“Selâmün Aleyküm;

İmam Hatip Lisesi üçüncü sınıf öğrencisiyim. Dînî bir okulda okumama rağmen yaz Kur’an Kursları’na gitme ihtiyacı duyuyorum. Çünkü mânevî açlık çekiyorum. Kursa geldiğimden beri daha önce öğrenmiş olduğum bilgilerimin ne kadar az ve yetersiz olduğunu fark ettim.

Okulumda Kur’ân dersi hâriç, diğer derslerin hepsinde başımı açıyorum. İnanın, bunu isteyerek yapmıyorum. Aslında ben, Rabbimin farz kıldığı tesettür emrinin bağlayıcı olduğunu, her ortamda bu emri yerine getirmek gerektiğini biliyorum. Sırf başımı rahatça örtebilmek için okulu bırakmayı bile düşündüm.

Ama âilem buna şiddetle karşı çıktılar. Hele annem, benim okula devam etmem ve başımı açmam için, günlerce ağlayarak beni ikna etmeye çalıştı.

Ben, sizlere “tâviz”in yüreğime açtığı yarayı anlatmak istiyorum. Eylül’de okulumuz açıldı. İlk gün bayrak merâsiminde başımızı açmamız anons edildi.

İçimi büyük bir sıkıntı sardı. Etrafımızdaki ablalar da bize başımızı açmamızı telkin ediyorlardı.

Sağıma baktım, soluma baktım. Herkes tek tek başörtüsünü indiriyordu. Yanaklarımdan akan gözyaşı, yüzümde akıp geçtiği yerleri âdeta yakıyordu.

İstemeye istemeye ben de başımı açmıştım. Uzun müddet başımı kaldırıp etrafıma bakamadım. Rabbime karşı da çok mahcuptum. Bu mahcubiyet, iki gün devam etti.

Artık başımı açtıranlara eskisi kadar kızmıyordum, zamanla alışmıştım. Şimdi ise başımı açınca, bir türlü istediğim şekli almayan saçlarıma kızmaya başladım.

Evden getirdiğim tarak ve renkli tokalarla saçıma şekil veriyordum. Hatta sınıfta süslenirken birbirimize yardım etmeye başladık.

Artık erkek hocalardan da çekinmiyorduk. Beden eğitimi dersinde erkek olan hocamızın karşısında eşofmanla koşmak, saçımızı savurmak bize keyif vermeye başlamıştı.

İşin garibi, okulda namaz kılmamıza herhangi bir engel olmadığı hâlde, namaz kılmak nefsime zor gelmeye başladı ve kısa bir süre sonra namaz kılmayı da terk ettim.


Hani Ankebut Sûresi 45. âyette; “Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı kıl! Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı anmak, elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” buyuruyor ya Rabbimiz... Namaz da olmayınca, tâvizlerin arkası bir bir gelmeye başladı.


Annem, benim sürekli iyi insan olmamı ve ahlâklı bir kız olmamı telkin ediyordu. Fakat ben kendimi günahlardan çekmeye çalışsam da pek başarılı olamıyordum.


Gece yatağıma yatınca vicdanım, bana “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusunu soruyor, ben de iç dünyamda iyice çıkmazlara giriyordum. Sabah olunca, “Rabbim!..

Senin istediğin gibi olacağım!” diye kendi kendime söz veriyor, ama annemin baskısıyla tekrar okula gidince aynı şeyleri yaşamaya başlıyordum.

Artık dakika başı günah işleyip, yine dakika başı tevbe edenlerden olmuştum. Hâlbuki tevbenin kabûlü için, aynı günahı tekrar işlememeye gayret etmemiz gerektiğini öğrenmiştim.

Allah dostları, ettiğimiz tevbeye bile tevbe etmemiz gerektiğini söylerken benim müslüman bir genç kız olarak böyle bir hayat sürmem ne acı, değil mi?


Lütfen sevgili anneciğim, benim İslâm’ı yaşamam için bana yardım et!”


Bu mektubu aldığımdan beri yüreğimin bir kenarında dinmeyen bir ateş, sürekli içimi yakıp duruyor. Mektubun devamında, “Ne olur bana yardım edin! Annem sizin derginizi okuyor. Belki bu mektubumu da okuyup benim dinimi yaşamama engel olmaz!..” diyordu. İsmi bizde mahfûz sevgili kızımız…


Değerli okuyucularımız, biz konuşmayalım. Biz sadece daktilo olalım bu ay… Rabbimin kelâmı ve şefaatine muhtaç olduğumuz sevgili Peygamber Efendimiz’in hadislerini, sanki O’nun yüce fem-i saâdetinden dinlercesine okuyalım…

Buyurun ilk söz hakkı, Kelâm-ı Kadîm’de:

Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allâh’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (Tahrîm, 6)


Âilemizi, ebeveynler olarak nasıl ateşten koruyabiliriz?


Onlara, Allâh’ın râzı olacağı terbiyeyi verip Allah’tan korkmalarını ve O’nun buyruklarına karşı gelmemelerini tavsiye etmeli, en önemlisi dinimizi tâvizsiz yaşayarak en güzel şekilde örnek olmalıyız. Yani İslâm’ı, hayatımızın her ânına yaymalıyız.


Anne-babalar, evlatları büluğ çağına gelene kadar onlara İslâm’ı öğretmelidirler. Büluğdan sonra ise, çocuklarımız Allah nazarında birer ferttir ve yaptıkları her şeyden öncelikle kendileri sorumludurlar.

Ama toplumumuzda, artık dînî terbiye verilmeye çalışılsa bile iş yaşamaya gelince istikbal endişesi ile başta anne-babalar, maalesef evlatlarını tâvize zorlamaktalar. Hâlbuki Cenâb-ı Hak:


“Oysa yerlerin ve göklerin hazîneleri Allâh’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (Münâfikûn, 7)

buyurarak âdetâ bu günlerdeki istikbal endişesini haber vermektedir. Biz ne kadar gayret edersek edelim,

Rabbimiz, hazinelerini dilediğine dilediği kadar verecektir.

Yani bir hak dostunun buyurduğu gibi bizlerin, rızkın değil, rezzâkın peşinde koşanlardan olmaya çalışmamız gerekir.


Gelecek ya da “istikbal” kaygısı önemlidir. Ancak insanı istikbalde bekleyen iki çetin bâdire vardır; bunlardan biri son nefes, diğeri ise kıyamet geçidi!..

Günümüzü, asıl bu iki önemli istikbal durağına göre hazırlamalı değil miyiz?


Yine bugün yaşadığımız birçok sıkıntılar geçici olup mü’min-münâfık farkının ortaya çıktığı hassas bir imtihan döneminin icabıdır.

Şüphesiz insanları, bazı hareketlerine bakıp “mü’min” veya “münâfık” diye damgalamak, bizim işimiz değildir.

Biz, Allâh’ın imtihan gâyesini bilen ve buna inanan kimseler olarak, bugünlerin geçici olduğunun şuurunda, dinimizi tâviz vermeden elimizden geldiği nisbette yaşamaya gayret etmeliyiz.

Bunun metodunu da Rabbimiz şöyle bildirmektedir;

(Ey mü’minler!) Eğer (başınıza gelenlere aldırmayıp Allâh’ın dinini yaşamak hususunda) sabır (ve sebat) eder ve ittikâ ederseniz,

(yani hem takva üzere Allâh’a sığınır, hem de gerekli tedbirleri alarak korunursanız) onların hîle ve tuzakları size hiçbir zarar vermez! Çünkü Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmran 120)


Sevgili Peygamberimiz de ebeveynlerin sorumluluklarını şu hadîs-i şerifle ne güzel izah etmektedir:


“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden mes’uldür. Erkek, âilesinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın, kocasının, çocuklarının ve evinin çobanıdır, onlardan sorumludur.” (Buhârî, Cum’a, 11)


Zikrettiğimiz bu âyet-i kerimeler ve hadîs-i şerife göre, anne-babalar, çocuklarına dînî eğitim vermemiş, onlar da cehâlet yüzünden günah çamuruna batmışlarsa, çocukların kazandığı günahın bir misli de, eğitimlerini ihmal eden veya yukarıdaki mektubumuzdaki gibi onları zorla günaha sürükleyen anne babalara geçmez mi?


Evladlar da, “Ne yapayım, annem-babam izin vermiyor!” demeden ellerinden geleni göstermeli, ebeveynine yukarıdaki âyetleri uygun bir dille güzelce izah etmelidirler. Nitekim kendisini küfre tekrar geri dönmesi için ısrar eden Sa’d bin Ebî Vakkas’ın annesi ile ilgili nâzil olmuş şu âyetler ne kadar ibretlidir:


“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme!.. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokman, 15)


Evet, değerli okuyucularımız! Lütfen elimizdeki emânetlerimizi, Rabbimize lâyık bir kul olarak yetiştirmeye gayret edelim ve geçici dünya hayatı uğruna, evlatlarımızın ebedî saâdetlerini ziyân etmeyelim. Onları ve kendimizi ateşten koruyalım.

Allah cümlemize kendi rızâsını arayanlardan ve bulanlardan eylesin. Âmin.

Halime Demireşik/Şebnem dergisi