Latîf olsa latîfe hoştur elbet
Velâkin hâriç olmaya edepten
Kastamonulu Beyânî


Türkçemizde mizah veya latîfe gibi kelimelerle de ifâde edilen şaka tâbiri, genellikle güldürme ve eğlendirme gâyesi taşıyan söz veya davranışlar için kullanılır.

Şakalaşma; samîmiyet netîcesinde insanları rahatlatma, gönüllere ferahlık verme, dostluk ve muhabbeti geliştirme gibi yararları göz önüne alındığında esas itibariyle meşru bir davranıştır.

Gönüller Sultânı Efendimiz de zaman zaman şaka yapmış, bazı sahâbîlerin kendisine yaptıkları şakaları tasvip etmiş ve tebessümle karşılamıştır.

Bununla birlikte yalana dayanan, incitici, alaycı, küçültücü, müstehcen ve ifrata kaçan şakalar yasaklanmıştır.

Zîra Resûlullâh'ın gerek yapmış olduğu nezih şakaları gerekse bu husustaki sözlü tavsiyeleri latîfenin latîf olması gerektiğini açıkça telkin etmekte, böyle olmayanların benimsenmediğini göstermektedir.


Fahr-i Kâinât Efendimiz'in şakalarının mutlaka gerçek bir yönü bulunurdu.

O, yalana ve laubâli hallere şakacıktan da olsa tenezzül etmemiş ve böyle yapılmasını da münâsip görmemiştir.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'in naklettiği bir habere göre ashâb:

– Ya Resûlallâh! Bizlerin şaka yapmasını yasaklıyorsunuz, fakat kendiniz şaka yapıyorsunuz! demişler,

Allâh Resûlü:

“– Evet! Ancak ben, doğru olandan başkasını söylemem.” cevabını vermiştir. ( Tirmizî, Birr, 57)

Bir başka hadis-i şerifte ise bu husûsla alâkalı olarak şu uyarıda bulunmuştur;

“Yazıklar olsun milleti güldürmek için yalan söyleyen kimseye, yazıklar olsun, yazıklar olsun!” ( Ebû Dâvûd, Edeb, 80)

Efendimiz'in yaptığı doğru söze dayalı, incitici olmayan güzel ve nezih şakalarına gelince onlardan bir kaçını şöyle zikredebeliriz:

Safça bir adam bir gün Resûlullâh'tan binmek için bir hayvan istemişti.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Peki, seni bir dişi deve yavrusuna bindirelim. ” buyurdu.

Adam ise hayretle:

– Yâ Resûlallâh! Ben dişi deve yavrusunu ne yapayım, o beni nasıl taşır, diyerek şaşkınlığını ifâde edince Lâtifler Lâtifi Efendimiz:

“– Devenin küçüğü de büyüğü de muhakkak bir dişi deveden doğmamış mıdır?” diye latîfede bulundu. (Tirmizî, Birr, 57)

Bir defâsında da ihtiyar kadının birisi Peygamberimiz'e gelerek:

– Yâ Resûlallâh! Cennete girmem için Allâh'a dua et! der.

Efendimiz ise:

“– Cennete yaşlı kadınlar giremez! ” diye mukâbelede bulunur.

Verilen cevabın nüktesini anlayamayan kadıncağız üzülür ve ağlamaya başlar.

Bunun üzerine Âlemlere Rahmet Efendimiz durumu ona şöyle açıklar:

“– Yaşlı kadınlar cennete o hâlleriyle değil, genç ve güzel olarak girerler.
Zîra Allâh Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de;
«Biz (cennete giren kadınları) defterleri sağdan verilenler için
yeniden yaratmışızdır;
onları eşlerine düşkün ve yaşıt bâkireler kılmışızdır.» (el-Vâkıa 56/35-38) buyuruyor.”

(Heysemî, X, 419; Tirmizî, Şemâil , s. 91-92)

Bir keresinde Abbas bin Mirdâs isimli şâir kendisine verilen ganimet

malını az bularak Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e hitâben

sitemkâr bir şiir söylemişti. Efendimiz bu haberi duyunca onu çağırdı

ve:

“– Senin dilini keseceğim” dedi. Peygamberimiz
Bilâl-i Habeşî'ye daha önce;
“Sana onun dilini kesmeni emrettiğimde kendisine bir elbise ver!” diye

tenbih etmişti.

Sonra da:

“– Ey Bilâl haydi götür şunu, kes dilini!” buyurdu.

Bilâl Abbâs'ın elini tutup götürürken Abbâs:

– Ya Resûlallâh! Dilimi mi kesecek, ey Muhâcirler dilimi mi kesecek,

ey Ensâr dilimi mi kesecek, diye çığlık atmaya başladı.

Bilâl ise Abbas'ı çekip götürmeye devam ediyordu.

Abbas feryadı çoğaltınca Bilâl:

– Sus! Bir elbise vererek Resûlullah seni susturmamı emretti, dedi.

Neticede Bilâl-i Habeşî, sakinleşen Abbâs'a fazladan bir elbise daha verdi. (İbn-i Sa'd, IV, 273)

Enes bin Mâlik anlatıyor;

Çöl halkından Zâhir adında bir şahıs vardı.

Bu zat Allâh Resûlü'ne her gelişinde çölde yetişen mahsüllerden hediyeler takdim ederdi.

Döneceği zaman da Peygamber Efendimiz, ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldurur ve şöyle buyururdu.

“– Zâhir, bizim çölümüz biz de onun şehriyiz.”

Resûlullah Efendimiz onu çok severdi.

Görünüm itibâriyle fazla güzel değildi.

Zâhir, bir gün elindekileri satmakla meşgul iken

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- onu arkasından kucaklayıp,

mübârek elleriyle gözlerini kapadı.
Zâhir ise:

– Kimsin sen? Bırak beni, diyerek kurtulmaya çalıştı,

ancak gözlerini tutan zâtın Resûlullah olduğunu anlayınca rahatladı

ve sırtını Fahr-i Kâinât Efendimiz 'in göğsüne iyice yapıştırmaya

başladı. Bunun üzerine Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:


“– Bu köle satılıktır, almak isteyen var mı?” diye seslendi:

Zâhir

boynu bükük ve hüzünlü bir edâ ile:

– Yâ Resûlallâh! Benim gibi değersiz bir köleye, vallâhi kuruş veren olmaz, dedi. Fahr-i Kâinât ise:

“– Hayır yâ Zâhir! Sen Allâh katında son derece kıymetli ve pahalısın!” buyurdu.
(İbn-i Hanbel, III, 161)

Zâhir normalde hür bir insandı.

Efendimiz onun için kul, köle gibi anlamlara gelen “abd” kelimesini

kullanarak onun Allâh'ın kulu olduğunu kastetmiştir.

Mahmud bin Rebî de, “Ben beş yaşlarında iken Resûlullah'ın,

evimizdeki kovadan ağzına aldığı suyu yüzüme püskürttüğünü

hatırlıyorum.” demiştir.
(Buhârî, İlim, 18)

Burada Allâh Resûlü'nün, çocukların seviyesine inerek onların

mizacına uygun şakalar yaptığını, oyunlarına iştirak ettiğini ve bu

sûretle fiilî bir örnek oluşturduğunu görüyoruz.

Bu tutum Peygamberimiz'in çocuklara karşı
muhabbet ve alâkasının bir yansımasıdır.

Aynı zamanda bu yolla o çocuğa
Fahr-i Kâinat Efendimiz
manevî bir bereket de ulaştırmış olmaktadır.

Ayrıca çocuk yaşlarda
Allâh Resûlü'nün hizmetinde bulunma şerefine nâil olan
Enes bin Mâlik'e,

Efendimiz 'in zaman zaman
“Ey iki kulaklı!”
diye takıldığı rivâyet edilmektedir.

(Ebû Dâvûd, Edeb, 84)

Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisi bizzat şaka yapmakla birlikte bazı sahâbîlerin şakalarını da müsâmaha ile karşılamıştır.

Sahâbeden Nuayman el-Ensârî isimli şakacı bir zat,

bir gün Medîne'ye taze meyve ve sebze geldiğini görünce hemen onlardan alarak Resûlullah'a takdim eder:

– Ya Resûlallâh bunu senin için satın aldım,
sana hediye ediyorum, der.

Bir müddet sonra satıcı Nuayman'dan malının parasını istediğinde,

onu Resûlullah'a getirip:

– Ey Allâh'ın Resûlü! Şu adamcağızın ücretini versene, der.

Efendimiz ise:

“– Ey Nuaymân, sen onu bize hediye etmedin mi?”

diye sorar. Nuayman da:

– Ya Resûlallâh, alırken param yoktu, senin o

ndan yemeni de istiyordum.

Bu sebeple aldım, der.

Bunun üzerine Efendimiz güler ve meyvelerin ücretini öder.

(İbn-i Hacer, el-İsâbe , III, 570)

Nüktedân ve hazır cevap bir mizaca sâhip,
aynı zamanda İslâm'ın ilk çilekeşlerinden olan

Suheyb-i Rumî isimli sahâbî de Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve

sellem- ile olan bir hatırasını şöyle anlatır;

“Allâh Resûlü'ne uğradığımda sofrasında ekmek ve hurma vardı.

Bana:

“– Buyur ye!” dedi. O sırada göz ağrısı çekiyordum.

Hemen sofraya oturup yemeye başladım.

Fahr-i Kainât Efendimiz bana takıldı ve:

“– Hem gözün ağrıyor hem de hurma yiyorsun ha!” dedi.
Ben de:

– Ağrımayan tarafıyla çiğniyorum yâ Resûlallâh! dedim.

Bu cevâbım üzerine Efendimiz azı dişleri görününceye kadar güldü. (İbn Mâce, Tıb, 3)

Bir keresinde de Âişe vâlidemiz harîra isimli bir çorba yapmış ve

Sevde validemizi buyur etmişti.

Sevde'nin buna olumsuz cevap vermesi üzerine Hz. Âişe,

“Ya yersin ya da yemeği yüzüne sürerim.” dedi.

Yemeyince de elindeki bulaşığı Sevde vâlidemizin yüzüne sürmek

istedi.

Orada bulunan Resûl-i Ekrem Efendimiz araya girerek,

benzer şekilde mukâbele etmesi için Hz. Sevde'ye yardımcı oldu.

Aynı zamanda bu hâdise cereyan ederken tebessüm hâlinde idi. (Heysemî, IV, 315-316)

Netice itibariyle yukarıda kaydedilen haberler,

zarif ve sevimli şakalaşmalar için birer misâldir.

Bilhassa yarının büyüğü çocuklarla, aile saâdetinin devamını canlı tutacak olan eşlerle,

toplumda pek iltifat görmeyen fakir fukara zümresiyle ve sevgi bekleyen kimselerle şakalaşmak,

biz mü'minlere Peygamberî ölçü olarak takdim edilmektedir.

Ancak şakalaşmada yalan sözden ve kırıcı olmaktan kaçınmak işin özünü teşkil eder.

Ayrıca zaman ve zemîne riâyet etmeksizin

daima şaka yapmanın bir aşırılık olduğu da unutulmamalıdır.

Aşırılık ise itidâli emreden sünnetin uygun görmediği bir durumdur.

Osman Nuri Topbaş