Hayatta istikamet sahibi olabilmenin en önemli yollarından biri, hayatın ve hâdiselerin muhakemesini yapabilmektir.

Hayata serpiştirilen sırlar, hayatın mânâsı, dünyadaki misafirliğimiz ve sonrası ancak derin bir tefekkür neticesinde bizlere belli bir muhakeme ufkuna ulaşma imkânı sağlayacaktır.

Akıl ve vicdanın aktif bir şekilde kullanılmasıyla ortaya çıkan muhakeme gücü; insanın kendi varlığını, daha doğrusu varlık sebebini ve içinde kendisine de rol verilen muhteşem senaryoyu anlayabilmede en önemli vasıtalardan biridir.

Muhakemenin ön şartlarından biri olan idrak için, önce ‘bakmak’ boyutundan ‘görmek’ boyutuna geçmek gerekir.

Zîrâ, ‘bakmak’ ayrı şeydir; ‘görmek’ ise daha ayrı bir şey...

Bir şeyi dinlemek, o şeyi anlamak demek değildir, ancak anlamanın bir ön şartıdır; tıpkı, yazılı bir metne bakmanın, o metni okumak demek olmadığı gibi.

Anlamak için yazıları önce çözmek gerekir.

Okunacak bir kitap şeklinde yaratılan kâinatı kavrayabilmek için, beş duyunun yanı sıra, idrak fakültelerimizi de kullanmak gerekmektedir.

Efendimiz’in (sas): “Allah’ım, bana eşyanın hakikatini göster.” şeklindeki duası bir yönüyle bu hakikate işaret etmektedir.

Eşyanın hakikatini anlama yolunda insanoğluna bahşedilmiş bir vasıta olan aklın kullanılmasıyla ortaya çıkan muhakeme, yanlış kullanıldığı takdirde sahip olduğu fonksiyonların birçoğunu yerine getiremeyecek ve neticede bu süreç israf edilmiş olacaktır.

Muhteşem programlarla donatılmış bir bilgisayarın sadece bir daktilo gibi kullanılması, bu bilgisayarın ne derece israf edildiğini ortaya koyduğu gibi, netice vermeyen fâsit daireler hükmündeki akıl yürütmeler de, aynı hakikatin bir başka ifadesidir.

Akıl ve muhakeme gücünün nasıl bir meyve vereceği, insanın eşyaya bakış açısına bağlıdır.

Mânâ-yı ismî cihetiyle varlığa bakmak, akıl ve mantık yürütmek eşyanın hakikatini insana göstermeyecektir.

Cıvıl cıvıl öten kuşlar, her sabah yeniden doğan Güneş, tabiata serilmiş çiçekler ‘ne kadar güzel olduklarına’,

‘hayatı ne kadar güzelleştirdiklerine’;
kendilerine yüklenen programlar ve hesaplamalarla DNA’lar, kromozomlar, gök cisimleri arasındaki ince ve milimetrik hesaplamalar
ne kadar baş döndürücü olduklarına’
dâir günlerce süren konuşmalara vesile oluyor da bu güzellikleri, bu
‘akıl almaz derecede’ ileri
hesaplamaları,
bu baş döndüren programları
‘yapan’ ve ‘sunan’ın
kim olduğu ve niçin yapıp sunduğuna dâir bir soruyu gündeme getirmiyorsa,
bu durum,
en ileri programlarla yüklü bir bilgisayarın bir daktilo olarak kullanılmasından başka bir şey olmayacaktır.

Bu, meyvedâr olmayan bir muhakemedir ki, yapılan şey sadece insanın kendini kandırmasından ibarettir.

19. yüzyılın büyük düşünürlerinden Tolstoy,
yaptığımız faaliyetlerin ‘gerçek bir mânâ’ taşıyıp taşımadıklarını sorgularken,
bir değirmenci misâli verir.

Bu değirmenci, dedelerinden ve atalarından öğrendiği şekliyle değirmenin inceliklerinden ve yapılması gereken işlerden haberdârdır.

Fakat aynı zamanda mekanik ilminden habersiz olan bu adam, tahılın iyi öğütülmesi için değirmenin ötesini berisini düzeltip ayarlarken, değirmenin esas kuruluşunu öğrenmeye merak salar.

Bu merak onu un dökülen oluktan değirmenin taşlarına, değirmen taşlarından mihverine,
oradan da çarklarına yöneltir.

Nihayet çarkı döndüren suya ulaştığında, bu değirmenin hareket etmesi hususunda en önemli unsurun akan su olduğunu anlar.

Her şeyi ve her işi bir tarafa bırakıp,
kendini, değirmenin içindeki bütün hareketlerin ilk kaynağı olan suyu incelemeye adar.

Kendi hâline bırakılan değirmen ise, bakımsızlaşmaya yüz tutar.
Etrafındakiler bu durumu değirmenciye hatırlatırlar.

O ise bunları reddederek, suyu daha bir dikkatli incelemeye koyulur.
Etraftan gelen ikazlara değirmencinin verdiği cevap şudur:

“Akan bir su olmazsa değirmen hareket etmez.
Değirmeni bilmek için, suyun nasıl getirileceğini ve bu suyun ne kadar hareket gücü doğuracağını bilmek gerekir.

Netice olarak, değirmeni bilmek için, suyu bilmek lâzımdır.”

Burada değirmenciye hatırlatılması gereken,
“bir şeyi muhakeme ederken,
muhakemenin kendisi kadar,
muhakeme edilen konunun ve bakış açısının da önem taşıdığı ve muhakemenin meyvedâr olabilmesi için önce hangi hususlarda yapılması gerektiğini” tespit etme lüzumudur.

Dolayısıyla, önemli olan meyvedâr muhakemeyi gerçekleştirebilmektir.

Böylece “eşya”nın muhakemesinden ziyade,
eşyanın ardındaki hikmetler üzerinde düşünme ve neticeler çıkarma söz konusu olacaktır ki,
hayatın ardındaki büyük sırra da ancak bu şekilde ulaşılabilecektir.

Efendimiz’in (sas) mübarek beyanıyla,
‘eşyanın hakikatine ulaşmak’ da ancak eşyanın yüzündeki perdeyi kaldırabilme gayretleriyle mümkün olacaktır.

Eşyanın yüzündeki perdenin ve bu perdenin hikmetlerinin farkında olmak ise,
eşyanın hakikatine ulaşmada temel şarttır.

Bu noktada, meyvedâr olan gerçek muhakeme,
bu perdeyi kaldırmada insana sunulmuş tılsımlı anahtarlar demetinden bir anahtardardır ki,

Bediüzzaman Hazretleri bunu meâlen şu şekilde ifade etmektedir:

Evet, insan şu kâinatın bir fihristesi hükmünde olduğundan, insanın kalbi de binlerce âlemin mânevî haritası hükmündedir.

Evet, insan dimağının bir telsiz,
telgraf veya telefon santrali gibi kâinatın bir çeşit mânevî merkezi olduğunu fen bilimleri ve sosyal bilimler gösterirken,
insanın mahiyetindeki kalbin de kâinattaki hakikatlerin mazharı,
çekirdeği ve onları anlama vesilesi olduğunu birçok velinin yazdığı milyonlarca nuranî kitap göstermektedir. (29. Mektup, 9. Kısım, 1. Telvih).

Kaynaklar
- L. N. Tolstoy, Hayat Üzerine Düşünceler, (Çev: Rifat Of) , Furkan Yayınevi, İstanbul, 1994.
- Alexis Carrel, İnsan Denen Meçhul, Hayat Yayınları, İstanbul, 1999.
- Hasan Dursun, İnsan ve Tefekkür, Nesil Yayınları, İstanbul, 2004.
- Hekimoğlu İsmail, Tefekkür, Timaş Yayınları, İstanbul, 2002.

Sızıntı Dergisi