Teb­lîğ, İs­lâm dî­ni­ni ve onun esas­la­rı­nı an­la­ta­rak, in­san­la­rın bu emir­ler is­ti­kâ­me­tin­de ya­şa­ma­la­rı­nı sağ­la­ma­ya ça­lış­mak­tır. En meş­hur tâ­bi­riy­le teb­lîğ “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-mün­ker: İyi ve gü­zel ola­nı em­ret­mek, kö­tü ve çir­kin olan şey­den me­net­mek” di­ye bi­lin­mek­te­dir.
Al­lâh Te­âlâ, âyet-i ke­rî­me­ler­de teb­lî­ği bü­tün mü’min­le­re bir va­zî­fe ola­rak em­ret­mek­te­dir:
وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Siz­den hay­ra dâ­vet eden, iyi­li­ği em­re­dip kö­tü­lük­ten sa­kın­dı­ran bir top­lu­luk bu­lun­sun! İş­te on­lar ger­çek­ten fe­lâ­ha eren­ler­dir.” (Âl-i İm­rân, 104)
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ
Siz, in­san­lı­ğın (iyi­li­ği) için çı­ka­rıl­mış en ha­yır­lı bir üm­met­si­niz. İyi­li­ği em­re­der, kö­tü­lük­ten sa­kın­dı­rır­sı­nız…” (Âl-i İm­rân, 110)

Pey­gam­ber Efen­di­miz de ha­dîs-i şe­rîf­le­rin­de teb­lî­ğin ehem­mi­ye­ti­ne dâ­ir şöy­le bu­yur­muş­lar­dır:

“Biz­den bir şey işi­tip, onu ay­nen baş­ka­la­rı­na ulaş­tı­ran kim­se­nin Al­lâh yü­zü­nü ak et­sin! Ken­di­si­ne bil­gi ulaş­tı­rı­lan ni­ce kim­se­ler var­dır ki, o bil­gi­yi biz­zat işi­ten­den da­ha iyi an­lar ve tat­bîk eder.” (Tir­mi­zî, İlim, 7)

“Al­lâh’a ye­min ede­rim ki, Ce­nâb-ı Hakk’ın se­nin vâ­sı­tan­la bir tek ki­şi­yi hi­dâ­ye­te ka­vuş­tur­ma­sı, (en kıy­met­li dün­yâ nî­me­ti sa­yı­lan) kı­zıl de­ve­le­re sâ­hip ol­man­dan da­ha ha­yır­lı­dır.” (Bu­hâ­rî, As­hâ­bu’n-Ne­bî, 9)

“Hi­dâ­ye­te dâ­vet eden kim­se­ye, ken­di­si­ne tâ­bî olan­la­rın se­vâ­bı ka­dar se­vap ve­ri­lir. Bu on­la­rın se­vap­la­rın­dan da bir şey ek­silt­mez.” (Müs­lim, İlim, 16)

As­hâb­dan Enes -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, İs­lâm teb­lîğ­ci­le­ri­nin âhi­ret­te nâ­il ola­cak­la­rı yük­sek mer­te­be­le­ri an­la­tan bir ha­dîs-i şe­rî­fi şöy­le nak­le­der:

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- bir­gün şöy­le bu­yur­du­lar:

“–Si­ze bir­ta­kım in­san­lar­dan ha­ber ve­re­yim mi? On­lar ne pey­gam­ber ne de şe­hîd­dir­ler. An­cak kı­yâ­met gü­nün­de pey­gam­ber­ler ve şe­hîd­ler, on­la­rın Al­lâh ka­tın­da­ki ma­kam­la­rı­na gıp­ta eder­ler.152 Nûr­dan min­ber­ler üze­ri­ne otur­muş­lar­dır ve her­kes on­la­rı ta­nır.”

As­hâb-ı ki­râm:

“–On­lar kim­ler­dir yâ Ra­sû­lal­lâh?” di­ye sor­du­lar.

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–On­lar, kul­la­rı­nı Al­lâh’a, Al­lâh’ı da kul­la­rı­na sev­di­ren kim­se­ler­dir. Yer­yü­zün­de na­sî­hat ede­rek teb­lîğ­ci­ler ola­rak do­la­şır­lar.” bu­yur­du.

Ben:

“–Ey Al­lâh’ın Ra­sû­lü! Al­lâh’ı kul­la­rı­na sev­dir­me­yi an­la­dık. Pe­ki kul­la­rı­nı Al­lâh’a sev­dir­mek na­sıl olur?” di­ye sor­dum.


Bu­yur­du ki:

“–İn­san­la­ra Al­lâh’ın sev­di­ği şey­le­ri em­re­der­ler, sev­me­di­ği şey­ler­den de sa­kın­dı­rır­lar. İn­san­lar da bu­na ita­at edin­ce, Al­lâh -az­ze ve cel­le- on­la­rı se­ver.” (Ali el-Müt­ta­kî, III, 685-686; Bey­ha­kî, Şu­abu’l-Îman, I, 367)

Şâ­ir, Hak âşı­ğı olan bu tür teb­lîğ­ci­le­rin hâ­let-i rû­hi­ye­si­ni mıs­râ­la­rın­da şöy­le di­le ge­tir­mek­te­dir:
İs­te­rim sev­sin bü­tün halk-ı ci­hân câ­nâ­nı­mı,
Sev­me­yen kal­ma­sın âlem­de hiç sul­tâ­nı­mı.


Diğer bir şâir de bu husustaki duygularını şöyle terennüm etmektedir:
Kâş­ki sev­di­ği­mi sev­se bü­tün halk-ı ci­hân,
Ge­ce-gün­düz sö­zü­müz kıs­sa-i câ­nân ol­sa…
Teb­lîğ va­zî­fe­si­ni hak­kıy­la îfâ eden kim­se­nin ka­zan­cı, dün­yâ­nın en kıy­met­li ha­zî­ne­le­rin­den da­ha üs­tün iken, bu va­zî­fe­nin ih­mâ­li bü­tün bir ce­mi­ye­ti he­lâ­ke sü­rük­le­ye­cek ka­dar va­him ne­tî­ce­ler do­ğu­rur.

Al­lâh Ra­sû­lü’nün bu hu­sus­ta­ki îkâ­zı, son de­re­ce dik­ka­te şâ­yan­dır:

“Ba­na ha­yat bah­şe­den Al­lâh’a ye­min ede­rim ki, siz ya iyi­li­ği em­re­der kö­tü­lük­ten neh­ye­der­si­niz ya da Al­lâh ken­di ka­tın­dan üze­ri­ni­ze bir azap gön­de­rir de o za­man duâ eder­si­niz, fa­kat du­ânız ka­bûl edil­mez.” (Tir­mi­zî, Fi­ten, 9)

Sa­hâ­be-i ki­râm­dan Eb­zâ el-Hu­zâî -ra­dı­yal­lâ­hu anh- an­la­tı­yor:

“Bir­gün Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- min­be­re çı­ka­rak bir ko­nuş­ma yap­tı. Müs­lü­man­lar­dan bâ­zı ce­ma­at­le­ri ha­yır­la an­dık­tan son­ra şun­la­rı söy­le­di:
“–Bâ­zı­la­rı­na ne olu­yor ki, kom­şu­la­rı­na me­se­le­le­ri an­lat­mı­yor, bil­me­dik­le­ri­ni öğ­ret­mi­yor, on­la­rı an­la­yış­lı hâ­le ge­tir­mi­yor­lar. On­la­ra mâ­rû­fu em­ret­mi­yor, on­la­rı mün­ker­den (dî­nin hoş gör­me­dik­le­rin­den) sa­kın­dır­mı­yor­lar?

Bir­ta­kım kim­se­le­re de ne olu­yor ki, bil­me­dik­le­ri­ni kom­şu­la­rın­dan so­rup öğ­ren­mi­yor, an­la­yış­lı ol­ma­ya ça­lış­mı­yor­lar?

Al­lâh’a ye­min ede­rim ki, bil­gi sâ­hi­bi olan­lar ya kom­şu­la­rı­na öğ­re­tir, on­la­rı an­la­yış­lı hâ­le ge­ti­rir, mâ­rû­fu em­re­der, mün­ker­den sa­kın­dı­rır­lar;
di­ğer ta­raf­tan bil­me­yen­ler de kom­şu­la­rın­dan so­rup öğ­re­nir,
dî­nî me­se­le­le­ri id­râk et­me­ye ça­lı­şır­lar ya da on­la­rı (her iki gru­bu da) mut­la­kâ dün­yâ­da ce­zâ­lan­dı­rı­rım.”

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, bu ko­nuş­ma­yı yap­tık­tan son­ra min­ber­den inip evi­ne git­ti. Bâ­zı­la­rı:

“–Öy­le sa­nı­yo­ruz ki (Ye­men­li) Eş’arî­le­ri kas­tet­ti, çün­kü on­lar fa­kîh kim­se­ler­dir, kom­şu­la­rı ise ka­ba, sert mi­zaç­lı, su baş­la­rın­da gö­çe­be ha­yâ­tı ya­şa­yan kim­se­ler­dir.” de­di­ler.

Eş’arî­ler du­rum­dan ha­ber­dâr olun­ca, Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e gel­di­ler ve:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Sen bir kav­mi ha­yır­la, bi­zi ise şer­le yâd et­miş­sin. Bi­zim han­gi hâ­li­miz se­be­biy­le böy­le ol­du?” de­di­ler.

Âlem­le­rin Efen­di­si hiç­bir şey söy­le­me­di, sâ­de­ce ön­ce­ki söz­le­ri­ni tek­rar­la­dı. Eş’arî­ler kas­te­di­le­nin ken­di­le­ri olup ol­ma­dı­ğı­nı an­la­ya­ma­dı­lar.

Tam ola­rak öğ­ren­mek için bu­nu Ne­biyy-i Ek­rem Efen­di­miz’e bir­kaç de­fâ da­ha sor­du­lar. Ra­sû­lul­lâh -aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm- ise her de­fâ­sın­da ay­nı söz­le­ri­ni tek­rar­lı­yor­du. Bu­nun üze­ri­ne Eş’arî­ler:

“–Öy­ley­se bi­ze bir se­ne müh­let ver!” de­di­ler.

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de kom­şu­la­rı­nı eği­tip on­la­ra dî­nî me­se­le­le­ri öğ­ret­me­le­ri için ken­di­le­ri­ne bir se­ne müd­det ta­nı­dı ve son­ra şu âyet­le­ri oku­du:


لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
(78)
كَانُواْ لاَ يَتَنَاهَوْنَ عَن مُّنكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ
(79)
“İs­râ­îlo­ğul­la­rı’ndan küf­re­den­ler, Dâ­vûd ve Mer­yem oğ­lu Îsâ di­liy­le lâ­net­len­miş­ler­dir.
Bu, on­la­rın is­yân et­me­le­ri ve aşı­rı git­me­le­ri yü­zün­den­di. On­lar, iş­le­dik­le­ri kö­tü­lük­ten bir­bir­le­ri­ni vaz­ge­çir­me­ye ça­lış­maz­lar­dı. And ol­sun yap­tık­la­rı ne kö­tü­dür!”

(el-Mâ­ide, 78-79) (Hey­se­mî, I, 164; Ali el-Müt­ta­kî, III, 684/8457)

Var­lık Nû­ru -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-,
Al­lâh’ın lut­fu sâ­ye­sin­de ulaş­tı­ğı kal­bî kı­vam ve ke­mâl ile,
be­şe­ri­ye­ti hi­dâ­ye­te er­dir­me iş­ti­yâ­kı için­de dîn-i mü­bî­ni teb­lî­ğe de­vâm
et­miş,
ken­di­si­ne tev­dî edi­len bu ilâ­hî emâ­ne­ti îfâ şu­uru,

O’nu zir­ve­le­rin zir­ve­si hâ­li­ne ge­tir­miş­tir.

Va­zî­fe­si­ni ic­râ­ya mâ­nî ola­cak bü­tün dün­ye­vî tek­lif­le­ri te­red­düt­süz red­det­miş, Hakk’a kul­lu­ğu her şe­yin üze­rin­de te­lâk­kî et­miş­tir.

-Sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- Efen­di­miz, İs­lâm’ı her­ke­sin id­râk se­vi­ye­si­ne gö­re, mu­hâ­ta­bı­nın an­la­ya­bi­le­ce­ği öl­çü­de îzâh eder, bir ki­şi­nin bi­le hi­dâ­ye­ti ken­di­si­ne tâ­ri­fi im­kân­sız bü­yük bir sü­rûr ve­rir­di.

Ni­te­kim Hay­ber’in fet­hi gi­bi bü­yük bir hâ­di­se es­nâ­sın­da bi­le bir kö­le­ye İs­lâm’ı uzun uzun an­lat­mak­tan lez­zet duy­muş ve onun hi­dâ­ye­ti­ne ve­sî­le ol­muş­tu. (İbn-i Hi­şâm, III, 398)

Yi­ne on gün­lük me­şak­kat­li Tâ­if yol­cu­lu­ğun­da sâ­de­ce hris­ti­yan bir kö­le olan Ad­dâs’ın hi­dâ­ye­ti­ne ve­sî­le ol­muş­tu. Bu­nun üze­ri­ne Tâ­if’te ya­şa­dı­ğı bü­tün acı hâ­di­se­le­ri unu­tu­ver­miş­ti.

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, bü­tün in­san­la­rın İs­lâm nû­ruy­la ay­dın­la­na­bil­me­si için bü­tün gü­cü­nü sarf edi­yor, teb­lîğ hu­sû­sun­da bık­mak usan­mak ve yo­rul­mak bil­mi­yor­du. O’nun teb­lîğ has­sâ­si­ye­ti­ni gös­te­ren bir hâ­di­se­yi sa­hâ­be­den Ebû Rifâa -ra­dı­yal­lâ­hu anh- şöy­le an­la­tır:


“Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- hut­be okur­ken ya­nı­na var­dım ve:
«–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Dî­ni­ni bil­me­yen bir ga­rip gel­di, so­rup öğ­ren­mek is­ti­yor.» de­dim.

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- dö­nüp ba­na bak­tı. Hut­be­yi ke­sip ya­nı­ma gel­di. He­men O’na otur­ma­sı için ayak­la­rı de­mir­den bir şey ge­tir­di­ler. Üze­ri­ne otur­du ve Al­lâh Te­âlâ’nın ken­di­si­ne öğ­ret­ti­ği bâ­zı şey­le­ri ba­na an­lat­tı. Son­ra tek­rar hut­be­si­ne dö­ne­rek ko­nuş­ma­sı­nı ta­mam­la­dı.” (Müs­lim, Cum’a, 60)

As­hâb-ı ki­râm da, ha­kî­kat­le­ri teb­lîğ ve gör­dük­le­ri yan­lış­la­rı dü­zelt­me hu­sû­sun­da çok ti­tiz­di­ler. On­lar ara­sın­da Al­lâh Ra­sû­lü’nün sün­ne­ti­ne ay­kı­rı ha­re­ket eden­le­ri îkaz et­me va­zî­fe­si be­lir­li şa­hıs­lar­la sı­nır­lı de­ğil­di.

Her bi­ri ye­ri ve za­mâ­nı gel­dik­çe üze­ri­ne dü­şen va­zî­fe­yi ye­ri­ne ge­ti­rir, ne pa­ha­sı­na olur­sa ol­sun doğ­ru­yu ifâ­de­den çe­kin­mez,

Fahr-i Kâ­inât Efen­di­miz’in sün­ne­ti­ne mu­hâ­lif bir du­ru­ma ta­ham­mül ede­mez­ler­di. O’nun ha­dîs­le­ri­ne îti­râz eden­le­re, as­lâ on­lar­la ay­nı ça­tı al­tın­da ola­ma­ya­cak­la­rı­nı söy­ler­ler,153

ha­dîs-i şe­rîf kar­şı­sın­da ken­di gö­rü­şü­nü söy­le­yen­le­re, bun­dan böy­le bir da­ha ken­di­siy­le ay­nı di­yar­da otu­ra­ma­ya­cak­la­rı­nı ifâ­de ede­rek o ye­ri terk eder­ler­di.154

Süf­yân-ı Sev­rî -kud­di­se sir­ruh- teb­lî­ğin ehem­mi­ye­ti­ne dâ­ir şöy­le bu­yur­muş­tur:
“Ho­ra­san’a gi­dip teb­lîğ­de bu­lun­man; se­nin için Mek­ke’de mü­câ­vir ol­man­dan (ora­da ikâ­met et­men­den) da­ha ka­zanç­lı­dır.”

Teb­lîğ bu ka­dar mü­him olun­ca bu va­zî­fe­yi lâ­yı­kıy­la îfâ ede­cek şah­si­yet­le­rin ye­tiş­ti­ril­me­si de bu­na mu­vâ­zî ola­rak ehem­mi­yet ka­zan­mak­ta­dır.

Şu hâ­di­se, gö­nül eh­li bir teb­lîğ­ci­nin kıy­me­ti­ni, açık bir şe­kil­de ifâ­de et­mek­te­dir:

Haz­ret-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh- bir­gün dost­la­rıy­la bir­lik­te otu­ru­yor­du. On­la­ra (Al­lâh’tan) bâ­zı ta­lep ve te­men­nî­ler­de bu­lun­ma­la­rı­nı is­te­di. Ora­da­ki­ler­den bir kıs­mı:

“–İçin­de bu­lun­du­ğu­muz şu hâ­ne do­lu­su pa­ra­la­rım ol­sun da Al­lâh yo­lun­da in­fâk ede­yim!..” şek­lin­de ni­yet iz­hâr et­ti.

Bir kıs­mı:

“–İçin­de bu­lun­du­ğu­muz şu hâ­ne do­lu­su al­tın­la­rım ol­sun da Al­lâh için har­ca­ya­yım!..” de­di.

Bâ­zı­la­rı da:

“–İçin­de bu­lun­du­ğu­muz şu hâ­ne do­lu­su mü­cev­her­le­re sâ­hip ola­yım da on­la­rı Al­lâh yo­lun­da sarf ede­yim!..” di­ye te­men­nî et­ti.

An­cak Haz­ret-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“–Da­ha, da­ha faz­la­sı­nı is­te­yin!” de­yin­ce on­lar:

“–Al­lâh Te­âlâ’dan da­ha baş­ka ne is­te­ye­bi­li­riz ki?!” de­di­ler.

Bu­nun üze­ri­ne Haz­ret-i Ömer -ra­dı­yal­lâ­hu anh-:

“–Ben, için­de bu­lun­du­ğu­muz şu hâ­ne­nin, Ebû Ubey­de bin Cer­râh, Mu­âz bin Ce­bel ve Hu­zey­fe­tü’l-Ye­mâ­nî gi­bi (müs­tes­nâ ve seç­kin, her yön­den kâ­mil) kim­se­ler ile do­lu ol­ma­sı­nı ve bun­la­rı Al­lâh’a itâ­at yo­lun­da, yâ­ni teb­lîğ ve ıs­lâh hiz­met­le­rin­de is­tih­dâm et­me­yi te­men­nî ede­rim…” de­di. (Bu­hâ­rî, Tâ­rî­hu’s-Sa­ğîr, I, 54)


Şef­kat ve mer­ha­me­tin mut­lak men­baı olan Yü­ce Rab­bi­miz, kul­la­rı­nın Hak dî­ne çağ­rıl­ma­sın­da tâ­kib edil­me­si ge­re­ken en mü­es­sir üs­lû­bu şöy­le be­yan bu­yur­mak­ta­dır:


ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ
(Ey Ra­sû­lüm! İn­san­la­rı) Rab­bi­nin yo­lu­na hik­met ve gü­zel öğüt­le dâ­vet et ve (lü­zû­mu hâ­lin­de) on­lar­la en gü­zel bir üs­lûp­la mü­câ­de­le et…” (en-Nahl, 125)


وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْنَا وَأُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

“İç­le­rin­den zul­me­den­le­ri bir ya­na, ehl-i ki­tap­la an­cak, en gü­zel bir yol­la mü­câ­de­le edin ve de­yin ki: «Bi­ze in­di­ri­le­ne de, si­ze in­di­ri­le­ne de îmân et­tik. Bi­zim ilâ­hı­mız da, si­zin ilâ­hı­nız da bir­dir ve biz O’na tes­lîm ol­mu­şuz­dur.»” (el-An­ke­bût, 46)
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
(33)
وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
(34)
“Sâ­lih amel­ler iş­le­yip de: «Ben Al­lâh’a tes­lîm olan­lar­da­nım.» di­ye­rek in­san­la­rı Al­lâh’a ça­ğı­ran kim­se­den da­ha gü­zel söz­lü kim ola­bi­lir! İyi­lik ve kö­tü­lük mü­sâ­vî de­ğil­dir. Sen kö­tü­lü­ğü en gü­zel bir tarz­da ön­le­me­ye ça­lış.155
O za­man (gö­re­cek­sin ki) Se­n’in­le ara­sın­da düş­man­lık bu­lu­nan kim­se, san­ki can­dan ve sı­cak bir dost olu­ver­miş­tir.” (Fus­si­let, 33-34)
قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“De ki: İş­te be­nim yo­lum bu­dur; ba­sî­ret üze­re Al­lâh’a dâ­vet edi­yo­rum. Ben ve ba­na uyan­lar (iş­te böy­le­yiz). Ben Al­lâh’ı tes­bîh ede­rim ve ben müş­rik­ler­den de­ği­lim.” (Yû­suf, 108)

Tav­si­ye edi­len bu ilâ­hî üs­lû­bun tat­bî­ki ne­tî­ce­sin­de tâ­rih­te ni­ce di­ken­leş­miş rûh­lar gü­le dön­müş ve zin­dan gi­bi sî­ne­ler nû­ra gark ol­muş­tur.

Ce­nâb-ı Hak, Mû­sâ ve Hâ­rûn -aley­hi­mes­se­lâm-’ı Fi­ra­vun gi­bi ha­kî­ka­ten az­mış ve doğ­ru yol­dan sap­mış bir in­sa­na gön­de­rir­ken bi­le, yu­mu­şak bir üs­lûp kul­lan­ma­la­rı­nı tav­si­ye et­miş ve şöy­le bu­yur­muş­tur:
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
“Ona yu­mu­şak söz söy­le­yin. Bel­ki o, na­sî­hat din­ler ve­ya Al­lâh’tan kor­kar.” (Tâ­-hâ, 44)

Bu âyet-i ke­rî­me­de teb­lîğ me­to­du­nun iki esâ­sı gö­rül­mek­te­dir:

1. Ha­kî­ka­ti mu­hâ­ta­ba teb­lîğ eder­ken, onun enâ­ni­ye­ti­ni tah­rîk et­me­den yu­mu­şak bir üs­lûp kul­lan­mak:

Ni­te­kim Fi­ra­vun, Mû­sâ -aley­his­se­lâm-’ın mû­ci­ze­le­ri kar­şı­sın­da pek çok de­fâ îmâ­na te­mâ­yül et­tiy­se de, Hâ­mân ve et­râ­fı ona mâ­nî ol­du­lar. Ken­di­si de gu­rû­ra ve kib­re ka­pı­la­rak îmân et­me­di.

Ce­nâb-ı Hak, Mû­sâ -aley­his­se­lâm-’a “kavl-i ley­yin, yâ­ni yu­mu­şak li­san” kul­lan­ma­sı­nı emir bu­yu­ra­rak biz­le­re bir teb­lîğ me­to­du tâ­lîm et­mek­te­dir.

Bu­na gö­re ön­ce kalb­ler yu­mu­şa­tı­la­cak, on­dan son­ra teb­lîğ edi­le­cek­tir.156 Pey­gam­ber­ler ve Al­lâh dost­la­rı­nın ha­yâ­tın­da hiç­bir za­man mü­nâ­ka­şa­ya yer yok­tur. Hâl ile teb­lîğ, mü­him bir esas­tır.

Al­lâh Te­âlâ’nın teb­lîğ­le va­zî­fe­len­dir­di­ği pey­gam­ber­ler,
gö­nül yap­ma­ya gel­dik­le­rin­den, in­san­la­ra hep gö­nül pen­ce­re­sin­den bak­mış­lar,
et­raf­la­rı­na dâ­imâ mu­hab­bet ve şef­kat tev­zî ede­rek ni­ce­le­ri­nin hi­dâ­ye­ti­ne ve­sî­le ol­muş­lar­dır.

Eğer on­lar, bu gü­zel ve fi­râ­set­li dav­ra­nış­la­rın ak­si­ne ha­re­ket et­se­ler­di, ne­tî­ce­de, ara­da uçu­rum bu­lu­nan in­san­lar­la ir­ti­bat ta­mâ­men ko­par ve ni­hâ­yet bu gi­bi kim­se­le­re Hakk’ı teb­lîğ et­me im­kâ­nı zâ­yî olur­du.

Bu da, ilâ­hî mu­râ­da ters dü­şer­di. Zî­râ Ce­nâb-ı Hak, kul­la­rı­nın, içi­ne düş­tü­ğü ba­tak­lık­tan kur­tul­ma­la­rı­nı is­te­mek­te­dir.

Bu­nun için Hak Te­âlâ, in­san­lık tâ­ri­hi bo­yun­ca, bin­ler­ce pey­gam­ber gön­der­miş ve en gü­zel bir üs­lûp­la gö­nül­le­ri tez­ki­ye et­me­le­ri­ni on­la­ra emir bu­yur­muş­tur.

Yi­ne ay­nı gâ­ye­ye mâ­tuf ola­rak in­san­la­ra lut­fe­di­len eh­lul­lâh da, in­san­la­rın mâ­ne­vî ter­bi­ye­sin­de bu ne­be­vî üs­lû­bu de­vâm et­tir­miş­ler­dir.

Gü­zel ah­lâk­la kabil-i te­lif ol­ma­yan ka­ba, kı­rı­cı ve sert bir üs­lûb ile ya­pı­lan hiz­met­le­r­den ha­yır umu­la­maz.

Bil­has­sa in­sa­nın rû­hu­na hi­tâb eden eği­tim, ir­şad ve teb­lîğ gi­bi hiz­met­ler­de, bu hu­sus çok da­ha ehem­mi­yet arz et­mek­te­dir. Ni­te­kim âyet-i ke­rî­me­de Fahr-i Kâ­inât Efen­di­miz’e ve O’nun şah­sın­da bü­tün üm­me­te hi­tâ­ben:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ
(Ey Ha­bî­bim!) Al­lâh’tan (Sa­na ge­len) bir rah­met se­be­biy­le, on­la­ra yu­mu­şak dav­ran­dın! Şâ­yet ka­ba ve ka­tı yü­rek­li ol­say­dın, hiç şüp­he­siz on­lar, et­râ­fın­dan da­ğı­lıp gi­der­ler­di…” buy­rul­muş­tur. (Âl-i İm­rân, 159)

2. Han­gi du­rum­da ol­duk­la­rı­na ba­kıl­mak­sı­zın, teb­lî­ğin bü­tün in­san­la­ra şü­mûl­len­di­ril­me­si:

Fi­ra­vun, îmân et­me­ye ya­naş­ma­yan bir zâ­lim ve bed­baht ol­du­ğu gi­bi ay­nı za­man­da Mû­sâ -aley­his­se­lâm-’ı yok et­mek uğ­ru­na bin­ler­ce mâ­sum yav­ru­yu kat­let­miş bir câ­nî idi. Böy­le ol­du­ğu hâl­de ilâ­hî teb­lî­ğe mu­hâ­tab ol­du.

Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de, Ebû Ce­hil’e de­fâ­lar­ca teb­lîğ­de bu­lun­muş­tur.

Ebû Ce­hil ise, Pey­gam­ber Efen­di­miz’in apa­çık nü­büv­ve­ti­ni vic­dâ­nen ka­bûl et­ti­ği hâl­de nef­sâ­ni­ye­ti­nin ga­le­be­si ve kib­ri se­be­biy­le bu­nu ik­râr ede­me­miş­tir.

Lâ­kin Al­lâh Ra­sû­lü’nün bu üs­tün dav­ra­nı­şı, Ömer bin Hat­tâb, Ebû Süf­yân, Hind ve Vah­şî gi­bi baş­lan­gıç­ta İs­lâm düş­ma­nı olan ni­ce kim­se­le­rin hi­dâ­ye­ti­ne ve­sî­le ol­muş­tur.

İş­te bu ba­kış açı­sı, ge­rek İs­lâ­mî hiz­met­ler­de ve ge­rek­se bü­tün be­şe­rî mü­nâ­se­bet­ler­de mu­hâ­tap­la­rın fi­ilî du­rum­la­rı ka­dar, muh­te­mel hâl­le­ri­nin de dik­ka­te alın­ma­sın­dan do­ğan bir gü­zel­lik, yu­mu­şak­lık ve za­râ­fe­ti ger­çek­leş­tir­me im­kâ­nı sağ­lar. Ni­te­kim mu­ta­sav­vıf­la­rın dav­ra­nış­la­rın­da en ol­gun ve fe­yiz­li bir mü­es­sir ola­rak mü­şâ­he­de edi­len te­mel ba­kış açı­sı da bu­dur.

Var­lık Nû­ru’nun ib­ret­ler­le do­lu yir­mi üç se­ne­lik teb­lîğ ha­yâ­tı­nı ted­kîk et­ti­ği­miz­de, bir teb­lîğ­ci­nin yo­lu­nu ay­dın­la­tan şu hu­sus­la­rı mü­şâ­he­de ede­riz:
1. Al­lâh Ra­sû­lü teb­lî­ğe en ya­kın­la­rın­dan baş­la­mış­tı. Zî­râ Ce­nâb-ı Hak şöy­le bu­yur­mak­ta­dır:
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ
(Ön­ce) ya­kın ak­ra­bâ­la­rı­nı in­zâr et, (âhi­ret azâ­bıy­la uyar!) (eş-Şu­arâ, 214)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“Ey îmân eden­ler! Ken­di­ni­zi ve âi­le­ni­zi (öy­le) bir ateş­ten ko­ru­yun ki onun ya­kı­tı, in­san­lar ve taş­lar­dır. Onun ba­şın­da gâ­yet ka­tı ve şid­det­li me­lek­ler var­dır, on­lar Al­lâh’a is­yân et­mez­ler ve em­re­dil­dik­le­ri her şe­yi ya­par­lar.” (et-Tah­rîm, 6)

2. Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- İs­lâm’a dâ­vet­te, ted­rî­cî­li­ğe ri­âyet et­miş, ba­sit­ten zo­ra doğ­ru ka­de­me­li ola­rak iler­le­yen bir yol tâ­kib et­miş­tir.

Al­lâh Te­âlâ’nın ilk em­ri

اقْرَأْ

“Oku!” (el-Alak, 1) âye­ti idi.


Son­ra Efen­di­miz’e ri­sâ­let va­zî­fe­si ve­ril­miş,

قُمْ فَأَنذِرْ

“Kalk ve îkâz et!” (el-Müd­des­sir, 2) buy­rul­muş, bun­dan son­ra ise:
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ
(Ön­ce) ya­kın ak­ra­bâ­la­rı­nı in­zâr et, (âhi­ret azâ­bıy­la uyar!) (eş-Şu­arâ, 214) emr-i ilâ­hî­si gel­miş­tir.

Bu­nu mü­te­âkı­ben va­zî­fe­nin sı­nı­rı bü­tün şeh­ri ihâ­ta ede­cek şe­kil­de ge­niş­le­ti­le­rek şöy­le buy­rul­du:
وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى حَتَّى يَبْعَثَ فِي أُمِّهَا رَسُولًا يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَمَا كُنَّا مُهْلِكِي الْقُرَى إِلَّا وَأَهْلُهَا ظَالِمُونَ
“Rab­bin, ken­di­le­ri­ne âyet­le­ri­mi­zi oku­yan bir pey­gam­be­ri mem­le­ket­le­rin mer­ke­zi­ne gön­der­me­dik­çe, o bel­de hal­kı­nı he­lâk edi­ci de­ğil­dir. Zâ­ten Biz an­cak hal­kı zâ­lim olan mem­le­ket­le­ri he­lâk et­mi­şiz­dir.” (el-Ka­sas, 59)

Bir son­ra­ki mer­ha­le­de, çev­re vi­lâ­yet­le­ri de kap­sa­ya­cak şe­kil­de dâ­ve­tin sı­nır­la­rı ge­niş­le­di:
وَهَـذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُّصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا
“Bu Ki­tap (Kur’ân), ken­din­den ön­ce­ki Ki­tap­la­rı tas­dîk eden, şe­hir­le­rin ana­sı (olan Mek­ke) hal­kı­nı ve çev­re­sin­de­ki bü­tün in­san­lı­ğı uyar­man için in­dir­di­ği­miz mü­bâ­rek bir Ki­tap’tır…” (el-En’âm, 92)

Ni­hâ­ye­tin­de teb­lîğ va­zî­fe­si­nin hu­dut­la­rı­nın bü­tün in­san­lı­ğı içi­ne ala­cak ka­dar ge­niş ol­du­ğu îlân edil­di:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
(Ey Mu­ham­med!) Biz Sen’i an­cak âlem­le­re rah­met ola­rak gön­der­dik.” (el-En­bi­yâ, 107)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Biz Sen’i bü­tün in­san­la­ra an­cak müj­de­le­yi­ci ve uya­rı­cı ola­rak gön­der­dik; fa­kat in­san­la­rın ço­ğu bu­nu bil­mez­ler.” (Se­be’, 28)

Fahr-i Kâ­inât -aley­hi ek­me­lü’t-ta­hiy­yât- Efen­di­miz, mu­hâ­tap­la­rı hu­sû­sun­da ted­rî­cî­li­ğe ri­âyet et­ti­ği gi­bi teb­lîğ ede­ce­ği ah­kâ­mı an­la­tır­ken de ay­nı usû­le baş­vur­muş­tur. Na­maz ve oru­cun em­re­dil­me­si, iç­ki ve fâ­izin ya­sak­lan­ma­sı gi­bi pek çok hu­sus bu­na bi­rer mi­sâl teş­kil eder.

Var­lık Nû­ru, îman, ibâ­det ve ah­lâ­kıy­la mü­kem­mel bir se­vi­ye­ye ge­tir­di­ği as­hâ­bı­nı, ânî bir de­ği­şim­le de­ğil, his­se­dil­me­yen, ya­vaş ve ted­rî­cî bir ge­li­şim­le ul­vî bir se­vi­ye­ye çı­kar­mış­tır.

Me­se­lâ Mu­âz bin Ce­bel’i Ye­men’e gön­de­rir­ken ona yap­tı­ğı tav­si­ye­ler bu­nu açık­ça gös­ter­mek­te­dir:

“Mu­hak­kak ki sen, hal­kı ehl-i ki­tâb olan bir mem­le­ke­te gi­di­yor­sun. On­la­rı, Al­lâh’tan baş­ka ilâh ol­ma­dı­ğı­na ve be­nim Al­lâh’ın Ra­sû­lü ol­du­ğu­ma şe­hâ­det et­me­ye dâ­vet et. Şâ­yet bu­na ita­at eder­ler­se,
Al­lâh’ın ken­di­le­ri­ne bir gün­de beş va­kit na­ma­zı farz kıl­dı­ğı­nı bil­dir.
Bu­nu ka­bûl edip ita­at eder­ler­se, zen­gin­le­rin­den alı­nıp fa­kir­le­ri­ne ve­ril­mek üze­re, ken­di­le­ri­ne ze­kâ­tın farz kı­lın­dı­ğı­nı ha­ber ver.
Bu­na da ita­at et­tik­le­ri tak­dir­de, mal­la­rı­nın en kıy­met­li­le­ri­ni al­ma­ya kalk­ma! Maz­lû­mun bed­du­âsı­nı al­mak­tan sa­kın, çün­kü onun bed­du­âsı ile Al­lâh ara­sın­da per­de yok­tur.” (Bu­hâ­rî, Ze­kât 41, 63; Müs­lim, Îman 29-31)

3. Al­lâh Ra­sû­lü -aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm- Efen­di­miz, teb­lîğ ve tâ­lîm için mu­hâ­ta­bı­nın za­man, me­kân ve hâ­let-i rû­hi­ye açı­sın­dan en mü­sâ­it ânı­nı kol­lar­dı.

Sa­hâ­be­den İbn-i Mes’ûd -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, in­san­la­ra per­şem­be gün­le­ri va­az eder­di.

Bir kim­se ona:

“–Ey Ebû Ab­dur­rah­mân! Keş­ke bi­ze her gün va­az et­sen!” de­di.

İbn-i Mes’ûd -ra­dı­yal­lâ­hu anh- ona şun­la­rı söy­le­di:

“–Si­zi usan­dır­ma­mak için her gün va­az et­mi­yo­rum. Ni­te­kim Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de bı­kıp usan­ma­ya­lım di­ye, din­le­me­ye is­tek­li ol­du­ğu­muz gün­le­ri kol­lar­dı.” (Bu­hâ­rî, İlim, 11, 12)

Mek­ke Fet­hi es­nâ­sın­da Ab­bâs -ra­dı­yal­lâ­hu anh-, müs­lü­man ol­ma­yı ka­bûl eden Ebû Süf­yân’ı ge­tir­di ve Al­lâh Ra­sû­lü’ne şöy­le de­di:

“–Yâ Ra­sû­lal­lâh! Ebû Süf­yân il­ti­fâ­tı se­ven bir kim­se­dir. (Onun şe­ref­le­ne­ce­ği) bir şey yap­sa­nız!”

Bu­nun üze­ri­ne Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Doğ­ru söy­le­din! (Şeh­re gi­rer­ken îlan edin Kim Ebû Süf­yân’ın evi­ne gi­rer­se em­ni­yet­te­dir, kim ka­pı­sı­nı ka­par (evin­den dı­şa­rı çık­maz­sa) em­ni­yet­te­dir.” bu­yur­du. (Ebû Dâ­vud, Ha­râc, 24-25/3021)

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, za­man za­man ken­di­si­ne so­ru so­ran kim­se­le­re, bu ki­şi­le­rin du­rum­la­rı­na gö­re ce­vap ver­miş, şah­sa mün­ha­sır me­tod­lar tâ­kib et­miş­tir.

“Amel­le­rin en fa­zî­let­li­si han­gi­si­dir?” di­ye so­ran muh­te­lif kim­se­le­re du­rum­la­rı­na gö­re şu fark­lı ce­vap­la­rı ver­miş­tir:

“Amel­le­rin en fa­zî­let­li­si, Al­lâh’a îman, Al­lâh yo­lun­da ci­hâd ve hacc-ı meb­rûr­dur!” (Bu­hâ­rî, Hacc, 4)

“Vak­tin­de kı­lı­nan na­maz­dır!” (Bu­hâ­rî, Me­vâ­kît, 5)


“Zik­rul­lâh­tır!” (Mu­vat­ta’, Kur’ân, 24)

“Al­lâh için sev­mek­tir!” (Ebû Dâ­vud, Sün­net, 2)

“Hic­ret­tir!” (Ne­sâî, Bey’at, 14)

“An­ne ve ba­ba­ya hiz­met­tir!” (İbn-i Esîr, Üs­dü’l-Gâ­be, IV, 330)

4. Pey­gam­ber Efen­di­miz, her hu­sus­ta ko­lay­laş­tır­ma­yı ve müj­de­le­me­yi ha­yâ­tı­nın esâ­sı ka­bûl et­miş, teb­lîğ es­nâ­sın­da da bu­na âzâ­mî de­re­ce­de ri­âyet et­miş­tir.

Ha­dîs-i şe­rîf­te şöy­le buy­ru­lur:

“Ko­lay­laş­tı­rı­nız, zor­laş­tır­ma­yı­nız. Müj­de­le­yi­niz, nef­ret et­tir­me­yi­niz.” (Bu­hâ­rî, İlim 11, Edeb 80)
Ni­te­kim Ce­nâb-ı Hak da:
يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ
“…Al­lâh si­ze ko­lay­lık di­ler, güç­lük is­te­mez…” (el-Ba­ka­ra, 185)
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ
“…Rah­me­tim her şe­yi kap­la­mış ve ku­şat­mış­tır…” (el-A’râf, 156) bu­yur­mak­ta­dır.

Fahr-i Kâ­inât -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, bu âye­ti tef­sîr sa­de­din­de şöy­le bu­yur­muş­tur:

“Al­lâh Te­âlâ var­lık­la­rı ya­rat­tı­ğı za­man, ken­di ka­tın­da Arş’ın üs­tün­de bu­lu­nan ki­tâ­bı­na: «Rah­me­tim ger­çek­ten ga­za­bı­ma gâ­lip­tir!» di­ye yaz­mış­tır.” (Bu­hâ­rî, Tev­hîd, 15, 22, 28, 55; Müs­lim, Tev­be, 14-16)

As­hâb­dan Ebû Hü­rey­re -ra­dı­yal­lâ­hu anh- şöy­le bir hâ­di­se nak­le­der:
Be­de­vî­nin bi­ri, Mes­cid-i Ne­be­vî’de kü­çük ab­des­ti­ni boz­muş­tu. Sa­hâ­bî­ler he­men onu azar­la­ma­ya baş­la­dı­lar. Bu­nun üze­ri­ne Haz­ret-i Pey­gam­ber -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“–Ada­mı ken­di hâ­li­ne bı­ra­kın. Ab­dest boz­du­ğu ye­re bir ko­va su dö­kün. Siz ko­lay­lık gös­ter­mek için gön­de­ril­di­niz, zor­luk çı­kar­mak için de­ğil.” bu­yur­du. (Bu­hâ­rî, Vu­dû’ 58, Edeb 80)

5. Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- teb­lî­ği es­nâ­sın­da in­san­la­rı ilâ­hî azâb ile uyar­mış, on­la­rı âhi­re­te ha­zır­lan­ma­ya teş­vîk et­miş­tir.

Âlem­le­rin Efen­di­si, dâ­ve­te ilk baş­la­dı­ğın­da, Hâ­şi­mo­ğul­la­rı’na şöy­le hi­tâb et­miş­ti:

“Ben si­zi «Lâ ilâ­he il­lâl­lâ­hu vah­de­hû lâ şe­rî­ke leh: Al­lâh’tan baş­ka hiç­bir ilâh yok­tur! O bir­dir! O’nun, or­ta­ğı yok­tur!» di­ye­rek şe­hâ­det ge­tir­me­ye dâ­vet edi­yo­rum. Ben de, O’nun ku­lu ve Ra­sû­lü’yüm. Bu­nu böy­le­ce ka­bûl ve ik­râr et­ti­ği­niz tak­dir­de, si­zin Cen­net’e gi­re­ce­ği­ni­ze ke­fîl olu­rum.

Siz, kı­yâ­met gü­nü iyi amel­le­ri­niz­le gel­mez de dün­yâ­yı bo­yun­la­rı­nı­za yük­len­miş ol­du­ğu­nuz hâl­de ge­lir­se­niz, ben siz­den yüz çe­vi­ri­rim! O za­man siz ba­na: «Yâ Mu­ham­med!» der­si­niz. Ben ise şöy­le de­rim.”

Al­lâh Ra­sû­lü -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, “Şöy­le de­rim.” bu­yu­rur­ken, yü­zü­nü on­lar­dan baş­ka ta­ra­fa çe­vir­di ve bu ha­re­ke­ti iki de­fâ tek­rar­la­dı. (İbn-i İs­hâk, s. 128; Ya’kû­bî, II, 27)

6. Pey­gam­ber Efen­di­miz teb­lîğ et­ti­ği hu­sus­la­rı, sâ­de­ce söz­le­riy­le de­ğil biz­zat ken­di ha­yâ­tın­da tat­bîk et­mek sû­re­tiy­le, hâ­liy­le de in­san­la­ra arz edi­yor­du.

İs­lâm’ın ya­şa­na­rak teb­lîğ edil­me­si, ir­şâ­dın en gü­zel şek­li­dir. As­hâb-ı ki­râm, dün­yâ­nın en üc­râ kö­şe­le­ri­ne ka­dar îman sa­dâ­sı­nı du­yur­mak ve in­san­la­rı hi­dâ­ye­te ka­vuş­tur­mak için ken­di­le­ri­ni İs­lâm’a ada­mış­lar­dır. Bu­gün ay­nı vecd ve he­ye­can­la İs­lâm’ın gü­zel­lik­le­ri­ni dün­yâ­ya ser­gi­le­mek, en gü­zel bir teb­lîğ me­to­du­dur.

İs­lâm’ı ya­şa­ya­rak ve an­la­ta­rak teb­lîğ et­mek, im­kân nis­be­tin­de her mü’mi­nin üze­ri­ne ilâ­hî bir va­zî­fe­dir.

Gü­nü­müz­de im­kân­la­rın ge­niş­le­me­si ve ile­ti­şim vâ­sı­ta­la­rı­nın ço­ğal­ma­sı se­be­biy­le, bu va­zî­fe­nin mes’ûli­ye­ti de iyi­ce ağır­laş­mış­tır.

Dün­yâ­nın üc­râ bir kö­şe­sin­de ya­şa­yıp da İs­lâm’dan ha­be­ri ol­ma­yan­lar bir ta­ra­fa, ya­kı­nı­mız­da bu­lun­du­ğu hâl­de, îkaz ve ir­şâ­dın­da ih­mâl­kâr dav­ran­dı­ğı­mız pek çok kim­se, âhi­ret­te ya­ka­mı­za ya­pı­şa­cak ve he­sap so­ra­cak­tır.

Bu hu­sus­ta Ebû Hü­rey­re -ra­dı­yal­lâ­hu anh- bu­yu­ru­yor ki:

“Şu­nu du­yar­dık:

Kı­yâ­met gü­nün­de bir adam, ta­nı­ma­dı­ğı bir ada­mın ya­ka­sı­na ya­pı­şa­rak dâ­vâ­cı ola­cak. Adam:

«–Ben­den ne is­ti­yor­sun? Bir­bi­ri­mi­zi ta­nı­mı­yo­ruz ki!» di­ye­cek.

Di­ğe­ri ise:

«–Dün­yâ­da be­ni ha­tâ ve kö­tü iş­ler üze­rin­de gö­rür de alı­koy­maz, îkâz et­mez­din.» ce­vâ­bı­nı ve­re­cek.” (Ru­dâ­nî, Cem’u’l-Fe­vâ­id, V, 384)

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi