YİRMİALTI YIL ÖNCE, onbeş yaşında bir genç olarak yaz mevsimini Risale-i Nuru baştan sona okuyarak geçirmiştim. Risaleyi, ilk kez okuyordum. O ilk okumamdan, onbeş yaşında bir gencin alabileceği kadarını aldım; alamadıklarımı alma çabam ise hâlâ devam ediyor.

Risaleyi bu ilk okumam esnasında, uzun bahislerin içerisinden, birer vecize gibi, kısa ama özlü cümleler devşirip kaydettiğimi hatırlıyorum. Yazıp tekrar tekrar okuyarak hafızama kaydettiğim bu cümlelerden biri, Lemalarda, İktisat Risalesinde geçen, Yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yenilmez cümlesi idi. Sonraları, Hakikat Çekirdeklerinde, aynı mânâya işaret eden başka bir sözü de keşfedecektim: Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur

İlk cümle, o ilk gençlik yıllarımda bir hayat düsturu olarak zihnime ve vicdanıma nakşolduğu gibi, zaman içinde keşfettiğim ikinci cümle de zihnime yerleştiğinde, elindeki nimetle başkalarını imrendirme gibi pest ahlâklar lillâhilhamd semtime yaklaşmayacak; dahası, lüküs hayata, telezzüz ve tereffühe karşı iç dünyamda bir direnç oluşacaktı. Zaten, yine Bediüzzaman, bu fakr-u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdanın rikkat-i cinsiye vasıtasıyla duyacağı hüzün ve elemden söz edip, bu teellümün o nimetlerden gelen lezzeti acılaştırdığına da dikkat çekmiyor muydu?

Gelin görün ki, 80ler, 90lar ve 2000ler derken, gözlerim, birbiri ardısıra gelen dünyevîleşme dalgalarının, aynen Bediüzzamanın 1930larda gözlemlediği üzere, dünyayı dine tercih rejimi dahilinde, ehl-i İslâmın dahi hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye bilerek ve severek tercih edişine şahit oldu.

Bu süreç, elan devam ediyor. Rakamların gösterdiği üzere bu ülkede ve bir bütün olarak dünyada gelir adaletsizliği artar, zenginler ile fakirler arasındaki uçurum genişlerken, ehl-i din içerisinde de belli ilişkilerin rantını devşirerek zenginleşen bir zümre zuhur ediyor. Öte yandan, hemen belirtelim, elbette böylesi şaibeli ilişkiler yoluyla değil, helalinden kazanan, helalinden kazanarak zenginleşen insanlar da yok değil; ve onların kazancı için bize ancak helal olsun demek düşüyor.

Ancak, orada dahi, kazancın helalliği kadar önemli bir husus, haram kazanç yasaklandığı gibi, helâl kazancın israfla harcanmasının yasaklandığı gerçeği kısmen ihmale uğruyor. Gitgide, zenginleşen ehl-i din aileler arasında, hem ehl-i dünyaya karşı, hem kendi içlerinde bir rekabet halet-i ruhiyesi, bir kendini gösterme merakı boy gösteriyor. Açık yüreklilikle söyleyelim: Nice ehl-i din var ki, ehl-i dünya ile ve iman kardeşleriyle, aldıkları evin fiyatı, aldığı arabanın markası ve modeli, giydiği elbisenin markası ve fiyatı, gittiği lokantanın karizması üzerinden yarışıyor.

Ve bütün bunlar olurken, bu diyarda, nice insanın açlık sınırında yaşadığı; nice ailenin bütün efradı çalışırken dahi zorlukla geçindiği; büyükşehirlerin varoşlarında ve de giderek yoksullaşan kırsal kesimde Bediüzzamanın Şimdi ekser İslâm açtır gözlemine ve yüz aç adam teşbihine denk düşen manzaraların azalmayıp arttığı gerçeği gözardı ediliyor. Daha dün İstanbulun göbeğinde gördüğüm üzere, çöp tenekesinden çıkardığı kirli ekmeği açlığın zoruyla yiyen insanların yaşadığı bir diyarda, İslâmî hassasiyeti öne çıkan bir yazar İslâmî hassasiyeti bilinen başbakanın davetinde yedikleri yirmi küsur yemeği anlatıyor. Ülkedeki yoksulluk ve yoksunluğun boyutlarını gözler önüne seren kimi programlar, ağızların suyunu akıtarak izleyenleri dünyaya, daha fazla tüketmeye sevkeden reklam araları vererek yayınlanıyor. Ana sayfasında fakirlerin durumuna dikkat çeken bir haber yayınlayan dinî çizgide bir gazetenin, başka bir sayfasını dört kişilik bir ailenin yüzbin lira ödemeden çıkması imkânsız lüks bir lokantanın tanıtımına ve yemeklerinin tarifine ayırdığını; ve bunu bir kere değil, sürekli yaptığını görüyoruz.

Velhasıl, yoksulluğun yaygın olduğu, açların dahi bulunduğu şu diyarda, bu fakr-u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellümün lezzeti sadâsı duyulmuyor ortalıkta.

Neden böyle oldu sahi? Nasıl oldu da, ehl-i din içinden dahi niceleri, yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzetle fazla yer hale gelebildi? Vicdanlar mı karardı, kalbler mi katılaştı? Yoksa, Ekser İslâm açtır gerçeğinin artık geçersiz olduğunu mu düşünüyor birileri? Yoksa?

Oysa, bir Bediüzzaman gerçeği var bu zamanda müminâne hayatın bir nümune-i imtisali olarak.

Haydi diyelim ki Bediüzzaman bir nümune-i imtisal olarak görmeyenler var ehl-i din içerisinde; ya rahmet peygamberi kudsî nebinin hayatına ve Asr-ı Saadet hatırasına ne demeli? Ya Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz emrinin yanısıra, İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir de buyuran (bkz. İsrâ sûresi, 17:27) Kuranın apaçık beyanına ne demeli?

Dün, Şeyh Sâdinin Gülistan;ını okuyordum. Şu cümleler özellikle rikkatimi ve dikkatimi celbetti:

Yusuf Peygamber, Mısırın kuraklık yıllarında, açları unutmamak için, doyunca yemezdi. Üzümün tadını dul kadın bilir, meyve sahibi değil. Nimetin içinde rahat yaşayan, açın hali nedir, nasıl bilecek

ALINTI

Hayr ile...