"Niçin gözyaşında tebessüm?" diyeceksiniz?
"Gözyaşının olduğu yerde sıkıntı, dert, keder, sorun ve mutsuzluk vardır." diyeceksiniz.
"Tebessümü niçin başka yerde değil de, gözyaşında arıyorsun?" diyeceksiniz.

* * *

Siz hiç ağlarken güldünüz mü?
Ortada hiçbir şey yokken saatlerce ağladınız mı?
Sonra niçin ağladığınızı düşünüp gözyaşlarınızın o engin sularından bir cennet oluştuğunu gördünüz mü hiç?
Sizin canınızın sıkıldığı, hayata, insanlara, eşyaya kırıldığınız, incindiğiniz olmadı mı?
Her şeyden bıktığınız, hayattan hiçbir tad alamadığınız anlar olmadı mı hiç?
Dünyanın bile üstünüze geldiğini düşünüp, çatlayacak gibi olduğunuzda, bir köşeye çekilip saatlerce ağlayarak kendi gözyaşlarınızda boğulmadınız mı hiç?
Ve sonra;
Gözyaşlarınızın o engin sularında tam boğulurken…
Birden bire rahatlayıp huzur bulmadınız mı?
Hayata yeniden gelmiş gibi bir hisle bütün bu olumsuz düşüncelerinizin yerini sıcak, içten ve samimi bir tebessüm almadı mı?

* * *

Sadece bir gününüzü insanlara adayın ve çevrenizdeki insanlara dikkatli bir şekilde bakın.
Bu insanların kaçı hayata tebessüm ederek bakıyor?
Kaçı hayattan zevk alarak yaşıyor?
Kaçı mutlu?
İnsanlar maalesef tebessüm etmeyi unutmuş. İnsanlarımızın birçoğu en küçük şeyde birbirlerine kızar, bağırır, sinirlenir olmuş. Öfke potansiyeli en üst seviyeye ulaşmış. Oysa bizim kültürümüz tebessümü, insanlara tebessüm etmeyi, güler yüzlü davranmayı sadaka olarak değerlendirir.
Öyleyse bir soru daha:
Çevrenizdeki insanları mutlu ve güler yüzlü olarak mı görmek istersiniz; yoksa stres küpü olmuş umutsuz ve mutsuz olarak mı?
Başkasının acı çekmesinden zevk alan, sadist bir kişiliği olmayan her insan, birlikte olduğu insanların mutlu olmasını, tebessüm etmesini ister. Birlikte olduğu kişileri mutlu olarak gördüğünde kendisi daha da mutlu olur; yok eğer karşıdaki kişinin bir sıkıntısı varsa, mutsuzsa, onun sorununu halletmeyi ilk vazife olarak görür kendine.
Kolay değildir tebessüm edebilmek, hele günümüzde hiç kolay değildir. Bilim, teknik ve medeniyet devamlı ilerlerken; insanoğlu her geçen gün biraz daha unutuyor tebessüm etmeyi.
İnsanlar hep kahreder her şeye lanet eder olmuş ne yazık ki! Otobüste, trende, vapurda ve sokaklarda insanları güler yüzlü görmek neredeyse imkânsız olmuş. İnsanlarımız tebessüm etmeyi unutmuş.
İnsanoğlu her istediğine, hatta istemediğine bile, anında kavuşabilmesine rağmen neden mutsuz? "Medeniyet" ile "tebessüm" arasında yoksa ters bir orantı mı var? Bu da ayrı bir soru işareti!

RUH NE İSTER?


Kazandıkça daha fazlasını isteyen, her şeyin en iyisini ve en mükemmelini arzulayan, doyumsuzca yaşamını devam ettirmek isteyen; fakat o doyumsuz yaşamının ne zaman ve nerede biteceğinden bile bilgisi olmayan âciz; ama hiçbir şeyin memnun etmediği, son asrımızın insanlarını, bu çıkmaz sokaktan kurtarmak gerek. En azından büyük bir âlimin dediği gibi: "Bu selden kaç kütük kurtarırsak kârdır…" diyerek bir değil; birçok şey yapmalı ve "Ne yapabiliriz?" diye düşünmek yerine; bir yerlerden başlamalıyız artık.
Etrafımızda, her istediğinin olmasını dileyen, sonra istediği ve beklediği şeyler gerçekleştiği halde yine de tatmin olmayıp doyumsuzca istemeye devam eden, kanaat göstermekten mahrum olan insanlar görmekteyiz.
Hiçbir şeyin kendisini memnun etmeye yetmediği, hırsla ve doyumsuz bir arzuyla koşuşturup kesesini ve bedenini dolduran; fakat buna rağmen ruhunun isteklerine kulak vermeyip, ruhunun haykırışlarını duymayan, duymak istemeyen insanlar biliriz.
Günümüzün insanları, istediği her şeye anında ulaşabilmesine rağmen, ruhsal boyutlarına kapı açamıyor, ruhu ıstırap içerisinde kıvranırken, derin acılar çekerken; bu eksikliği, almak istediği son model yeni çıkan metâlarla doldurmak istiyor ve anlayamıyor ruhun metâ ile değil; mâna ile doyuma ulaşacağını…

PEKİ, NE OLDU DA BU HALE GELDİK?YA DA HEP BÖYLE MİYDİK?

Eskiden odalarımız genişti, odaların genişliği ise gönül genişliğiyle aynı anlama geliyordu. Zira odalar ne kadar geniş olursa o kadar fazla "İnsan" bir araya geliyor, muhabbet ediyor ve dertleşiyordu.
Aniden, ne olduğunu bile anlamadan bu odalardaki yer minderlerinin ve yastıklarının yerini çek-yatlar, kanepeler, oturma grupları, salon takımları, vitrinler, sandalyeler ve masalar almıştı. Gerekçesini ise evin hanımı şöyle açıklıyordu:
"Misafir gelince mahcup olmayalım bey!.."
Mahcup olmak istemiyordu evin hanımı; ama kime karşı? Misafir kimi görmeye gelecekti? Sizi mi yoksa eşyalarımızı mı?
O geniş odalarımızda adım atacak yer bile kalmamıştı bunların girmesiyle. Sonra bu da yetmemişti… Televizyonlar, müzik setleri, bilgisayarlar, antik süs eşyaları, kristalle, vazolar… işgal etmişti evlerimizi ve odalarımızı. Fakat karşılıksız değildi teknolojinin son ürünlerinin odalarımıza girmeleri. Aslında öyle abartılacak kadar bir şey almamışlardı; sadece "Biz"i... Üç harflik bir yer kaplayan "Biz" i ve "Biz"leri, yani bizi, bizden almışlardı.

* * *

"Sakın dokunma!"
"Dur!"
"Kıracaksın şimdi!"
"Onun ne kadar paha biçilmez olduğunu nerden bileceksin sen!"…
Diyerek azarlamaya başlayacaktı anneler çocuklarını. Evin içerisinde çocuğa oyun oynamak şöyle dursun; gezmek, yürümek bile yasaktı artık.
Fakat çocuk dinlemeyecekti o nasihatleri ve merak edecekti bir vazonun yere düşerken çıkardığı sesi… Nerden bilecekti ki çocuk, o vazoyla birlikte yiyeceği dayağı ve onca kötü sözü…
Bazı çocuklar ise, anne ve babalarının eşyalara verdikleri değeri, kendilerine vermedikleri için, bir intikam duygusuyla saldırmaktaydı evde özellikle korunan, değer atfedilen eşyalara. Onun dünyasında "Değer", metâ ile ölçülmüyordu çünkü. Lakin çağdaş, zamâne annesi nerden bilecekti bunu? Kırılan bir vazo ile kırılan bir çocuk ruhu arasında hiçbir fark yoktu onun için.

* * *

Ve artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ve eskisi gibi de ol(a)mayacaktı. Çocuklara bile yer kalmayan 21. yüzyıl evlerinde, her akşam toplanmalar, muhabbet etmeler, dertleşmeler, paylaşmalar da yok olacaktı. Bir fincan kahve ikram edilip karşılığında ise ciltler dolusu bilgi ve tecrübeler öğrenilirdi oysa aynı odalarda. Onun için kırk yıl hatırı olurdu bir fincan kahvenin.
Şimdi ise kahve fincanları birer süs eşyası olarak vitrinlerde tozlanmakta...
Özellikle televizyonun girmesiyle aynı odalara, bu insanlar televizyonun hakimiyetine girerek o mahalle sohbetlerini, birlikteliklerini kaybetmişlerdi. Daha da önemlisi aile içi iletişim bile kopmuş, eşler bile bir birine yabancılaşmış, çocuklarla ilgilenen kalmamıştı. O halde çocuklar da televizyonla ilgilenmeliydiler!..
Ve en sonunda bilgisayarlar ve internet ile uzanan dünya bağlantısı, kendi ruhumuzla olan bağları koparmakla kalmamış; yakından uzağımıza etrafımızdaki herkesle olan bağlarımızı koparmıştı.
Artık kablo bağlantıları vardı, ruhsal kablolar yerine…
Olan olmuştu bir kere. Bu sonradan odalarımıza girenler bizi, yani kişiliğimizi, yani benliğimizi, yani her şeyimizi almıştı. Bizi bizden almıştı işin hâsılası.
Ve bunlar bırakın tebessüm etmeyi, gözyaşını bile unutturmuşlardı bize. Monoton, tek düze bir hayat yaşayan canlı robotlar yetiştirmişlerdi.

GÖZYAŞLARI İLE GELEN TEBESSÜMLER

Hayatında hiç acı çekmeyen, gözyaşlarıyla sabahlamayan, birlikte olduğu insanlar arasında yalnızlık çekmeyen, his ve düşünceleriyle hiç baş başa kalmayan gerçek, içten ve samimi tebessümü başaramaz. Bu yüzden gözyaşının olduğu yerde tebessüm vardır. Bunun için her şey zıttı ile kaimdir.
Tebessüm edebilmek için illaki sıkıntı çekmek gerektiğini söylemiyorum; fakat sıkıntıların, acıların olduğu her yerde tebessümün, umudun olduğunu unutmayın. Her sıkıntı bir inşiraha (sevinmeye) gebedir, gözyaşındaki rahmet bunun içindir.
Canınızın sıkıldığı bir anda huzur duyup tebessüm edebildiniz mi hiç?
"İnsan aynı anda hem canı sıkılacak hem de tebessüm edecek böyle bir şey olur mu?" demeyin! Evet, olur. Çünkü insan zahmet edip birazcık düşündüğünde, kendisini mutsuz eden şeyin çok basit olduğunu, her insanın başına gelebilecek bir şey olduğunu görecektir. Öyle olmasa bile bu durumun muhakkak bir sebebi olduğunu belki de bunun kendisi için daha hayırlı sonuçlara gebe olduğunu düşündüğünde, az önce kendisini mahveden o olumsuz halin yerini muhteşem bir huzur kaplayacaktır. Yeter ki pozitif düşünmeyi bilelim, her olayın, her sıkıntının, boşu boşuna, bir oyun ve eğlence olsun diye yaratılmadığının farkına varalım.
Onun için gerçek tebessümü ancak kendi gözyaşlarında boğulabilenler başarır. Gözyaşlarıyla cennet bahçeleri oluştur(a)mayanlar kuru, içtenliksiz, basit ve maskeli tebessümleriyle sadece kendilerini kandırabilirler. O halde tebessümümüze de dikkat edelim!

* * *

Ne güzel, hayata tebessüm ederek bakanlara,
Ne güzel tebessümü sadaka olarak değerlendirip onu tüm insanlara dağıtanlara,
Ne güzel, birlikte olduğu insanlar arasında yalnız kaldığında bile tebessüm edebilenlere,
Ne güzel, tebessümü hayat felsefesi yapanlara,
Ne güzel, göz yaşlarında tebessüm saklayanlara ve
Ne güzel, tebessümü göz yaşında arayanlara…