Giriş
İslam'ın, Ehl-i Kitabın kestiklerini yemeye cevaz verdiğini, tıpkı onlarla evlenip akrabalık kurma mevzuunda olduğu gibi kat'i surette biliyoruz. Kaldı ki, evlenmede meveddet, rahmet, kaynaşma ve ülfet vardır ve bunlar, kesip yediklerini yeme me*selesinden daha ileri derecede bir yakınlık sağlar ve Ehl-i Kitap kadınlarıyla evlenildiğinde de geçerlidir. Bu mevzu ayette şöyle ifadesini bulur: "Ehl-i Kitabın kestikleri ve diğer yiyecekleri size helaldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. ( ... ) Sizden önce*ki Ehl-i Kitaptan hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikâhladığınızda size helaldir."(Maide Süresi, 5/5)
Bu durum, bütün Ehl-i Kitap için söz konusu olan bir husus*tur. Fakat Hıristiyanların daha hususi bir durumu vardır. Kur'an, onları kalben Müslümanlara daha yakın bir konuma koymuştur.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Bir müslümanın, Müslüman olmayan insanlara karşı nasıl muamelede bulunması gerektiği konusundaki İslam'm öğretile*rini helaller ve haramlar çerçevesinde kısa ve öz bir şekilde ifa*de etmek istersek bu konuda en kapsamlı bir düstur olan Kur'an'daki şu iki ayet yeterli olacaktır: "Allah sizinle din uğrun*da savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yap*manızı, adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever." (Mümtahine Süresi, 60/8)



"Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yeriniz*den yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kafirleri dost edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte on*lar zalimlerin ta kendileridir." (Mümtahine Süresi, 60/9)

Birinci ayet, dinlerinden ötürü Müslümanlarla savaşmayan ve onları yerlerinden yurtlarından etmeyen gayrimüslimlere -ki bunlar Müslümanlarla kendi aralarında bir düşmanlık ve savaş hali olmayan kimselerdir- sadece adaletli davranmayı isteme*mekte, hatta onlara karşı iyilik ve ihsan da bulunmaya da teşvik etmektedir. ayette geçen "iyilik etme" manasına gelen "el-birr" kelimesi hayrın bütün çeşitlerini içene alan ve onda derinleşme*yi de ifade eden çok kapsamlı bir kelimedir ki bu kelimenin kul*lanılması, "adaletli olmaktan daha ileri derecede bir durumdur. Ayrıca Müslümanların 'iyilikte bulunma' manasına kullandıkları bu kelimenin, beşeri hakların en gereklilerinden olan anne ba*baya iyilik yapma hususunda da kullanılmış olması da dikkat çekicidir.

Biz, ayetteki "Allah adil olanları sever." ifadesine dayanarak İslamın Müslüman olmayanlara iyilik ve ihsanda bulunmayı teşvik ettiğini söyledik. Zira bir mümin hayatı boyunca Allah’ın sevdiği şeyleri yerine getirmeye çalışır. Ayetin baş tarafının “la yenhakumullah (Allah yasaklamaz…)..” şeklinde gelmesi bu ayetteki teşvik ve talep mânâsına zıt değildir. Müslüman olamayanların, iyilik, adalet, sevgi ve güzel muameleye layık oladıkları gibi ilk plana akla gelebilecek ve aklı meşgul edecek hususları nefyetmek için bu şekilde bir tabir kullanılmıştır. Allah Teâlâ , bu nehyin Müslümanlara muhalif olanların hepsine değil onlarla savaşan ve düşmanlık edenlere karşı olduğunu beyan etmiştir.

Bu üslup Cenab-ı Hakk'ın Safa ve Merve hakkında kullanmış olduğu ifadelere benzemektedir. Bazı Sahabeler cahiliye adetle*rine benzerliğinden dolayı Safa ve Merve arasında sa'yetmekten çekinince, şu ayet-i kerim e nazil oldu: "Kim hac veya um re niye*tiyle Kabe'yi ziyaret ederse oraları (Safa ve Merve'yi) tavaf etme*sinde bir beis yoktur." (Bakara Suresi, 2/158) Böylece ayet bu husus*taki vehimleri izale edip, bunda herhangi bir beisin olmadığını vurgulamış oldu. Kaldı ki, Safa ve Merve arasında sa'yetmek va*ciptir ve haccın şeairindendir

EHL-İ KİTABIN HUSUSİ KONUMU

İslam, yukarıdaki iki ayetin haklarında inmiş olduğu putpe*rest Arap müşriklerine ve hangi dinden olursa olsun din muha*liflerine karşı iyilik yapmayı ve adaletle muamelede bulunmayı menetmediğine göre, onun (İslam'ın) ister daru'l-harb'te olsun ister olmasın, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan Ehl-i Kitaba karşı özel bir duruşunun, bakışının olduğu söylenebilir.

Kur'an onlara "Ey Ehl-i Kitab!" ve "Ey kendilerine kitab veri*lenler!" şeklinde hitap eder. Kur'an-ı Kerim bununla da, Ehl-i Kitabın aslında semavi bir dine sahip olduklarına, müslüman*larla aralarında bir bağ ve yakınlık olduğuna ve bu durumun Al*lah'ın bütün nebileri gönderdiği tek bir dinin temel ve ortak esaslarında kendini gösterdiğine işaret eder: "O, 'Dini doğru an*layıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin.' diye, din esasları olarak Nuh'a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı." (Şura Suresi, 4/13)

Unutulmamalıdır ki, bütün Müslümanlar Allah'ın gönderdiği kitapların hepsine ve bütün peygamberlere kesinlikle iman et*mekle sorumludurlar. Buna inanmadıkları müddetçe imanları tamam olmaz bu durumu da şu ayet açıklar: "Deyiniz ki: "Biz Al*lah'a, bize indirilen Kur'an'a, keza İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onun torunlarına indirilene, ve yine Musa'ya, İsa'ya, hülasa bütün peygamberlere Rableri tarafından verilen kitapla*ra iman ettik. Onlar arasında asla bir ayrım yapmayız. Biz yalnız O'na teslim olan müslümanlarız." (Al-i İmran Süresi, 3/84)

Şurası da muhakkaktır ki, Ehl-i Kitab Kur'an'ı okuduklarında onun, hem kendi kitaplarını hem de kendi resul ve nebilerini se*na ettiğini göreceklerdir. Binaenaleyh müslümanlar Ehl-i Kitap ile bir tartışmaya girdiklerinde, kalbIeri kinle dolduran ve düş*manlıkları körükleyen münakaşadan kesinlikle uzak dur*malıdırlar - ki bunu da şu ayet bildirmektedir-: "Zulmedenleri hariç, Ehl-i Kitab ile en güzel bir şekilde mücadele edin ve onla- '; ra şöyle deyin: 'Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen } kitaba iman ettik. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da bir ve aynı ilahtır ve biz O'na gönülden teslim olduk.'" (Ankebut Süresi, 29/46)

İslam'ın, Ehl-i Kitabın kesip yediklerini yemeye cevaz verdiği*ni, tıpkı onlarla evlenip akrabalık kurma mevzuunda olduğu gibi kat'i surette biliyoruz. Kaldı ki, evlenmede meveddet, rahmet, kaynaşma ve ülfet vardır ve bunlar, kesip yediklerini yeme mese*lesinden daha ileri derecede bir yakınlık sağlar. Bu mevzu ayette şöyle ifadesini bulur: "Ehl-i Kitabın kestikleri ve diğer yiyecekle*ri size helaldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde ya*şamanız şartıyla, mü'minlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önceki Ehl-i Kitaptan hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikâhladığınızda size helaldir. (Maide Süresi, 5/5)

Bu durum, bütün Ehl-i Kitap için söz konusu olan bir husus*tur. Fakat Hristiyanların daha hususi bir durumu vardır. Kur'an, onları kalben Müslümanlara daha yakın bir konuma koymuştur. Maide suresi 82. ayette şu şekilde ifade buyrulmaktadır: "İna*nanlara dostluk bakımından en yakın olarak da herhalde 'Biz Hristiyanlarız.' diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi, onların için*de bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulun*masıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar."

MÜSLÜMAN BİR İDAREDE YAŞAYANLARIN DURUMU (EHL-İZİMMET)

Buraya kadar anlatılanlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar bütün Ehl-i Kitab için geçerlidir. Ancak, İslam devleti toprak*larında yaşayan Ehl-i Kitap (zirnmıler) için ayrı hükümler kon*muştur. Müslümanların ıstılahında bunlara "ehl-i zimme" deni*lir. Zimmetin manası "ahd = söz, yemin, güvence" dir. Yani Ehl*i Kitap, İslam topraklarında, Müslüman bir idare altında, yerli vatandaşlar gibi sorumluluklarını yerine getirmek şartıyla ha*yatını garanti eder ve böylece Allah'ın, Peygamberin ve Müslümanların güvencesi altına girer. Müslümanlar için geçerli olan şartlar, birer vatandaş olarak onlar için de geçerlidir ki, bu mevzuda icma vardır. Ancak din ve akide mevzuunda İslam, on*ları serbest bırakır.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, zimmiler haklzın*da önemli vasiyetlerde bulunmuş, bu vasiyetlere uymayanları da Allah'ın azabıyla ikaz buyurmuştur. Misalolarak birkaç hadis-i şerifi nakletmemiz yeterli olur: "Kim bir zimmiye eziyet ederse ben onun hasmı olurum. Ben kime hasım olursam kıyamet günü de ondan davacı olurum."[1] "Kim bir muahide (daru'l-İslam'da yaşayan anlaşmalı gayrimüslim) zulmederse veya onun hakkını eksik verirse yahut ona takatinin üstünde bir yük yüklerse veya*hut da gönül rızası olmadan ondan bir şeyalırsa kıyamet günü ben onun davacısı olurum."[2]


Hulefa-yı Raşidin Efendilerimiz döneminde, zimmi vatan*daşların hak ve salahiyetleri titizlikle korunmuştur. İslam fıkıh alimleri de, farklı mezhebIerde olmalarına rağmen ittifakla on*ların hukukuna riayetin önemini vurgulamışlardır.
Maliki fıkıh alimi Şihabuddin Kararı şöyle der: "Zimmet akdi, bize büyük sorumluluklar yükler. Çünkü onlar bizimle beraber yaşamaktadırlar ve Allah'ın, Peygamberin, İslam'ın ve bizim zimmetimizdedirler. Kim, kötü söz söyleyerek, haysiyetlerine yönelik gıybet ederek, herhangi bir çeşit eziyet ile onların huku*kuna tecavüz ederse veya böyle yapanlara yardım ederse Al*lah'ın, Peygamberin ve İslam'ın zimmetini zayi etmiş olur."
Zahiri mezhebindeki fıkıh alimi İbni Hazm ise şunları söyler:

"Düşman, memleketimizdeki zimmiye saldırsa, Allah'ın ve Resulünün zimmetinde olan bu insanı korumak için savaşmamız ve hatta gerekirse ölmemiz boynunuzun borcudur. Onu düşma*na teslim etmemiz ise zimmet akdini bozmamız demektir."


GAYRİMÜSLİMLERİ DOST EDİNME NE DEMEKTİR?

Görünen o ki bazı zihinleri meşgul eden ve bir kısım insanların dillerine dolayıp durdukları şöyle bir soru var: "Bizzat Kur'an'ın kafirlere sevgi ve muhabbet beslemekten nehyettiği, onları veli ve müttefik (hulefa) edinmekten: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin! Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez. Kalbinde nifak hastalığı olanların, içlerinden: 'Ne olur ne olmaz, başımıza bir
felaket gelebilir, şimdiki durumumuz değişebilir, onun için biz tedbirimizi alalım.' diyerek, kafirlerle dost olmak için onların yanına girip çıktıklarını görürsün," (Maide Süresi, 5/51-52) ayetiyle yasakladığı halde, gayrimüslimlere karşı nasıl iyilikle muamelede bulunulabilir, onlara karşı nasıl sevgi beslenebilir, onlarla nasıl yakın ve güzel ilişkiler kurulabilir?"

Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu ayetleri mutlak olarak an*lamak doğru değildir.
Zira ayetlerin maması bütün Yahudi, Hristiyan ve kafirleri kapsamaz. Eğer bu ayetler mutlak manada anlaşılarak ele alınır da Yahudi, Hristiyan ve kafirlerin hepsine şamil olduğu düşünülürse o taktirde Kur'an'daki başka ayetler ve diğer naslarla bir tenakuz söz konusu olur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, hangi dinden olursa olsun hayır ve iyilik ehli olanlara karşı sevgi beslemeyi ifade eden, Ehl-i Kitab ile evlilik yoluyla akrabalığı ve Ehl-i Kitabtan bir kadınla evlenmeyi mübah gören ayetler vardır. Ve şu ayette "u. birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmiştir." (Rüm Süresi, 30/21) evliliğin sevgi ve rahmet sebebi olduğu bildirilmiştir. Bu itibarla bırakın dost edinmeyi ara*larında sevgi ve merhamete dayalı bir aile hayatına müsaade etmektedir.

Nitekim Ehl-i Kitap ile dostluğu yasaklayan ayetlerin mutlak manada anlaşılmaması gerektiğine misalolarak şu ayeti de zik*redebiliriz: "Sen, mü'minlere sevgi bakımından en çok yakın*lık duyanların 'Biz Nasarayız (Hristiyanız)' diyenler olduğunu görürsün." (Maide Süresi, 5/82) Bu ayette de onların meveddetinden (sevgisinden) söz edilmektedir.

Şu da vardır ki, Yahudi ve Hristiyanları veli edinmemeyi em*reden Maide süresinin 51. ve 52. ayetleri, İslam'a düşman olan, Müslümanlarla savaşan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Öyleyse düşmanlık ve savaş şartları altında, Yahudi ve Hıristiyanlara yardım etmek ve onlara destek vermek -ki (ayette geçen) vell edinmenin manası budur- ve onlardan kendi toplum ve halkları hesabına sırdaşlar ve müttefik insanlar (dostlar) edinmek hiçbir Müslümana helal olmaz. ifade ettiğimiz bu ger*çeği bildiren ayetlerden biri de şudur: "Ey iman edenler! Siz müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima si*zin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düş*manlık ise daha fazladır. ayetlerimizi size iyice açıkladık. Eğer akıllarınızı kullanırsanız, onlardan yararlanırsınız. İşte siz o kimselersiniz ki düşmanlarınızı seversiniz. Halbuki siz bütün ki*taplara iman ettiğiniz halde, onlar sizi sevmezler. Hem huzuru*nuza geldiler mi 'amenna!' biz de 'inandık!' derler. Aralarında baş başa kaldıkları vakit de, size duydukları kin ve düşmanlık se*bebiyle, parmaklarını ısırırlar. De ki: 'Geberin kininizle!' Allah bütün kalplerin künhünü bilir." (Al-i İmran Suresi, 3/118-119)" İşte bu ayet, bize veli edinmememiz gereken insanların ruh portresini çizmektedir: Onlar, Müslümanlara karşı kalplerinde düşmanlık ve hoşnutsuzluk (nefret) besleyenler ve düşmanlıkları ağızların*dan taşıp meydana çıkmış olanlardır.

Bu konuda yanlış anlaşılan bir diğer ayet de şudur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah'ın ve Resulünün karşısına çıkan kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin .... " (Mücadile Süresi, 58/22) Bu ayet-i kerimede geçen "Allah ve resulünün karşısına çıkmak" ifadesi mücerred küfür demek değildir. Bundan maksat İslam'a ve Müslümanlara düşmanca tavır takınmaktır.

Konu ile ilgili diğer bir ayette şöyle buyrulur: "Ey iman eden*ler! Benim de sizin de düşmanlarınızı dost edinmeyin. Onlar si*ze gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsu*nuz. ResuluIlahı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah'a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar. Siz Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıkarılmayı göze aldıysanız, nasıl olur da onlara sevgi gösterip sır verirsiniz? .... " (Mümtahine Suresi, 60/1) Bu ayet de, Allah ve Resulü ile savaşan, Müslümanları sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için memle*ketlerinden kovan Mekke müşriklerini veli edinme hakkında nazil olmuştur ki bunları ve bu vasıfları taşıyan benzer kimseleri veli edinmek hiçbir durumda -kesinlikle- caiz değildir. Bu*nunla beraber dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır ki o da şudur: Kur'an, dost edinilmemesini istediği insanlara karşı içten ve samimi olma beklentisini de hiçbir zaman kesmemiş, onların imanlarından kesin bir ümitsizlik içinde olunduğunu da bildir*memiş, bilakis insanların hallerinin değişebileceği ve nefislerin arınıp temizlenebileceği hususunda mü'minleri umut*landırmıştır. Allah, söz konusu ayetin geçtiği aynı surenin ilerle*yen kısımlarında şöyle buyurmuştur: "Umulur ki Allah sizinle . düşmanlarınız arasında bir sevgi ve yakınlık kurar. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Allah gafurdur, rahimdir." Evet, Kur'an-ı Ke*rim'in bu tenbihi, din muhaliflerine karşı kaskatı bir düşmanlık sergilerneyi ve tavizsiz olarak husumette bulunmayı ortadan kaldırmak gerektiğine dair adeta kefil olmaktadır. Hadis-i şerif*te buyurulur ki, "Düşmanına bir dereceye kadar buğz et (aşırı gitme), umulur ki bir gün dostun olur."

Dini, milleti ya da bütün insanlık için değil, sadece şahsı için, fayda ümit edilen veya kendisinden korkulan düşmanla sırf kuvvetli olduğundan dolayı dostluk kurmanın haram oluşu sabittir. Böyle dostluklar kuranlar, onların kuvvetini arkalarına almak is*ter ve geleceğe dair şahsi menfaatler umarlar. Bunu da ancak kalpleri hasta münafıklar yapar. Onların bu hali Kur'an'da şöyle resmedilir: "Kalbinde nifak hastalığı olanların, içlerinden: "Ne olur ne olmaz, başımıza bir felaket gelebilir, şimdiki durumuz değişebilir, onun için biz tedbirimizi alalım." diyerek, kafirlerle dost olmak için onların yanına girip çıktıklarını görürsün. Umu*lur ki Allah yakında bir zafer ihsan eder veya kendi tarafından peygamberi vasıtasıyla münafıkların maskelerini düşürme gibi bir başka durum ortaya çıkar da, onlar içlerinde gizledikleri bu nifaktan dolayı pişman olurlar." (Maide Süresi, 5/52) "Münafıklara müjde ver ki, can yakıcı bir azap kendilerini beklemektedir! O münafıklar, mü'minlerin dışında kafirleri dost edinirler. İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet
Allah'ındır." (Nisa Süresi, 4/38,39)

MÜSLÜMAN GAYRİMÜSLİMDEN İSTİFADE EDEBİLİR Mİ?

Müslüman halkın ve idarecilerinin din ile ilgisi olmayan, tıp, ziraat ve sanayi gibi fen ve teknoloji alanlarında, gayri müslim*lerden yardım almalarında hiçbir beis yoktur. Ancak tabil ki ide*alolan, Müslümamn bu konularda da kendi kendine yeterli hale gelmesidir.

Mesela, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hicret-i seniyyeleri esnasında, kendisine yolu göstermek üzere bir müşrik olan Abdullah bin Uraykıt'ı nücretli olarak tutmuştur. Alimlerimiz, hicret gibi önemli bir işte, yol gösterme gibi tehlikeli bir vazifede Efendimizin bir müşrikten istifade etmesinden hareketle "Böyle durumlarda güvenilir olması için kişinin mü' min olması gerekmez. Asıl olan kafir de olsa onun güvenilir olmasıdır." diye hüküm istinbat etmişlerdir.

Bundan daha öte, Müslüman bir idarecinin, savaş gibi durumIarda Ehl-i Kitap olsun olmasın bir gayrimüslimden yardım alabileceğine ve ganimetten de ona pay verebileceğine hükmetmişlerdir. Zühri'nin naklettiğine göre, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), savaşa giderken Yahudilerden yardım istemiş ve savaş sonunda onlara ganimetten pay vermiştir. Safvan bin Ümeyye müşrik olduğu halde, Huneyn savaşında Peygamberimizin yanında savaşmıştır. Tabi ki, yardım istenen şahsın güvenilir ve Müslümanlar hakkında iyi düşünceli olması şarttır. Aksi taktirde yardım almak caiz olmaz. çünkü, güvenilir olmayan, her an sırtım dönüp gitme ve düşman karşısında yüzüstü bırakma ihtimali olan bir Müslümandan yardım almayı caiz görmeyen İslam, bu şartları taşıyan kafirden yardım almayı evleviyetle meneder.
Bir Müslümanın gayrimüslime hediye vermesi ve hediyesine mukabelede bulunması caizdir. Nitekim Peygamberimiz (sallalla*hu aleyhi ve sellem), Müslüman olmayan meliklerden gelen hediye*leri kabul etmiştir. Hadis uleması: "Peygamber Efendimizin kafirlerden gelen hediyeleri kabul etmesi kesretle vaki olmuş*tur." demiştir. Ümmü Seleme validemizin rivayetine göre, Pey*gamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Necaşi'ye gümüş kaplar ve ipekten giysiler hediye etmiştir.[1]
İslam insana insan olduğundan dolayı değer vermektedir. Hele bu insan Ehl-i Kitab, muahid veya zimmi olursa, o zaman daha çok değer verir.

Bir keresinde Efendimizin önünden bir cenaze geçmişti. Haz*reti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ayağa kalktılar. Kendisi*ne: "Ey Allah'ın Resulü! O bir yahudinin cenazesiydi." denilince "İnsan değil mi?" cevabını verdiler.[2] Evet İslam'da her insanın bir değeri ve yeri vardır.

Bayramlaşma mevzuunda da şunları söyleyebiliriz: Yahudi ve Hıristiyanlarla bayramlaşma müşterek bir hukuktur. Ehl-i Kitap*tan biri gelip, sizin bayramınızı tebrik etse veya taziyede bulun*sa, sevincinize de kederinize de ortak olsa, neden siz onun bay*ramını tebrik etmeyesiniz, taziyede bulunmayasınız, sevincine kederine ortak olmayasınız!? Buna bir mani var mıdır? Allah ne güzel buyuruyor: "Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel bir tarzda selamı alın, en azından verilen selamın misli ile karşılık verin!" (Nisa Süresi, 4/86) Bunun manası biz de onlarla be*raber bayramlarını kutlayalım demek değildir. Sadece tebrik edelim ki bu da bizim dinimizin ortaya koymuş olduğu iyilik ve adalet prensiplerine uyma demektir.

Yazar Dr.Yusuf el-Kardavi