Müslümanlar olarak hepimiz inanırız ki Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah’ın kulu ve elçisidir. “Kul” ve “elçi” kavramları ayrılmaz bir bütün halinde hep bir arada zikredilir. Ne kul olması elçi olmasına engeldir, ne de elçi olması kul olmasına. Elçilik ve kulluk kavramlarının yansımasını toplum hayatında da görmekteyiz. O, Allah’ın kullarından birisi olduğu gibi yaşadığı toplumun da fertlerinden birisidir. Aynı zamanda o, seçilmiş bir kuldur. Dolayısıyla toplum içinde de seçkin bir konuma sahiptir; toplumun lideridir. Bu sebeple “Cemiyet Adamı Olarak Hz. Peygamber” konusunu ele alırken “cemiyetin bir ferdi” ve “cemiyetin lideri” olmak üzere Hz. Peygamber’in cemiyet içinde iki farklı konumunu tespit etmek gerekmektedir. Konuyu zihinlerde netleştirebilmek için bölümlere ayırmakla beraber tıpkı “kul” ve “elçi” kavramları gibi “fert” ve “lider” kavramlarının da birbirinden tamamen ayrılamayacağı gözden uzak tutulmamalıdır.

Cemiyetin Bir Ferdi Olarak Hz. Peygamber: “Sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu eden ve Allah’ı çok zikreden kimseler için, Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzâb, 21)

Muhammedü’l-Emîn: Hz. Peygamber’in toplumsal kimliğini tespit etmeye çalıştığımızda karşımıza çıkacak ilk özellik şüphesiz onun “güvenilirliği” olacaktır. İçinde doğup büyüdüğü toplum tarafından kendisine “Muhammedü’l Emîn” denilmesi, Mekke müşriklerinin tebliğ ettiği vahyi yalanlamalarına rağmen kendisini yalancılıkla itham edememeleri, aralarındaki husûmete rağmen mallarını ona emânet etmeleri bunun en bâriz göstergesidir.

Kâbe’nin tamiri esnasında Haceru’l-Esved’i yerine koyma hususunda Mekkeli kabileler arasında ihtilaf çıkmıştı. Nihayet Kâbe’ye ertesi sabah ilk girenin hakem olması kararlaştırıldı. O sabah Kâbe’ye ilk giren kişinin Hz. Muhammed (a.s.m.) oluşu herkesi rahatlatmıştı. Çünkü O, “Emîn” olarak tanınmaktaydı.

Vahyi tebliğ etmeye başladığında ona her türlü iftirayı atan müşrikler yalancı olduğunu söyleyemediler. Ebû Cehil’in sık sık şöyle dediği rivâyet edilir: “Muhammed, sana yalancısın demiyorum, ama bana göre senin söylediklerin doğru değil.”

Hicret öncesinde, Mekke’de zulmün son noktaya vardığı dönemde artık Hz. Peygamber’in öldürülmesi düşünülüyordu. Bununla birlikte kendisinde onu öldürmeyi düşünen toplumun emanetleri vardı. Medine’ye doğru gizlice yola çıkarken Hz. Ali’ye tembih ederek, sahipleri hasım olsun, putperest olsun kendisine emanet olarak bırakılmış eşyaları iade ettikten sonra kendilerine katılmak üzere Medine’ye gelmesini istedi.

El-Emîn ismi, iki temel özelliğe sahip olmayı içerir. Bunlardan biri, ahde vefa, yani verdiği sözde durmak, ikincisi de dosdoğru olmak.

Ahde Vefâ: Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde kâmil/olgun müminlerin vasıfları sayılırken, onların ahde vefa gösterme özelliklerine işaret edilir. (Mü'minûn/8; Meâric/32) Kur'an'da ahde vefa ile ilgili ayetlerde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, Müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde uygulamada bulunulması emredilmektedir (9/Tevbe, 1, 4, 7). Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi ahde vefa göstermede de ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Hz. Peygamber'in (a.s.m.) Hudeybiye Antlaşması'ndan hemen sonra, yanındaki Müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebû Cendel'i antlaşmanın gereği olarak müşriklere iade etmesi, O'nun verdiği söze bağlılığının en canlı örneklerinden birisidir. O'na "el-Emîn" sıfatının düşmanları tarafından bile verilmesinin, kendisinin ahde vefâ ve emanete riâyet faziletine kemaliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde ahde uygun harek
et edilmesini imandan saymış, ahde aykırı davranmayı ise nifak alametleri arasında göstermiştir. Zira sözünde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde bulunan sadakat kavramı ile çelişmektedir. Halbuki gerek Kur'an'da (2/Bakara, 177), gerekse hadislerde ahde vefâ ile sadakat arasında kopmaz bir bağ bulunduğu belirtilmiştir.

Hz. Peygamber'den bir rivayet şöyledir: "Ahdine vefası olmayanın imanı da (dini de) olamaz." (Beyhakî, es-Sünnetü'l-Kübrâ ; Zehebî, Kebâir ) “Ahdini bozan (sözünden cayan) herkes için kıyâmet günü bir bayrak dikilip ‘bu falanın vefasızlık alâmetidir’ diye ilân olunacaktır” (Buhârî, Cizye 22, Edeb 99)

“Kıyamet günü her vefasız kişinin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefasızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir. Bilin ki, vefasızlık açısından kamu yöneticisinden daha büyük vefasız yoktur” (Müslim, Cihad 15-16)

Hadis-i şerife göre ahde vefasızlık, küfrün en rezil şekli olan münafıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. "Münafığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder" , "Dört şey kimde bulunursa halis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." (Buhâri, Tecrid-i Sarih, no: 31-32)

Doğruluk: Doğruluk, ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Kur’an, baştan sona doğruluğun yolunu ve bunun aksi olan sapıkların yolunu açıklar. Allah’a kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir. Allah, O’na inananları ve kendi yoluna uyanları rahmet ve lutfa mazhar eder, onları doğru yola iletir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15) buyuran Allah, hâlis kullarını şeytandan korumaktadır. Doğruluğun karşısında yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Peygamberler başta olmak üzere takvâ sahibi Müslümanlar asla yalan söylemezler. Bu dosdoğru haliyle peygamberliğinden çok önceden beri Hz. Muhammed (s.a.s.) “el-Emîn” olarak tanınmıştır.

Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, iradede, azimde, vefa ve amelde doğruluk şeklinde tezahür eder. Bütün bunların kaynağı, Kur’an ve Sünnettedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği, doğruluğun esasıdır. Düşüncede ve inançta tam manasıyla İslâm’a ve O’nun hükümlerine teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru olan ahlâk, tümüyle sadece Hz. Peygamber’in ahlâkıdır. Zira Rasûlullah (a.s.m.) “dosdoğru ol!” mesajı ile “Hûd sûresi beni ihtiyarlattı” diye buyurarak doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir. Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti” buyurmuştur.

Bir sahabe, Hz. Peygamber’e “Ya Rasûlallah, bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine (başka soru) sorma ihtiyacını duymayayım” deyince, Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, İman 62 Başka bir hadis-i şerifte de: “Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz.” (İbn Mâce, Tahâret 4) buyrulmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sadık olduğu, yalancılardan olmadığı Kur’ânı-ı Kerim’in birçok yerinde anlatılmakta, İslâm tarihine, özellikle risâletin Mekke dönemine bakıldığında Resûlullah’ın (a.s.m.) gerçeğin şehâdeti, iman edenlerin ve hatta düşmanlarının şahitliğiyle “el-Emîn” ve “Sâdıku’l-Va’du’l-Emîn” olduğu ortaya çıkmaktadır.

Her hususta dosdoğru olan Peygamberimiz, ümmetine de sık sık doğrulukla ilgili tavsiyelerde bulunurdu. İşte bunlardan birkaçı:

“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır” (Buhârî, Edeb 69)

“Sana kuşku veren şeyi bırak, şüphe ve kuşku vermeyen şeyi al! Doğruluk, gönül rahatlığı, yalansa kuşkudur.” (Tirmizî, Kıyâme 22)

Resûlullah’a: ‘Mü’min korkak olabilir mi?’ diye sorulduğunda: “Evet” diye cevap verdi. ‘Mü’min yalancı olabilir mi?’ diye sorulunca da: “Hayır!” buyurdular. (Muvattâ, Kelâm 19)

“Kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, o kimsenin (oruç tutup) yemesini-içmesini bırakmasına Allah için hiçbir gerek yoktur.” (Buhârî, Savm 13)

Yardımseverliği; Hilfü’l-Fudûl: Mekke’nin ilk sâkinleri olan Cürhümlüler’den Fadl (Fazl) adlı üç kişi yerli ya da yabancı olsun, zulme uğrayan kişilere yardım edeceklerine dair aralarında yemin etmişlerdi. Onların bu yemini “Fadl’ların yemini” ya da “fazilet yemini” anlamına gelmek üzere “hilfü’l-fudûl” diye adlandırılmıştır. Bu anlaşma Mekke’de uzun süre etkili olmuştur.

Hicretten yaklaşık otuz yıl kadar önce hilfü’l-fudûl ikinci defa tekrarlanmıştır. Mekke’de kabileler arasında zaman zaman çekişme ve çatışmalar oluyor, ayrıca dışarıdan hac ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz kimselere haksızlık ve zulüm yapılıyordu. Haram aylardan Zilkade’de yine böyle bir olay vuku bulmuştu: Zübeyd kabilesinden bir kişi umre için Yemen’den Mekke’ye geldi ve yanında getirdiği mal hakkında birisi ile pazarlık etti. Alıcı daha sonra pazarlığa uygun bir ödeme yapmak istemedi. Yemenli tacir uğradığı haksızlığı dile getirdiğinde kendisine yardım edecek kimseyi bulamadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimleriyle bir toplantı düzenlendi ve haksızlıkları önlemek amacını taşıyan, gönüllülerden oluşan bir grup kurulması kararlaştırıldı. Bu sırada yirmi yaşlarında olan Hz. Muhammed de (a.s.m.) bu gruba katıldı.

“Allah’a and olsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebir dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız” sözleriyle yemin eden bu grup Mekke’de birçok kez zulme engel olmayı başarmıştır.

Bu grubun bir üyesi olma sıfatıyla bizzat Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gerçekleştirdiği bir icraatı bu topluluğun faaliyetlerine bir örnek olarak zikredebiliriz:

Ebû Cehil, mallarını satmak için Mekke’ye gelen bir tacirin mallarına düşük fiyat biçmiş, diğer tüccarların da onunla alışveriş yapmasına engel olmuştu. Kimsenin daha fazla fiyat verememesi üzerine zor durumda kalan tacirin durumunu Hz. Peygamber öğrendi ve üç deve yükü malını onun istediği fiyattan satın aldı. Ardından Ebû Cehil’in yanına gelerek hilfü’l-fudûl’ü hatırlattı ve aynı şeyi tekrarlamaması için onu uyardı.

Bütün kaynaklarda Hz. Peygamber’in bu ittifaktan her zaman övgüyle bahsedip bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar çağırıldığı takdirde tereddüt göstermeden icabet edeceğini söylediği kaydedilmektedir.

Burada dikkat çeken husus, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bu derneğin öncülüğünü, kuruculuğunu yapan kişi olmayışıdır. Hilfü’l-Fudûl, onun yaşadığı toplumda var olan bir organizasyondu. Zalime karşı mazlumun yanında yer almayı hedefleyen, “mazluma yardım etmek” ortak değerinde buluşan üyelerden meydana geliyordu. İşte bu ortak değer, Hz. Peygamber’in herhangi bir üye sıfatıyla gruba katılmasını sağlamıştı.

Temiz ve Düzgün Görünümü: Hz. Peygamber insanların karşısına temiz olarak çıkardı. Elbisesinin temiz ve tertipli olmasına önem verirdi, giyiminde titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Peygamberimizin giyecekle ilgili tutumu: “temizlik, tertiplilik, estetiği gözetme, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak ifade edilebilir. O, “Allah temizdir temizliği sever, en kâmil manasıyla paktır, pak olanı sever, kerimdir, iyilik sahibi olanı sever. Cömerttir, cömert olanı sever. Evinizin iç ve dışını temiz tutunuz” buyurarak insanları temizliğe teşvik etmiştir. “İnsan elbisesinin güzel olmasını istiyor” diyen birine Peygamberimiz “Allah güzeldir, güzelliği sever; kibir, hakkı kabul etmemek, insanları küçük görmektir” cevabını vermiştir. Hz. Peygamber bir gün üstü başı kir içinde birini görünce “Şu kişi acaba elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?” diye tepki göstermiştir. Aynı şekilde, saçı başı dağınık bir adama durumunu düzeltip gelmesini tembih eden Resûlullah, adam saçını başını düzeltip gelince “Birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık olmasından böylesi daha iyi değil mi?” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından önce dünya ile ilgili olarak yaptığı en son şeyin Hz. Âişe’nin yardımı ile dişini misvaklaması da ilgi çekicidir.

Hasta ziyâreti: Hz. Peygamber daima hastaları ziyaret eder, onlara destek olurdu. Ne zaman bir hastayı ziyaret etse onu teselli eder, elini alnına ve bileğine koyarak onun için dua eder ve “inşâallah iyileşeceksin” derdi.

Hasta bir mümini ziyaret etmek, dinimizin önemli bir tavsiyesi, Peygamberimizin sünnetidir. Hasta birini ziyaret eden kişi, hem hastaya moral vermiş, hem de kendisi sevap kazanmış olur (Tirmizî, Edep 45) Hz. Peygamber (a.s.m.) ashabından birisi hasta olsa onu ziyarete giderdi. Hatta kâfirlerden hasta olanları da ziyaret ederdi. Enes’den (r.a) rivayete göre Resûl-ü Ekrem’e hizmet eden bir Yahudi genci hastalanınca Peygamberimiz onu ziyarete gidip başucuna oturarak ona Müslüman olmasını teklif etmiş o da babasına bakınca, babası: “Oğlum! Ebû’l-Kasım’a itaat et” demiş, genç de Müslüman olmuştur. Hz. Peygamber (a.s.m.) hastanın yanından çıkınca; “Şu genci Cehennem azâbından kurtaran Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 80)

Peygamberimiz (a.s.m.) hastaların ziyaret edilmesini, cenazelerin takip edilmesini, zira bunların âhireti hatırlatacağını söylemiştir. (Buhârî, Cihad 171)

Hasta ziyareti, Müslüman için bir görevdir. Çünkü Resûlullah, müminleri bir vücudun organları gibi birbirine bağlı görmüş, “sevilmede, merhamet ve şefkatte müminleri bir vücut gibi görürsün. O vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa diğer uzuvlar da onunla beraber ıstırap duyarlar.” (Buhârî, VII/12) buyurmuştur. Yine bir hadis-i şerifte Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki haklarından birinin hastalandığında, bir mümin kardeşini ziyaret etmek olduğu belirtilmiştir. (Tirmizî, Edeb 1) En güzel ahlâkı yaygınlaştıran Resûlullah, en insanî duygularla donatılmış bir yardımlaşma ve kardeşlik ortamı oluşturmuştur. Hasta ziyareti, insanî duygulardan biridir. Çünkü hasta, böylece kendini yalnız hissetmekten kurtulur, acıları hafifler.

Fâsık Müslüman da, gayr-i müslim hasta da ziyaret edilebilir. Hasta, tebliğe açıktır, his yönleri ön plandadır, hasta ziyaretinde sıkmadan onu sabra ve Allah’a yöneltmeye çağırmak uygun olur, özellikle ölümü beklenen hastalara tevhit telkini çok önemlidir. Hastaya canı çeken şeylerden hediye götürmek İslâmî edeplerdendir. Zaten hastalıkta, insanın canı çekip alamadığı, yiyemediği şeyler vardır (İbn Mâce, Cenâiz 1). Yine, hasta zaman zaman yakınlarından sorulmalıdır. Yasak savma kabilinden bir ziyaretten sonra hastayla ilgiyi kesmek, sünnetten kaçınmak gibidir (Buhârî, İsti’zân 29).

Hasta ziyareti konusunda Peygamberimiz şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Ashâbım! Hastaları ziyaret edin, açları doyurun, elinizin altındaki köleleri salıverin.” (Buhârî, Et’ıme 1)

“Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm almak, hasta ziyaret etmek, cenazenin arkasından yürümek, davete icabet etmek ve aksırana ‘yerhamukellah’ demek.” (Buhârî, Cenâiz 2)

“Bir Müslüman, hasta bir Müslüman kardeşini ziyarete gittiğinde, dönünceye kadar cennet hurfesi içindedir.” ‘Ey Allah’ın elçisi, cennet hurfesi nedir?’ diye sordular. Resûl-ü Ekrem şöyle buyurdu: “Cennet yemişidir” (Müslim, Birr 40-42)

“Hastayı sormaya gittiğiniz zaman onu yaşamağa teşvik edin; rahatlatıcı, teselli edici sözler söyleyin. Çünkü bu, kaderi değiştirmez ama hastanın moralini düzeltir.” (Tirmizî, Tıb 35)

Selâmlaşma: Selâm; barış, rahatlık, esenlik; Müslümanların birbirleriyle karşılaştıkları zaman, karşılıklı olarak sağlık ve esenlik dileklerini sunmaları, yani birinin diğerine "Selâmün aleyküm" (Selâm sizin üzerinize olsun, Allah her türlü kazâdan ve beladan korusun!) demesi; diğerinin ise: "Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekatüh" (Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi sizin de Üzerinize olsun!) şeklinde cevap vermesi anlamına gelen bir İslâm ahlâkı terimidir.

Müslümanlar arasında, bir dostluk ve iyi niyet işareti olan selâmı vermek sünnet; almak ise farzdır. Yüce Peygamberimiz her fırsatta Müslümanlara, ev halkına, hatta gördüğü çocuklara bile selâm verirdi. Birisiyle karşılaştığında önce selâm veren o, olurdu. Yanına gelen kişi yüzünü başka yöne çevirene kadar kendisi yüzünü çevirmezdi. Musafaha ederken de karşısındaki elini çekene kadar elini çekmezdi.

İslâm toplumu içinde selâmı yaymak, hem Allah'ın emri ve hem de Hz. Peygamberin sünnetidir. Bir ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir" (24/Nûr, 27). Bir başka ayette de Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: "Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin..." (4/Nisâ, 86). Bu ayetlerden selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de, birçok hadislerinde selâmın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur. Bir sahabe Hz. Peygamber'e (a.s.m.) "İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?" diye sorduğunda, Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir" (Buhârî, İman, 6-20). Yine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır: "İman etmedikçe Cennete giremezsiniz: birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..." (Müslim, Îman, 93). "Şüphesiz ki, Allah katında insanların en iyisi, önce selâm verendir" (Ebû Davûd, Edeb 133) hadîsinden ise, selâm vermede acele etmenin daha sevap olduğu anlaşılmaktadır.

Hediyeleşme: Hediyeleşmek insanî ilişkilerde sevgi ve dostluğun artmasına vesiledir. Hz. Peygamber de hediyeye daha değerlisiyle karşılık verirdi.

Müslüman olarak bütün meselelerde olduğu gibi hediye konusunda da, rehberimiz olan Hz. Peygamber (a.s.m.) Müslümanların tavrının nasıl olması gerektiğini örnek yaşantısıyla göstermiştir. Peygamberimiz en basit iyiliği bile karşılıksız bırakmazdı. Karşılığını mutlaka verirdi. Bunu ümmetine de öğütlerdi. Bir hadis-i şerifte "size herhangi bir iyilikte bulunana mukabele ediniz. Verecek bir şey bulamazsanız, ona dua ediniz ki, kendisine mukabelede bulunduğunuz bilinmiş olsun" (Ebû Dâvud, Zekât buyrulmaktadır.

Basit bir iyiliğe bile karşılık veren Allah Rasûlü elbette hediyeyi karşılıksız bırakmazdı. Bunu yakınlarına da öğütlerdi. Hz. Âişe annemiz Peygamberimiz için "Allah Resûlü hediyeyi kabul eder ve karşılığını verirdi" buyuruyor. Peygamberimiz başka bir hadiste de "hediyeleşiniz ki birbirinize sevginiz artsın" buyuruyor. Peygamberimiz bütün Müslümanlar için en büyük örnektir. Müslümanların ondan alması gereken birçok örnekler vardır. Allah Resûlü hediyeyi karşılıksız bırakmamıştır. Müslüman’a yakışan da budur. Hediyeye karşılık verilmesi bunun zorunlu olmasından değil, insanlar arasında sevginin, saygının artmasına sebep olmasındandır.

Komşuluk İlişkisi: Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde, şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağını teşkil etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de komşu ilişkisinden şöyle söz edilir: "Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin." (Nisâ/34)

Hz. Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim" (Buhârî, Edeb 28) buyurur. Komşusunun, kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabiye Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle cevap vermiştir: "Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin, ya da pişirdiğinden ona da ver" (Kandehlevi, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068)

Peygamberimiz: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik etsin" (Buhârî, Edeb 31) "Allah katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi davrananıdır" (Buhârî, İman 31) buyurmuştur. Komşusunun derdiyle dertlenmenin imandan olduğunu, mümin için bunun zarurî olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir." (Müslim, İman 74). Hz. Peygamber: "Komşusu, kötülüklerinden emin olamayan kişi iman etmiş olmaz" (Buhârî, Edeb 29) ve "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna eziyet etmesin." (Müslim, İman 73, 75) buyurarak Müslümanlara komşu hakkının önemini belirtmiştir.

Cenazelere katılması: Hz. Peygamber cenazelere katılmak hususunda büyük bir hassasiyet gösterirdi. Vefatını duyduğu her müminin cenazesine mutlaka katılır; ölü için dua ederken yakınlarını da teskin ederdi. Şu hadise cenazeye katılmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir:

Mescide hizmet eden, temizliğine bakan siyahî bir zât vardı. Hz. Peygamber, onu birkaç gün göremeyince soruşturdu ve öldüğünü öğrendi. Haberi olmadığından dolayı cenazesinde bulunamadığı için üzüldü, kabrini sordu ve gidip istiğfarda bulundu.

"Kim cenazeyi takip eder ve önce üç kere taşırsa (ölen kardeşine karşı olan) borcunu ödemiş olur." (Tirmizî, Cenâiz 50)

"Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size âhireti hatırlatır." (Müslim, Cenâiz 106)

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (a.s.m.) Medine ehlinin mezarlarına uğramıştı. Mezarlara yüzünü çevirerek: "Esselâmu aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiniz. Biz de arkadan geleceğiz." buyurdular." (Tirmizî, Cenâiz 59)

"Kim çocuğunu kaybeden bir anneye taziyede bulunursa, cennette ona bir bürde (hırka, kaftan) giydirilir." (Tirmizî, Cenâiz 74)