Söz, sözün ve gönüllerin sultânı Mevlânâ’nın:

Eski zamanlarda yaşamış bir padişahın çok sevdiği bir doğanı vardı. Bir gün doğan saraydaki hayattan sıkılıp, daha özgür yaşayabilmek için saraydan kaçtı. Epey müddet gökyüzünde uçup bir dağın eteklerinde kurulmuş güzel bir köy görünce, oraya doğru süzüldü. İçinden de: “İşte özgürlük bu, hayat bu!” diyordu.

Köy içinde o ağaçtan bu ağaca dilediğince uçan, bir dalda karar kılamayan doğan, en sonunda, un eleyen bir koca karının çadırına gitmeye karar verdi. Kendi hâlinde yaşamaya çalışan bu insanlar içinde özgürlüğü bulacağını zanneden doğan, hayatının en büyük hatasını yaptığının farkında değildi. Kişinin başına ne gelirse zaten hep câhillikten değil midir?

Çadırına misâfir olduğu kadıncağız, ömrü sefâletle geçen, her öğün ne pişirip de çocuklarının önüne koyacağının derdinde fakirin biri idi. Saraylarda Padişah sofralarını bırakıp kaçan o güzel kuşu gören yaşlı kadın, tutup ayaklarından bağlayıverdi. Kanadını kesip güdük bir hale getirdi. Tırnağını kesip kolunu kanadını kan revan içinde bıraktığı doğanın önüne yesin diye saman koydu. Merhamete gelen kadıncağız, bakın doğana neler söyledi:

“Ehil olmayan ellere düşmüşsün zavallı kuş, sana iyi bakamamışlar. Kanadın ne kadar uzamış bak! Tırnaklarını hiç kesmediler mi senin? Nâ-ehil kişiler seni hasta ederler. Anneciğinin kollarına gel ki sana iyi baksın!” Daha neler neler…

Arkadaş, câhilin sevgisini de bu kadıncağızın kuşa olan sevgi ve merhameti gibi bil. Câhil, yolda daima çarpık, daima yampiri gider.

Padişahın gecesi gündüzü doğanı aramakla geçti. Kendisini bırakıp yaban ellere kaçan vefâsız kuşunu, en sonunda kocakarının çadırında buldu. Bir de ne görsün: çerezlerle kuş etleriyle besleyip okşamaya kıyamadığı vefâsız kuşu, toza toprağa bulanmış, tırnakları kesilip âdeta kanatları yolunmuş, perişan bir halde değil mi? Merhamet Sultanı Padişahın gözlerinden birkaç damla süzülürken dedi ki:

Lâyıktı bu sana, el-hak lâyıktı! Gördüğün bunca nimetin hakkı halbuki vefâkarlıktı. Sen ise vefâsızlık ettin. Ettiğini de buldun ya, doğrusu sana da bu lâyıktı! Cehennem ehliyle cennet ehli bir olur mu hiç? Sen ki, cennet gibi sarayımı terk edip bu cehenneme can attın! Bir Sultanın elinden kaçıp kendini bu kokuşmuş koca karının kollarına mı bıraktın? Lâyıktı bu sana, el-hak lâyıktı!

Bir bir pişmanlıkla yüreği dağlanan doğan, yaralı kanadını padişahın eline sürerken lisân-ı hâliyle affını diliyordu: “Hata ettim ben Sultanım, ben günah ettim; Ey kerem sâhibi, sen iyilerden başkasını kabul etmezsen, günahkârlar nereye varsın, hâlini kime arz edip ağlasın? Nankörlüğüme bakma ne olursun? Bütün kötüleri iyi eden lutfundan aldığım cesarette buldum ben bu cüreti.”

Bu hikâyeyi anlattıktan sonra Mevlânâ Hazretleri şu nasihatlerde bulunuyor:

Aman çirkin işlerde bulunayım deme! Zira bizim iyiliklerimiz bile o güzel Sultanın huzurunda çirkin görünmektedir. Hal bu ki sen, tâat ve hizmetlerinin ona layık olduğunu zannettin. Sen cürüm bayrağını onun için yücelttin. Allah’ı zikretmen, insanları onun yoluna davet etmen sana gurur mu verdi? Zikredebiliyorsan, sana izin vermişler. İzin verilmiş ki sana, O’nun yoluna çağırabiliyorsun. Hal böyleyken bu gurur niye? Kendini Allah ile konuşur mu zannettin? Niceler vardır ki bu şüphe yüzünden ondan ayrı düşer. Sultanın seninle beraber yerde oturduğuna aldanma sakın! Sen kendini tanı, haddini bil de, daha iyi daha edepli otur!

Doğan gönül yakıcı niyâzlar ile dedi ki: “Padişahım, tövbe ettim pişmanım, yeniden Müslüman oldum. Aslanı bile avlayacak derecede kuvvet ve cüret verdiğin kişi, gaflet ve sarhoşluk ile yolunu sapıtırsa, özrünü kabul eyle.

Tırnağımı kestilerse de sen beni kabul eder, benden yüz çevirmezsen, ben güneşin bile perçemini koparırım. Kanadım gittiyse de gam mı? Sen beni okşarsan, bu günahkârı bağışlarsan, felek bile benim oyunuma karşı mat olur. Bana kuvvet kemerini bağlarsan, dağı yerinden koparırım, bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, ordular kırarım.

Nihayet benim cüssem, bir sivrisinekten de aşağı değil ya... Ben de Nemrut mülkünü kanadımla vurur, târ u mâr ederim. Tut ki zayıflıkta Ebâbilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir. Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım, kurşunum, yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder. Taşım nohut kadarsa da savaşta ne baş bırakır, ne miğfer, ne de fil! Musa, savaşa bir tek sopasıyla gitti; ama o sopayla Firavunu da, kılıçlarını da kırdı geçirdi.

Doğan kuşunun af ve merhamet niyâzına Sultanın cevabı şu şekilde olur:

“Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar; ağlayıp taşan kimse af nimetime nâil olur. Ben birisine bir şeyi vermek istemezsem eğer, ona isteyebilmeyi vermem. Fakat gönlünü de bir kapattım mı, artık açmam. Rahmetim, o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı, rahmet denizi kabarmaya, dalgalanmaya başlar.

Bütün günahların Cenâb-ı Hakk’ın Rahmet deryasında mahvolduğu bir anı yakalamaya çalışalım. Bütün günahkâr doğan kuşlarının, Sultân’ın aff u mağfiretine nâil olması niyâzı ile…


Harun Kırkıl / Altınoluk Dergisi