Odalarımız Yoktu Bizim


Çocuklar neredeler?

Odalarındalar.

Akşam olmuş, eve babaları gelmiş, çocukların haberi yok. Odalarındalar ya!

* * *




Şimdi çocukluğuma bir yolculuk yapıyorum; çalışma odalarımızın olmadığı, sıcacık sobanın etrafında oturduğumuz, genişçe bir yer masasında diz çöküp, tüm kardeşler birlikte ders çalıştığımız çocukluğuma…

Okula kardeşlerimle birlikte yürüyerek giderdik. Normal yürüyüşle yarım saatte okula ulaşırdık. Dönüşümüz biraz daha yavaş olurdu; yorgunuz ya…

Koşa koşa dönerdik bazen de, hele günlerden cuma ise, tatili daha çabuk yakalayalım diyedir belki de…

Evimize gelmekle birlikte beyaz yakalı siyah önlüklerimizi çıkarır, ev kıyafetlerini giyer, şöyle etrafı bir kolaçan ederdik.

Öyle televizyon açık olmadığı için televizyonun karşısına oturmaz, bilgisayarımız olmadığı için bilgisayar başına tünemezdik. Sabahçı isek şayet, okul dönüşü öğle yemeğimizi yer, yapılacak iş var mı diye etrafa göz atardık.

Altı kardeş olduğumuz için, annemin bizim yardımımıza ihtiyacı olurdu. Ev toparlanacaksa toparlar, mutfakta yapılacak iş varsa onu yapardık. Sonra ver elini sokak…
Özgürlüğümüzün, kendimizin varlığının farkına vardığımız sokaklara… Ebelemece, saklambaç, elim sende, fotmiş, istop oyunlarımızdan bazılarıydı.

Kurallara saygılı olmayı, birbirimize değer vermeyi, ekip ruhunu, birlikte bir şeyleri başarabilme mutluluğunu hep oyunlarımızda, sokaklarımızda öğrendik. Nasıl bir işse, birimiz sokağa çıkmaya görelim, tüm mahalle çocukları sokakta olurdu.

Birbirimizin kokusunu mu alırdık nedir, ya da hisseder miydik birbirimizin varlığını kim bilir; onlar iletişimin telefon olmadan gönülle de olduğunu gösteren güzel tecrübelerdi.

Sayışarak oyuna başlardık, torpil işlemezdi. Ekip başkanımız olurdu, ona saygı duyar ikilik bilmezdik. Liderlik yapmasını da, itaat etmesini de bilirdik. Hırslı değildik; birbirimize karşı saygılı ve sevgi dolu idik.

Sen kazandın, ben kazandım kavgası yoktu, hepimiz kazansın isterdik. Kaybetmek, “mahvolmuşluk”; kazanmak, “siz de kimsiniz, tozunuzu savurduk” demek değildi.

Akşam olmadan eve dönerdik. Çünkü öyle sözleşilmişti, âilecek yapmış olduğumuz açıkoturumda… Hemen masamızı kurar, ödevimizin olduğu ders kitaplarını dizerdik masanın üzerine...

Şimdi tek kişi bir masaya sığamazken, dört kardeş nasıl da yerleşirdik etrafına… Sığabiliyorduk; kavga etmeden, “sen öteye git” demeden... Birbirimizin ödevine yardımcı olurduk. Benimkine ablam, kardeşleriminkine ben…

Babaannem yaşlılığına mağlub olur, bazen somyanın üzerinde uyuyakalırdı, hemen birimiz kalkar üzerinde battaniye örterdik. Battaniyeyi, boynuna doğru yerleştirirken kedi sesine benzer bir mırıltı çıkarırdı babaannem... Bu mutluluk mırıltısı idi, bilirdik.

Torunlarım büyümüş de, hiç kimse söylemeden, firasetleri ile, üşümeyeyim diye, üstümü örtüyorlar düşüncesinden çıkardı o ses… Tabiî ki hepimiz, babaannem rahatsız olmasın diye fısıltı ile ders çalışırdık.

Sadece biz yokuz, başkaları da var bu evde ve birlikte yaşamak saygı, sevgi ve fedâkârlığı gerektirir diye böyle yapardık. Babam oturduğumuz odada namazını kılardı. Biz hepimiz sessizleşirdik, babamız namaz kılarken yanılmasın diye…


Babamızın eve gelişi ise, bayram havasında karşılanırdı. Hepimiz, ilk önce ben sarılacağım babama diye fırlardık dışarıya. Babamıza kapıyı açan kişi olmak bir şerefti. Babam hep derdi:


“-Ne kadar yorulursam yorulayım, yavrularım beni böyle karşılıyorlar ya hiçbir yorgunluğum kalmıyor.” diye… Sevgi, yorgunluğa da merhem olurmuş demek, o zamanlarda öğrenmiştik.

Evin kapısı çalınır koşar açardık. Komşulardan birisi olurdu genelde... Ya sıkılmış bir şeye keder etmiştir, ya da sevinmiştir. Mutluluğu da, kederi de birbirimizle paylaşırdık.

Misafir gelince eve hepimiz “Hoş geldin!” demek zorundaydık, birimiz deyip de öbürümüz bakmazdık. Misafir kutsaldı ve her türlü saygıya lâyıktı. Evlerimiz hayat üniversitesi gibi idi. Dertlere çözümler üretilir, annem ve babaannem tarafından, biz canlı tanıkları olurduk.


Yemeğe hep beraber oturur, sessizce yemeğimizi yerdik. Önceden kalkmak gibi bir lüksümüz yoktu, hep beraber oturur, hep beraber kalkardık. Sofranın kurulmasına, toplanmasına, annemiz bizi çağırmadan koşardık.

Önceliğimiz okul değildi. Önceliğimiz derslerimiz değildi. Biz bir âile idik ve birbirimize karşı sorumluluklarımız vardı.

Bazen ders çalışmak için odasına çekilen kızıma sesleniyorum:

“-Yavrum, lütfen tüm vaktini odanda geçirme, dersini bitirdikten sonra aramıza katıl. Bizim senin sesine, sevgine, ilgine ihtiyacımız var. Senin de bizimkilere…”

Eskiden esirler, kürek mahkûmu yapılırmış. Şimdi bizim çocuklarımız gönüllü sandalye mahkûmu…

Okula servisle giderler, otururlar koltuklara; okulda otururlar saatlerce sıralarda; eve gelirler yine otururlar saatlerce masalarının başındaki sandalyeye ders çalışalım diye, bilgisayarla yazışalım diye…

Arkadaşlıklar sokaklarda değil, sanal âlemde, elektrikli kutuların içinde… Hapsediverdi kendilerini çocuklarımız, bu kutuların içine… Sandalye mahkûmu çocuklarımız, odalarında…

Ne uyuyup kalan babaannelerinin üstünün açıklığından haberdarlar, ne mutfakta annelerinin onların yardımına olan ihtiyaçlarından; ne de eve gelen babalarından… Geçen gün kızıma öğretmeni:

“-Senin işin sadece öğrencilik!..” demiş.

Sadece öğrencilik mi? Nasıl olur! Onlar hem kul, hem evlat, hem torun, hem arkadaş… Öğrencilik bunlardan sadece birisi… Yıllar süren öğrencilikler, odalarından dışarı yemek yemekten başka çıkmayan çocuklar…

Yalnızlığı bu kadar istemeseler keşke! Kabirde istedikleri kadar yalnız olacaklar zira…

Bazen bütün çocukları, gençleri robotlara benzetiyorum. Hayatın ne olduğunu en çirkin tarafından, televizyonlardan öğrenen çocuklar… Bizim hayat üniversitelerimiz kapanmış, kapılarına kilit vurulmuş çünkü… Ne gelen komşu var, ne de verilen nasihat.


Arkadaşım anlatıyordu da ağzım açık kaldı:


“-Ben çocuğumun sınavı olduğu zamanlarda, bir hafta önceden tedbirimi alır, eve misafir kabul etmem. Çocuğum derslerine güzelce çalışsın diye…


Biz, hem sınava çalışır, hem de gelen misafirlerimizle ilgilenirdik. Bilirdik ki, misafirin duâsı Allah katında ânında kabul olunur.

İstanbul nasıl hem erlerin kılıcı ve hem de erenlerin duâsı ile fethedilmişse; biz de okullarımızı hem kalemlerimizin gücü, hem de evde gönlünü ferah ettiğimiz komşularımızın, misafirlerimizin, büyüklerimizin duâsı ile bitirirdik.

Odalarımız yoktu bizim; fedâkârlık beraberlikte öğrenilirmiş!.. Odalarımız yoktu bizim, diğergamlık beraberlikte öğrenilirmiş. Odalarımız yoktu bizim, ana-babamızı doya doya gördük.

Nasılsa zaman rüzgârı hepimizi uçuracak o en güzel sığınağımızdan, âilemizden… Birbirimizi doya doya görüp, ihtiyacını giderip, duâlarını alsak ya!
Sandalye mahkûmluğu ne diye?!

Fatma Hale Liman