Bir fırtına kopuyordu şehirde. Deli deli esen rüzgâr her şeyi istediği gibi istediği yere götürüyor, istediği şeyi istediği yerden söküp alıyordu. Etrafta koyu bir duman, sokaklarsa bomboş… Sanki Nuh’tan arda kalan bir tufan şehri can damarından yakalamıştı. Arnavut kaldırımlı caddenin bir ucunda sürüklenen umutlar, bir ucunda, umutları sürükleyen rüzgâr. Yusuf, demir parmaklı penceresinin önünden dışarıda olanları izliyordu. Gözü bir ara dışarıda öyle belli belirsiz titrek edalara kendini kaptıran kâğıda takılmıştı. Ortalık kıyamet günü gibi, hiçbir şey yerinde durmuyor. Ama bu kâğıt sanki yere tonlarca çiviyle çakılmışçasına taşlara yapışmış. Üşüyordu, her yanı titriyordu Yusuf’un Azrail misafir gelmişti sanki sigara dumanının tavanı simsiyah eden bu karanlık odaya. Sarıldığı battaniye bile onu ısıtamıyordu. Yusuf doğruldu oturduğu yerden, kalktı, sigarasından son bir nefes alıp küllüğü yakmayı istercesine sigarayı küllüğe bastı. Kısa kısa adımların eşliğindeki iniltilerle yıllara meydan okuyan tahta kapıyı araladı. Dışarda hüzzam makamlı rüzgârın uğultusu, yaprakların dindirilmeyen feryadı… Birden aklına zar zor hatırlayabildiği bir beyit geldi:



Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı



Birkaç kez bu beyti tekrarladıktan sonra büyük bir cesaretle fırtınaya korkusuzca direnen kaptan misali attı o mecalsiz kalan bedenini dışarı.

Çelimsiz adımlarla, bahçe kapısının gıcırdayan yalnızlığına inat parmaklarının kalabalığıyla kapıyı açıp sokağa çıktı ve o bir saattir izlediği kâğıdı yerden aldı. Hiç yüzüne bakmadan kâğıdın, döndü geriye ve yeniden o sigara dumanlarının ölümü besleyen odasına. Hemen pencerenin önündeki yerini aldı. Elini cebine attı tekrardan geri bıraktı. Korkuyordu Yusuf çünkü elini neye atsa hep bir felaket filizleniyordu ordan. Cebine götürdüğü elini cezalandırmak istercesine parmaklarını çıtırdatıyordu.

Az önce ki titremeleri bu dışarıya çıkma girişimiyle daha da şiddetlenmişti. Sobanın yanındaki odunlara gözü ilişti. Hemen ani bir hareket ve kararlılıkla odunları alıp sobayı tutuşturdu. Sobayı zor da olsa yakıp tekrar yerine geldi. Sobayı ateşe veren Yusuf’a Nemrutluk iyi gelmişti sanki. Hemen elini cebine attı ve sokaktan aldığı kâğıdı açıp şöyle bir göz gezdirdi. Kâğıdın tam ortasında iki damla kan, kanların altındaysa kurumuş iki çift gözyaşı. Sonra yazılanları merak edip okumaya başladı. Her satırda bir gözyaşı intihar etti. Her cümle de bir kirpik gözlere ihanet etti. Düşen her damla bir kelimeye denk geldi. Daha yarıya gelmemişti ki dayanamayıp kâğıdı katladı ve sobanın yanına fırlattı. Sonra döndü pencereden sokağı seyre daldı. Düşünceler denizi onu dün yaşadıklarına sürüklemişti. Neydi o yaşadıkları, bunları hak eden ne yapmıştı ki yani. Bütün derdi bir fidanda boy verip filizlenmekti. Yani bütün suçu bu muydu? Düşüncelere daldıkça dün oynadığı ama yönetmeni olamadığı filmin sahneleri gözünün önüne geliyordu. Her karede ayrı bir azap her azapta ayrı bir ölüm sancısı… Oysa onunla, onun için, ona dair olan her şeyi yapmaya hazırdı.

Sanki dün oynadığı filmi kaçırmışçasına birden kendi filmini kendine anlatmaya başladı:

“Bir Yusuf vardı. Adına sevda denen o müstesna güzellikten hiçbir zaman haberi olmamıştı. Yaşıyordu basit, yaşatmak istiyorlardı basit. Gerçek neydi, nerden geçilirde de o mumdan gemi ateşte erimezdi bilmezdi. Bilmezdi, suya mana yüklemenin ummanda boğulma bedelini, bilmezdi ateşte yanmanın kül olma külfetini, bilmezdi ak ve karanın nikâhından doğanın aşk olduğunu, bilmezdi…

Yıllar geçmişti ama her şey sahteydi Yusuf için. Gerçek denmeye değer hiçbir şey bulamamıştı bu koca âlemde. Yoktu varlık, varlıkta unutulmuştu yokluk. Tonlarca yalanın altında ezilen bir dünya, dünyanın mengenesinde sıkışan aciz insanlar. Her şey manadan uzak, görüntüden ibaret: Eşyalaşan kadınlar, nefsine yenilen erkekler ve neticesinde tensel zevklerle kirletilip iğrençleştirilen aşklar ve vuslatı ayaklar altına alan nefsanî duygular. Her şey dışı parayla sarılı, içi bomboş bir kumbara…

Yusuf, tam bu düşüncelerin cinnet getirme ruhaliyetleri içersindeyken bir Züleyha soyluya kaptırır yıllardır cimrice sakladığı o en değerli şeyi, gönlünü. Manasız kalan maddeler evreninde yörüngesini arayan Yusuf bulmuştu varacağı menzilin Çoban yıldızını. Üç yıl kadar uzun bir süre sadece uzaktan seyretmekle yetindi o Züleyha soyluyu. Çok zaman sonra adının Ela olduğunu öğrenen Yusuf, her anını ona adamak için zamanının kaptansız kalan bütün gemilerini yakmıştı. İntizar ile imtihan, imtihan ile yıllanan şarap tadı bir azap. Her azapta olgunlaşmak için yarışan dalsız budaksız bir fidan, Uğuldayan bütün rüzgârlarda fırtına, bütün tufan kırıntısı fırtınalarda Nuhluğu arzulayan bir eda…

Kuyu mu daha yakındır Züleyha soyluya, Züleyha soylu mu daha uzaktır elsiz ellerin vuslatına?

Yusuf Ela’yı uzaktan seyreylediği o yıllarda beyninden aldığı çekiçle her gün yüreğini dövüyor, her an ona eziyet çektiriyordu. Sökse sökülmüyor, delse delinmiyor. Ne yerinde tutabiliyor ne de yerinden atabiliyordu onu. Katmerlendikçe o içinden çıkılamaz durumlar, zamanın inci tanelerini topluyordu en dipsiz denizlerin ortasından. Yanmayı merak ediyor ama ateşe elini uzatamıyordu. Züleyha soyluyu istiyor ama kuyudan çıkamıyordu.

Her güne yeni bir umutla başlamak ve yeni bir sızıyla kapamak o günün defterini. Yazılar yazan el kalemsiz, serenatlar okuyan dil kelamsız. Her şey eksik, her şey yarım bırakılmış, her şeyde sonsuz bir bekleyiş var…

Ve Yusuf sırrını deşip vardı Ela’nın yanına tam üç yıl sonra. Ela bu, soyu Züleyha soyu, yolu sabırla bilenen iki yanı uçurum hicran yolu. Ela, önce Yusuf’a acımıştı ve tutmak istedi Yusuf’un elinden, kurtarmak için Yusuf’u bu hicranın kömür karası yalnızlığından Yusuf’a en gizemli peçeleri parçalayan bir bakış salmıştı. Yusuf uçuyor, kendini göklerin fevkinde sanıyordu. Düşünme melekesi yok olmuş yerine Aşk’ın hiçbir şeyin göze gelmediği ruh hallerine teslim olmuştu. Vursa Züleyha soylu onu en derin yerinden, yaksa her yanını o eşsiz nefesinden. Yusuf bunları istiyordu, Ela reddedişlerin okunmayası kitabını yazıyordu. Her şey anlamsız bir kaçışın öyküsüyle sırdaş olmuştu. Yusuf Züleyha soyluyu anmakta onu aramakta ve ona ram olmayı dilemekteydi ama Züleyha soyundan olan Ela hiç yoktu sanki ve bir gün olsun Yusuf’un sehersiz gecelerine ortak olmamıştı. Zaman bohçasını toplamış hızlı hızlı adımlarla yol alıyor ama Ela hala görünmüyordu günlerdir beklenen o yalın kalan ufukların ardından.

Yusuf bütün umutlarını kefene sarmış derin bir kabre sokarken, birden Ela çıkagelir Yusuf’un yanına. Yusuf, Ela’yı görür görmez hemen çıkar o derin çukurdan giyinir beyaz kefen yerine dünyadaki Ela soylu bütün renkleri. Ela tebessümle cevap verir bu huzurun ateşten örülü yumağına. Çıkarlar karanlıktan ve beraber yürürler dalga seslerinin denize serenatlar sunduğu bir sahilde. Yürürler boydan boya bir anda aydınlığı şah damarından yakalayan kenti.

Yusuf Ela ile yürüyorya sanki bulutlar yere serilmiş, yıldızlar önlerine halı yapılmış. Öylesine mutlu ki Yusuf martılara rakip bir edayla uçuyor sanki bulutsuz kalan göğün enginlerinde. Hiç bitmese, hiç geçmese zaman, saatler unutulsa, gün hiç kararmasa ve bu vuslat anına hicran zakkumları zehirli çiçeklerini hiç açmasa. Anlar kaydedilse ve anların elbiseleriyle giydirilse bütün bir ömür. Hep dinlese Ela, hiç susmasa Yusuf. Keşke hiç arkaya dönülmeden yürünse kentin bu ölümsüzleşen kaldırımlarında. Gelecekse ölüm bu vuslat anında gelse, dünyanın yalanları girmese ansızın birleşen bu ellerin parmakları arasına…

Yusuf, bütün heyecanıyla gönlünü kayık yapar ve alır Ela’yı da yanına açılırlar kara bir deniz’in kar beyazı yalnızlığına. Nice girdaplara meydan okur, nice fırtınalara muzaffer olurlar ve geri dönme vakti gelir dönerler geldikleri yere. Sahile yaklaşan kayık önceden aldığı darbelerle kırık dökük olmuştur. Ama buna rağmen kayığın hala kıyıya varabilecek gücü vardır. Çünkü Züleyha soylu Ela, Yusuf’un yanındadır. Çünkü Yusuf’un gözleri Ela’nın gözlerine mahkûm olmak için suç işlemeyi arzulamaktadır.

Yusuf başını bile oynatmıyordu ki bir an Ela’nın gözlerinden mahrum olurum diye. Ama her nedense, ne olduysa Ela sanki gözlerini Yusuf’a yasaklamış gibi, Yusuf’a baktırmıyordu onları. Anlamsız boşluklara bakmayı Yusuf’un gözlerine bakmaya tercih ediyordu. Yusuf bilmiyordu neler olduğunu, sermestti, sekerat halindeydi. Neden sonra birden Ela oturduğu yerden kalktı ve daldı karanlık denizin kara sularına. Yusuf atlamak istedi Ela’nın ardı sıra denize. Ama Ela gibi, denizde Yusuf’un vuslatına izin vermedi. Sevgisizliğinin en kara yeriyle sarıldı Yusuf’un çelimsiz boğazına deniz, sıktı, sıktı… Daha doymamıştı deniz Yusuf’un boğazını sıkmaya ama Yusuf sırf son bir kez de olsa Ela’nın gözlerine bakabilme ümidiyle sarıldı kayığa ve kurtuldu denizin ölüm sunan girdaplarının ağından. Kayık durmaksızın su alıyordu içersine batmasına ramak kalmıştı kayığın. Ama ümitvardı Yusuf, Ela’nın gözlerine son bir kez de olsun bakmak istiyordu. Avuçlarıyla boşaltmaya başladı suyu. Tamamen boşalttıktan sonra öteden beriden bulduğu ömür eskisi birkaç bez parçasıyla kırıkları tıkamaya başladı ve tıkadı bütün kırıkları.

Tam yerine oturup kürekleri çekmeye başlayacaktı ki gözüne Ela’nın kalktığı yerdeki kırık takıldı. Kırıktan içeri su sızıyor ve yavaş yavaş kayığı boğmaya hazırlanıyordu. Yusuf orayı onarmak için ayağa kalktı sonra vazgeçip oturdu yerine.

Oraya Ela oturmuştu. Nasıl onun teninin sıcaklığıyla ısınan suyun önünü tıkayabilirdi ki, nasıl kıyardı ordan akmayı hak edebilmiş ve nihayetinde akabilmiş sulara? Çünkü kendisi bir kerecik akamamıştı onun kırıklarının arasında, yok olmamış, boğulamamıştı varlığının yanı başında. Bari onun tenine değen sularda boğulsun, ölüm belki bu vuslat anıyla yakalardı Yusuf’u. Ela’nın vuslatında ölememek ama Ela’nın tenine dokunan suyla ölümü beklemek. Bu bile Yusuf için büyük bir nimetti. Asla engellememeliydi o kırıktan sızan suları. Akmalıydı o sular ve kayığın bütün günahlarını yıkayıp boğmalıydı Yusuf’u.

Vay be! dedi Yusuf, demek ölümü seni en son hisseden sularda boğularak tadacağım şükürler olsun rabbime. Yusuf bu düşüncelerin ve telkinlerin doruğundayken Ela da hırçın dalgalı denizi aşıp kıyıya varmıştı. Hemen sudan çıkıp başladı Yusuf’u ve onun kırık kayığının batışını izlemeye. Kayık nefes alabilen son zerresini de sulara gömünce Yusuf’un bedeni de yavaşça suların karanlığına gömülmeye başladı. Yusuf’un nefes alabilen son uzvunun da nefesi tükenince sular katran karanlığıyla galip gelmişti. Kıyıya varan Ela ise bu gidişe uzun bir süre alkış tutup zafer çığlıkları atan bir muzafferi andırıyordu sanki. Sonra döndü Ela arkasına son bir bakış bile atmadan kayboldu yıllarca sabırla beklenilen, ufukların ardında.

Yusuf’un imdadına yetişen tüm Züleyha soyluların yardımını reddediyordu Yusuf. Çünkü o Ela demişti tüm renklere, baktığı her yeri Ela’ya boyamıştı. Tuttuğu her eli Ela diye tutmuş, attığı her adımı Ela’ya varır diyerek atmıştı. Firakın sancılarıyla geçirilen onca zamanda tesellisiz kalan her bir zerreye Ela renkli çiçekleri sunmuştu. Sussa sessizlik Ela der, konuşsa göklere yükselen Nidalar Ela der. Hangi bahçeye girse, gözleri hemen Ela renkli fidanları arar ve başlar fidanların arasında vuslat dolu hülyalar.

Yusuf, Ela’sız ölümün ötesindeki bir yalnızlıktadır, Yusuf’a uzanan bütün eller kanla tanışır, bütün yürekler hüzne bulaşır ve kaçar Yusuf bütün Züleyha soylulardan. Kayığın Ela sıcaklığı kalan kırıklarını, onarmasına izin vermez hiçbir Züleyha soylunun. Boğar kendini o kırıktan akan avucunda biriktirdiği sularla.

Tam yılların yorgunu göz kapakları gözleri hapsedip ölümün derin sessizliğine gömerken Yusuf’u, bir el dokunur Yusuf’un gömleğinin arkada kalan en ıslak yerine. Dokunur sıcaklık yok, yırtmak ister gömleği Yusuf’ta gömlek yok.

Sonra ölümün soğuk kanlarıyla yıkanan Yusuf’u çeker kıyıya bir Züleyha soylu ve ister Yusuf’tan batan o kırık kayığını. Vermez Yusuf o kayığın tek bir parçasını ve döner ardına o Züleyha soylu, Yusuf’u kıyının kumları üzerinde bırakıp gider.

Yusuf mecalsiz kalan bedenini diz kapaklarına yükleyerek varır perdelerinin gün yüzüne hasret bıraktığı odanın en karanlık yerine…”

Yusuf filmin bu sahnelerini kendi kendine telkin ederken birden kapı çalındı. Korkuyordu Yusuf. Çünkü her kapıyı çalanın Ela olduğunu düşünüp kendini parçalıyordu ve her kapıyı açışında Ela yerine sonsuz bir karanlıkla karşılaşıyordu. Kapının tıkırtılarını duyan kulaklarını cezalandırmak isteyen Yusuf. Avuçlarının içiyle kulaklarını tıkadı ama olmadı ses hala geliyordu. Isınmak için bedenine sardığı battaniyeyi çıkardı başına doladı, kulaklarını tıkadı yine olmadı ses bir türlü kesilmedi. Çaresiz kalkıp kapıyı açmalıydı. Yerinden yavaşça doğruldu ve vardı kapının önüne. Kim o dedi ses yok, kim o dedi ses yok, kim o dedi ses yok… Tam odaya geri dönüyordu ki cılız bir ses “ben” dedi. Yusuf heyecanlanmıştı Ela’nın sesi miydi acaba bu diye bir ara duraksadı. Tam benzemiyordu ama hep kulaklarının yanılmasını istediği için tekrar kapıya yöneldi. Sonra bütün korkularını kapının koluna bağlayıp araladı kapıyı. Aralanan kapıdan bir şey görünmüyordu hemen kapıyı ardına kadar açtı. Yerde boylu boyunca uzanmış bir başka Züleyha soylu vardı. Yaşamın kahrını çekmekten bitap düşen bedenini, Yusuf’un kapısına salmıştı. Artık dinlenmek isteyen bu Züleyha soylu diğer Züleyha soylular gibi Yusuf’tan kayığını istiyordu.

Yusuf’ta kayık ne arardı ki. Bir tane kayığı vardı ve nihayetinde o da batmıştı. Onu da karanlığın kara sularından ancak Ela çıkarabilirdi.

Yusuf tekrar odasına döndü. Battaniyeyi tekrardan sardı bedenine ama hala çok üşüyordu ve artık ağrılar başlamıştı vücudunun her bir zerresinde. Bu hallere müptela olan Yusuf’un kulağına kapının gıcırtısı geldi biri kapıyı açmıştı ve hemen yeniden doğruldu Yusuf, kapıya varmak için bir iki adım attı ancak daha öteye gidemedi. Yorgun ve hasta düşen yerleri buna izin vermedi. Önce derin bir kalp ağrısı sendeledi zamanın yıprattığı bedenini. Sonra kararan gözlerle yığıldı yere. Hiçbir şeye yanmıyordu da Yusuf bir tek Ela’nın gözlerine son bir kez bakamadan gidişine yanıyordu. Yere düşen Yusuf bedeninde kalan azıcık canı da Ela’nın geleceği yollara yüzünü çevirerek ve ellerini o yöne uzatarak harcadı ve ELA, ELA, ELA… İnleyişleriyle elveda dedi. Önce kırık kayığa sonra gün yüzü görmeyen o karanlık odaya…