getirilmege baslandi.

  8. Alt 03-28-2009, 12:42 #18
    beyza Mesajlar: 2.053
    Osmanli ordusu kurulusundan 20. yüzyilin basina kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teskilâtlanmisti. 1909-1910 yillarinda Avrupa ordu teskilâtina giren Hava kuvvetleri 1912'de de Osmanli Devletinde kuruldu.

    Osmanlilarin kurulusunda ordu asiret kuvvetlerinden meydana geliyordu. Fetihlerin genislemesiyle gönüllülerin feth edilen yerlere iskânla da Türkmen bey ve kuvvetlerinin katilmasiyla asker miktari artip teskilâtlanmaya gidildi. Beylik akinci ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361 yilinda yaya (piyâde) ve müsellem (süvâri) olmak üzere muntazam ve dâimî ordu teskilâti kuruldu. Osmanli kara kuvvetleri piyâde süvâri eyâlet askerleri teknik ve yardimci siniflardan meydana gelirdi. Piyâdeler; acemi yeniçeri cebeci topçu top arabacilari lagimci humbaraci ocaklari olmak üzere yedi ocaga ayrilirdi. Süvâriler de; sipâhi silâhtar sag ulûfeciler sol ulûfeciler sag garipler sol garipler bölükleri olmak üzere alti bölüge ayrilirdi. Eyâlet askerleri timarli sipâhiler ve yerli kulu teskilâti olmak üzere ikiye ayrilirdi. Timarli sipâhiler Osmanli ordusunun en önemli kismi olup; timar sâhipleriyle bunlarin beslemek ve yetistirmekle yükümlü olduklari cebelülerden meydana gelirdi. Yerli kulu teskilâti; yurtiçi geri hizmet kale kuvvetleri teskilâti olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teskilâti; belderanlar cerahorlar derbendciler martalozlar menzilciler voynuklar gruplarindan; geri hizmet teskilâti yaya ve müsellemler ile yörüklerden; kale kuvvetleri teskilâti azaplar gönüllü ve beslilerden meydana gelirdi. Akincilar Osmanli ordusunun öncü kuvvetleri olup kurulusuna gelismesine ve genislemesine çok hizmetleri geçti. Akincilar onlu sisteme göre teskilâtlanmislardi.

    Deniz kuvvetleri (Donanma): Osmanli Deniz Kuvvetleri Karesi Mentese Aydin gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altina alinmasiyla sâhip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. Ilk zamanlarda Karamürsel Edincik ve Izmit'teki gemi insâ tezgâhlari Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamâninda Gelibolu Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamaninda Haliç Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamâninda Süveys ve zamanla Ruscuk Birecik tersâneleri kuruldu. Bu tersânelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu. Buharli gemilerin kesfiyle 1827'de donanma Bugu denilen bu gemilerle de donatildi. Kürekli gemi çesitleri olarak; uçurma karamürsel aktarma üstüaçik çete kayigi brolik celiyye çamlica sayka firkate mavna kalite girab sahtur çekelve kirlangiç bastarde ve kadirga kullanildi. Yelkenli gemi çesitlerinden de; ates agripar barça brik uskuna korvet kalyon firkateyn kapak ve üç ambarli kullanildi. Donanma-i Hümâyûnun basi 1867 yilina kadar kaptan-i derya bu târihten sonra da bahriye nâziri ünvânini tasidi. Osmanli donanmasi muazzam teskilâti kuvvetli harp filosu cesur üstün kâbiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz Ege Denizi Akdeniz ve Kizildeniz'e hâkim olup Hind ve Atlas Okyanuslarinda Osmanli sancagi ile armasini dalgalandirip temsil ediyorlardi. Osmanli donanmasinin 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçli donanmasina karsi kazandigi Preveze Deniz Zaferi bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir.

    Osmanli ordusunda atessiz atesli koruyucu silâhlar kullanilmaktaydi. Atessiz silâhlar; kiliç ok sapan bozdogan topuz da denilen gürz kamçi dögen balta meç simsir gaddara yatagan hançer kama mizrak cirit kantariye kastaniçe süngü zipkin tirpan çatal halbart mancinik müteharrik kule; Atesli Silâhlar; sayka zarbazen miyane zarbazen sahî zarbazen sakloz dranki bedoluska marten ejderhan kolonborna miyane balyemez adlarindaki toplar sishaneli karabina çakmakli fitilli çesitleriyle tüfek tabanca kullanilirdi. Zirh karakal migfer kalkan da düsman silâhindan muhâfaza için kullanilirdi.

    1839 Tanzimat ilânina kadar ordu-yu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler sunlardir: Sadâret vezir beylerbeyi ülâ sancak beyi alaybeyi kaymakam binbasi sagkolagasi yüzbasi mülâzim-i evvel mülâzim-i sânî zâbit vekili basçavus onbasi nefer. Son devir askerî rütbeler ve Ikinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamâninda 1900'de subay maaslari: müsîr (maresal) iki yüz elli altin ferik (korgeneneral) yüz altin mirliva (tümgeneral) altmis altin miralay (albay) yirmi bes altin kaymakam (yarbay) on sekiz altin binbasi on iki altin kolagasi (kidemli yüzbasi) on altin yüzbasi bes altin mülâzim-i evvel (üstegmen) iki buçuk altin mülâzim-i sâni (tegmen) iki altin nefer (er) bir mecidiye (bir altinin beste biri). Bu maaslar net ve kesintisiz olup her ay da ihsân-i sahâne (pâdisâh hediyesi) alan pekçok subay vardi.

  9. Alt 03-28-2009, 12:43 #19
    beyza Mesajlar: 2.053
    Osmanli Devletinin kurulusundan sonra saray teskilâti da diger müesseseler gibi gelisme gösterdi. Bursa ve Edirne saraylarindan sonra Istanbul'un fethi üzerine bugünkü Istanbul Üniversitesi merkez binâsinin oldugu yerde Fâtih Sultan Mehmed Han tarafindan Saray-i Atîk denilen eski saray kuruldu. Daha sonra yine Fâtih tarafindan Saray-i Cedid adi verilen Topkapi Sarayi yaptirildi.

    Bu saraylar pâdisâhlarin hem ikâmet ettikleri yer ve hem de bütün devlet islerinin görüsülüp karar verildigi en yüksek devlet dâiresiydi.

    Osmanli Devletinde saray teskilâti üç kisimdan meydana gelmekteydi:

    1) Bîrûn adi verilen dis kisim
    2) Enderûn adi verilen iç kisim
    3) Harem-i hümâyûn.

    Sarayin Birûn adi verilen kismi sarayin disi yâni Babüs'saâde hâricindeki teskilâtidir. Sarayin Birûn teskilâtinin isleri çesitli oldugundan her birinin memurlari da ayri ayri siniflardandi.

    Burada görevli olan ilmiye sinifi ile Birûn agalari denen agalar sarayin hem harem ve hem de enderûn kisminin hâricindeki yerlerde ve dâirelerde bulunup vazifelerini yaparlar ve aksamlari evlerine giderlerdi. Birûn teskilâtina âit bütün tâyinler sadr-i âzam tarafindan yapilirdi.

    Enderûn: Sarayin bu kismi yüksek dereceli devlet memuru yetistiren bir mektep ve terbiye yeriydi. Pâdisâhlar bir kismi sarayda ve bir kismi da orduda olmak üzere Müslüman Türk terbiye ve kültürü ile yogrulmus kendilerine sâdik bir sinif yetistirdikten sonra Osmanli devlet idâresini bunlarin eline vermistir.

    Küçük yastaki devsirme denilen çocuklar saraya alinmadan sivil Müslüman Türk âilelerin yaninda büyük bir îtinâ ile yetistirilerek Müslüman Türk terbiyesi görürlerdi. Dînî bilgileri ve Türkçeyi ögrenirler daha sonra saraya alinirlar burada da mükemmel bir tahsil gördükten sonra siralari gelince liyâkat ve kâbiliyetlerine göre saray hâricindeki çesitli devlet hizmetlerine tâyin edilirlerdi. Sarayda her kogusun ve sinifin fertlerinin kaydina mahsus defterler olup bunlarin saray terbiyesi üzere yetismeleri için her kogusta lala tâbir edilen hocalar vardi.

    Osmanli Sarayi hem devletin en yüksek idâre organi ve hem de en yüksek idârecilerini yetistiren bir müessese idi. Sarayin kendine mahsus usûl ve erkâni vardi. Islâm ahlâkinin ve insanlik seciyesinin en güzel örnekleri burada yasanir ve buradan Osmanli ülkesine ve dünyâya yayilirdi.

    Harem-i Hümâyûn: Pâdisâhin âile efrâdinin; pâdisâh kadinlarinin pâdisâhin kiz ve erkek çocuklari ile harem agalarinin ve muhâsiplerinin oturdugu yerdi. Yerlesim olarak vâlide sultanin dâiresi sehzâdeler mektebi pâdisâhlarin yatak odalari câriyelerin yetistigi yerler gibi bölümleri vardi. Haremde; vâlide sultan baskadin efendi pâdisâh kizlari gedikli kadin hizmetçi (câriye)ler bulunurdu.

    Osmanli sarayinin harem bölümü hânedan mensuplarinin husûsî âile hayatlarini yasadiklari yerdi. Devletin bütün müesseseleri ve cemiyet hayatinda oldugu gibi buradaki günlük hayat da Islâmiyetin esaslarina Türk örf ve an'anesine titizlikle riâyet edilerek yürütülürdü. Harem-i Hümâyûnda bulunanlar küçük yaslarindan îtibâren çok titiz ve ciddî bir egitimden geçirilerek yetistirilir sarayin müstesnâ âdâb ve terbiyesine uymasina îtinâ gösterilirdi.

    Asirlar boyunca cihan-sümûl Osmanli Devletini idâre etmis ülkeler fethetmis ilim ve irfânin ilerlemesine medeniyetin yükselmesine ve yayilmasina hizmet etmis pâdisâhlarla mümtaz ahlâk iffet sefkat merhamet ve hamiyet nümûnesi hanim sultanlar hep bu Harem-i Hümâyûnda terbiye edilerek yetismislerdir. Haremde hânedan âilesinin yasayisini düzenleyen çok muazzam bir tesrifât (protokol) vardi. Harem teskilâti ve müessesesini anlatan çesitli târihî vesikalar mevcuttur.

    Harem-i Hümâyûnda bulunan câriyeler Islâm ordularinin düsmanlarla yaptigi harplerde esir edilen kadin ve kizlarla pâdisâha hediye edilenlerden hizmetçi olarak sarayda bulunanlardi. Bunlarin çogu hizmetçi olarak hanim sultanlarin ve haremde vazifeli kadin görevlilerin emrinde hizmet ederek yetisirlerdi. Câriyelerin hepsi uzun süre çok ciddi bir terbiyeden geçirilir Islâm ahlâki ve Türk örfüne göre yetistirilir çesitli hizmetlerle vazifelendirilirlerdi. Temayüz edenlerinden pek azi pâdisâhin özel hizmetlerini görmekle de vazifelendirilirdi. Bu dereceye yükselmek câriyeler için pek büyük bir meziyet ve mazhariyetti ve uzun terbiyelerden sonra ulasilirdi. Gerek pâdisâhin ve gerekse Harem-i Hümâyûnda bulunan diger hânedan mensuplarinin hizmetlerindeki câriyelerle olan muâmeleleri Islâm hukûkuna uygundu. Keyfilikten zevk ve safâya zebunluktan uzak olup Islâmiyetin târif ettigi mesru âile hayâtinin bir nümûnesiydi. Câriyelerden çogu kendiliklerinden Müslüman olur ya sarayda serefli bir ömür sürerler veya münâsip kimselere zengin çeyizlerle gelin edilirler yuva kurarlardi.

    Eski ve ortaçaglardaki krallik ve imparatorluk saraylarinda yasanan zevk ve safâhat âlemleriyle bilhassa saraya mensup kadinlarin karistigi entrikalarin sehvetleri kamçilayan hikâyelerini dinleyip yazmaga alismis bâzi Avrupali muharrirlerle onlari taklit eden yerli isimler hiçbir yabancinin girmemis hiçbir uygunsuz haber duyulmamis olan Osmanli sarayinda da bu kâbil olaylari çok arastirmislar yazacak hiçbir sey bulamamislardir. Asirlar boyunca devam etmis bir hânedan âilesinden süpheli rivâyetler hâlindeki tek tük olayi ise genis hayalleriyle süsleyip bire bin katarak anlatmislardir. Bilhassa Bati insaninin ulasmayi gâye edindigi zevk ve safâhat hayâtinin Avrupa saraylarinda görülen nümûneleri; onlarin târihte emsalsiz bir ihtisam sâhibi Osmanli sarayinda da benzeri bir hayat hayâl etmelerine sebep olmustur. Çünkü Avrupali için iktidar ve maddiyatin zevki ve safâyi teminden baska nihâî bir maksadi yok gibidir. Harem kelimesiyse özellikle son zamanlarda çesitli bahânelerle istismar edilmis Müslüman-Türk ahlâkinin besigi âile yuvasi çesitli bozuk düsünce sâhiplerinin uydurma sözleriyle lekelenmek istenmistir. Bu maksatli iftiralarla dolu yazilarin hedefi; târihteki Türk ahlâk ve devletini asagi düsürmektir. Bu tip maksatli yazilarin hiçbir vesikasi ve degeri de yoktur. Harem kadinlarinin hiçbiri devrinde kendi hayâtini ve haremi anlatan kitap yazmamistir.

  10. Alt 03-28-2009, 12:44 #20
    beyza Mesajlar: 2.053
    Osmanlilarda sinifsiz toplum hayâti vardi. Köle vardi fakat; Osmanli ülkesinden alinmazdi. Kölelik devamli degildi; âzâd edilip hürriyete kavusarak devlet kademesinde vazife alabilirdi. Kölelikten yetisme ve köle çocugu pekçok devlet adami yüksek memuriyetlerde bulunurdu. Kölelikten yetisme sadr-i âzamlar da vardi. Bunlardan Koca Yusuf Pasa Yusuf Ziyâeddin Pasa Ibrâhim Edhem Pasa Resid Mehmed Pasa Hursid Ahmed Pasa Sâhin Ali Pasa Silâhtar Süleyman Pasa Siyavus Pasa gibi sadr-i âzamlar kölelikten yetiserek devlet kademesinde yükselen sahsiyetlerdir. Köylü hür olup serflik yoktu. Köylüler ve kasabada oturan halk üretici durumundaydi. Sehirlerde esnaf îmâlâtçi sanatkâr idâreci ve ilmiye teskilâti mensuplari otururlardi. Askerligi Müslüman halk yapardi. Bütün ülke halki Osmanlilik suuru tasirdi. Milliyet ayirimi yapilmayip ümmet esâsi aranirdi. Gayr-i müslimler askerlik yapmayip erkekleri cizye vermekle mükellefti. Müslümanlar çogunlukta olup dört hak mezhep (Hanefî Sâfiî Hanbelî Mâlikî) ve bimezhep firka mensuplari da olmasina ragmen resmî mezhep Hanefiliktir. Müslümanlarin temsilcisi Halîfe olup 1516 târihinden îtibâren Osmanli pâdisâhlari bu mânevî makamin da temsilcileridir. Hiristiyanlardan Ortodoks mezhebinin merkezi Istanbul'dadir. Ermeni patrikligi de Istanbul'da olup merkezleri de Osmanli hâkimiyetindeki Revan'di. Osmanli topraklarinda Katolikler de bulunmasina ragmen merkezleri Vatikan'di. Yahûdîlerde olan Filistin Osmanli tebeasindandi. Mûsevîligin dogus yeri ve merkezi Osmanli topragi idi. Avrupalilarin zulmünden kaçan Yahûdîleri de Osmanlilar himâye ediyordu. Osmanli vatandasi olan Müslüman ve gayri müslim topluluklar Rum Ermeni Yahûdî Gürcü Sirp Bulgar Macar Rumen kendi din ve dillerinde mâbet okul açip ibâdetlerini yapabilme hürriyetine sâhiptiler. Bu hosgörü günümüzün hiçbir liberal kapitalist komünist ve dikta rejiminin imkân tanimadigi ölçüde serbestti. Gayri Türk Müslümanlar devlet kadrosunda ve orduda vazife alirdi fakat gayri müslimler Tanzimatin îlânina kadar bu hakka sâhip degildi. Gayri müslimler Tanzimat ve Mesrutiyet ile devlet memuru ve orduya girme hakki kazanmislarsa da askerlik yapmak istemediklerinden silâh altina alinmamislardir. Serbest meslekle ugrasirlardi. Gayri müslimler tarafindan islenen hirsizlik yol kesme gasp soygun adam öldürme devlet makâmina zarar verme Islâm dînine karsi hareketler devlet tarafindan yasaklara uymama câsusluk ve bunlara benzer suçlar devletçe ve disindakiler de kendi kilise ve havralarinda bakilirdi. Pâdisâhin ülkedeki gayri müslim ve Türkler üzerinde tâvizsiz hâkimiyeti olup din adamlari ve kavmî liderleri Avrupalilarin ve Prusya'nin tahrikine kapilmadan önce merkeze hürmetkârdilar. Osmanli tebeasi olup da propaganda ve tahriklerine kapilarak Osmanliya ihânet eden kavimlerin hiçbiri bugüne kadar huzur yüzü görmemislerdir.

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.