Bir Gurbet Nesli
Muhammet MERTEK


Gurbet hayatı trajedi ve dramlarla doludur genellikle... Bir "misafir işçi" neslimiz var bütün gençliğini gurbete gömen... Tek gâyeleri geçimdi, ekmek parasıydı. Yaban ellerde yaşamak, farklı dil, din ve kültürün hâkim olduğu toplumlarda, hep "öteki" olarak, hatta ötekileştirilerek gençliğini feda etmek kolay mı? Yıllarca insan değil de yalnız "iş gücü" olarak görüldüler. Max Frisch’in, “Biz iş gücü çağırdık, ama insan geldi." sözü mühim bir hakikati ifade ediyor. Dil bilememelerine, psikolojik baskılara ve sosyal dışlanmalara maruz kalmalarına ve en ağır işlerde çalıştırılmalarına rağmen, ferdiyetçi bir tüketim toplumunda, en karışık sosyal lâbirentleri aşmasını bildi bu insanlar. Bildiler, ama romanlar dolduracak kadar da trajik ve dramatik izler bıraktılar. Nice zorlukları aştılar, nice sıkıntıları... ‘İş gücü’ vasfı, insanlıklarının önüne geçti onların, torunları ise, iş gücünün ötesinde kültürümüzü ve insanlığı temsil edecek bir gün.

Otuz-kırk yıl sonra da olsa, hayatlarının en güzel, en verimli dönemlerini gömdükleri topraktan, fidanlar bitti, çeşit çeşit çiçekler kapladı her yanı. Bu fidanların çoğunun, dikenli ve soluk renkli olduğu doğrudur, ama ayrık otlarını, dikenlerini ıslâh edecek bahçıvanlar var artık. Bundan böyle güller daha domur domur boy gösterecek, zambaklar daha bir ayrı açacak... Açacak ama, bu topraklara her şeylerini veren insanlar, tek tek ayrılıyor, ayrılacak aramızdan. O hüznü yaşayacağız bundan öte. Dileriz genç nesiller, onların yaptıklarına sahip çıkarak ve onların fedakârlıklarını her dem anarak, gösterirler vefalarını.

Onlar bir ömür en ağır şartlar altında çalıştılar, çocukları için, Anadolu’da başlarını sokacak bir yuva için... Onlar, misafir işçi olarak geldiler, evlâtları ise, buranın vatandaşı olup, burada ölmek üzere bu topraklara yerleşiyor. Türkler ilk defa tarihte büyük bir diaspora, büyük bir azınlık oluşturuyor bu topraklarda. Şimdi iş daha da zorlaştı. Onların geliş gâyelerinde artık yalnızca iş gücü değil, kültür, dil, din ve bir hayat tarzı da devreye girdi. Yabancı bir toplumda, kalıcı bir diaspora oluşturmak tarihî bir hâdisedir, medeniyetler kurabilecek kadar ciddi bir gelişmedir. Bu yüzden, o derecede de mesuliyet ve zorlukları vardır.

İşte bu diasporanın temelinde milyonlarca insanın emeği, teri yatıyor. Anadolulu meçhul insanların iş gücü yatıyor, gençlikleri yatıyor. Onlar grup grup tren ve uçaklarla geldiler Avrupa’ya, şimdi teker teker uçakların alt bölümlerinde kargoyla vatanlarına dönüyorlar. Nice duygu ve hayallerini bırakarak gurûb ediyorlar bu gurbet ellerden.

Misâl mi istiyorsunuz? Bir komşumuz vardı, Hamm şehrinde. Otuz yıl kadar önce askerden yeni terhis olmuştu. Çalışma belgesi çıkınca, tuttu Almanya’nın yolunu. Yıllarca maden ocağında çalıştı. Akciğerleri, soba borusu gibi kurum tuttu kömür tozundan. İlk zamanlar kazma-kürekle, daha sonra ağır iş makineleriyle yüzlerce metre derinliklerde ömür tüketti. Çocuklarının, okuması, iyi yetişmesi için yapabileceği her şeyi yaptı. Türkiye ve Almanya’da evler aldı, bağ ve bahçesiyle uğraştı. Gün geldi hastahanede kanser teşhişi konup, üç ay yaşayabileceği söylendi. Ve eceli geldi, hayata gözlerini yumdu.

Yine "misafir işçi" lerden başka biri, binbir zorlukla 'turist' olarak Almanya’ya geldi ve çile dolu lâbirentleri tek tek aşarak hayat kurdu, çalıştı, çabaladı, emekli oldu. Çocukları da büyüdü, evlenip çoluk çocuğa karıştılar. Hatta ‘meister/ustabaşı’ bile oldular çalıştıkları fabrikalarda. Gurur duyuyordu onlarla çok para kazandıkları için. Zîrâ bütün ömrünün meyvesiydi onlar. Ama özellikle bir çocuğunun karakteri istediği gibi değildi. Ailecek üzülüyorlardı. Annesi, "Allah gözünü gözüme göstermeden alsın canımı!" demiş, aynen öyle de olmuştu. Oğlu ancak iki yıl aradan sonra annesinin cesedini görebilmişti. Nasıl mı? Anne-babası Türkiye’ye izne gitmişti. Köyden, sahildeki kasabaya dönerlerken başkasına ait taksiyle, uçuruma yuvarlanır ve orada can verirler. Demiş ya şâir: "Büyük randevu... Bilsem nerede, saat kaçta? / Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?" Gerisi hikâye... Onlar uçağın alt kısmında kargoyla memlekete gönderilmekten kurtuldular belki, ama, hayatın tadını alamadan, ayrılmak zorunda kaldılar. Yeni aldıkları arabaya binemeden, yeni yaptırdıkları evde oturamadan... Anne oğlunu görmeden göçüp gitmiştir. Ama ya oğlu!.. Annesinin cesedini arayarak tam iki yıl geçirdi. Annesinin cesediyle buluştuğunda neler hissetmiştir acaba! Niçindi bütün bunlar?!.

Bir ömür, ev, bark sahibi olmak, çocuklarına gelecek hazırlamak için, çalışarak sessizce
dünyadan ayrılmak birinci neslin kaderi oldu. Birçoğu binbir emekle yaptırdıkları camilerin musalla taşında, ancak birkaç dakikalık saltanat sürüp, uzun yolculuğa çıkıyor. Bir süre için göçtükleri yerlerden ayrılarak, ayrı bir buutta tekrar yolculuklarına devam ediyorlar. Kimileri, arkada şahsiyetli, güvenilir, faydalı evlâtlar bırakarak, kimileri de, uyuşturucu batağında, hapishanelerde, gayri meşru hayat serüveni içinde bocalayan evlâtlarına elveda diyerek... Ne hazin!.. Bunca emeğin nihayetinde bunlar mı yaşanmalıydı? İnsan soruyor: Hayırlı nesiller yetiştiremedikten sonra bütün bunlara değer miydi?..

Fakat devran dönüyor. Örnekleri kendi içinde, bir ruh doğuyor ufukta. Öyle ki, son nefeslerini Türkiye’de vermelerine rağmen, vasiyet üzerine, gurbet diyarlarına defnedilen talihliler bile var, aynen Sarı Saltuklar gibi... Kervan yolda düzülecek, yola bu şekilde devam edilecek artık.

Bütün bunları birinci nesilden bekleyemezdik elbette. Zîrâ onlar, "geçim" için geldiğinden, hayatlarının merkezinde para vardı. Birçoklarının alınteri, birikimi, sahipsizliklerinin neticesi olarak heder olup gitti. Belki de birçoğu hem dünya, hem de ahiretleri adına beklentilerine kavuşamadan, dünyaya veda ettiler. En nihayetinde, Anadolu’dan garip geldiler, yine garip bir hâlde gurûb ediyorlar. Ama onlar aslâ unutulmayacaklar, zîrâ medeniyet kuracak diasporanın temelinde, onların alınteriyle yoğrulmuş harç var.


[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/318/1038.mp3[/SES]