Mevlid kelimesi lügatte; doğmak, doğum yeri ve zamanı mânâlarına gelmektedir.

Önceleri bu tâbir;

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum gecesi” için kullanılırken,

sonradan “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in

doğumunu, vasıflarını ve husûsiyetlerini işleyen

manzûmelere” de «mevlid kasîdesi» veya kısacası

«mevlid»

denilmiştir.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum

gecesinde, merasim ve şenlik yapma âdeti; hicrî 4. asırda,

Fâtımîler Devleti’nde başlamıştır.

Fâtımîler, bunun yanında Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma,

Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhüm- ve

halîfeleri için de mevlid merasimleri yaparlardı.

Mevlid merasimi onlardan mağrib ülkelerine, Arabistan’a ve

Osmanlılara intikal etmiştir. 16. yüzyılın sonlarına doğru III.

Murad devrinde, bu merasim resmen teşrifâta dahil edilmiştir.

Yukarıda belirtildiği gibi okutulan mevlidler, dinimizde

bulunan bir emir gereği değildir. Zira bu âdet, Rasûlullah -

sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında olmadığı gibi,

Sahâbe-i Kiram zamanında da görülmemiştir.

Bunun içindir ki, “mevlid okutmak” dinimizde âlimlerce

tartışılmıştır.

Bazı âlimler:

-Mevlid’in bir çok münker (kötü) fiilin işlenmesine sebep

teşkil ettiğini ileri sürerek böyle bir merasim yapmayı mekrûh,

hatta haram saymışlardır.

Bazı âlimler de:

-Okunan mevlid-i şerîflerle insanların dînî bir havaya girerek,

İslâmî hislere ve duygulara büründüklerini belirtmişlerdir.

Böylelikle mevlid okumak; kötülüğe değil, iyiliğe sebep olur

düşüncesiyle meşrû bir merasim hüviyetini almıştır.

Şu ya da bu kimselerin, böylesine güzel bir âdeti istismar edip

kötüye kullanmaları, her hâlde tümüne ait bir mahzur

meydana getirmez. Yani uygulama bid’at olsa bile, iyiliğe

sebep olduğu için “Bid’at-ı Hasene” (güzel bid’at) kabul

edilmiştir.

Bu vechile Süyûtî’de, “Hüsnü’l-maksıd fî ameli’l-mevlid”

isimli eserinde: “Eğer mevlid çerçevesinde işlenen kötü fiiller

önlenirse, mevlid okumak veya okutmak câiz olur.” demiştir.

* * *

Günümüzde insanlar tarafından dinin emriymiş gibi telâkkî

edilen geleneklerden biri olan Mevlid’in, en çok görülen icrâ

şekli ise, ölen kişinin ruhu için muayyen günlerde okutulması

ve ardından yemek verilmesidir.

Ölen kişinin ölümünün üçüncü, yedinci, kırkıncı ve elli ikinci

günlerinde mevlid okutmak, yemek dağıtmak -az önce de

belirttiğimiz gibi- memleketimizde elzem (olmazsa olmaz) bir

ibâdetmiş gibi telâkkî edilmektedir.

Ölünün ardından verilen bu yemek, düğünlerde verilen

yemeğin neredeyse aynısıdır. Bu yemeklere ilâve olarak “un

helvası”nın dağıtılması ise, mahallî uygulamalardandır.


Mevlid’in, ölen kişinin ardından üçüncü, yedinci, kırkıncı ve

elli ikinci günlerde yapılması halk arasındaki çeşitli

söylentilere dayanmaktadır. Ancak bu söylentiler de, yöreden

yöreye farklılıklar göstermektedir.

Mesela;

Bazı yörelerde ölünün ardından üçüncü gün “can helvası”

yapılıp dağıtılmazsa, ölünün ağzının köpüğünün

gitmeyeceğine, ölünün kabirde muzdarip olacağına inanılır.


Yine aynı şekilde, ölen kişinin yedi gün boyunca kefeninin

ıslak kalacağına inanıldığından dolayı, cenazenin kadın

sahipleri “ses çıkartma” geleneği hâlinde bu günde ağıtlar

yakar, kasîdeler okurlar.

Bir diğer inanışa göre de; ölen kişinin rûhu ilk perşembe günü

evini, köyünü, atasını ziyarete gelir.

Eğer ev halkı, ölü adına bir hayırda bulunduysa

(mevlit okutup, yemek dağıttıysa) ölen kişinin rûhu, ev halkı

için güzel duâlarda bulunur, rahmet diler.

Eğer kendisi için bir hayır görmediyse, hayıflanarak bedduâ

eder ve geri döner.

Kırkıncı gün mevlid okutmanın sebebi, kırk sayısının hikmetine

dayandırılmaktadır. Yine Anadolu’da; kişinin ölümünden kırk

gün sonra etinin kemiğinden ayrılacağına inanılır.

Bu günde verilen mevlidin, biraz da olsa ölünün sıkıntılarını

hafifleteceği umulur.

Elli ikinci gün de; ölen kişinin kemiğinin toprağa karışacağına,

mevlid okutulduğu takdirde bu acının hafifleyeceğine inanılır.

Görüldüğü gibi âlimlerin bir kısmının mevlid okumanın mekruh

veya haram olduğuna hükmetmelerinin ana sebebi, halk

arasındaki bu yanlış ve mahzurlu inanış ve uygulamalardır.

Öyle ki, zaman geçtikçe insanların hayatında bu gelenekler,

bir ibâdet gibi yer etmeye başlamıştır.

Dine “onda olmayan” bir şeyi katmak ise,

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîs-i

şerîfinde bildirdiği üzere merduttur (reddedilmiştir). (Buhârî)

Bilhassa evlerde okunan mevlidlerde, İslâm’ın men ettiği bazı

fiil ve davranışlar görülmüştür ki, bunlar çok yanlıştır.

Mesela;

Mevlid merasiminde, Rasûlullâh’ın doğumunu ifâde eden

mısralar okunurken hürmeten ayağa kalkıldığında, mutlaka

kıbleye yönelinmesi ve ellerin de namazda olduğu gibi göbek

hizasında bağlanmasının gereğine inanılması gibi…

Hâlbuki kıbleye yönelmek, elleri birbiri üzerine bağlayıp

kıyam halinde durmak; Rabbimize karşı ibâdet hâlinin

husûsiyetlerindendir. Kullara karşı aynı ibadet şekillerine

girmemiz münasip düşmez. Bu sebepledir ki, Diyanet İşleri

Başkanlığı’na bağlı bir İstişâre Kurulu, neşrettiği bir

fetvâsında, bunun münasip olmayacağını açıkça ifade etmiştir.

Yapılan bir diğer yanlış da; ölünün ardından cenâze sahibinin yemek dağıtmasıdır.

İslam dininde bunun bir dayanağı olmadığı gibi, bu

uygulamanın tam aksine cenâze evine yemek götürülmesine

teşvik vardır. Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh- şehid olunca,

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yakınlarına:

“-Câfer âilesine yemek yapın, çünkü onların başına -yeme

içmeye bakamayacakları- büyük bir iş geldi.” demiştir. (Ebû Dâvûd)

Bu sebepledir ki, akraba ve komşuların, ölüm felaketine

mâruz kalan âileye, en azından bir günlük yemek hazırlayıp

götürmesi müstehab sayılmıştır.

Cenâze sahibinin; ölünün hemen arkasından, muayyen

günlerde böyle yemek hazırlayıp başkalarına ikram etmesi,

hem câhiliye devri âdetlerinden olduğu, hem de zamansız bir

külfet teşkil ettiği için İslâm âlimlerince mekruh kabul

edilmiştir. Diğer taraftan bu durum, ölü evinde “hiçbir

şekilde hiçbir şey yenilmeyeceği” gibi bir anlamı da içermez.

Esâsen insanların, cenâze sahibinden ölünün üçünde,

yedisinde, kırkında bir mevlid merasimi isteğinde bulunması,

İslâm’ın tâziye edeplerine aykırı hareketlerdendir.

Nitekim tâziye müddeti, yakında bulunanlar için üç gündür.

Üç günden sonra tâziye yapmak veya böyle yakın aralıklarla

cenâze sahiplerinden mevlid beklentisi içinde bulunmak;

acıların tazelenmesine sebebiyet verir ki, bu da uygun bir

davranış değildir.

Bununla birlikte mevlid okutana, “Niçin okutuyorsun?!”

denmeyeceği gibi okutmayana da “Niçin okutmuyorsun?!..”

denilmez.

Ölen kişinin arkasından Kur’ân-ı Kerîm okumak, duâ etmek,

onun adına sadaka vermek, hayır hasenâtta bulunmak;

cenâze için yapılan en güzel hediye ve ikramlardandır.

Evet, mevlid arasında da zikir, duâ, Kur’ân-ı Kerîm okumak

gibi ibâdetler vardır; fakat bunları bazı kimseler, para

mukabilinde yaptıkları takdirde hem sevap hâsıl olmaz, hem

de alan ve veren günahkâr olabilir. İyi niyetle okutanlar,

sadece Allah rızasını düşünmelidirler, okuyanlar da pazarlık

yapmadan aynı düşünce içinde okutana muhatap olmalıdırlar.

Okutanların hediye olarak bir karşılık vermelerinde herhangi

bir mahzur olmamakla birlikte okuyanın da rızâ hâlinde

bulunması (verilecek şeye râzı olması), başka taleplerde

bulunup işi pazarlığa dökmemesi gerekir.

Cenâze ardından Kur’ân-ı Kerîm okumak veya duâ gibi fiiller;

herhangi bir alış-verişte olduğu gibi pazarlığa dökülürse, artık

ibadet mânâsını kaybederler. Bir ibadetin gerçekten ibadet

olabilmesi ve ondan sevap umulabilmesi için; riyâdan

(gösterişten) uzak, sırf Allah rızası için yapılmış olması şarttır.

Riyâ; “İbâdeti yaparken Allah rızasından başka bir şey murad

etmek” olarak tarif edilmiştir. Buna göre; ücret karşılığında

mevlid okuyanın sevabı, onu okumaya sevk eden şeydir ki;

o da alacağı ücrettir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ameller niyetlere göredir, herkesin eline niyet ettiği şey

geçer…” buyururken, âyet-i kerîmede de:

“…Âyetlerimi az bir karşılık için satmayın!..” (el-Bakara, 41)

buyrulmuştur.

Yukarıda sözünü ettiğimiz bid’atler; yaygın hâle geldiği için,

geçmişlerimiz nâmına yapmamız sünnet olan ibâdet ve

hayırların yerini almış; onlara mâni olmuş, onları

unutturmuştur. (Bunlar da bir başka yazıya konu olacak genişliktedir.)

Yalnız şurası unutulmamalıdır ki, mevlid okutmakla üzerine

düşen dînî mükellefiyetleri yerine getirdiğini sanıp, artık

başka mükellefiyet kalmadığına vehmetmek çok yanlış, hatta

câhilce bir davranış olur. Çünkü mevlid merâsimi,

üzerimizdeki dînî mükellefiyetlerden hiçbirini kaldırmaz.

Daha açık bir ifadeyle, bununla dînî vazifelerimizi îfâ etmiş olmayız.

Sonuç olarak, İslam âlimlerinin görüşleri birbirinden farklı gibi

görünse de aslında birbirini tamamlayıcıdır. Çünkü mevlid

okumayı uygun görmeyenler, bu merasim etrafında dine aykırı

olarak yapılan uygulamaları hoş görmemişlerdir. Yoksa gerek

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğum

gecesinde ve gerekse başka zamanlarda her Müslüman mevlid

kasîdelerinden birini alıp okuyabilir. Bu okuyuştan ilâhî ve

peygamberî aşk, feyiz ve bereket hâsıl olur. Zaten bunları

yazanlar da “para ile ölülerin rûhuna okunsun” diye değil,

herkes okusun, Peygamberini tanısın, sevsin, ona aşk ile

bağlansın diye yazmışlardır. Nitekim mevlid merasimlerinde

bulunan kişiler de edeb ve tefekkürle dinledikleri takdirde

bulundukları mânevî ortamın tesiriyle, farklı âlemleri seyre

dalarak feyze gark olurlar.

Cenâb-ı Hak, yapmış olduğumuz ibâdetleri, islâmî usûllere

uygun bir şekilde yapmayı cümlemize nasib etsin. (Âmin)

Kevser Atar