İslam’a ve Kur’an’a hizmet yolunda bizim mutlaka kendimize rehber edinmemiz gereken bir ölçü vardır:

Dine hizmet ettiğini düşünen her mümin kardeşimiz, iman ve Kur’an hizmetinde önde, pâye, ücret, makam, mansıp ve ganimette geride, gerilerin de gerisinde bulunmalıdır. Devr-i risaletpenâhîde meydana gelen şu olay ve benzerleri iyi bir örnek mahiyetindedir. Şöyle ki, yeni Müslüman olan bir bedevi, muharebelerin birinde Efendimiz aleyhissalâtü vesselam’ın ordu saflarındaki yerini alır. Muharebe olur, biter ve ganimet dağıtılırken, bu sahabi kendisine verilen ganimeti reddeder ve bunu, kendisine yapılmış acı bir teklif olarak kabul eder.


Sonra da elini kaldırır, gırtlağını göstererek Allah Resûlü’ne şöyle der: “Ya Resûlallah! Ben bunun için Müslüman olmadım. Müslüman oldum ki işte şuradan bir ok yiyeyim.” Muharebenin ikinci bölümü başlarken, bu bedevi kendisini kıyasıya düşman saflarına atar ve muharebe nasıl neticelenirse neticelenir. Şehitler aranırken, onu da Efendimiz’e söylediği gibi parmağıyla işaret ettiği yerden ok yemiş olarak bulurlar. Hakikaten, İslam’la henüz tanışmış o bahtiyar mümine muharebenin ne ilk bölümünden ne de sonundan ganimet almak nasip olmamıştır...
Buna benzer diğer bir hadise de siyâsî olduğu kadar askerî bir dâhî olan Amr b. el-Âs için söylenir. Müslüman olduğu ilk dönemlerde kendisine ganimet teklif edilince o dev insan bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlar ve “Ya Resûlallah! Ben bunun için Müslüman olmamıştım!” der. Mücadele verirken karşılığında ne makam, ne mansıp, ne şeref, ne de maddî menfaat adına bir şey beklememe Müslümanlıkta önemli bir esastır.



Büyükler bir şey istememişler; ama verildiği zaman da onu almışlardır. Meselenin farklı bir yönü de olsa, ganimeti almanın günah olmadığını belirtip geçmekte de fayda var.
Mücadelede önde, ücrette arkada olma düşüncesine sahip insanın söyleyeceği sözler şunlar olmalıdır: “Eğer birisi terleyecek veya zorlanacak yahut da meşakkat çekecekse o kişi ben olmalıyım. Yine bir kimsenin Allah için malını mülkünü harcaması ve parasını sarf etmesi gerekiyorsa o kişi de ben olmalıyım.” Evet, Kur’an’a hizmet ettiğine inanan her mümin, mücadelede önde olduğunu fiilen böyle koşarak göstermelidir.

İman ve Kur’an hizmeti adına yorulma ve onu muhtaç sinelere anlatmada önde bulunma, övülecek bir şey olmakla beraber istisnâî bir durumu arz etmekte de fayda var: Böyle bir durumda anlatan veya yorulan kişinin enaniyeti okşanıyor, kendisine bir hodfuruşluk geliyor ve bazen de başkası onun konuşmasından rahatsız oluyorsa, o kişinin önde değil de arkada olması ve din adına anlatılacak şeyleri bir başkasına anlattırması daha makbul, daha ihlaslı ve daha sevaplı olur. İstisnaî de olsa bu duruma da dikkat etmek gerekir.

“Ben ilklerden ve baştakilerden idim”
Hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede çalışan fertler, çalışmada önde olup mükâfat taksimine gelince de arkada bulunurken hiçbir zaman özel konumlarına bakmamalıdırlar. Evet bir topluluk içinde dinine hizmet eden hiçbir fert, “Ben bu hizmette ilklerden ve baştakilerden idim.” dememelidir. Mesela, iman hizmeti adına Mekke-i Mükerreme’de olan ilk Müslümanlar Medine’ye hicret ettikleri zaman orada bulunan muhacirlere şayet, “Biz sizden evvel Müslüman olduk, siz bize uyacak, bize tâbi olacak ve bizi dinleyeceksiniz.” demiş olsalardı, bunlar kısmen de olsa sevaplarını hebâ etmiş olurlardı.



Medineliler de eğer onları kabul etmeselerdi, onlar da kadirnâşinaslık yapmış olurlardı. Aynen sahabîler gibi, günümüzde de iman ve Kur’an hizmetinde de üç yüz seneden beri ilk defa bir çığır açarak, mağaralarda uyuyanlara seslenen ve onları uyaran kimseler vardır; evet işte bunlardır ki Kur’an’ın büyük yolunu bizlerin önüne açmış ve “Buyurun, hizmet edin!” demişlerdir. Bu ak yolun ilk kahramanları ölüm tehlikesi, idam tehdidi altında, din ve Kur’an hizmetine hep sahip çıkmış, ufkumuzda bir yalancı şafağın dahi henüz belirmediği ve tek şimşeğin çakmadığı dönemlerde, her şeye rağmen bu uğurda pek çok fedakârlıkta bulunmuşlardır. Bize düşen de onlara karşı hep kadirşinaslıkta bulunmak olmalıdır. Eğer onları büyük görmez hatta onlardan feyiz alamazsak, kadir kıymet bilmemişlerden oluruz. Ama onlar da kendilerinden küçükler üzerinde faziletfuruşluk nevinden onların gıpta damarlarını tahrik edecek tavırlara girerlerse, kibre, gurura girmiş, değer (ve kıymet)lerini ayak altına almış olurlar. Yani bu meselede karşılıklı bir sorumluluk söz konusudur. Binaenaleyh bu yüce yolun ilk yolcuları tevazuyu elden bırakmamalı ve turnikeye daha sonra girenlere karşı faikiyet iddiasında bulunmamalıdırlar. Aslında böyle bir ahlakı bize Kur’an-ı Kerim öğretmektedir: “Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek müminler): ‘Ey kerim Rabbimiz, derler, bizi ve bizden önceki mümin kardeşlerimizi affeyle! İçimizde müminlere karşı hiçbir kin bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen raufsun, rahîmsin!’ (Haşr Sûresi, 59/10)
Evet bu, mümince bir düşüncenin ifadesidir, Rabbim bu mümince düşünceyle bizi serfiraz eylesin.

ÖZETLE
1- Dine hizmet ettiğini düşünen her mümin kardeşimiz, iman ve Kur'an hizmetinde önde, pâye, ücret, makam, mansıp ve ganimette geride, gerilerin de gerisinde bulunmalıdır.
2- Bir topluluk içinde dinine hizmet eden hiçbir fert, "Ben bu hizmette ilklerden ve baştakilerden idim." dememelidir.
3- Bizden önce bu çığırı açanları büyük görmez, hatta onlardan feyiz alamazsak, kadir kıymet bilmemişlerden oluruz


M.F.G.