Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu.
Hem dedi:


Musibet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi.
Ey şu asrın adamı!
Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı.

Hangi ef’âlinizle kazaya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki,
kazâ-i İlâhî mu*si*betle hükmetti, sizleri hırpaladı?


Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye.
Dedim:

Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı,
Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate.
Semâvâttan indirdi
Tufan, tâun misali, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. De*mek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.
Nev’en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet-i fik*ri idi. Hürriyet-i hayvânî, hevânın istibdadı.
Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık-ı Teâlâ yir*mi dört saatten bir saati istedi.
Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.
Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkat*le tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Kef*fâ*reten beş sene cebren oruç tutturdu.
Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.
O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:
Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a’mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi.
Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı,
Derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi.

....

Said Nursî …


Sade Metin:

Misaliler meclisinde o meclisin reisi tekrar sordu ve "Musibet her zaman hı*yanetin neticesidir ve mükâfatın da sebebidir. Ey şu asrın adamı, kader bir sille vurdu, kazaya da çarpardı. Hangi fiilimizle kazaya, hem kadere böyle bir fetva verdirdiniz ki, İlâhî kaza, musibetle hükmedip sizleri hırpaladı! Çünkü umumî musibetlere daima ekseriyetin hatası sebep olur?" dedi.

Dedim: "İnsanların fikri dalâleti. Nemrutça inadı, Firavunca gururu, yerde şişe şişe, göklere yetişti. Hem de yaratılışın hassas sırrına dokundu. Bunun üzerine, şu Birinci Dünya Savaşı'nın göklerden indirdiği tufan ve tauna benzeyen zelzelesi, gavura yapıştırdı semavi bir sillesi. Demek ki, şu musibet, bütün insanlığın musibetiydi. Bu bütün insanlığa şâmil olan bu musibetin müşterek sebebi, maddecilikten gelen ve hayvani hürriyet ve hevanın istibdadından doğan dalalet fikri idi. Hissemizin sebebi, islamiyet'in rükünlerindeki ihmal ve terkimizdi.

Zira Cenâb-ı Hak, yirmi dört saatten bir saati beş vakit namaz için istedi, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terkettik. Gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmidört saatte dâima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ayı, oruç için istedi. Nefsimize acıdık. Kefaret olarak, beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği malından, kırkından veya onundan birini zekât istedi. Cimrilikle, zulmettik, haramı karıştırdık, isteyerek ver*medik. O da bizden yığılmış zekâtı aldırdı. Haramdan da kurtardı. Amel ceza cinsindendir. Ceza, amel cinsindendir.


Aslında salih amel iki çeşittir: Birisi, musbet ve iradi. Diğeri, menfive mecburi... Bütün elemler, musi*betler, salih amellerdendir, fakat menfi vemecburidir. Hadis teselli verdi. Bu günahkâr millet kanıyla abdest aldı, fiilibir tövbe etti. Acil mükâfat olarak, şu milletin beşte biri olan dört milyonunavelayet derecesi şehitlik mertebesi ile gazilik verdi. Günahı sildi.



Said Nursi...



Misaliler Meclisi'nin, Birinci Dünya Savaşı ile başımıza gelen musibet ve felâketin hikmetini sorup kader sırrını araştırmasına karşılık verilen cevap çok enteresandır...

Allah nimet verdikçe insanlığa düşen vazife bunlara karşı şükür ve hamd ile karşılık vermektir. Oysa insanlar bilhassa Cenâb-ı Hakk'ın fen, teknik ve teknoloji yoluyla yaptığı müthiş ihsanlara nan*körce cevap verdiler. Aynen Karun'un "Ben bunları ilmimle elde ettim." (Kassas, 28/78) demesi gibi bir tavır aldılar. Bilhassa uçakların yapılması ile göklere çıktıkça Firavunluk ve Nemrudluk damarları kabarmaya başladı: "Beşerin dalâlet-i fikrisi, Nemrudâne inadı, Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvata." Artık "Gökleri bir kâğıt gibi deleceğiz ve Tanrı'nın yokluğunu ispat edeceğiz!" demeye başladılar. Nitekim Firavun da veziri Hamânâ "Bana bir kule yap, bakalım Musa'nın iddia ettiği gibi göklerde bir ilâh var mı araştıralım?" (Mu’min, 40/36) demişti. (Günümüzde Rus astronota Gagari'nin de benzer bir iddiasının olduğu söylenmişti.) Tabii bu sözler "Dokundu hassas sırr-ı hilkate."

Evet, insanın yaratılış hikmeti böyle bir nankörlük değildi. Onun için de "Semavattan indirdi tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi, gavura yapıştırdı semavî bir silleyi." Cenâb-ı Hak, insanlar azıp taşınca yerden gökten belâlarını yağdırır. Sodom ve Gomore'de, Lut kavmine ve diğer Ad ve Semud kavimlerine olduğu gibi... Ama bazen bunu teröristin elinde bombanın patlaması gibi, teknoloji ile küfrân-ı nimet edip şişiren insanların ellerinde aynı şeyleri patlatmakla veya ellerindeki gelişmiş silâhlan birbirlerinin kafalarına vurdurmakla yapar. Ama bunu anlama*yan zavallılar bunun İlâhî bir sille, unutulmaz bir ceza olduğunu bir türlü akıl edemezler. "Demek ki, şu musibet, bütün beşer musibetiydi. Nev'en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddîyunluktan gelen dalâlet fikriy*di, hürriyet-i hayvani, hevanın istibdadı."

Birinci ve ikinci Dünya Savaşı bütün insanlığı derinden sarsmıştı. Allah'ın medeniyetin imkânları ile bağışladığı (aslında ilhamen ikram ettiği) nimetlerin ve meyvelerin şükrü edâ edilmemiş olduğunu Cenâb-ı Hak Hz. Süleyman ile bir misal ver*mektedir:

"Daha sonra Süleyman onların (Saba Melikesi Belkis ve adamlarının) ita*atlerini bildirmek üzere huzuruna geleceklerini öğrenince yanındaki danış*manlarına: 'Değerli danışmanlarım, onların itaat içinde huzuruma gelme*lerinden önce içinizden kim onun tahtını bana getirebilir?' dedi. Cinlerden mağrur ve iddiacı bir ifrit: 'Ben, dedi sen makamından kalkmadan, onu sana getirebilirim. Benim onu taşımaya gücüm yeter, hem de zayi etmeden güvenilir tarzda getirecek emin bir kimseyim.' dedi. Ama yanında ki*taptan ilim olan bir zât da: 'Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu getire*bilirim.' der demez, Süleyman Kraliçenin tahtının yanıbaşında durduğunu görür. Bunun üzerine şu ayeti okur: 'Bu, Rabbimin lütuflarından, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir bu nimet. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder, nankörlük eden ise bilmelidir ki, Rabbim onun şükründen müstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, ihsan ve keremi boldur.'" (Neml, 27/38-40)

Acaba bizim suçumuz neydi?

"Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâm'da ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık-ı Teala yirmi dört saatten bir saati istedi. Beş vakit namaz için, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği malından, kırkın*dan, ya da onundan birini zekât istedi. Buhl ile, hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedik. O da bizden aldırdı müterakim zekâtı. Haramdan da kurtardı."

Peki neden böyle bir ceza uygun bulundu?

"Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir."

Burada namaz, oruç ve zekât sayıldığı hâlde acaba niçin hacdan söz edilmedi?

Hac ile ilgili hususu Sünuhat isimli eserinde açıklamaktadır:

"Rüya hacda sükut etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musi*beti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keffaretü'z zunub (günahlara kefaret) değil, kessaretü'z zunub (günahları çoğaltma) oldu. Haccın bilhassa tanışmakla fikir birliğine ulaşmayı, yardımlaşma ile çalışmaları ortak hâle getirmeyi tazammun eden içindeki İslâm'ın yüce siyasetinin ve çok geniş içtimaî faydaların ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâm'ı, İslâm aleyhinde kullanmaya zemin hazırladı.

İşte Hind, düşman zanne*derek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. (İngilizler, Hindli Müslümanları, Halifenizle ittifak halindeyiz, savaşa katılın diye karşımıza çıkarmışlardı. Çoğunun aklı başına ancak Çanakkale'de, İstanbul'da ezan seslerini duyunca geldi.)

İşte Tatar, Kafkas., öldürülmesine yardım ettiği şahsın, biçare valideleri olduğunu, 'Basra harap olduktan sonra' anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. (Onlar da Rusların benzer bir oyununa gelmişlerdi)

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor. (Meşhur İngiliz casusu Lâvrens'in kışkırtmalarına katılıp ihanete ortak oldular.)

İşte Afrika, biraderi tanımayarak öldürdü, şimdi vaveyla (feryat) ediyor.

İşte Alem-i İslâm, bayraktar oğlunun (Osmanlı'nın) gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti. Valide gibi saçlarını çekip ah-u fizar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, tamamen hayır olan hac seferi için yola koyulmak yerine, tamamen şer olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahat*ler ettirildi. İbret alınız."

Gazap ve kahır cezalarından farklı olarak musibederin hem kefaret olma, hem de sevaba vesile olma gibi bir özelliği var. Acaba bu meselede nasıl bir tecelli oldu?

"Bütün elemler ve musibeder, salih amellerdir. (...) Bu günahkar millet (Birinci Dünya Savaşı'nda) kanıyla abdest aldı, fiili bir tövbe etti. Acil olarak mükâfatı, şu milletin beşte biri olan dört milyonunu evliyalık dere*cesine, şehitlik mertebesine çıkararak gazilik verdi, günahı sildi."


Abdullah Aymaz