Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup olmadığı konusu

Sünnet: Peygamberimizin yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz. Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, ...


  1. Alt 02-12-2009, 09:52 #1
    alptraum Mesajlar: 38.107
    Blog Başlıkları: 28
    Sünnet: Peygamberimizin yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz.

    Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor. Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi.

    Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimizin yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmakta bir sünnettir.

    Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

    Farz olanlar: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , Oruç tutmak, Zina etmemek, haram yememek gibi.

    Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını 3 rekat olarak kılmak vaciptir.

    Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’andan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.

    Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken (v.b.) günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz. Bunlara uymayan ise günah işlemiş olmaz.

    Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir.

    Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire. İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir.

    Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir.

    Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz. Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

    Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var.

    Haramların durumu ise vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

    Sünnet ve Hadislerin Bağlayıcılığı

    Bu konuyu Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve alimlerin görüşleri doğrultusunda ele alarak işleyeceğiz.

    1. Kur’an-ı Kerim: Hz. Peygamber (a.s.)’a Kur’an-ı Kerim dışında (1) vahiy geldiğini gösteren ayetler vardır.

    Bunlardan bazıları şunlardır:

    1- Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve Hikmet’i talim edip, bilmediklerinizi öğreten, (2) Allah’ın kendisine Kitab’ı ve Hikmet’i bildirdiği, (3) ifade edilen ayetlerde, Hz. Peygamber (s.a.m.)’a Kitab ile beraber bir de Hikmet’in verildiği anlaşılıyor.

    Atıf, ma’tufa hem benzerlik hem de muğayeretlik manasını taşımaktadır. Bu itibarla, Kitab’tan kasık Kur’an-ı Kerim olduğuna göre Hikmet’in başka bir şey olması lazım. Bunun da sünnet olma ihtimali hepsinden önce gelir.(4) Atıftan ma’tufa olan farklılığı bu benzerlik noktası ise ikisinin de Allah’ın bildirmesiyle olmasıdır ki ikisinin de kaynağı vahiydir.(5)

    2- “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz” (6) ayetinde belirtilen vaat, önceden müslümanlara verilmiş ama ne olduğu ayette bildirilmemiştir. Bu da başka bir vahiyle haber verildiğinin delilidir.

    3- “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip, bir kısmından da vazgeçmiştir. Peygamber bunu ona haber verince eşi, “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber, “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi” dedi”(7) ayeti açıkça Kur’an dışında vahiy olduğunun delilidir. Zira verilen sırrın ifşasına dair bir açıklama Kur'an da olmadığı halde Hz.Peygamber bunu bilmektedir. Öyleyse bunu kendi kendine bilemeyeceğine ve Allah’ın bildirdiği ifade edildiğine göre, Kur'an içine girmemiş bir vahyin varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

    2 Hadis-i şerifler:

    1- Mikdad b. Ma’dikerib’in rivayetine göre Resulullah (a.s.), şöyle buyurmuştur: “...Bana Kitab ve onunla beraber onun gibisi verildi” .(8)

    2- Kudsi Hadisler: (9) Bu tür hadislerde geçen, “Resulullah (a.s.), Rabbinden rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdu”, “Resulullah’ın (a.s.), rivayet ettiği hadiste Allah Teala şöyle buyurdu” denilmesi ve hadislerin “Ey kullarım” diye başlaması Hz. Peygamber’e Kur’an dışında vahiy geldiğinin delillerindendir.

    3- Cibril Hadisi:(10) diye bilinen meşhur hadise. Cebrail (a.s) beşer suretinde gelmiş ve bazı sualler sorarak cevap almış, Hz. Peygamber’ (a.s.m)da ashabına, bunun Cebrail (a.s) olduğunu ve dini öğretmek için geldiğini bildirmiştir.

    4- Hz. Peygamber’in (a.s.), şüphesiz Rabbim Allah, bana vahyetti, (11) ben emrolundum, nehyolundum, (12) gibi ifadeleri ve Cebrail (a.s)’ın bazı şeyleri kendisine öğrettiğini bildirmesi de, (13) Kur’an dışında vahyin varlığına açık delillerindendir .(14)

    Ayrıca bir Yahudi’nin sorularına cevap veren Hz. Peygamber’in “aslında bunları bilmiyordum. Ancak Allah onları bana bildirdi”(15) buyurması da konuyu destekleyen diğer bir husustur.

    3 Alimlerin görüşleri:

    Ashab-ı Kiram (r.a.) Peygamber Efendimiz (a.s.)’ın uygulamalarından, izahlarından ve ifadelerinden Kur'an dışında vahiy aldığını biliyorlardı. Bunu birçok defalar ifade etmişlerdir. Alimler de Kur'an, hadis ve ashabın ifadeleri doğrultusunda sünnetin kaynağı hakkında fikir ve beyanda bulunmuştur, hepsi olmasa bile sünnetin kaynağının vahye dayandığını ifade etmişlerdir.

    Aişe (r.a) validemiz, Hz. Hatice hakkında vahiy geldiğini ifade eder ve O’na cennetten bir köşk verildiğinin bildirildiğini söyler.

    Rivayetlerde geçen, Cibril, Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti de indirdi.(16) Ayrıca komşuya iyi davranmayı, abdest almayı, namaz kılmayı, telbiyenin yüksek sesle yapılmasını, kutlu akik vadisinde namaz kılınmasını, namazların vakitlerini, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m) gireceği cennet kapısını, seyyidü’s-şüheda olan Hz. Hamza (r.a)’ın adının sema ehli tarafından levhalaştırılması (17) gibi bilgilerin Cibril (a.s) vasıtasıyla alması da Kur'an dışında vahiy olduğunu gösterir.

    Tavus ise, bizzat vahiy yoluyla inmiş bulunan diyetlere dair bir yazılı metine sahip olduğunu ve zekat ve diyetle ilgili hükümlerin vahiyle geldiğini belirtir. (18)

    Evzâi, “Sana Resulullah’tan (a.s.) bir hadis ulaştığında sakın ha başka bir şeyle hükmetme; Çünkü Resulullah (a.s.), Yüce Allah’tan bir tebliğciydi” diyerek, (19) sünnetin vahye istinad ettiğini ifade etmiştir.

    Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu konuda önemli açıklamaları olanlardan biri de İmam Şafii’dir.(20) Konuyu ilmine güvendiği bir zata dayandırdığı ve kendisinin de kabul ettiği anlayışa göre Sünnet; ya vahiydir, ya vahyin beyanıdır, ya da Allah’ın kendisine tevdi etmiş olduğu bir durumdur. Bu da kendisine has kıldığı nübüvvete ve buna dayalı olarak ilham ettiği hikmete dayanır. Şu halde hangi durum esas alınırsa alınsın, Allah, insanların Rasullah’a itaatını emretmiş, sünnetin gereği ile amel etmelerini istemiştir. Sünnet’in Kur'an’ı açıklaması, ya Allah’tan gelen Risalet yoluyla, ya ilhamla ya da kendine verilmiş “emir” ile gerçekleşir.

    Aynı kanaatleri paylaşan İbn Hazm, Sünneti vahyi gayri metluv olarak ifade eder ve vahyi metluv olan Kur'an’a uymamız gerektiği gibi, ikinci vahiy olan sünnet’e de uymamızın esas olduğunu belirtir. Zira bağımlılığı ve Allah’tan olmaları bakımından ikisi de aynıdır .(21)

    Gazali hazretleri de sünnetin vahye istinad ettiğini ifade ile, vahyi ğayri metluv olduğunu belirtir .(22)

    Sünnetin tamamı vahiy olarak kabul edilirse, Hz. Peygamberin (a.s.) nasıl Kur'an’ı Kerim’i değiştiremiyorsa, sünneti de değiştiremeyeceği anlamı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır .(23)

    Kur'an gibi, sünnetin de tamamı vahye istinad ediyor, anlayışı içinde, önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Şayet, Hz. Peygamber (a.s.), her hadise ve olayda, Kur'an ayeti gibi, sünnet vahyini bekliyorsa, bu durumda O’nun içtihatları, istişareleri nasıl değerlendirilecektir. Elbette vahyi beklediği zamanlar olmuş ama hayatın her safhasını böyle düşünmek ve değerlendirmede bulunmak bizi sıkıntıya sokacaktır.

    İşte bu gibi durumlar bazı alimleri, sünnetin tamamının değil de bir kısmının vahye bir kısmının da içtihat ve istişare gibi durumlara dayandığı kanaatine sevk etmiştir.
    Mesela İbn Kuteybe, sünnet’in kaynağını üçe ayırarak şöyle der:

    a) Cebrail’in Allah’tan getirdiği sünnet .(24)
    b) Allah’ın Resulüne (a.s.) bıraktığı; re’yini açıklamasını istediği sünnet .(25)
    c) Resulullah’ın, bize âdab için kıldığı sünnet. Bunlar yapıldığında sevap alınıp, terkinde ise ceza olmayan sünnettir .(26)

    Benzer görüşü benimseyen Hanefilerden Serahsi, Hz. Peygamber (a.s)’ın, re’y ve içtihat sonucu ulaştığı neticelerin, vahiy mesabesinde olduğunu belirtir:

    Vahiy iki kısımdır:
    1- Zahir vahiy. Bu da üçe ayrılır.
    a) Melek lisanıyla gelen, kulakla algılanan ve Allah’tan geldiği kesin bilinen vahiy. Bu kısım Kur'an vahyidir.

    b) Kelamsız, melek tarafından yapılan işaretle Hz.Peygamber’e açıklanan vahiydir .(27)

    c) İlhamdır. Bu da, Resulullah (a.s.)’ın kalbinin en ufak bir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde ilahi te’yide mazhar olmasıdır. Onun kalbine bir nur doğar, meselenin hükmü açıkça belli olur.

    2- Batınî vahiy: Buna “ma yüşbihu’l-vahy” diyen Serahsi, Resulullah’ın (a.s.), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu söyler. O’nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (a.s.m) in içtihadı mesabesinde değildir .(28)

    Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (a.s.)’ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (a.s.)’ın davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse tamam. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir.

    Şatıbi ise şöyle der:
    Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (a.s.) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber’in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur .(29)

    Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler pek de ifrat etmiş olmuyorlar. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya ibka ediliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de belirtelim.

    4. Vahyi takriridir
    Sünnet’i tarif ederken bir kısmının da takriri sünnet dediğimiz, Hz. Peygamber (a.s.m) huzurunda yapılıp ta gördüğü veya duyduğu halde susması veya tasvip buyurmasıdır . (30) Yani Ashabı Kiram gerek önceki Cahiliye döneminden kalma bazı uygulamaları, gerekse kendi anlayış ifadeleri olarak yaptıkları konuşma, davranış gibi hususlardan birini Hz. Peygamber, gördüğünde veya duyduğunda onları bazen düzeltiyor, bazen değiştiriyor, bazen da seslenmiyordu. Ashabı Kiram O’nun bu susmasını tasvip olarak değerlendiriyordu. Zira ümmetin yaptığı bir hatayı aynen bırakması, Hz. Peygamber (a.s.) adına uygun olmazdı. Bu sebeple O’nun susmaları bile o fiil veya sözün yanlış olmadığı anlamına geliyordu.

    Ashab (r.a), Hz. Peygamber (a.s.)’ın kontrolünde olduğu gibi, Resulullah (a.s.) da İsmet sıfatının (31) bir gereği olarak, devamlı vahyin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla O’nun hatasının düzeltilmeden bırakılmayacağı (32) ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen yapılacağı (33) bilinmelidir. Bu özelliğiyle Hz. Peygamber (a.s.) bütün insanlardan ve içtihada ehil olanlardan ayrılmaktadır.

    Daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce bile bazı davranışlarından dolayı ikaz edildiği bilinmektedir .(34)

    Bir defasında, Kureyş çocukları ile oyun oynarken izarını çıkarıp taş taşımak istemiş ancak bu durumdan şiddetle menedilmiştir. Yine zemzem kuyusunun tamiri için amcası Ebu Talib’e yardım maksadıyla izarını çıkarıp üzerine taşı koymak istemiş, fakat baygınlık geçirmiştir. Kendine geldiğinde ise, üzerinde beyaz elbise olan birinin örtünmesini istediğini söylemiştir .(35)

    Vücudunun görülmesi uygun olmayan hususlar için muhafaza edildiği gibi, o günün toplumunda görülen bazı nahoş uygulamalardan da korunmuştur. Kendi ifadesiyle, düğün gibi yerlerde yapılan oyun ve eğlencelere bakmak istemiş ancak onları duyamamış ve uyuya kalmış, ondan sonra da Peygamberlikle vazifeleninceye kadar kötülüğe bulaşmamıştır .(36)

    Henüz peygamber değilken ve ümmetine ve insanlığa örnekliği kesin olarak belirtilmemişken böyle koruma altında olan bir zatın, bütün yönleriyle ümmetine ve insanlığa nümune olduğu bir dönemde muhafaza edilmemesi, hatalı ve eksik bir durum varsa düzeltilmemesi (37) düşünülebilir mi?

    Nitekim Kur'an-ı Kerim’de bunun misallerini görmekteyiz.
    Hz. Peygamber (a.s.) vahyi muhafaza için endişe etmiş, ancak Allah Teala, buna mahal olmadığını bildirerek endişesini gidermiştir .(38)

    İnsanların hidayete gelmeleri, Allah’ın emrine uymaları hususunda O’nun vazifesinin yalnız tebliğ olduğu vahyin ancak Allah’ın dilemesiyle olacağı, sonucu Allah’ın dilemesine bağlı olduğu (39) gibi hususlarda uyarılmış; mağfiret dilediği amcası Ebu Talib hakkında, ikaz edilerek dua etmekten men edilmiştir . (40)

    Diğer taraftan, Uhud savaşından sonra düşmanlarına lanette bulunmaktan (41) ve Hz. Hamza (r.a)’a yapılan muamelelerden sonra müsle yapmak arzusundan (42) da vazgeçirilmiştir.

    Ayrıca, Bedir savaşında elde edilen esirlerle ilgili fidye karşılığı salıverilme fikrinden dolayı uyarılmış, (43) münafıklarla ilgili onları kazanma arzusuyla yaptığı uygulamadan men edilmiş (44) , esirlerin arzusu için Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması sebebiyle de ikaz edilmiştir .(45)

    Bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber (a.s.)’ın yaptığı bazı tasarruflarının rızayı İlahi’ye muvafık olmadığı durumlarda tashih edildiğinin açk göstergeleridir. Allah Teala, O’nu, önce muhayyer bırakıyor ve içtihat etmesini, ashabıyla istişare eylemesini istiyor. Sonuçta Allah’ın rızasına uygun ise öylece kalıyor, değilse tashih ediliyordu. Nitekim, önce müşrik çocuklarının babaları hükmünde olduğunu beyan edip, sonra cennetlik olduklarını söylemesi, ilk önceleri kelerin, meshe uğramış Yahudiler olduğunu söylemesi sonra bu görüşünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, kabir azabı hakkındaki görüşün Yahudi fitnesi olduğunu söyledikten sonra, vahyin uyarısıyla kabir azabının varlığını beyan edip, dualarında ondan Allah’a sığınması gibi hususlar , (46) Kur'an vahyi dışında da kendisinin uyarılıp tashih edildiğini göstermektedir.

    İşte Resulullah’ın huzurunda yapılan veya haberdar olduğu bir fiil, hareket veya sözü yanlış olarak devam ettirmesi mümkün olmadığı ve bu tür takriri sünnetin ümmet için örnek olması kesin olduğu gibi, Allah’ın huzurunda Resulullah (a.s.)’ın yaptığı davranış ve fiillerin de yanlış olarak devam etmesi söz konusu değildir ve bütün hayatı boyunca ondan sudur eder herşey daha da evleviyetle bizim için örnektir.

    Şu halde, alim, habir, semi, basir, hakim olan Allah (c.c), Peygamber Efendimiz’den sadır olan her türlü söz, fiil ve davranışı ya tashih etmiştir, ya da aynen devam ettirmiştir. Bu dokunmayıp devam ettiği şeylere ister hanefi ulamasının dediği gibi batınî vahiy diyelim, (47) isterse takriri vahiy diyelim, neticede Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetinin vahye dayandığını ifade edebiliriz.

    Bundan hareketle, Hz. Peygamber’in içinde bulunduğu toplumun bazı örf ve adetlerini aynen devam ettirmesi Allah’ın kontrolünden geçtiği ve bir nevi vahyi takriri olması sebebiyle, onlara sadece birer adet ve gelenek olarak bakmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Zaten o uygulamaların temelden Hz. İbrahim (a.s) veya başka peygamberlere dayandığını önceden ifade etmiştik.

    Şu halde Hz. Peygamber’in sergilediği davranış ve hareketler, aynıyla Cahiliye de bulunsa bile, yanlış olsaydı, mutlaka vahiy tarafından tashih edilecekti. Tashih edilmeyenler ise tasvip edilmiş demektir denilebilir.

    1- “O kendilğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy ile dir.” Ayetinden kastedilenin yalnız Kur’an olduğu söyleniyorsa da, sünneti de ithtiva ettiğini belirten alimlerimiz vardır. Mesela, Elmalılı bu ayeti “O, yani Kur’an veya Onun nutku ancak bir vahiydir. Başka türlü söylenemez. Yalnızca vahyolunur.” Diye tefsir ederek Sünnetinde vahiy edildiğine işaret etmiştir. (Yazır, Hak Dini VII, 457); Krş. Kurtubî, Tefsir, XVII,84-85; Aydınlı, Abdullah, Sünnetin Kaynağı Hakkında, Din Öğretimi dergisi, Sayı37, Ank, 1992, s.48; Kırbaşoğlu, Sünnet, 236 vd.
    2- Bakara, 48; Ali İmran, 164.
    3- Nisa, 113; Cuma, 2.
    4- Hikmet’ten kas’tın sünnet olduğunu söyleyenler için bkz. Hasan el-Basrî, Katade, Yahya b. Kesir, (Suyuti, Miftahu’l-Cenne, s.23); İmam eş-Şafii, er Risâle, 32,78,93.
    5- Kur’an ve Sünnet’in vahiy olması, aralarındaki farkın ne olduğu sorusunu akla getirmiştir. Aralarında mahiyet farkı olmadığı bu ayetten anlaşılıyor. Ancak biri vahyi metluv, diğeri vahyi gayri metluvdur. Suyuti bu hususu şöyle özetler: Allah’ın kelamı iki kısımdır. Allah Cibrile, “Peygamber’e Allah sana şunu şunu emrediyor, de.” Buyurur. Cibril’de muradı İlahiyi anlar ve Peygamber’e iletir. Bu aynen bir hükümdarın güvendiği birisini kendi namına elçi olarak tebasına göndermesi ve elçinin de hükümdarın arzusunu kendi ifadesiyle iletmesi gibidir. Diğeri ise Allah Cibril’e “Peygamber’e git ve şu kitabı ona oku” buyurur. O da aynen harfi harfine ona okur. İşte Kur’an vahyi ikinci kısma, sünnet vahyi birinci kısma benzemektedir. Bu yüzden Sünnetin manasıyla rivayetinin de caiz olduğunu söyler. Suyuti, el-İtkân, I,45; Bkz, Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, s.261-262; Karaman, Hadis Usulü, s.9-10.
    6- Enfal, 7.
    7- Tahrim, 3.
    8- Hadisin başında, Kur’an’da bulduğumuzu alırız, onda olmayanı almayız diyecek bir takım insanların geleceğinin bildirilmesi, sonra da sünnetin verildiğinin belirtilmesi konumuz açısından önemlidir. Bkz. Ebu Davud, Sünne, 6.
    9- Kudsi, ilahi veya rabbani, adıyla ifade edilen bu hadisler, Allah’a (c.c) nisbetle söylenmiştir. Hem lafzı hem de manasının Allah’a ait olduğu veya aynı diğer hadisler gibi manası Allah’tan, lafzı Peygamberimizden olduğu ancak ümmetin dikkatini çekmek açısından böyle ifade edildiği gibi anlayışlar vardır. Bkz. El-Hadis, ve’l-Muhaddisun, s.18; Kavaidu’t-Tahdis, s.64 vd.
    10- Bkz, Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davut, Sünnet, 16; Tirmizi, İman,4.
    11- Müslim, Cennet, 63-64; Bkz, Aydınlı, Sünnetin Kaynağı, s.50-51; Toksarı, Sünnet, s.98-99; Ebu Davud, Edeb, 48.
    12- Müslim, İman, 32-36; Bkz, el-Münavî, Feyzu’l-Kadir, VI, 289-290.
    13- Örnek için bkz, Müslim, Cenaiz, 1; Tirmizi, İmam, 18; Cihad, 32.
    14- Bazı araştırmacılar, vahy ifadesinin geçtiği hadisleri, mana ile rivayet edildiğinden, genel olarak hadislerin vahyedildiğine delil teşkil etmeyeceğini iddia etse bile (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.1, s.1, s.55 vd.) bir başka makalesinde, Yüce Allah’ın Kur'an dışında, Hz. Peygamber’le iletişim içinde olmadığını söylememiz mümkün değildir. Diyerek, Rasulullah’ın tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirildiğini söyler. Ancak buna Hikmet demenin daha doğru olacağını söyler. (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.III, s.1., s.184.
    15- Müslim, Hayız, 34.
    16- Buhari, Nikah, 108.
    17- Sırasıyla bkz, Suyuti, Miftah, 29; Müsned, II, 85,160; Buhari, Edeb, 28; Müslim, 1,140; Ebu Davud, Menasik, 24,27; Tirmizi, Hac, 14; Ebu Davud, Salat, 2; Buhari, Bedu’l-Halk, 6; Ebu Davud, Sünnet, 9; Müsned, I, 191; İbn Hişam, Sire, III, 101-102.
    18- Suyuti, Miftah, 29.
    19- Abdülğani Abdülhalik, Hucce, 337; Sünnet’in vahye dayandığı hususunda icma olduğu söylenir. Bk, a.e., s.338; Hasan b. Atıyye’nin de Sünnet’in Kur’an gibi vahye dayandığını söylediği rivayet edilir. Darimi, Mukaddime, 49.
    20- Vahyi Metluv Kur'an, vahyi ğayri mevlut sünnet tir diyen Şafii hazretleri, Sünnetin Kur'an’ı Kerim’de geçen “hikmet” olduğunu söyler. (er-Risale, 3-4,10; el-Ümm, V, 127,128.)
    21- İbn Hazım, el-İhkam, 93; Krş. Kırbaşoğlu, Sünnet, s.260-261.
    22- Gazali, Mustasfa, I, 83; Hattabi’nin de aynı kanaatte olduğu hk. bkz. Hattabi, Mealimu’s-Sünen, V, 10.
    23- Çakan, İ.Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İst, 1982, s.96.
    24- Bir kadının teyzesiyle ve halasıyla aynı nikah altında bulunamayacağını ifade eden hadis bu kabildendir. Buhari, Nikah, 27; Müslim, Nikah, 37-38.
    25- İpek elbise giymek haram olduğu halde, hastalığından dolayı Abdurrahman b. Avf’a (r.a) Hz. Peygamber’in müsaade etmesini misal verir. Bkz, Buhari, Cihad, 91; Libas, 29; Müslim, Libas, 24-26.
    26- İbn Kuteybe, Ebu Muh. Abdullah, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis, Beyrut, 1972, s.196 vd.
    27- Ruhu’l-Kudüs kalbime üfledi, gibi ifadeler bu kabilden vahiydir. İbn Mace, Ticaret, 2; Beyhaki, Sünen, VII, 76; Suyuti, Miftah, 30.
    28- Serahsi, Şemsuddin, Usulü’s-Serahsi, Beyrut, 1973, II, 90-96.
    29- Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bkz, Abdülgani, Hucce, s.334 vd.
    30- Bkz, Aydınlı, Istılah, 148; Ayrıca bkz, Buhari, İ’tisam, 24.
    31- Peygamberlerin sıfatlarından olan İsmet, Onların küfürden, Allah’ı bilmemekten, yalan söylemekten, hata etmekten, yanılgıya düşmekten, ihmalden, şeriatın tafsilatını bilmemekten uzak olduğu, bunlardan masum bulunduğu demektir. Hata üzere devam etmelerinin de mümkün olmadığı anlamındadır. Bkz, Gazali, Mustasfa, II, 212-214; Sâbûni, Maturidiyye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, Ank. 1979, s.212-212; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Abdülgani, Hucce, 108 vd.
    32- Serahsi, Usul, II, 68.
    33- Sabuni, Maturidiyye, 121; Abdülğani, Hucce, s.222; İbn Teymiyye’nin Peygamberlerin hata üzere bırakılmayacağı görüşü için bkz. Abdülcelil İsa, İctihadü’r-Rasül, Mısır, ts. S.33.
    34- Allah’ü Teala’nın, O’nu (a.s.m) Cahiliye pisliklerinden muhafaza etmesi hk. bkz. İbn sa’d, Tabakat, I, 121; Ebu Nuaym, Delâil, I, 129; Beyhakî, Delaîl, I, 313.
    35- Ebu Nuaym, Delail, I, 147; Ayrıca bkz, Buhari, I, 96; Müslim, I, 268; Beyhaki, Delail, I, 313-314.
    36- Bkz. Taberi, Tarih, II, 196; Ebu Nuaym, Delail, I, 143; Beyhaki, Delail, I, 315; Bir defasında O’nu (a.s.m) zorla bir eğlenceye götürmüşler, ancak O kaybolmuş, daha sonra ortaya çıkınca demiş ki; Beyaz ve uzun boylu bir adam bana; “Ey Muhammed! Sakın o puta el sürme, geriye dön” dedi. Krş. Müsned, II, 68-69; Köksal, İslam Tarihi, II,117-121.
    37- Geniş bilgi için bkz. Serahsi, Usul, II, 91; Gazali, Mustasfa, II,214; Sabunî, Maturidiyye, s.121; Abdülğani, Hucce, 221-222; Abdülcelil İsa, İctihad, s.31-33; Çakan, İhtilaflar, s.96,113; Erdoğan, Sünnet, 192 vd.
    38- Kıyamet, 16-17.
    39- Sırasıyla bkz. Gaşiye, 21-22; Hud, 12; Kehf, 23; Kasas, 56; Yunus, 99; Şuara, 3.
    40- Tevbe, 113.
    41- Tirmizi, Tefsir, sure 3/12; Ali İmran, 128; Abdülcelil İsa, İctihad, s.95.
    42- Hz. Hamza’nın Kulak burun gibi organları kesilmiş, ciğeri sökülmüştü. İbn Hişam, Sire, III, 101-103. Ayet için bkz. Nahl, 126-127.
    43- Enfal, 67-68. Bkz. Abdülğani, Hucce, 185.
    44- Tevbe, 88, 84; Bkz. İbn Kesir, Tefsir, II, 378; Abdülcelil İsa, s.105.
    45- Tahrim, 1-2.
    46- Bkz. Abdülcelil İsa, İçtihad, s.59-66.
    47- Bkz, Serahsi, II, 90-91; Tehanevi, Muh.Ali b. Ali, Keşşafu İstilahati’l-Fünün, İst, 1984, II, 1523.
    Dr. Ahmet Çolak

  2. Alt 02-12-2009, 10:04 #2
    THEHAFIZ Mesajlar: 135
    Alıntı:
    1- Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve Hikmet’i talim edip, bilmediklerinizi öğreten, (2) Allah’ın kendisine Kitab’ı ve Hikmet’i bildirdiği, (3) ifade edilen ayetlerde, Hz. Peygamber (s.a.m.)’a Kitab ile beraber bir de Hikmet’in verildiği anlaşılıyor.

    Yazının sahibi resmen uçmuş, canım kadeşim, dinimiz insanlığa inmiştir ve ayakları yere basmalıdır.
    Hikmet ile Sünnetin ne alakası var Allahaşkına,
    Hikmet, türkçemize de giren HÜKÜM, HÜKÜMET, HÜKMETMEK gibi terimlerin köküdür.
    Nasıl ki bir hakim mahkeme de kanunlarla hükmeder, Peygamberimiz deVAHY ile hükmetmiş,
    Bu usule HİKMET denir, bunun sünnet ile alakası nedir?.

    “Hikmet” sözcüğünün gerçek anlamı:

    “ حكمةHikmet” sözcüğü, hemen tüm kitaplarda her nedense sözcük anlamı dışında oluşturulmuş kişisel yorumlarla anlaşılmaya gayret edilmiş olduğundan, doğru anlaşılamamış, üstelik de yozlaştırılmıştır. Aslında “hikmet”in ne olduğunu anlamak için sözcük anlamını bilmek yeterlidir.
    “Hikmet” sözcüğü, “ حكمhukm” sözcüğünün bir türevi olup, “Bina-i Nev’i; İsm -ün Nev’i” kalıbındadır. Bu kalıp kullanıldığı fiilin bütün anlamlarını temsil eden bir isim niteliğindedir. Bu kalıptaki bir çok sözcük Arapça’daki anlamlarıyla Türkçe’ye geçmiş ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Örnek olarak; “Bid’at, cinnet, fikret, fitne, firkat, gıybet, hizmet, hicret, illet, iffet, kıymet, kısmet, kisve, minnet, mihnet, ni’met, rif’at, ric’at, sirkat, şirket, şiddet, zînet” sözcükleri bu kalıpta olan sözcüklerdir. Diğer taraftan “hikmet”in türetildiği “hukm” sözcüğünden türetilmiş olan; “hâkim, hakem, hâkimiyet, hükümet, muhkem, tahkim, muhakeme, mahkeme, ihkam ve tahakküm” gibi bir çok sözcük de Türkçe’ye geçmiş ve Türkçeleşmiş olarak kullanılmaktadır.
    “Hukm” sözcüğüne, sözcük ve terim anlamı olarak bugün elimizdeki Arapça sözlüklerde verilen karşılıklar şunlardır:
    - Hükmetmek, yargılamak.
    - İşi sağlama almak, sağlamlaştırmak.
    - Yüzün ön kısmı, alın, şan, şeref.
    - Çağırmak, mahkemeleşmek.
    - Hakemlik etmek, tecrübeli uzman.
    - Hikmet sahibi olmak, hakim olmak.

    Allame İbn-i Menzur’un Lisan ül Arab adlı eserinde (2. cilt, s: 539-543, “Hukm” maddesi), “ حكمhakeme” sözcüğünün esas anlamının “ منعmenea (engel oldu)” demek olduğu yazmaktadır. Bu durumda “hakeme” sözcüğünün mastarı olan “hukm” sözcüğü; “engel olmak” anlamına gelmektedir. Araplar bu sözcüğü “insan veya hayvana mani olmak, onu kontrol altına almak” anlamında kullanmışlardır ve İslâm öncesi Arap şiirinde bunun yüzlerce örneği vardır. Ayrıca hayvanların kontrolünü sağlayan “gem” denilen alete de Araplarca “ حكمةhakeme” denmiştir.
    Kur’an döneminde ise bu sözcüğün anlamı biraz özelleşmiş ve sözcük; “zulüme ve fesada engel olmak” anlamında kullanılmıştır. “Hakeme” sözcüğünden türetilen sözcükler de o dönemde özelleşmiş anlama uygun olarak, meselâ;
    - hâkim; zulüme ve fesada engel olan kişi,
    - mahkeme; zulüme ve fesada engel olunan yer,
    - ihkam; zulüme ve fesada engel oldurma,
    - muhkem; zulüme ve fesada engel edilmiş şey, anlamında kullanılmıştır.
    Sözcüğün Kur’an’ın indiği dönemde, özelleşmiş bu anlamda kullanıldığına dair, peygamberimizin ağzından nakledilmiş meşhur bir hadis bile bulunmaktadır: “ حكّم اليتيم كما تحكّم ولدكHakkimül yetime kema tühakkimü veledeke (Kendi çocuğunu engellediğin gibi yetimi de engelle! Yani kendi çocuğunun zulümüne, fesadına, kötü yetişmesine mani olduğun gibi yetime de mani ol, o da iyi yetişsin, kötü birisi olmasın.)”
    “ حكمHukm” mastarının tüm türevleri bu anlam ile uyumludur ve Sarf ilmi kurallarına göre yüzlerce hatta binlerce sözcük türetilebilir. Nitekim, “hukm” mastarının farklı türevleri Kur’an’da 210 yerde geçmektedir ve dikkatle incelendiği takdirde hepsinin de “zulüme ve fesada mani olma, engelleme” anlamında kullanıldığı açıkça görülmektedir.

    “Hukm” mastarından türemiş olan “ حكمةhikmet” sözcüğü ise, yukarıda bahsettiğimiz gibi “Bina-i Nev’i; İsm-ün Nev’i” kalıbında olduğu için fiilin, yani “zulüme ve fesada engel olma”nın adı olmak durumundadır. Öyleyse “hikmet”; “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan; kanun, düstur ve ilke…” demektir.
    “Hikmet” sözcüğü, hepsi de gerçek, sözcük anlamıyla kullanılmış olarak Kur’an’da 19 ayette 20 kez geçmektedir. Sözcük Kur’an’da ilk defa, 37. sırada Mekke’de inen Kamer suresinde yer almış ve bu ayetten sonraki ayetlerde geçen “hikmet” sözcüklerinin iyi anlaşılması için Rabbimiz bu ayette “hikmet”in ne olduğunu en güzel şekilde açıklamıştır.
    “Hikmet” sözcüğünün geçtiği Kamer suresinin 5. ayeti şöyledir:

    Kamer; 5: En üstün seviyede ve yeterli bir hikmet. Fakat uyarılar fayda vermiyor.

    Ayetteki altı çizili bölüm, görüldüğü gibi bir cümle olmayıp, bir cümlenin parçasıdır. Bu durumda, sözcüğün ne anlama geldiğini anlayabilmek için, sözcüğün yer aldığı altı çizili bölümün, hangi cümlenin parçası olduğunu ve dolayısıyla sözcüğün öge olarak cümle içindeki konumunu tespit etmek gerekir.
    Bilindiği gibi Kur’an’ın her ayeti mutlaka bir cümle değildir. Kur’an’da beş-altı ayetten oluşmuş cümleler vardır. Meselâ beş ayetten oluşan Felâk ve altı ayetten oluşan Nass sureleri, birer cümleden ibaret sureler olarak, bu duruma en güzel ve herkesin bildiği bir örneği teşkil etmektedirler.
    İşte burada da birden fazla ayetten oluşmuş cümlenin tespit edilmesi gerekmektedir. Bu amaçla Kamer suresinin 5. ayetinin, 3. ve 4. ayetlerle birlikte değerlendirilmesi, aranan cümleyi ortay çıkarmaktadır:

    Kamer; 3: Ve yalanladılar, hevalarına (nefislerinin arzularına, tutkularına) uydular. Halbuki her emir kararlaştırılmıştır.
    4: Ant olsun ki, onlara kendisinde alıkoyuculuk özelliği olan nice önemli haberler gelmiştir.
    5: En üstün seviyede ve yeterli bir hikmet. Fakat uyarılar fayda vermiyor.

    Burada dikkat edilmesi lâzım gelen bir husus da, 3. ayetteki “ امرemr” sözcüğünün, pek çok mealdeki gibi sözcüğün tali (ikincil) anlamı olan “iş” olarak değil, esas (birincil) anlamı olan “emir, buyruk” olarak çevrilmesi gerektiğidir.
    5. ayetteki altı çizili ifadenin, hangi başka ifade ile birleşerek bir cümle oluşturduğu konusu, bir çok kişinin üzerinde durduğu bir konudur. Örnek olarak, klâsik kaynakların anası durumundaki İmam Razi’nin açıklamaları şöyledir:
    “Ayetteki, "gayesine ermiş bir hikmet" ifadesi hakkında şu izahlar yapılabilir:
    1) Önceki ayette gecen, "nice mukim haberler" ifadesiyle Kur`ân`ın kastedildiğini söyleyenler, bu "hikmet-i baliğa" ifadesinin ondan bedel olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Andolsun onlara, herbiri gayesine ermiş bir hikmet gelmiştir" demiş olur.
    2) Bu ifade, önceki ayetteki mâ edatından bedeldir.
    3) Bu, mahzûf bir mübtedanın haberi olup, takdiri, "Bu, bir hikmet-i balığadır” şeklindedir. Mananın böyle olması halinde.mahzûf olan "bu" zamiri hakkında da şu izahlar yapılabilir:
    a) Peygamberler gönderme, ilgili delilleri ortaya koyma ve gelip-geçmiş, milletlerin başına gelenlerin haberi ile mevcut insanları uyarmadaki sıralama; bir hikmet-i balığadır.
    b) Önemli haberlerin yer aldığı şeyi inzal etmek, bir hikmet-i baliğadır.
    c) Yaklaşmakta olan kıyamet ve ona delalet eden deliller, bir hlkmet-i balığadır
    d) Bu ifade mansub olarak şeklinde de okunmuştur. Bu durumda, "hal" olur. Bunun zi`l-hâli ise, geçen ayetteki mâ edatıdır. "Bu size bir hikmet-i baliğa olarak geldi" demektir.
    Buna göre şayet, "Eğer bu mâ ism-i mevsûl kabul edilirse, marife olur. Bu durumda da onun " zi`l-hâl" olması yerli yerinde olur. Fakat ifade, "Onlara, kendisinde caydırıcılık özelliği bulunan önemli haberler gelmiştir" manasında olursa, bu mâ, nekire olur. Halbuki "zi`l-hâl`in nekire olması (nahiv bakımından) uygun değildir" denilirse, biz deriz ki bu durumda mâ`nın, ayette, ifadesiyle tavsif edilmiş olması, bunun "zi`l-hâl" olmasını sağlamış olur.”

    Bize göre ise “ حكمة بالغةhikmetün baliğatün (en üstün seviyede ve yeterli bir hikmet)” ifadesi, üçüncü ayetin son bölümü olan “ve küllü emrin müstekırrun (halbuki her emir kararlaştırılmıştır” ifadesinin devamıdır. Yani “ve küllü emrin” mübtedasının ikinci haberidir (ikinci yüklemidir). Bu durumda iki ifadenin oluşturduğu cümlenin takdiri şöyledir: “Ve küllü emrin müstekırrun hikmetün baliğatün”. Yani; “Halbuki her emir kararlaştırılmıştır, (kararlaştırılmış olan her emir) en üstün seviyedeki yeterli bir hikmettir.” Burada “hikmet” yerine, bu sözcüğün Kur’an’ın indiği dönemdeki özelleşmiş anlamı konacak olursa, ortaya; karalaştırılan her emrin, zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş bir kanun, bir düstur, bir ilke olduğu anlamı çıkmaktadır.
    Bu tarz ifadelerin Kur’an’da yüzlerce örneği mevcut olup, bizim yukarıdaki şekilde birleştirdiğimiz ifadelerin de içinde yer aldığı 3-5. ayetlerin birleşik anlamı ise şöyle olmaktadır:
    “Her emir kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli bir hikmet olduğu halde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar fayda vermiyor.”
    Görüldüğü gibi “hikmet” sözcüğü, Kur’an’daki ilk geçişinde; Rabbimizin kullarına verdiği, her biri zulüm ve fesadı engelleyen bir yasa olan “emir” olarak açıklanmıştır. Zulüm ve fesadı engelleyen bu yasaların, yani “hikmet”lerin bir kısmı, İsra suresinde somut olarak örneklenmiştir:

    İsra; 23: Rabbin kesin olarak şunları karar altına aldı: Kendisinden başkasına kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.

    24: Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Ey Rabbim! Onlar beni küçükten nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et.”

    25: Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer iyi kimseler olursanız elbette O tam anlamıyla dönenleri bağışlayıcıdır.

    26: Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Ve saçıp savurma.

    27: Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.
    28: Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan (akraba, yoksul ve yolda kalmıştan) yüz çevirirsen, o vakit de onlara yumuşak ve tatlı (onların ağırına gitmeyecek) bir söz söyle.

    29: Elini boynuna bağlanmış kılma (cimri olma), onu büsbütün de saçma (israf etme). Aksi halde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.

    30: Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.

    31: Bir de fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de Biz rızıklandırırız. Şüphesiz ki onları öldürmek, çok büyük bir günahtır (suçtur).

    32: Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o iğrençliktir ve kötü bir yoldur.

    33: Ve hak ile olmadıkça, Allah`ın haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim zulümedilerek öldürülürse, Biz onun velisine bir güç (yetki) vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o (dinin kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur.

    34: Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesna. Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte (verilen sözde) sorumluluk vardır.

    35: Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve uygulama olarak daha güzeldir.

    36: Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan sorumludurlar.

    37: Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.

    38: Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.

    39: İşte bunlar (yukarıda belirlenen ilkeler, emirler), Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerden (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden) bazılarıdır. Allah’la beraber başka bir ilâh edinme. Aksi halde kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme bırakılırsın.

    Rabbimiz tarafından zulüm ve fesadı engellemeye yönelik olarak konulmuş olan kanun, düstur ve ilkelerden bazıları yukarıda 23. ayetten itibaren sıralanmış ve 39. ayette, bunların “hikmet”ten bir bölüm olduğu açıklanmıştır. O halde “hikmet” sözcüğü, Rabbimizin açıklamaları doğrultusunda anlaşılmalı ve başka arayışlara girilmemelidir.
    “Hikmet” sözcüğü Kur’an’da Kamer suresinin 5. ve İsra suresinin 39. ayetleri dışında, aşağıda çevirisini verdiğimiz 17 ayette daha geçmektedir ve bu ayetlerde de “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler” anlamında kullanılmıştır:

    Sad; 20: Biz onun mülkünü de pekiştirdik. Ve ona hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) ve hakkı batıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik.

    Lokman; 12: Ant olsun ki biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler) verdik. Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övgüye en lâyık olandır.

    Zühruf; 63: İsa apaçık delillerle geldiği zaman dedi ki: “Ben size hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde Allah’a karşı takvalı olun, ve bana itaat edin.

    Nahl; 125: Rabbinin yoluna hikmetle (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle) ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir.

    Bakara; 129: Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Aziz sensin, hikmet sahibi (zulüm ve fesada engel olacak yasaları koyan) Sensin.

    Bakara; 151: Nitekim içinizden size bir elçi gönderdik ki size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretiyor. Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.

    Bakara; 231: Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiklerinde, artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın. Yoksa haklarına tecavüz için zararlarına olarak onları tutmayın. Her kim bunu yaparsa kendi nefsine zulmetmiş olur. Sakın Allah’ın ayetlerini oyuncak edinmeyin, Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) hatırlayıp, düşünün. Hem Allah’a takvalı davranın ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.

    Bakara; 251: Derken, Allah’ın izniyle onları bozdular. Davud, da Calut’u öldürdü ve Allah, kendisine hükümdarlık ve hikmet (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) verdi. Ona dilediği şeylerden de öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla savması olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı (bozulur giderdi). Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir.

    Bakara; 269: Dilediğine hikmet (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler) verir. Ve kime hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayır verilmiştir. Özlü akıl sahiplerinden başkası da iyice düşünmez.

    Âl-i Imran; 48: Ve (Allah) ona kitabı, hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) ve Tevrat ile İncil`i öğretir (öğretecek).

    Âl-i Imran; 81: Hani Allah peygamberlerden söz almıştı: “Ant olsun ki size kitaptan ve hikmetten (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden) verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” demişti. Onlar da: “İkrar ettik” demişlerdi. (Allah da): “Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” buyurmuştu.

    Âl-i Imran; 164: Ant olsun ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

    Ahzab; 34: Ve evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) anın. Şüphe yok ki Allah her şeyin inceliklerini bilir ve her şeyden haberdardır.

    Nisa; 54: Yoksa onlar insanları, Allah lütuf ve kereminden verdi diye mi kıskanıyorlar? Şüphesiz Biz, İbrahim soyuna da kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk (hükümranlık) verdik.

    Nisa; 113: Eğer senin üzerinde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir güruh seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptırmazlar ve sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın senin üzerindeki lütfu büyüktür.

    Cumua; 2: O (Allah), ümmîler (anakentliler; Mekkeliler) içinde, onlar, daha önceden apaçık bir sapıklık içinde iken kendilerinden olan ve onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten bir elçi gönderendir.

    Maide; 110: O zaman Allah şöyle diyecektir: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Ruhu’l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken ve yetişkinken insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri), Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrailoğullarına apaçık mucizelerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin: “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum.

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.