Kalblerde dostluğun merkezine, Allâh ve Rasûlü yerleşince, yarı vahşî bir toplum; insanlıkta, merhamet ve fazîlette zirveleşen âbide, şahsiyetler yetiştirmeye başladı, Îman kardeşliği birbirini yıkayan iki el hâlini aldı.

Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zira onlar fâniliklerini hiçbir zaman unutmadılar.

“Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” idrâki içinde yaşadılar.

Rasûlullah’ın İzinde Ashâbın Îman Heyecanı

İslâm’ın nurunu, eşsiz güzelliklerini, bilhassa incelik ve ze-râfetini yakından tanıyabilmek, ancak asr-ı saadetin gönül iklî-mine girebilmekle mümkündür.

Asr-ı saadet; insanlığa hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Haz-ret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşayarak şereflendirdiği bir devirdir.

Yine o devir, nübüvvet nurunu devirlere ve diyarlara taşıyan, dünyâ târihinde ahlâk, merhamet, fazilet ve olgunlukta zirve teşkil eden bir insan neslinin yetiştiği müstesna bir saadet asrıdır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, l) buyurmuştur.

Bu bakımdan asr-ı saadet, mü’minlerin en ideal zaman kabul ettikleri, hasret ve saygı duydukları eşsiz bir dönemdir.

Nebevi terbiye ile olgunlaşan ashâb-ı kiram; insan, nefs, kâinat ve Allah -celle celâlühû- hakkında, yeni, saf, berrak, dupduru ve dosdoğru bir anlayış ve istikâmete erişti. Teblîğ, doğruluk, îtimâd, emniyet, dürüstlük, maldan ve candan fedâkârlık bir tabiat-i asliye hâline geldi.

Böylece insan nesli ahlâk ve şahsiyet bakımından en yüksek seviyeye ulaştı.

Ashâb-ı kiramın fârik ve hâkim vasfı, hayâtı büyük bir îman aşk, vecd ve heyecanıyla şekillendirme gayretiydi. Bu îman heyecanının temelinde1 de, Allah Rasûlü’nden tahsil ettikleri yoğun bir “rûhâniyet ve in’ikâs” vardı.

Hakîkaten ashâb-ı kiramın, o zamana kadar îman, hakîkat ve ahlâkî kıymetlerden mahrum gönül âlemleri, Allah Rasûlü -sallâl-lâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet meclislerindeki manevî iklîmin rahmet ve bereket sağanaklanyla yoğruldu.

Allah Rasûlü’nün gönlünden ümmetinin gönüllerine akseden feyz, muhabbet ve rûhâniyet, kıyamete kadar insanlığa yol gösterecek yıldız şahsiyetler meydana getirdi.

Câhiliye karanlıklannda yetişen merhametsiz, vicdansız, kız çocuklannı diri diri toprağa gömecek kadar katı kalbli, hak ve hukuk tanımaz sıradan bir insan; gözü-gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas ve hikmet ehli bir mü’min hâline geldi.


İşte “İslâm’dan önceki Ömer, İslâm’dan sonra Hazret-i Ömer” oldu.

Yâni İslâm’dan evvel sert ve haşin tabiatlı Ömer, eridi, bitti, İslâm’dan sonra ise aynı siluet içinde gözü yaşlı, gönlü muhabbet ve şefkat dolu, yerdeki karıncayı dahi incitmek istemeyen Hazret-i Ömer meydana geldi.
“Dicle’den geçerken bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.” diyerek kendisini bir nefis muhasebesine tabî tuttu.

Geceleri sırtında un çuvalı ile matemlerin civarında gezer oldu.
Cihanın akışından mes’ûl olması, kendisinin en büyük problemi hâline geldi.
Diğer bir misâl de Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’dır.

Mâzîsi îtibâriyle “deve çobanı” olan Hazret-i Abdullah, hidâyete kavuşup Rasûlullâh’ın rahle-i tedrisinden geçince gönlü derya hâline geldi, inceldi, derinleşti, kalbi ilâhî tecellîlere mâkes oldu.

Kendi ifadesiyle, “Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki yenen lokmalann zikrini duyuyorduk.” diyordu. (Bkz. Buhân, Menâkb, 25)

İşte meşhur Küfe Mektebi bu şanlı sahâbînin eseridir. Dünyânın en büyük hukukçusu Ebû Hanife de bu mektebin talebesidir.

O İmâm-ı Âzam ki, hukukçu olarak tanınan Solon ve Hammurabi, ona ancak bir çırak olabilir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tedris ve terbiyesi sayesinde, mâzîsi îtibâriyle hiçbir şey olmayan insanlardan her şey olan, dünyâya yön veren insanlar zuhur etti. Ölülerden diriler çıktı, kömürden elmas elde edildi.
İşte, sahabe, nübüvvet pınarından nail olduğu yoğun in’ikâslar neticesinde Hakk’a akrabiyet, yâni kalben Hakk’a yakınlığı tahsîl etti.

Onların nazarında hak ve hayır bütün güzelliği ile; şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti. Kendilerinden sonra gelen nesillere de aynı ruhu in’ikâs ettirdiler.


Nasıl ki koskoca güneş küçücük bir aynadan aksedebili-yorsa, sahabe de gönlünde hep Allah Rasûlü’nün akislerini taşıdı. Allah Rasûlü gibi zühd ve riyâzât hâlinde yaşamayı hedefledi.

Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, bu saadet toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onların gönüllerine;

“Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır!” anlayışı yerleşmişti. Bu yüzden onlar fânîliklerini hiçbir zaman unutmadılar.

Nefs-i emmârenin şerrinden kurtularak nefislerini sorgulayan ince, zarif birer mü’min kimliği sergilediler. Dünün vahşî, bedevi insanları, fazîlette zirveleşerek melekler misâli saf ve berrak şahsiyetler hâline geldiler.

Kalblerine Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini yerleştirdiler. Böylece, okuma yazma dahî bilmeyen o toplum, bilinmesi gereken en mühim bilgiyi, yâni mârifetullâhı idrâk etti.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
“…(Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunlan hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9)

İşte ashâb-ı kiram, âyet-i kerîmede ifâde edilen gerçek “hakkı, hakikati ve hikmeti bilenler”den müteşekkil bir saadet toplumu hâline geldi. İnsan, Allah -celle celâlühû-’yu aklen kav-rayamayacak uzaklıkta iken, Allah’ın insana kendinden bile daha yakın olduğu ve her an kulunu görmekte olduğu idrâki, yâni ihsan kıvamı gönüllerde yer etti.

İnsanlık; nezâket, zerâfet ve güzel ahlâk ile tanıştı. Kalbler; “Allah -celle celâlühû- bizden ne ister, O’nun nzâsına nasıl erebiliriz, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizden ne ister, nasıl davranmamızı bekler, O’nu nasıl hoşnud edebiliriz?” düşünceleriyle doldu.

Bu yüzden Allah Rasûlü’nün en ufak bir arzusuna dahî; “Anam, babam, canım, Sana feda olsun, yâ Rasûlallâh!” ifadeleriyle mukabele ediliyordu. Bu uğurda maldan ve candan nice fedâkârlıklar yaşandı.

Kalblerde dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü yerleşince, yarı vahşî bir toplum; insanlıkta, merhamet ve fazilette zirveleşen âbide şahsiyetler yetiştirmeye başladı, îman kardeşliği birbirini yıkayan iki el hâlini aldı.

Cömertlik ve diğergâmlıkta zirve tablolar sergilendi. Sahâbe-i kiram, Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile ahlâktandı:

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine bir nîmet lutfedildiğinde, ashabına ikram edip onları doyurmadan kendisi doymuyordu.

“Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, n, 15) buyuruyordu.

Allah Rasûlü’nün ailesi bir kurban kestiğinde etleri hemen fukaraya dağıtılıyor, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kurbandan geriye ne kaldığını sorup da:

“-Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını aldığında:

“-Desene o kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu.” (Tirmi-zî, Kıyamet, 33/2470) buyuruyordu.

İşte Allah Rasûlü’nün bu nebevî ahlâkından hisse alarak, insanın kendisine ait olacak asıl servetin, âhirete gönderebildi-ği hayırlar olduğunu idrâk eden ashâb, Allah rızâsı uğruna cömertlik, diğergâmlık ve fedâkârlıkta kâbına varılmaz davranış mükemmellikleri sergiliyordu.


Yoksul bir sahâbîye ikram edilen bir koyun başı; “Komşum benden daha aç olabilir.” düşüncesiyle komşudan komşuya devredilerek yedi kapı dolaştıktan sonra ilk ikram edilene geri dönüyordu. Zîrâ içlerinde en aç olanı, ilk ikram edilen idi. (Hâkim, H, 526)

Yermuk Harbi’nde ağır yaralar alarak kızgın kumlar üzerine serilen ve şehîd olmak üzere bulunan üç sahâbî, hararetten kavrulan dudaklarını serinletmek üzere kendilerine ikram edilensuyu; “Susuzluktan inleyen şu mü’min kardeşim o suya bendendaha muhtaçtır.” düşüncesiyle ona gönderiyordu.

Aynı fedâkârlıkla suyu birbirine devreden bu üç sahâbî, susuzluktan kuruyupçatlayan dudakları ile şehâdet şerbetini içtiler. Dolu hâldeki sukırbası ise, üç şehidin ortasında olduğu gibi kaldı. (Hâkim, III,270) ^

Bu üç şehîde son nefeslerinde su ikram etmeye çalışan Hu-zeyfe -radıyallâhu anh-, o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle dile getirir:

“-Hayâtımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı.

Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, onların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedakâr ve şefkatli hâlleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük bir îman celâdeti olarak hafızamda derin izler bıraktı…”

* * *
Asr-ı saadet toplumu, mârifetullâh, yâni Rabbi kalben tanıma ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, derin bir tefekkür devri, Allah ve Rasûlü’nü yakînen tanıma devri idi.

Cenâb-ı Hakk’ın en büyük sanatı, insandır. Bu sanatın zirvesi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

Rabbimiz’in hârika sanat şahikası olan Rasûlullâh’ı en güzel şekilde idrâk eden ve O’ndan bizlere izler intikâl ettiren de as-hâb-ı kirâmdır.

Cenâb-ı Hak:
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (ÂH İmrân, 31) buyurmaktadır.

Allah Rasûlü’ne ittibâ hususunda zirve şahsiyetler de, şüphesiz ki O ‘nü en iyi tanıyıp idrâk eden sahâbe-i kirâmdır.

Ashâb-ı kiramdan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve itaati çok câlib-i dikkattir:

Abdullah -radıyallâhu anh-, Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra O’na olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Cihan Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasın-lar diye onları sulardı.

Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları takip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efendimiz’in selamlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda pek titiz davranırdı.

Hiçbir işi olmadığı hâlde sâdece müslümanlarla selâmlaşmak niyetiyle sokağa çıktığı olur, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi.19
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bineğinin üzerinde iken yönü hangi istikâmette olursa olsun teşbih eder, (nafile namaz kılar, rükû ve secde için) başıyla îmâda bulunurdu.

(Aynen kardaki izleri takip ederek yol alan bir kişi gibi) İbn-i Ömer -ra-dıyallâhu anh- da bir ömür Allah Rasûlü’nü taklîd ederek yolculuklarında böyle yaptı. (Buhârî, Taksîru’s-Salât, 7, 8, 11, 12; Vitr, 5, 6; Müslim, Müsâfirîn, 39)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her cumartesi günü binekle veya yaya olarak Mescid-i Küba’ya gittiğini gören Abdullah “bin Ömer -radıyallâhu anh- da ömrünün kalan kısmında aynen böyle yapardı. (Müslim, Hac, 521)

Birgün İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer, ailesine:

“-Ondan yahûdî komşumuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu.
“-Hayır!” cevâbını alınca da:

“-Bundan ona da gönderin. Zîrâ ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

«Cebrail bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.» buyurduğunu İşittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943)

Hâsılı ona, yaptığı bir hareket sebebiyle, “Niçin böyle yapıyorsun?” diye sorulduğunda cevap hep aynı idi:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i böyle yaparken gördüm.”20
20. Buhârî, Vudû’ 30; Hac 16, 38, 149; Müslim, Hac 25, 245, 521; El-fâz 21; Tirmizî, Hac 39/864; Ebû Dâvûd, Hâtem 5/4227, 4228; Nesâî, Hac 174; İbn-i Mâce, Hac 43; Muvattâ, Hac 31.

Ashâb-ı kiram, düşünce ve ideallerinin merkezine Allah’ın rızâsını, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hoşnutluğunu yerleştirmişlerdi. Bu gaye uğrunda mal ve can bir vâsıta hükmüne girdi:

îman aşk ve heyecanıyla dolu olan genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in tebliğ mektuplarını taşıma şerefine nail olmak için âdeta yarışa girmişlerdi. O’nün bir arzusunu yerine getirebilme uğruna her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mazeret öne sürmeden, canla başla hizmete talip olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzurunda Allah Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesareti ile okumuşlardı. Bu mukaddes vazife uğrunda canlarını bile vermekten çekinmemişlerdi.


O mübarek nesilde, îmânın hakîkî lezzetine kavuşabilmek için îmânın en büyük meyvesi olan şefkat ve merhamet alabildiğine enginleşti. Öyle ki, mü’minleri zor zamanlarında büyük bir fedâkârlıkla kucaklayan Ensâr, Allah yolunda vatanlarını ve servetlerini terk ederek kendilerine sığınan Muhacirleri rahat ettirmeden huzur bulamıyordu.


Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, as-hâb-ı kiram arasında kıyamete kadar gelecek mü’minlere ışık tutan örnek bir kardeşlik tesis etmişti. Mekke’den Medîne’ye hicret eden Muhacirlerle Ensâr arasında gerçekleştirilen bu kardeşlik, târihin bir benzerine daha şâhid olmadığı eşsiz bir tablo idi. Öyle ki Ensâr-ı Kiram, âdeta mal beyânında bulunarak bütün varlıklarını ortaya koyup Muhacir kardeşleriyle eşit olarak bölüşmeyi göze alabilmişlerdi. Buna mukabil gönülleri birer kanaat hazînesi hâline gelen o muhacirler de istiğna göstererek:


Malın ve mülkün sana mübarek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster, yeter!” diyebilme olgunluğunu sergilemişlerdi. (Buhârî, Büyü, 1)
O mübarek nesil, hayatlarını Allah ve Rasûlü’ne amade kıldı. Allah yolunda hizmet, hayatın lezzeti hâline geldi.

Asr-ı saadette, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlere örnek olacak bir îman nesli yetişti. Fertlerde gerçek bir İslâm şahsiyeti teşekkül etti. Bunun neticesinde, sözlü teblîğ kadar hâl ile tebliğin de bereketli meyveleri toplandı:

Hayber zaferinden sonra ganîmet hissesini almak için Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Revâha’yı vazîfelendirmişti. Abdullah bin Revâha her yıl Hay-ber’e gider, alınması gereken miktarı tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arazîsini işleyen yahûdîler, Abdullah’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsamahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Abdullah ise onlara:

“-Vallahi birçok menfilikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama manî olamaz. Sizin bana yapmış olduğunuz bu teklif rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullah -radıyallâhu anh-’ı takdîr edip:

“-İşte bu adalet ve doğrulukla semâvat ve arz nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2)

Ashabın bu adalet ve hakkaniyet duygusunun, onların izinden giden tabiînin büyüklerindeki sayısız akislerinden bir misâl de şöyledir:

Rivayet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazret-leri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Bunun üzerine ayakkabısını silkeleyince pislik mecûsînin duvarına yapıştı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğine karar veremeyen Ebû Hanîfe kendi kendine şöyle dedi:

“Eğer bunu bu hâlde bıraksam, mecûsînin duvarının çirkin görünmesine sebep olacağım. Yok oradan pisliği kazısam bu sefer de duvarın toprak sıvası dökülecek!”


Derken kapıyı çaldı, bir câriye çıkınca ona:

“-Efendine, Ebû Hanîfe kapıda bekliyor, diye haber ver!” dedi.
Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve Ebû Hanîfe’nin malını isteyeceğini zannederek özür dilemeye başladı.

Ebû Hanîfe ise:
“-Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı.
“-Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi.
Bu âlicenaplık karşısında vecd ve hassasiyet duygulan ile dolan mecûsî:
“-Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda müslüman oldu.

Buradaki esas nükte şudur ki, Ebû Hanîfe, bu ufacık şeyde mecûsîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı için mecûsî küfürden îmâna geldi. Zulüm ve haksızlıktan çekinen kimsenin ya Allah katındaki durumu nasıl olur? (Râzî, Tefsir-i Kebîr, l, 192)
Yukarıdaki bu kıssa, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri ‘nin güzel ahlakıyla birlikte, hâl ile tebliğin ehemmiyet ve bereketini sergileyen ne güzel bir misâldir.


İşte ashâb-ı kiram, içinde böyle yıldız şahsiyetlerin bulunduğu bir “tabiîn” neslinin yetişmesine de âmil oldu. Onlar, bu fâ-nî âlemden ebedî âleme, irtihâl ederken kişiye fayda verecek şeyin, geride bırakılacak’hayırlı bir nesil olduğunu bizzat Allah Ra-sûlü’nün muazzez hayâtından öğrenmişlerdi. Aynı şekilde Allah ve Rasûlü’nün huzuruna yüz akıyla varabilmek için de yine sâ-lih bir nesil yetiştirmenin en büyük bir sadaka-yı câriye olduğunu, lâyıkıyla idrâk etmişlerdi. Bu sayede vefat ettikten sonra bile mâzî olmadılar, mü’minlerin gönüllerinde çağları aşan bir hayat ve hayır dualar ile anılma nîmetine nail oldular.


Bu sâlih nesilden sonra öyle bir îman heyecanı cihanı kapladı ki Târik bin Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etti. Târik, kralın hazîneleri üzerine ayağını koymuş kendi kendine şöyle diyordu:

“Târik! Dün boynu tasmah bir köle idin; gün geldi Allah seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs’ü fethetmiş ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allah’ın huzurunda olacaksın!”

Bu nasıl bir terbiyedir ki bir kölenin şahsiyetini inşâ ediyor ve onu fazîletin zirvesine ulaştırıyor!.. Daha sonra da onu daimî bir nefis muhasebesi iklîminde yaşatıyor…


Allah Rasûlü’nün manevî terbiyesi ile yetişen sahâbe-i kiram, îman aşk ve vecdi ile bütün enerjilerini îlâyı kelimetullâh dâvasına hasrettiler. Ashâb için hayâtın en zevkli ve en manâlı anları, insan soyuna tevhîdin mesajlarını ilettikleri zamanlar oldu. Zîrâ onlar, insanların akıllarını ve gönüllerini kazanarak rızâyı ilâhîye ermeyi hedefliyorlardı.

Allah Rasûlü’nün meşhur Veda Hutbesi’ni dinleyen -takriben- 120 bin sahâbîden ancak 20 bin civarının Mekke ve Medî-ne’de medfûn olduğu düşünülürse, teblîğ vazîfesinin ashâb-ı kiram tarafından nasıl sınırları aşan bir heyecan şeraresi hâlinde yaşandığı, daha iyi idrâk edilebilir. Nitekim Çin’den İstanbul’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar giden ashâb-ı kiram, gittikleri her yerde hidâyet ve rahmet aşısı yapmış, İslâm’ın hidâyet kaderinde şerefli bir mevkî kazanmaya muvaffak olmuşlardı. Böylece Mekke’den başlayan hidâyet davetini bütün zaman ve mekânlara ulaştırmışlardı.

O diğergâm insanların samîmî gayretleri, çağları ve zamanları şekillendirdi. İnsanlığa bir asr-ı saadet hediye edildi… Bu îman heyecanıyla, başlangıçta bir kilometre kare olan Me-dîne site devletinin sınırları, on yıl sonra Filistin ve Irak’a dayandı. Bin beş yüz kişilik Medîne site devletinin nüfûsu, on sene sonra yüz elli bin mü’mine ulaştı.

Bugün yeryüzünde bir buçuk milyarlık bir İslâm âlemi var iken hâlâ dünün câhiliye vahşîlikleri yaşanıyorsa, îman edenlerin sayısı asr-ı saadetteki gibi hızla çoğalmıyorsa, üstelik îmânî bakımdan kayıplar yaşanıyorsa, sahâbî aşk ve heyecanına ihtiyâcımız had safhada demektir…

Sahâbî, gerektiğinde bir hadîs-i şerifi almak ve onu topluma aktarabilmek için, o zamanın çetin şartları altında bir aylık yol gidiyordu. Atını boş yem torbası göstererek kandıran bir şahıstan hadîs almıyordu. Zîrâ bunu, bir şahsiyet zaafı olarak te-lâkkî ediyor; ahlâkı böyle bir zaafla illetli birinin nakledeceği bilgiyi muteber saymıyordu.

Ashâb-ı kiram, dînini doğru öğrenip öğretmekte bu kadar titizlik ve gayret gösterirken, bugün bizler bu İslâm şahsiyetini ne kadar sergileyebiliyoruz?!. İslâm nîmetinin bizlere intikâlinde üstlendikleri şerefli vazifeden dolayı onlara ne kadar şükran duygulan içindeyiz? Onların îman heyecanından bizde ne kadar eser var?.. Bu husustaki durumumuzu yeterince mîzân edebiliyor muyuz?..

Cenâb-ı Hak, İslâm ve îman semâmızdaki yıldızlar misâli nurlu ve güzide sahabe neslinin rehberliği ışığında sırât-ı müstakim üzere bir ömür sürmeyi biz kullanna nasib ve müyesser eylesin!..
Âmîn!..

Osman Nuri Topbaş