Hayatımızın büyük bir bölümünü, kimbilir belki de hepsini, bizi çevreleyen dünyada ve insanlarda kendi yeteneğimizin, güzelliğimizin, aklımızın, başarımızın yansımasını görmek için harcıyoruz.

Kendimize kurduğumuzun dünyanın boyutları aslında aynamızın boyutlarını da belirliyor.

Kimi bütün yeryüzünü, kimi yaşadığı mahalleyi, kimi iş çevresini, kimi ailesini, kimi sevgilisini bir ayna olarak kullanıyor.

Herkes, kendini çevreleyen ve boyutları kendisi tarafından belirlenen dünyaya, değişik cümlelerle ama aynı ortak soruyu soruyor.

- Ben güzelim, akıllıyım, yetenekliyim, başarılıyım, değil mi?

Soru hemen hemen hep aynı olsa da cevap her seferinde aynı olmuyor.

Bazen yeterince alkışlanmayan bir eserde, bazen bizi terk eden sevgilide, bazen görevimize son veren iş yerinde bizi en çok yaralayan o cevabı duyuyoruz.

- Hayır sen sandığın kadar akıllı, yetenekli, güzel, başarılı değilsin.

Başkalarından oluşan aynadaki görüntümüzde beliren her çatlak ise kendimizle ilişkimizde derin bir yaraya dönüyor.

Kendimizi beğenmekte, kendimize hayran olmakta zorlanıyoruz.

Halbuki hayatta belki de en çok istediğimiz kendimize olan hayranlığımızın başkaları tarafından da kabul edilip, bunun bize yansıtılması.

Kendi kendimizle olan ilişkimizin huzurunun başkalarının beğenisiyle sağlanması.

Eğer çevremizdeki dünya bizi beğenmezse, bu beğeni eksikliğini bize terk edilişle, işizlikle, yalnızlıkla, başarısızlıkla gösterirse, “ben ile benin” ilişkisini biz nasıl huzurlu tutacağız, biz kendimizi nasıl beğeneceğiz.

Sanırım bunun en kolay yolu, başımıza gelene kendimizden başka bir suçlu bulmak.

Bir başkasına kızmak.

Kendimizi yargılamak, değerlendirmek, kendi eksikliklerimizi görüp bunların üstesinden gelip yeniden kendimizle ağlıklı bir şekilde ilişki kurmanın uzun ve zahmetli yollarında hırpalanmak yerine, kestirmeden kendimize bir düşman yaratıp, onu suçlamak.

Bazen bizi terk eden sevgiliyi öldürmek, bazen bizi görevimizden atan işyeriyle ilgili gizli bilgileri başkalarına sızdırmak, bazen bizi anlamadıklarını düşünerek tüm bir dünyaya düşman olmak.

Kendi eksikliklerimizi büyük bir mermer yığını gibi kullanıp, o eksiklikten bir düşman yontmak.

Kendi kendimizle olan ilişkimizdeki sancıyı hayatımızın perdesine bir düşman olarak yansıtmak.

Hatta bazen aynı eksikliklere, “kendi kendisiyle” ilişkisinde aynı tür çatlaklara, aynı acılara sahip olanlarla birleşip daha büyük ve ortak düşmanlar yaratmak

Kendimizi beğenmekte zorlandığımızda, aynı eksikliklere sahip olanlarla kurduğumuz ortak kimliğimizi beğenmek, kendi dindaşlarımıza, kendi vatandaşlarımıza, kendi ırkdaşlarımıza hayran olmak.

Bu hayranlığı pekiştirmek ve haklı göstermek için başka ırktan, başka dinden, başka milletten olanları aşağılamak, onları “düşman” olarak görmek, bütün başarısızlığın suçunu onların sırtına yüklemek.

Milliyetçiliğin, ırkçılığın, dindaşlığın geniş yorganının altına saklanmak.

Faşizmin genellikle işsiz kitlelerinin yoğun olduğu toplumlarda yükselmesi bir tesadüf değil.

Bugün de, yeryüzünde yükselişe geçen milliyetçiliğe ve faşizme baktığınızda, arkasında globalizmin getirdiği yeni hayat biçimine ayak uyduramamayı, keskin rekabetin zorlayıcılığını, kitlelerin bedensel üretimden zihinsel üretime geçerken yaşadıkları sıkıntıları, işsizlikleri görürsünüz.

Kitlelerin “kendi kendileriyle” ilişkilerinde yaşadıkları sancıları sömürecek, onları bir düşmana doğru yönlendirip iktidara elini uzatmaya çalışanlar da genellikle böyle zamanlarda çıkarlar.

Böyle zamanlarda insanlar savaşa ve ölüme doğru yönlendirilirler.

Kendi kendimizle ilişkimiz hayatımızın temelini oluşturur.

Ne yazık ki bu temel başkalarından oluşan bir aynaya muhtaçtır.

O aynadaki görüntü çatladı mı bizim kendimizle ilişkimiz de çatlar.

Ve o çatlakdan düşmanlar çıkar.

Eğer kendi kendisiyle ilişkisi çatlamış büyük kalabalıklar varsa o zaman büyük ve ortak düşmanlar da olacak demektir.

Bir başka kalabalığa düşman olan bir kalabalık varsa, orada kendi kendileriyle ilişkileri sakatlanmış insanlar var demektir.

O sakatlığı başkalarına kızarak hatta bazen başkalarını yok etmeye çalışarak tamir etmeye uğraşacaklardır.

Bir başka ırktan, bir başka dinden, bir başka mezhepten, bir başka inançtan, bir başka ırktan, bir başka milletten olanlara kızıyorsanız eğer, dönüp bir de kendinize bakın, mutlaka biri sizi terk ederek, beğenmeyerek, aşağılayarak, işiz bırakarak, önemsemeyerek üzmüştür.

Ama başkalarına kızmak, başkalarını üzmek, başkalarını öldürmek bu üzüntüye ila nihayet bir çare olmaz.

Ne Tevratı bir tapu senedi olarak gösterip başkalarının topraklarına el koyduğu için yalnız kalan İsrail Filistinlileri öldürerek yalnızlıktan kurtulabilir, ne göçmenlere kızıp faşistlere oy veren Fransız işsizler kendine iş bulabilir, ne dünyada tek ve dokunulmaz bir güç olduğuna inanarak kibirlenirken kendi evinde vurularak kendi gücünden kuşkuya düşen Amerika savaşları destekleyerek bu kuşkudan kurtulabilir, ne koskoca bir imparatorluktan esamesi bile okunmayan ikinci sınıf bir ülke haline gelen Türkiye, Kürtlerin ana dilinin konuşulmasını yasaklayarak önemsenecek bir ülke konumuna yükselir.

Dert neredeye çare de oradadır çünkü.

Dert kendi kendinizle ilişkinizdeyse o derde devayı da başka yerde bulamazınız.


AHMET ALTAN