A. ALİ URAL

Uçmak ne ki, yerde leş arıyorsa gözler! İşte akbabalar da uçuyor gökte kara lekeler bırakarak. Var mı uçabilen kalbinin üstünde! Tayy-ı mekân edene itibar ediyorlar ne tuhaf! Ya su üstünde yürüyenlere ne demeli; balıkları denizde yürütmüyor mu Allah!
Var mı yürüyebilen kalbinin üzerinde! Ah kolay mı O’na ulaşmak! 1200 sene önce bir derviş aşkın yağdığı bir sahrada soruyor Rabbine: “Nasıl ulaşırım Sana!” Cevap bir mızrak gibi saplanıyor göğsüne: “Nefsini bırak!” O nefis ki, üç sınıf insanla Rabbi arasına kalın perdeler geriyor: “Zühdüyle kendini aldatan zâhid, ibadetiyle başkalarını hor gören âbid, ilmiyle oyalanıp haktan kopan âlim!” Ah her hastalığa deva buldum da, şifa bulmadı nefsim! Otuz sene halatın bir ucundan o, bir ucundan ben çektim! Cehennemle cennet arasındaki bu yarış sürerken, sarsılan ellerimden kan damlattım ben. Sonunda bir örsün üstüne serdim de nefsimi on iki sene dövdüm çekiçle kıvılcımlar saçarak. Ve bir gün gömleğinden sıyrılan bir yılan gibi, buruş buruş benliğimi bıraktım rüzgârlara. Akbabalar başka diyarlara uçtu. Nasihat istedi benden bir adam. O gün sadece iki kelime, iki safkan Arap atı gibi fırladı ağzımdan: “Göğe bak!”

Horasan şehrinin Bistam beldesinden Bâyezîd-i Bistâmî, 103 üstadın eleğinden geçti yedi deryayı bir yudumda içebilmek için. Devir ilk mutasavvıfların devriydi ve Yahya b. Muâz haber gönderdi Bistâmî’ye, “Burada biri var, sevgi kadehinden öylesine içti ki bir daha susamadı.” Bistâmî, habere haberle karşılık verdi: “Burada bulunanlardan biri de yedi deryayı bir yudumda içtiği halde hâlâ dudaklarını açarak ‘Daha yok mu?’ diye soruyor!” Allah’tan başka her şey bir aldatmacaydı. Hakk’a erdiklerini sananlar yoldaydılar henüz. Varılabilir mi O’nun künhüne, O ancak O’nunla biliniyorsa. “Ey sen ki bensin!” demek kimin haddine! Ruhî miracına talip oluyorsa her kim, işte merdivenler: Tevhid, marifet, muhabbet, sekr, fenâ, îsar ve melamet. Bâyezîd-i Bistâmî gibi itiraf etmek gerek: “Binlerce makamı geride bıraktıktan sonra gördüm ki; Allah’ın mânâsında değil lâfzındayım… Aşkın yağdığı bir sahraya açıldım; zemini ıslanmış; burada ayaklar kara batar gibi aşka batmaktadır.”

Tek başınayken bile O’nun huzurunda olduğunu düşünerek dizüstü otururdu Bâyezîd-i Bistâmî. Temizdi; ömrü boyunca bir kez sokağa tükürmemişti. Velilik sırrının edebe aykırı davrananlara emanet edilmeyeceğine inandığından, “büyük” diye nitelenen bir zâtı ziyaretten son anda vazgeçmişti. İnsanları, “Allah’ım! Beni cehenneme at ve vücudumu o kadar büyüt ki artık cehennemde başka birine yer kalmasın!” diyecek kadar, hayvanları, Hemedan’dan aldığı hardal tohumlarına karışıp Bistam’a gelen karıncaları Hemedan’a geri götürecek kadar aşkla severdi. Fakat insanların etrafında toplanıp ona iltifat etmelerinden hoşlanmazdı hiç. Bir seferinde onları yanından uzaklaştırabilmek için orucunu bozmak zorunda kalmış, bir başka seferinde insanların gözünde değerini düşürecek sözler sarf etmişti. “Kiminle dost olalım peki?” diye soranlara verdiği cevap şuydu: “Hasta olduğunda seni ziyaret eden, hata yaptığında tövbeni kabul edenle!” Sûretler değil sîretler önemliydi. Kalbi Allah’tan başka her şeyden boşaltmadan nasıl kul olunabilirdi! Nice ibadetler vardı ki, âfetler gizliydi içinde. “Yapılan ibadetlerde öyle âfetler vardır ki, o ibadeti yaptığınızda fazladan bir günah işlemenize gerek kalmaz,” derdi Bistâmî.

Kalbini gözleriyle meşgul etmeyen fakat kelimeleriyle sorguya çeken bir dervişti o. Tanıdıkça yeterince tanımadığını, andıkça yeterince anmadığını, sevdikçe yeterince sevmediğini, istedikçe yeterince istemediğini düşünmeye başlamış, “O’nu zikrettiğimi, O’nu bildiğimi, O’nu sevdiğimi ve O’nu istediğimi sanmıştım! Sonunda anladım ki, O’nun kullarını hatırlayışı benim zikrimden fazladır, O’nun kullarını bilişi, benim O’nu bilişimden fazladır, O’nun yarattıklarına olan sevgisi benim O’na olan sevgimden fersah fersah ötededir. Ve O’nun beni isteyişi benim O’nu isteyişimden fazla olduğu içindir ki, ben O’nu sevebildim, O’nun rızasını isteyebildim!” diye feryat etmişti. Ah bir de şaşkınlığı vardı ki kırlangıçlar gibi coşkuyla tavaf ediyordu Kâbe’yi. Hallac’ı, Şiblî’yi, Harakânî’yi, Senâî’yi, Câmî’yi, Attar’ı, İbnü’l-Arabî’yi ve Mevlânâ’yı peşine takıp aşk ülkesine göç ediyordu: “Ben ki sana muhtaç bir kulum ey Rab! O halde seni sevmemde bir gariplik yoktur. Asıl sen hiçbir şeye ihtiyacı olmayan yüceler yücesi bir Melik iken beni seviyorsun ya, işte buna hayret ediyorum!”