Temel kavramlar

ENDÂD "Endâd" kelimesi, "nidd"in çoğuludur. Nidd: Misil, denk, eş, benzer demektir. İster tapınılsın veya tapınılmasın ilah yerine konan, tanrı olarak benimsenen Allah'ın dışındaki şeylere denir. Birbiriyle çekişen, tartışan ortaklar için ...


Ağaç Şeklinde Aç1Beğeni

  1. Alt 03-31-2009, 19:26 #41
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    ENDÂD

    "Endâd" kelimesi, "nidd"in çoğuludur. Nidd: Misil, denk, eş, benzer demektir. İster tapınılsın veya tapınılmasın ilah yerine konan, tanrı olarak benimsenen Allah'ın dışındaki şeylere denir. Birbiriyle çekişen, tartışan ortaklar için de bu kelime kullanılır.


    Kur'ân-ı Kerim'de Endâd Kavramı:

    Kur'an-ı Kerim'de hepsi çoğul olarak "endâd" şeklinde ve 6 ayette geçer: "O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size rızık/besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık, bunu bile bile Allah'a endâd/ortaklar koşmayın." (2/Bakara, 22)


    "İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk (ilahlar) edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." (2/Bakara, 165)


    "(İnsanları) Allah yolundan saptırmak için O'na endâd/ortaklar koştular. De ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz ateşedir." (14/İbrahim, 30)


    "Müstaz'aflar/zayıf bırakılıp sömürülenler de müstekbirlere/bü-yüklük taslayanlara: Hayır! Gece gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkâr etmemizi, O'na endâd/ ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz, derler. Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar..." (34/Sebe', 33)


    "İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur. Allah'ın yolundan saptırmak için O'na endâd/eşler koşar. De ki: Küfrünle biraz eğlenedur; çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin!" (39/Zümer, 8)


    "De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na endâd/ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir." (41/Fussi-let, 9)


    Endâd kelimesinin ayette neler veya kimler hakkında kullanıldığı konusunda Fahreddin Razi, şu bilgileri verir: Âlimler, "endâd" (ortaklar, eşler) kelimesi ile ne murad edildiği hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler üç başlıkta incelenebilir:


    1- Endâd, müşriklerin kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye ilah edindikleri, fayda ve zararını umup bekledikleri, başları dara düştüğünde kendilerine yöneldikleri, adaklarda bulunup kurban kestikleri putlardır. Bu, çoğu müfessirin görüşüdür. Bu görüşe göre, putlar birbirlerinin endâdı (eşi, ortağı) dır; Allah'ın ortakları değil. Veya bunun manası, "o müşriklerin bozuk zanlarınca bu putlar, Allah'ın birer eşi ve ortağı (endâdı) dırlar.


    2- Onlar, müşriklerin kendilerine itaat edip, onlara itaat ettikleri zaman Allah'ın haramlarını helal, helallerini da haram saydıkları başkanlarıdır. Müşrikler, mü'minlerin Allah'a boyun eğmeyi kendilerine gerekli görüğü gibi, reislerine boyun eğip onlara son derece saygı duymayı kendilerine gerekli görüp onları Allah'ın endâdı edinirler. Bu görüş, Süddî'den rivayet edilmiştir.


    3- Sûfilerin ve âriflerin görüşüdür: Allah'tan başka kalbini meşgul eden her şeyi, sen, kalbinde Allah'ın birer niddi (eşi, ortağı) kabul etmişsin demektir. Bu da Cenab-ı Hakk'ın: "Hevâ û hevesini, ilahı edinen kimseyi gördün mü?" (45/Câsiye, 23) ayetinde murad ettiği manadır. (Mefatihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s.132-137, c. 4 s. 179-188)

  2. Alt 03-31-2009, 19:27 #42
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Bakara suresi 22. ayette geçen "ca'l" (uydurma) tabiri, gösteriyor ki, Allah'a hangi şeyden olursa olsun, misil (denk) tasavvur olunursa uydurma olur; bâtıl olur. Bunu bile bile yaparsanız, korunanlardan olamazsınız, inatçı kâfirlerden olursunuz. Allah'ın sizi ve sizden önceki insanları yaratan tek yaratıcı olduğunu, Dünya döşeğini, Gök tavanını sizin için meydana getirdiğini, yukarıdan yani bulutlardan su indirip de bu sebeple size türlü türlü meyvelerden, ürünlerden rızık çıkardığını bilmektesiniz. Bakınız Rabbiniz nasıl merhametli ve kudretlidir. Siz bu saydıklarımızı hep bilirsiniz. O halde siz, bunları ve Yaratıcı'dan başka ilâh olamayacağını bilip dururken, Allah'a, bir olan o hak ma'bûda nidd/denk aramaya, benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya ve Firavun'un yaptığı gibi yerde-gökte kulelerden dürbünlerle Allah aramaya kalkmayın da, bu emri veren ve bütün bunları yapan, ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan yaratıcınız, Rabbiniz, Rahman ve Rahim bir Allah'a tevhid ile ibadet ve kulluk edin.


    "Ey insanlar, sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet/kulluk edin. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz. O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size rızık/besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık, bunu bile bile Allah'a endâd/şirk koşmayın." (Bakara, 21-22) Bu ayetin muhtevası şudur: Allah, yeryüzünün sahibi, mâliki ve rızık verici yaratıcısıdır. Bunun için yalnız O'na ibadet edilmesi ve hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmaması gerekir. Bu sebeple Allah Teala, "bile bile Allah'a endâd/şirk koşmayın." buyurmaktadır. Buhari ve Müslim'de İbn Mes'ud'un naklettiği hadiste denilir ki: "Ben, 'Ey Allah'ın Rasülü, günahların en büyüğü hangisidir?' diye sorduğumda, buyurdu ki: "En tec'ale lillâhi nidden ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde kendisine nidd/şirk koşmandır)." Muaz'ın rivayet ettiği hadis de buna benzer. Onun naklettiği hadiste Rasülüllah (s.a.v.) buyurur ki: "Bilir misin, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir? Ona ibadet edip hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır." İbn Mace'nin rivayet ettiği bir başka hadiste ise şöyle buyrulur: "Sizden hiç biriniz Allah isterse ve falan da isterse demesin. 'İnşâallah', yani ' Allah isterse' desin." Bütün bunlar, Allah Teala'nın zatındaki tevhidi korumak ve muhafaza etmek içindir.


    Aslında âlemde varlığı, kudreti, yaratıcılığı, ilmi ve hikmeti bakımından Allah'a nidd/denk olabilecek bir şeriki/ortağı Allah'a ispata çalışan hiç kimse yoktur. Fakat, Allah'tan başka ma'bûd edinmeye gelince, bunu yapan pek çok grup vardır. İşte bu kulluk da bile bile Allah'a endâd/denk olabilecek ortaklar koşmak demektir.

  3. Alt 03-31-2009, 19:28 #43
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    "Allah, hiçbir şey benzemez. O işitici ve görücüdür." (42/Şûrâ, 11) ayeti, mutlak tenzihi ifade etmektedir. Nidd, nazir, şebih, küfüv, misl kelimeleri hemen hemen aynı anlama gelir. Nidd: eş anlamına gelir. "Allah'a meseller vermeğe (birtakım benzerler ortaya çıkararak Allah'ı onlara benzetmeğe ve O'nu koştuğunuz ortaklarla kıyaslamaya) kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz." (16/Nahl, 74) Yani mutlak bilgisi olmayan ilah olamaz. O halde Allah'ın zatında, fiillerinde ve sıfatlarında misli yoktur.


    "İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar; Allah'ı sever gibi onları severler." (2/Bakara, 165) Allah'tan başka şeylere de Allah'ın sıfatları gibi sıfatlar verirler. Veya Allah'ı sever gibi başka şeyleri severler. Allah'ın verdiği nimetleri de sebeplerden bilirler. Oysa insanı yaratan, yağmuru gönderen ve rızkı veren yalnız Allah'tır. Fiillerinde yaratılana benzemeyen, zatında ve sıfatlarında da benzemez.


    Mevdudi, endâd (eş ve ortak tutma) konusunda şunları söyler: "O'na endâd/ortak koşarlar..." Onlar, Allah'ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmişlerdir ve bu yüzden O'nun haklarını başka ilahlara verirler. Örneğin, tüm tabiat güçleri üzerinde kontrolün sadece Allah'ın elinde olmasına, yaratıklarının ihtiyaçlarını karşılama, onların dua ve isteklerini duyma gücüne sadece Allah'ın sahip olmasına, gizli ve açığı sadece O'nun bilmesine rağmen, yine de başkalarını yardıma çağırırlar; Allah'ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfederler ve böylece O'na ortak koşmuş olurlar.


    Kullarının O'nu tek Hâkim, tek otorite olarak kabul etmeleri, O'nun önünde secde etmeleri, gizli ve açıkça yalnız O'ndan korkmaları, Allah'ın kayıtsız-şartsız hakkıdır. Fakat kullar bu hakların bir kısmını veya hepsini başkalarına verirlerse o zaman O'na ortak koşmuş olurlar. Neyin haram, neyin helal, neyin pis, neyin temiz olduğunu belirleme hakkı da Allah'a mahsustur. Kullarının hak ve görevlerini belirleme, onlara belli yasaklar koyma otoritesi de O'nundur. Bu nedenle, bu haklardan bir kısmını kendisine ait kabul eden kimseler, şirk koşmuşlardır. Hâkim olarak tanınmak, sadece O'na lâyıktır. Kulları olarak insanlar, O'nun emirlerini nihâî otorite olarak kabul etmeli ve doğru yola ulaşmak için O'na yönelmelidirler. O halde bu hakları Allah'tan başkasına veren kişi, şirk/ortak koşmuş demektir. Aynı şekilde bu nitelik ve haklardan herhangi birine sahip olduğunu iddia eden ve başkalarının, bu özelliklerin kendilerinde bulunduğuna inanmalarını isteyen kişi ve kurumlar, resmen ilahlık iddiasında bulunsalar da, bulunmasalar da kendilerini Allah'a ortak koşmuş olurlar. (Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 135)


    Tevhid akidesinin berraklığını ve sadeliğini korumak için Kur'an-ı Kerim'in şiddetle yasakladığı Allah'a endâd/eş koşma keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapageldiği gibi birtakım şeyleri ilah ittihaz edip Allah'la birlikte onlara da ibadet şeklinde olmaz. Bunun, çeşitli şekilleriyle bir de gizli olanı vardır. Mesela, ümitlerini herhangi bir şekilde Allah'tan başkasına bağlamak; Allah'tan başkasından korkmak; her ne suretle olursa olsun vâki olan zarar ve faydanın Allah'tan başkasından geldiğine inanmak şirkin bir çeşididir. Yani gizlice Allah'a şirk koşmak demektir. İbn Abbas (r.a.) bir rivayetinde şöyle demektedir: Ayette geçen "endâd" öyle bir gizli şirk çeşididir ki bu gizlilik, gecenin karanlığında kaypak-siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha gizlidir. Bir kimsenin "Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı sana borçluyum" gibi tabirler kullanması; "eğer şu köpek olmasaydı dün bize hırsız gelmişti", "Ördek (veya kaz) evde olmasaydı hırsızlar gelirdi." şeklinde konuşması; arkadaşına: "Allah ve sen isterseniz bu iş olur", "Allah ile falan adam olmasaydı işimiz olmayacaktı" gibi sözler söylemesi hep bu endâdın yani gizli şirkin bir çeşididir. Diğer bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamberimiz (s.a.v.)'e "Allah ve sen isterseniz" dediği ve bu söze karşılık Raslül-i Ekrem'in: "E cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah'a eş mi koşuyorsun?" buyurduğu rivayet edilir.


    Kur'an-ı Kerim'e ilk muhatap olanların gününde Allah'a endâd ve emsal edilen şeyler; ağaçlar, taşlar, yıldızlar, melekler veya şeytanlardan ibaretti. Allah'a eş koşulan bu varlıklar, cahiliyyenin her devresinde eşya, şahıs, işaret ve değerler halinde ifade edilmiştir. Bunlar, Allah'ın adıyla yanyana zikredildiği ve kalplerdeki Allah sevgisine ortak edildiği takdirde bu hal, gizli veya açık bir şirktir. Ya kalplerden Allah sevgisini silip de, yerine O'na endâd ve emsâl edinilenlerin sevgileri yerleştirilirse?!

  4. Alt 03-31-2009, 19:29 #44
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    DEMOKRASİ

    Demokrasi, bilindiği gibi batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilahlaştırarak, Allah'a başkaldırması, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmasıdır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah'ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: "Sen kim oluyorsun ey Tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Hayatımızı düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz" demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. "Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?" (25/Furkan, 43) İster "hümanizm" adıyla, ister "demokrasi" ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.

    Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan "tâğut"a başkaldırmaktır. "De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O'nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye Allah size bunları emretti." (6/En'âm, 153) Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.


    Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah'ta kabul eder; Allah'ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.


    Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini ilâh yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah'ta görür, hâkimiyeti Allah'ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların "kim veya kimler?" sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.

  5. Alt 03-31-2009, 19:29 #45
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir. Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur'ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan'a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.


    Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibâret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde çoğunluğun ittifakı bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaşayan insanların çoğun-luğunun sözü nerede ve nasıl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan her parti iktidar olur. Nerede çoğunluk? % 70-75 muhâlefette kaldı. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantıkları açısından bile sağlıklı bir hâkimiyetin kullanılma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Şimdiye kadar Batıda ve coğrafyamızda birçok seçim sistemi uygulanmıştır. Ancak, bunların hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoğunluğun irâdesini iktidar olarak yansıtabilecek yeterlikte olduğu ileri sürülememektedir.


    Dolayısıyla demokrasi, uygulanması imkânsız bir tezdir, bir ütopyadır. Şimdiye kadar batı felsefelerinde ortaya çıkmış olan ütopyalardan bir ütopya. Fakat bu demokratik sihirbazlar, medya ve diğer imkânlar (bilim adamları, eğitim kurumları ve düşünürler) vâsıtasıyla, demokrasinin ütopya olma özelliğini insanların gözlerinden saklıyorlar. İnsanların bunu görmelerine mümkün mertebe imkân ve fırsat tanımamaya çalışıyorlar. Gerçeğin görülmesine sebep olacak herhangi bir şey olduğu zaman, birtakım oyalamalar icat edilerek insanlar onlarla meşgul edilir ve gerçeğe nüfuz etmeleri böylelikle önlenmiş olur. Kanaatleri samimi olarak kabul görmeyen azınlık ise demokraside her zaman bir küskünler kitlesi meydana getirilir. Dolayısıyla yapılan uygulamalara bu muhâlefettekiler hiçbir zaman katılmazlar.

  6. Alt 03-31-2009, 19:30 #46
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Bu eleştirilerimiz, demokrasinin kendi mantığı ile demokrasiye bir reddiyedir. Görülüyor ki demokrasi, hiçbir zaman için demokrasiyi savunanların ileri sürdükleri gibi, insanlığın en ideal sistemi, ya da en az yanlışı olan sistemi olamaz. Churchil'e atfedilen bir söz vardır. "Demokrasi, dünyadaki en güzel ikinci sistemdir." Sormuşlar; "demokrasiyi neden ikinciliğe indirdin?" diye. "Birincisi yok ki!" diye cevap vermiş. Gerçek öyle değil; demokrasi öyle ikinci, üçüncü sıradaki bir düzen filân değil; bir curcunadan ibârettir. Eflâtun'un tâbiriyle; "demokrasi, şarlatanlar düzenidir." Demokrasinin babası sayılan Jan Jack Rousseau da benzer bir şey diyor: Demokrasiyi uzun uzun anlattıktan sonra; "Emil" adlı kitabında "doğrusunu söylemek lâzımsa" diyor, "insanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilâh lâzım."


    İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir beşerî sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan beşerî hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır. Sadece İslâm, insan hayatını bütün yönleriyle ve boyutlarıyla kuşatmayı hedeflemiş ve gerçekten kuşatmış kâmil bir din hüviyetine sahiptir. Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm'ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir. Fakat bu dinlerin hiç birisi insanın hayatını bütün boyutlarıyla kuşatmak iddiasında olmadığı için bazen müşterek birkaç beşerî ideoloji veya beşerî din bir araya gelir ve insan hayatını kuşatmaya çalışırlar. Beşerî sistemlerin herhangi birisini bir yerde kabul ettiğiniz zaman, siz sadece o kadarıyla hayatınızın tamamını tanzim edemezsiniz.


    Hayatınızın diğer açıklarını, diğer yönlerini de uygun göreceğiniz veya kabul ettiğiniz o sistemle uyuşabilecek başkalarıyla doldurursunuz. Bütün beşerî sistemlerin en büyük ortak paydası ise, laikliktir. Siyasî hayatınıza demokrasiyi getirip hâkim kıldığınız takdirde, hukukunuz ne olacak? Ahlâkınız, iktisadî ilişkileriniz ne olacak? İşte bu noktada, demokrasi bütün bunları "hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyerek millet ve milletin yetkili gördüğü kimseler yoluyla temsili sûretiyle, temsilî sisteme uygun olarak seçilen kimseler aracılığıyla bu sorunları çözmeye çalışır. Temsil yetkisine sahip bulunan kişi ve kurumlar, onların hukukunu belirler. Hukukun bünyesi içerisinde iktisadî ilişkileri ortaya koyar. Bunların sonucu olarak bir ahlâk anlayışı da oluşur. Toplumsal hayatın gerekli diğer bütün kurumları bu yapı ile uyumlu olarak ya da en azından çelişki arzetmeyecek şekilde ortaya çıkar.

  7. Alt 03-31-2009, 19:31 #47
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Bütün sistemler ilk ortaya konuldukları zaman, hangi çerçeve için konulmuş olurlarsa olsunlar, sadece orada kalmazlar; insan hayatının tamamını kapsarlar; en azında pratikte bu böyledir. Hiçbir beşerî sistem, kâmil olamaz ve insanlar, beşerî sistemlerde deneme yanılma yoluyla mesafe alabilirler. O bakımdan beşerî sistemler esas mâhiyetleri itibarıyla bir yaz boz tahtasıdırlar. Meselâ bunu, içinde yaşadığımız beşerî sistemin kanunlarında çok rahat bir şekilde görebiliriz.


    Demokrasi Oyunu:


    Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejim hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.


    Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab'a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir. Totaliter rejimlerde kral veya general; "Ben böyle istiyorum!" der; Demokrasi ise, "sen böyle istiyorsun!" der.


    Din kurumlarının bağımsız olmadığı düzen nasıl demokrat olabilir? Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi teklif bile edilemez, halk kendi istediği sistemi seçemez, kurulu düzenin uygulayıcıları olarak kendi önlerine çıkarılan isimler arasında bir tercih yapmak, içinde kendine benzeyen bulamadığı için dayatılan adaylardan ehven-i şerri tercih etmeye çalışırsa, buna oyun denilmez mi? Halk idaresi diye, halkın inancına, yaşayış ve ahlâkına saldıran düzenin adıdır bu ülkede demokrasi. Başta Kemalizm ve onun ilkeleri olmak üzere, laiklik vb. tabuların bulunduğu düzen, nasıl halkın yönetimi olabilir? Demokrasilerde egemenlik kayıtsız şartsız paranındır, medyanındır, derin devletindir; ama halkın değildir. Halk, rüzgâr ne yönden esiyorsa onun gücüyle savrulan yaprak gibidir. Ulusal ve uluslararası istihbârât örgütleri, kartel ve holding patronları, siyonizm, ağalar, şeyhler, hizmet adı altında devlet rüşvetleri, reklâm, aldatmaya dayalı propaganda, seçim kanunu vb. adla seçim hile ve aldatmacaları, büyük partilerin devlet yardımı vb. yollarla avantajları... bütün bunların halkı yönlendirmediğini kim iddia edebilir? Öyleyse, gerçekten halk mı yönetiyor halkı?

    Demokrasi, monarşinin egemenliğine göz dikmiş, krallık veya padişahlığın yanlışları üzerine antitez olmuştur. Gerçi demokrasinin beşiği denilen yerlerde, Batıda kral ve kraliçeler hâlâ en üst yöneticilerdir; bu tezat bile değerlendirilmez. İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Lüksemburg gibi ülkelerin başında hâlâ kral veya kraliçeler vardır. Padişahlığa alternatif olarak kabul edilen demokraside 550 tane padişah ve arkalarında sayısını kimsenin bilmediği gizli padişahlar bulunan bir anlayış mıdır halkın istediği yönetim? Câhiliyye dönemindeki müşrikler de demokrattı. Mekke'de de demokrasi vardı: İsteyen istediği putu serbestçe seçebiliyor, kimse karışmıyordu. Aynı özgürlük çağdaş câhiliyyede de vardır: Zulümlerden zulüm beğenebilir, tâğutlardan bir tâğut seçebilir insan, günümüzdeki çağdaş demokrasilerde. Hakkını yemeyelim: Tavuklara kümeslerini, bekçilerini ve kurtlarını seçme hakkı verir demokrasi. Hileli yollarla da olsa, halka gardiyanlarını seçme hakkı verir.

  8. Alt 03-31-2009, 19:32 #48
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Oysa İslâm'da halkın değil; Hakkın hükmü önemlidir. Halk Hakka kul olmalı, O'nun hükmüne teslim olmalıdır. Çünkü,"insanların çoğu bilmezler" (45/Câsiye, 26), "insanların çoğu şükretmezler" (40/Ğâfir, 59), "insanların çoğu nankördür" (25/Furkan, 50) ve "insanların çoğu mü'min değildir, iman etmezler" (40/Ğâfir, 59). O yüzden halkın çoğunluğuna uymak, dalâlettir/sapıklıktır. "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler." (6/En'âm, 116) İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile böbürlenip üstünlük tasladığını, bu yüzden mallarının ve evlatlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde kendilerinden önce nice toplulukları yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını Kur'an-ı Kerim, sayılamayacak kadar çoklukta ve ısrarla anlatmaktadır.


    Çoğunun akılsızlıklarından bahsedilen insanlar, Allah'ın hükümlerine itibar etmeyen, Rabb olarak sadece Allah'ı kabullenmek istemeyen kalabalıklardır. Sürüleştirilen, sömürülen, köleleştirilen yığınlardır. Çalışan kafalar, akl-ı selîm sahipleri, kendilerinin farkına varan kafalardır. Kendinin farkına varanlar, Allah'ın farkına varırlar; Allah ile kendileri arasındaki farkı farkederler. Hadlerini bilirler ve O'na ait olan, olması gereken hâkimiyeti kendi zimmetlerine geçirerek haksızlık edip ilâhlık taslamazlar. "Onların (İnsanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan/gerçekten hiçbir şey ifade etmez." (10/Yûnus, 36) Haktan, hakikatten bir şeyin ifadesi olmayan zanna uyanlar, ister çoğunluk, ister azınlık olsun, gerçekten bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demek değil midir?


    Kendi taraftarları ve ideologları bile, demokrasinin görmezlikten gelinemeyecek zaaflarından haberdardır: "İyi hükümetler arasında demokrasi en kötüsü, fakat kötülerin en iyisidir." (Aristoteles)


    Demokrasilerde mutlak doğru, çoğunluğun tespit ettiği (ya da öyle farzedilen) görüştür. Doğru, parmak sayısına göre belli olur. Halktır hakem, o ne demişse doğrudur. Serbest kılma veya yasaklama (helâl ve haram kılma) yetkisi, halkındır, seçilmişlerindir. Bunun uygulamada böyle olup olmadığı da, doğru olup olmadığı da tartışılmaz.


    Her yönüyle kendisine has bir muhtevâya sahip olan İslâm Dininin, esas gayesini teşkil eden "dini yalnızca Allah'a has kılma"yı gerçekleştirmek için, diğer bir ifade ile İslâm'ı hâkim kılmak için kendine has bir yol ve yordamının olacağı da açıkça bilinen hususlardandır. İslâm'ı hâkim kılmak için yapılacak her bir doğru eylem, hatta zihinsel faâliyetler bile birer sâlih ameldir. Yani bu maksatla yapılacak işlerimizin kabul edilebilmesi için, bir ameli, sâlih kılan özellikler şunlardır:


    1) Yapılacak amel ile birlikte sahih bir akîdenin bulunması,

    2) Yapılacak amelin ihlâsla, yani yalnızca Allah'ın rızâsı gözetile-rek yapılması,

    3) Bu amelin, şeriatin o amel için belirlemiş olduğu şekilde yapılması, yani Kitaba ve Sünnete uygun olması (ittibâ).


    Dolayısıyla İslâm'ı hâkim kılmak için izlenecek yolun, İslâm'ın kendi bünyesinden alınmış olması, yahut en azından İslâm'ın açıkça yasaklamış olduğu gâye ve maksatlara götüren bir yol olmaması gerekmektedir. Buna bağlı olarak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Demokrasi, esas itibarıyla, hâkimiyeti Allah'ın bir hakkı olarak kabul etmeyip bu hakkı kayıtsız şartsız olarak halkta ya da millette gören bir rejimin adıdır. Demokratik yöntemler de bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konulmuş yollardır. Müslüman bir kimse, İslâm'ı egemen kılmak için çalışma ibâdetini îfa ederken, hiçbir yönüyle İslâm'la bağdaşmayan bu yöntemleri, İslâm'ı egemen kılmanın vâsıtası olarak kullanamaz.

  9. Alt 03-31-2009, 19:32 #49
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Kaldı ki, her bir sistemin yöntemi de ancak kendi tabiatına uygundur. Amaç ile yöntem arasındaki tabiat farlılıklarının varlığının sağlıklı birtakım sonuçlara ulaştıramayacağı da hem mantıkî bir gerçektir. Laiklik ise; en azından İslâm'ın devlet ve toplum hayatına dair hükümlerini red ve iptale dâvet ettiğinden, müslüman açısından kabul edilmesi imkânsız bir siyasal yaklaşımdır.


    Allah'ın indirdiği hükümleri ve öncelikle de Allah'ın hâkimiyetini (hangi çerçevede olursa olsun) reddetmek de, İslâm dışında bütün sistemlerin ortak yönünü teşkil eder. Dolayısıyla hâkimiyeti bütün kapsam ve boyutlarıyla Allah'ın hakkı olarak görmeyen bir sistem ve din de, müslüman tarafından reddedilmeye mahkûmdur. Allah'ın hüküm ve hâkimiyetini kısmen ya da tamamen reddeden sistemlerin, İslâm'a göre başka bir şekilde değerlendirilmeleri mümkün olmadığı gibi; müslümanın da bunları reddetmekten başka bir tavır takınacağını beklemek mümkün değildir.


    Müslümanlar Allah'ın Dini'ni gerçek mâhiyetiyle kavrayıp küllî ve cüz'î hiçbir alanda İslâm'dan başka herhangi bir sisteme ihtiyaç duymayıp yalnızca Rablerinin dini ile yetinerek, sadece o dinin gösterdiği doğrultuda, gösterdiği hedefe doğru ilerleyecek olurlarsa, hem kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ıslah edip birbirleriyle ilişkilerini düzeltecek, hem de Rableriyle aralarını düzelterek O'nun rahmet ve inâyetine mazhar olacaklardır: "Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz Onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, ihsân edenlerle beraberdir." (29/Ankebût, 69)

  10. Alt 03-31-2009, 19:34 #50
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    HÜKÜM-HAKİMİYET

    Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kurân-ı Kerim, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder:


    "Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (5/Mâide, 50)


    Başka âyet-i kerimelerde, Allah'ın hükümleri dışında kalan hükümlerin "hevâ, tâğut, dalâlet, şer vb. hükümleri" diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mâhiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu âyette geçen "hüküm" kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü "yargı"yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm'a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm'a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.


    İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm'ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan "câhilî hâkimiyet"in mâhiyeti hakkında İbn Kesir, söz konusu âyet ile ilgili olarak şöyle der: "Cenâb-ı Allah, (bu âyette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah'ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah'ın şeriatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han'ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu yasağ(y)ı Cengiz, yahûdi ve hıristiyan şeriatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu yasağı (yasası), soyundan gelenler arasında uyulan bir şeriat olmuştu. Onlar Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp "yasak" ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüş az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır." ( İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l Azîm, II/67)


    Görüldüğü gibi, burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarını göstermiş; Allah'ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakım sonuçları olmayan yorumdan ibaret değildir. Bu konu, doğrudan doğruya Allah'ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî birtakım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.