Evrim felsefesinin uzun bir geçmişi ve fikir alt yapısı vardır. Düşünce tarihi boyunca biyoloji felsefesinin çok büyük zikzaklar çizdiği görülmektedir. Antikçağ’da bilimle felsefe iç içedir. Bu çağ, var oluşun, yaratılış ve yaratıcının en geniş manasıyla tartışıldığı bir devredir.

Ortaçağ’da bilimsel ve felsefî düşünce, Avrupa’da Hıristiyan dinine dayalı ve kontrollü bir yaklaşım tarzı göstermiştir.

Bu çağda İslâm dünyasında farklı düşünce ve kanaatler daha serbestçe dile getirilmiştir.

Rönesans’ta, Antikçağ’ın serbest düşünce ortamının özlemi ve insan özgürlüğünün önünü açma arayışları hakimdir.

Aydınlanma Çağı ile birlikte, bütün dünyada düşünceye pozitivizmin gölgesinde materyalist felsefe egemen olmuştur. Biyoloji felsefesi, Evrim Teorisi ile bu Çağ’a damgasını vurmuştur. Aydınlanma felsefesiyle bilim sahasına yeni, bir bakış açısı getiriliyordu. Bu felsefeyle insan ve insanın özgürlüğü tanımlanmaya çalışılıyordu. İnsan hürdü. Hiçbir sorumluluğun sahibi olmamalıydı. Dünyaya gelişini kendisi başarmıştı. Dolayısıyla kimseye karşı bir yükümlülüğü olmamalıydı. Bu çağdaki çıkış, ya da baş kaldırış, aslında iki bin yıla yakın devam eden Hıristiyan dinine bir meydan okumaydı. Dolayısıyla bütün düşünce sistemleri ve çalışmalar, dinden soyutlanmış ve hatta din karşıtı olarak takdim edilmişti.

Böylece Hıristiyanlığın gölgesinde diğer dinler de nasibini aldı. Hepsi aynı kefeye kondu. Bilimi ve bilim adamını koruyan ve bilimi teşvik edip onun önünü açan İslamiyet de bu husumete maruz kaldı. İşin doğrusuna yanlışına bakılmadan bütün inanç sistemlerine hücum edildi.

İşte Aydınlanma çağı ile başlayan Semavi dinlere yönelik bu husumet, Marxizm, Freudizm ve Darwinizmi adete yeni bir din gibi ikame edilmesi sonucunu doğurdu. Evrim teorisinde ısrar edilmesinin altında yatan asıl sebep işte bu düşüncedir. Bu sadece sıradan bir teori de değildir. Bir dünya görüşü ve hayat tarzı ve inanç sistemidir.

On dokuzuncu yüz yılda Darwin’in ortaya koyduğu Evrim Teorisi, biyolojide bir bakıma dönüm noktasını teşkil etmiştir. Elbette O’nun ileriye sürdüğü bu fikirlerin hepsi de yeni düşünceler değildi. Nitekim, O’nun kullandığı argümanların bir kısmının Milât’tan dört-beş yüz yıl öncesine dayandığını görüyoruz. Dokuzuncu yüz yıldan on üçüncü yüz yıla kadar, evrim konusunun enine boyuna tartışıldığına şahit oluyoruz. Ancak, O kendinden önceki bütün bu düşünceleri sistemleştirip, kendi gözlem ve kanaatleriyle takdim etmekle, biyoloji sahasında yeni bir dönemin açılmasına vesile olmuştur.

Darwin, 1859 yılında neşrettiği “On the Origin of Species by Means of Natural Selection” (Tabiî Ayıklanma Yoluyla Türlerin Meydana Gelişi) adlı eseriyle biyolojide büyük bir anlayış değişikliğine yol açmıştır. Onun görüşünün temeli; hayat bir mücadeledir. Tabiat da seçim gücüne sahiptir. Dolayısıyla, hayat mücadelesinde başarılı olanları tabiat, yaşama ile mükafatlandırmaktadır.

Darwin teorisinin geniş kabul görmesinin sebebi elbette sadece bu değildir. Onun görüşlerini yaygın kılan, bu düşüncenin mekanistik ve materyalist bir felsefeyle açıklanmasıdır. Bu düşünceye göre, tabiatta olan her şey, tesadüf ve gelişigüzelliğin eseridir. Doğada, her bir organizma içinde gelişme ve farklılaşmayı sağlayacak bir güç vardır. Bu bir bakıma evrim gücüdür. Her şey tesadüfün sonucu olduğu gibi, insan da bu gelişigüzelliğin ve evrimin ürünü olarak hasbelkader ortaya çıkmıştır.



Prof. Dr. Adem Tatlı