Berkan: Hükümet görevini ihmal etti   Konuyu açan: alptraum   İlk Mesaj: 03-13-2011 (12:54)   Son Mesaj: 03-13-2011 (12:54)    Cevap: 0    Gösterim: 600  

    03-13-2011

    Berkan: Hükümet görevini ihmal etti

    Berkan: Hükümet görevini ihmal etti


    Gazeteci İsmet Berkan'la Everest Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı 'Asker Bize İktidarı Verir Mi' vesilesiyle buluşan Gülay Altan, kitabında aradığı 'Büyük Ergenekon' ve asker vesayetinden yola çıkarak güncel siyaseti konuştu.

    Gülay Altan'ın röportajı

    İsmet Berkan geçen yıla kadar 10 yıl süreyle Radikal Gazetesi'ni yönetti. Görevi devredip Hürriyet Gazetesi köşe yazarı olmasının ardından yazdığı yeni kitabında 2002-2008 yılları arasında yaşanan ve yakın tanığı olduğu siyasi gelişmeleri özetledi. Bir hafıza tazeleme kitabı 'Asker Bize İktidarı Verir Mi'.
    'Türkiye'de demokrasinin, demokrasi dışı güçler ve daha çok Silahlı Kuvvetler tarafından nasıl manipüle edilmek ya da rayından çıkarılmak istendiğini anlatan bir laboratuar gibi 2002-2008. Benzer şeyler öncesinde de var ama söz konusu dönem gazeteci olarak içinde olduğum bir dönem; onu anlatmak benim için daha kolaydı' diye anlatıyor kitabı yazma nedenini. 'Halaskar zabitan' yani 'kurtarıcı asker' ruhunun Türkiye'ye sinen izlerini, demokrat bir mercekle süren Berkan'la kitabını konuşurken medyayı, genel yayın yönetmeni olmayı ve kendisine yakıştırılan 'Beyaz Türk' sıfatını da konuştuk.

    -Kitabınız 2002-2008 yılları arasını 160 sayfada özetliyor. Ancak ana konunun içinden çıkan dallar belki her biri için kitap yazılacak kadar çetrefilli.
    O dönem, 90'lı yıllar kadar çalkantılı geçti aslında. Kıbrıs tartışması, imam hatip meselesi, başörtüsü meselesi gibi... Bunların kendi içinde bir dinamiği var ve genel resim içinde de bir yere oturuyor; o ikisini bir arada yapmaya çalıştım. Amacım kolay okunur ve kısa bir metin çıkarmaktı, o nedenle içim rahat yoksa ansiklopedi çıkarmak da mümkün.

    -2008'de neden kesiyorsunuz meseleyi, çünkü anlattığınız olayların etkileri hala sürüyor?
    Bir yerde durmam gerekiyordu. İkincisi, AK Parti'ye açılan kapatma davasının da sonuçlanmasıyla birlikte Türkiye'de bir eşik atlandı. Orada durmak bana daha iyi geldi.


    İLERİ DEĞİL, YARI DEMOKRASİDE YAŞIYORUZ
    -Kitabınızda ülkemizde 'yarım demokrasi' yaşandığını söylüyorsunuz. Hükümetin tanımlamasıyla ise 'ileri demokrasi' yaşıyoruz.
    İleri demokraside yaşadığımızı düşünmüyorum. Yarı demokraside yaşıyoruz ve gereken hukuki altyapı kurulmadıkça, kafalar değişmedikçe öyle kalmaya da devam edeceğiz.

    -Asker vesayetine karşı bir kitap yazdınız fakat bugünlerde yeni bir şey tartışıyoruz; 'polis devleti'. Sizce 'polis devleti' olma tehlikesi rasyonel mi?
    Demokrasi dediğiniz düzen sürekli kendi içinde tartışan, kendini yenileyen, kendini düzeltmeye çalışan bir sistem. Bana soracak olursanız; sivil vatandaşlar açısından polisle, savcıyla ve onların kötü uygulamasıyla mücadele etmek askerle mücadele etmekten daha kolay. Hükümetler geçmişte askerle mücadele etmemeyi seçtiler, belki bu dönemde de polisle mücadele etmemeyi seçecekler. Türkiye'de bence polisten daha önemlisi, savcıların konumu. Savcıların hesap verebilirliğinin sağlanması Türkiye açısından çok iyi olur.

    -Dile getirilen korkuları çok yerinde bulmadığınızı anlıyorum, doğru mu?
    'Polis devleti' demek çok ileri bir yorum. Yani Türkiye geçmişte nasıl asker devleti değildiyse, ama yarı askeri, yarı demokrasi durumu vardıysa şimdi de polis devleti değil. O kadar abartmamak lazım ama polis bağlantılı bir sürü kötü olayla karşılaşıyoruz. Elbette var endişem. Sürekli endişe edecek ve bu işin takipçisi olacaksınız ama böyle bir endişem var deyip de korkup gitmiyorum, eyvah polisler geliyor diye.

    -'Türkiye'de öncelikli sorun polisin değil savcıların konumu' dediniz; bunu biraz daha açar mısınız?
    'Polis devleti'nden ziyade 'savcı devleti' olma tehlikesi daha yakın geliyor bana. Polisin dokunulmazlığı yok ama savcıların var. Yani yargı bağımsızlığının arkasına sığınabiliyor savcılar. Bu konuyu Türkiye'nin bir an önce bir sonuca ulaştırması lazım.

    'BÜYÜK ERGENEKON'A YAKLAŞILAMADI BİLE
    -Kitabınızda anlattığınız ve sizin koyduğunuz isimle 'Büyük Ergenekon' yapılanmasının aydınlatılmasında gelinen noktayı nasıl buluyorsunuz?
    O 'Büyük Ergenekon'a çok yaklaşılmadı zaten. Belki İkinci Ergenekon Davası'ndaki darbe teşebbüsleri yargılanıyor diyebiliriz. Tabii savcı değilim ayrıca savcılara akıl verecek durumda da değilim. O dönemi yaşamış biri olarak söyleyebilirim ki Türkiye'de bir sürü darbe teşebbüsleri oldu. Onlar bu kitapta yazıyor, soruşturmanın ana konusu bu olmalıydı. Ay Işığı, Yakamoz gibi, sonra bu hazırlıkları yapanlara bir dizi sivil unsur da katıldı. Ama savcının metodolojisi benim önerdiğim gibi değil, yapacak bir şeyim yok. Demokrasiye karşı işlenmiş suçlar Türkiye'nin yanına kar kalmamalıdır. Bunun dersinin verilmesi önemli bir şey. İnşallah Türkiye verebilir bu dersi ama benim dediğim 'Büyük Ergenekon' yapılanması konusunda hükümetin yargıya yardımcı olması gerekir. O yardımı görmüyoruz

    -Hükümet nasıl yardım edebilirdi?
    Hükümetin elindeki araştırma, soruşturma kapasitesi ve yetkisi ne savcılarda ne de TBMM'de var. TBMM, Meclis soruşturması yoluyla bile Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun ulaştığı yerlere ulaşamaz. O yüzden Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun ta başından beri çalışıyor, raporlar yazıyor olması gerekirdi. Başbakanlık Teftiş Müfettişleri sorgu hakimi sıfatıyla soruşturma yapar, giremeyecekleri yer yoktur, hazırladıkları raporlar iddianame yerine geçer. Biz bir sürü şeyi biliyoruz fakat delillendiremiyoruz. Nasıl delillendireceksin, bunu yapabilecek beceriye sahip yer Başbakanlık Teftiş Kurulu.

    HÜKÜMET GÖREVİNİ İHMAL ETTİ
    -2004'te hükümet Sarı Kız'ı biliyordu diyorsunuz kitabınızda.
    Evet, hükümet bunu duyduğu zaman 'Ya, bir dakika burada suç var' demeli, soruşturmayı başlatmalıydı. Bir devlet memuru olarak suçu soruşturmuyorsanız bu görevi ihmale girer ama yapılmamış bu.

    -Neden yapılmamış sizce?
    Bunun cevabını Başbakan'ın vermesi lazım. Yani Ergenekon konusunda ne kadar samimiler ve yardımcılar o izahı onların vermesi lazım. Bu, yargının işidir deyip çekilemezler aradan. Onların da idari olarak böyle bir görevi ve sorumlulukları var.

    -'Bu davanın uzaması hükümetin aleyhine' yorumları var ancak size göre uzamasında pay sahibi...
    Bu şekilde olması hükümetin işine geliyor bence ama siyasi yorumların ötesinde adli yargılamanın kendi dinamizmi var; soruşturmanın sonu nereye gidecekse, oraya gidecek. Savcı 'hükümete zarar mı veriyorum, faydalı mıyım' diye bir şey düşünemez! Düşünmüyordur umarım. Hükümetin neden yardımcı olmadığı sorusu yüksek sesle sorulmalı. Ahmet Şık, Ertuğrul Mavioğlu gibi arkadaşların sorduğu sorular da sorulmalı.

    Bu bir istihbarat savaşı
    Soruşturmanın gazeteciler boyutunu nasıl yorumluyorsunuz?
    Tuncay Özkan iyi bir gazeteciydi ama son döneminde ne kadar gazetecilik yaptı tartışmalı bir konu. Siyasi bir hareketin başındaydı. Mustafa Balbay, çok eski bir arkadaşım ama yaptığı ne kadar iyi gazeteciliktir tartışırım. Onun sahip olduğu bilgilere ben sahip olsaydım o gün yazardım, beş yıl geçmesini beklemezdim. O ise yazmamayı tercih etmiş; bilmiyorum neden? Suçlulukları ya da suçsuzlukları hakkında bir şey söyleyemem ama Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan'ın durumu bu. Son dalgada tutuklananlara bakarsak da Soner Yalçın'ın gazeteciliği konusu son derece tartışmalı ama Ergenekon ile ne kadar bağlantılı olduğunu bilmiyorum. Bu bir istihbarat savaşı, Soner Yalçın da bilerek ya da bilmeyerek bu savaşın içinde rol aldı. Nedim Şener ile Ahmet Şık'ı da birbirinden ayırmak lazım. Ahmet Şık, Soner Yalçın'ın tutuklanmasını ve onun hakkında açılacak davayı rasyonalize etmek, o soruşturmayı genişletmek için içeri alındı. Bir nevi kurban bence Ahmet Şık. Savcıların Nedim Şener'i aynen Soner Yalçın gibi gördüğünü düşünüyorum. Haksızlık ediyorlar bence; Soner Yalçın ile ilgili aynı şeyi söyleyemem ama Şık ve Şener için gazetecilikten başka bir kaygıları olduğunu düşünmüyorum.

    PSİKOLOJİK SAVAŞ ALTINDA YAŞIYORUZ
    - Ahmet Şık'ın savcılığa götürülürken Fethullah Gülen'i kastederek söylediği 'Dokunan yanar' cümlesine siz inanıyor musunuz? Sizce de böyle bir 'yanma' durumu var mı?
    İnanıp, inanmamakla ilgili bir mesele değil bu. Çok basit bir araştırma konusu. Bir gazetenin muhabiri otursun, çıkarsın listeyi. Kayseri'de bir Fethullahçı askerler soruşturması oluyor, soruşturmayı açan savcıların başına neler geliyor? Erzincan'da tarikat soruşturması oluyor, o soruşturmayı açanın başına neler geliyor? Son birkaç yılın hadiseleri bunlar. Kolayca çıkartılabilir ve dokunan yanıyor mu yanmıyor mu hemen anlaşılır.

    - TSK'nin siyasi parti gibi hareket ettiğini bunu yaparken de psikolojik savaş taktikleri uyguladığını söylüyorsunuz ve şüphenizi devam ettirip belki bu, bugün de sürüyordur diyorsunuz. Gazeteler ve gazeteciler bu psikolojik savaşın neresinde sizce?
    Sürüyor tabii ki. Türkiye'de nüfusun yarıdan fazlasının 30 yaşının altında olduğunu düşünürsek sokakta gördüğümüz her iki kişiden birinin en azından eğitimi süresince aldığı endoktrinasyonun kurbanı olduğunu ya da yalan bilgilerle donandığını söyleyebiliriz. Devletin resmi tarihi içinde bu endoktrinasyona hepimiz tabi tutuluyoruz. Üstüne de her Allah'ın günü psikolojik savaş altında yaşıyoruz. Sağ olsun medyamız da bu konuda yeterince bilgili ve duyarlı değil. Bu konuları yeterince ince süzgeçlerden elemeden direkt bizim karşımıza çıkarıp görüş oluşmasına neden oluyor. İşte, kavga gürültü gidiyoruz.

    Medyadaki kutuplaşma lise münazarası düzeyinde
    - Dönüp baktığınızda yeni bir Radikal var, nasıl buluyorsunuz?
    Dönüp bakmıyorum, kurtuldum diye gayet mutluyum, askerliğimi bitirdim ben.

    - Ama sizin yaptığınız gazeteden farklı, başka bir gazeteye dönüştü.
    Normal bir şey bu. Gazeteler bir yanıyla çok kurumsal, diğer yanıyla da çok kişisel yapılardır. 'At sahibine göre kişner' diye bir laf var. Her gelenin kendi bakışını, kendi üslubunu oraya koymasından daha doğal bir şey yok.

    - Liberal olarak tarif ediliyorsunuz, siz kendinizi böyle tanımlar mısınız?
    Kendimi etiketlendirmeyi seven biri değilim. Ben İsmet Berkan'ım başka bir şey değilim.

    - Gazetelerdeki kutuplaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Türkiye'deki kutuplaşma gerçek ama bu kutuplaşmanın gazetelere yansıyan bölümü son derece sığ. 'Ben onu seviyorum, sevmiyorum' seviyesinde bir kutuplaşma. Herkes kendine göre argüman üretiyor, sonuçta lise münazara takımlarından bir adım bile ileride değiliz. Bu seviyede ve birazcık da Amerikan filmlerindeki mahkeme sahnelerinden etkilenmiş avukat numaralarıyla bilgiye değil de zekaya, kurnazlığa dayalı argümanlar.

    - Hürriyet'te son dönemde yeniden taşlar yerinden oynuyor. Yazı günü azaltılanlar ya da yazıları tamamen kesilen köşe yazarları var.
    İnternetten öğrendim. Buna ne karar veren pozisyondayım ne de başka bir şey. Benim dışımda.

    - Elbette ama muhalif oldukları için çıkarıldılar yorumuna bakışınızı merak ediyorum...
    Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum çünkü sorarsam bu işin içine dahil olabilirim. Ben kenarda durmayı tercih ediyorum. Böyle şeylerin çok zor yapıldığını bilirim, ince elenip sık dokunarak ve uzun zamana yayılarak alınır böyle şeylerin kararı. Ne desem boş.

    Yayın yönetmenliğinde, bir olurken mutlu olursunuz bir de bırakırken
    - Ertuğrul Özkök, yayın yönetmenliğini bıraktı ve 'nehir kenarında' oturmaya başladı. Var mı sizin de böyle bir metaforunuz?

    Nehir kenarında oturma gibi değil ama tekne sahipliğiyle ilgili 'Tekneyi bir aldığın gün mutlu olursun, bir de sattığın gün' diye bir şey söylenir ya. Ben de aynı şeyi genel yayın yönetmenliği için söylüyorum: Bir olduğun gün mutlu olursun, bir de bıraktığın gün! Arası çok zor...

    - Yayın yönetmenliği çok vakit alan bir şey, şimdi vakit size kalınca bir boşluk oldu mu?
    Yok, tam tersine. 2003 sonunda baba oldum, oğlumun çocukluğunun bir bölümünü kaçırdım. Şimdi ağustos ayında bir kızım oldu. Onun bebekliğini görüyorum, çok memnunum yani.

    - Ne yapıyorsunuz?
    Bir kitap daha yapacağım. Onun için daha çok çalışmam lazım. Bu kitaba göre birazcık daha zor bir kitap o. Bir de, bir-iki sinema filmi projem var, onları yapmak istiyorum. Senaryo yazacağım.

    - Yayın yönetmenliğinden sonra sade yazar olmak insanın egosuna zarar verir mi?
    İnsanına bağlı, benim egom o çeşit değildi, o yüzden etkilenmedim. Genel yayın müdürlüğünü bıraktınız diye mesleği bırakmanız gerekmiyor. Zaten ölene kadar yapılacak bir iş de değil. O gücü kaybetmek belki birilerini etkiliyor olabilir ama benim çok umurumda olmadığı için çok önemsediğim bir şey değil.

    Asker 'Kol kırılır yen içinde kalır' dedi
    - Emekli askerlerin konuştuğu bir dönem yaşadık, bazıları soruşturma dolayısıyla hapiste, bir de hiç konuşmayanlar var...
    Mesela, Hüseyin Kıvrıkoğlu hiçbir zaman çıkıp konuşmadı. Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir ismin daha sonra konuşması pek rastlanmış bir şey değildi. Ama örneğin Hilmi Özkök konuşmak zorunda kaldı. Emekli olduktan sonra çıkıp konuşsalar ya da hatıralarını yazsalar keşke... Konuşan askerlerinse çok anlamlı şeyler söylediğini düşünmüyorum.

    - Hilmi Özkök son açıklamasında 'Aslında şöyle oldu, böyle oldu diyerek benim bu sürece müdahalem olamaz' demişti. 'Aslında şöyle oldu' diyecek bilgisi varsa demesi gerekmez mi?
    Bakın Balyoz olayından söz ediliyor. Türkiye'nin savcıları, Balyoz diye bir darbe girişimini 6 yıl sonra bir gazete aracılığıyla öğrendiler. Oysa 2003'ün Mart ayında bu konu Genelkurmay içinde, Kara Kuvvetleri içinde resmi bir soruşturma olmasa da bir konu olarak ele alınmıştı, kendilerince birtakım tedbirler de almışlardı. Sonra kol kırılır, yen içinde kalır mantığıyla kenara bırakılmıştı. Ama yen içinde kalmadı, 2009'da o belgeler çıktı ortaya. Başlangıçta da söyledim hükümet de kol kırılır yen içinde kalır diye düşündü, soruşturmadı ama şimdi hükümet de kendince bir yol aramaya çalışıyor. Ben Balyoz soruşturmasının bütününden hükümetin çok da mutlu olduğunu düşünmüyorum. Ama önlemek için de bir şey yapmıyor, yapamaz da zaten.

    Beyaz Türk olmanın anlamı kalmadı
    - Beyaz Türk müsünüz?
    Daha iyi okullarda okumuş, orta-üst sınıfa mensup insanlar için kullanılan bir tanım 'Beyaz Türk' ama benim ailem orta sınıftı, orta-üst sınıf değildi. Evet, kötü okullarda okumadım ama iyi okulların hiç birini de bitiremedim, hepsinden atıldım. O bakımdan 'Beyaz Türk' sınıfına ne kadar giriyorum bilmiyorum, girsem de çok büyük açıklayıcılığı olan bir tabir değil 'Beyaz Türk'. 20-25 yıl önce 'Beyaz Türk' olmak belki önemli bir şeydi. 25 yıl önce bir bara, gece kulübüne gittiğinde oradaki birçok kişiyi tanımasan bile bir göz aşinalığın olurdu. Şimdi gidiyorum, bir tek kişiyi bile tanımayabiliyorum. Türkiye'de çok şey değişti, 'Beyaz Türk'lük de bence anlamlı olmaktan çıktı.

    Akşam




    Berkan: Hükümet görevini ihmal etti Yorumları