Dokunamadığım gecelerime ithâfen…

O sabah gözlerim, ılık birkaç damla gözyaşı ile birlikte sabah ışıklarına “Merhaba!” dedi…

Mutluydum, buruk bir hüznün avuçları arasında tüm soluduğum boş nefesleri düşündüm…

Bu bir lütuftu, bu cömertliğin sahibinin bir ikramıydı…

Âh…

İçim yanıyordu…

Bu gece ne kadar da çabuk geçmişti…

Doyasıya ağlayamadan, haykıramadan, af dileyen cümleler kuramadan!..

Hem de hatırı güzel sevgilinin yanında, onun kanatlarına sığınamadan…

Uyandığımda karşımda duran pencerede gecemi görüyordum…

Odamda değildim, o evde değil bambaşka bir yerde,

ruhumun aradığı huzurun en yücelerinde ikramlarla doldurulmuş bir gecenin tam ortasında,

şaşkın tebessümlerimle birlikteydim…

Sabah olduğunda yerimden kıpırdayamadım,

gözlerim tek noktaya odaklanmış,

yaşadıklarımı mütalaa etmekteydim..

İçim kıpır kıpırdı;

yüreğimdeki şımarık sevincin yansıması olarak gözyaşlarım yanaklarımdan kayıp gitmekteydi.

Kalktığımda, adımlarım sevincime yetişemiyordu.

Saatlerce üzerimden atamadığım uyku sersemliği o gün hiç çalmamıştı kapımı…

Tebessümlerim,

tüm kâinâta savrulurken annem de bana öylece bakakalmıştı.

Neydi delicesine ayaklarımı yerden kesen bu mutluluk rüzgarının sebebi?

Neydi tüm dertlerimi yok sayan tebessümlerimin hâkimi?

Ben bile sığdıramamıştım yüreğime bu sevinci...

Kaybolmasın istiyordum,

kaçmasın benden,

bu önüme serpilen sevgilinin çiçekleri…

Tılsımını kaybetmesin diye hemen abdest aldım.

Teşekkür etmeliydim bu beyaz gece için…

Ve acele etmeliydim…

“Allâhu Ekber” ile başlayan teşekkür namazımın edâsında yine doldu gözlerim…

Nasıl olmuştu da ben bu hediyenin sahibi îlan edilmiştim?

Eğildim, kalbime dolan hazzı ile her rükûda doyasıya şükrettim…

Sonra secdelerde tekrar tekrar tüm serseriliğimle istedim, bir kere daha istedim…

Ve birçok kereler daha yaşamayı istedim…

Benimle paylaşmıştı o gece en sevdiğini…

Habîbini…

Ve o inci tanesi ziyarete gelmişti, kapısı pas tutmuş olan kalbimi...

Bendeki o uslanmaz âlemi…

O hırçın günahlarımı eritircesine bakışlarını savurmuştu…

Ve temiz bir yer açmıştı kalbimde kendine…

Herkes ayağa kalktı o gece…

Rüyalarım bile hayretler içindeyken tüm benliğim titremedeydi…

Salavatlar yankılanıyordu tüm hücrelerimde…

Elimi yüreğime koymuştum,

ben değildim sadece,

tüm varlığım,

içimdeki her bir zerre Allah Rasûlü’nü izlemedeydi.

Baktım… Baktım... Baktım…

Görmekse bunun adı gördüm!..

Ve ömrümün tüm çalkantılarından sıyrıldım:

“– Efendim!..” dedim… “Efendim!..”

Bu muydu asrın en büyük vuslatı…

Mekân küçük, evimin dar koridorundaki bir duvar önüydü…

Üzerime yığılan duyguların ağırlığı

ve

yaşlı gözlerimle yorgun bedenim tek bir cümle söyledi:

“– Efendim… Efendim görüşmeliyim sizinle!..”

Ve baktı yüzüme…

O baktı, yüzüm aydınlandı.

O baktı sahte ışıklar utandı…

Korkular eğildi önümde…

Benliğimi bir ateş kapladı ve:

“– Bekle!..” dedi, “Sabret!..” dedi gül yüzündeki tebessümü ile…

Bedenim titriyordu gözyaşlarım beni dinlemiyordu.

“Efendim!..” demenin lezzeti kalbime kazılıyordu.

Bir rüzgar esti gül cemâlinden utangaç yüzüme…

Öyle bir rüzgar esti ki, yüreğinden yüreğime,

uyandığımda serinliği hâlâ üzerimdeydi…

Ve bu ömrümün tek vuslatı da her fânî lezzet gibi âhirete ertelenerek bitti.

“– Âh!” dedim. “Âh…

Bu dünyaya bile ait olmayan,

adına rüya denilen bir hâtıranın sevinci ile bundan sonraki ömrümün tüm sürprizlerine katlanabilirdim.

Şimdi daha çok sevmeliydim.

Bir el olmalıydı bu ikram, günahlardan beni alıkoyacak olan...

Ve hakkını vermeliydim o gecenin...

Paylaştırmalıydım her saniyeme bu sevincimi…

Dökmeliydi gözlerim O’nun için yaşlarını...

Özlemeliydi o ânı…

Biraz pişmeliydi kalbim hâtıramın azizliği ile…

Kalbimde kalan bu izin yolundan gitmeliydim.

Ve son nefesimde,

adına dünya denilen rüyadan uyanarak,

gerçek olan o gecemin içine göç etmeliydim.

Alıntı...