MUHAKEME.NET FORUMU

MUHAKEME.NET FORUMU (https://www.muhakeme.net/forum/)
-   Genel Islami Bölüm (https://www.muhakeme.net/forum/genel-islami-bolum/)
-   -   Temel kavramlar (https://www.muhakeme.net/forum/genel-islami-bolum/16631-temel-kavramlar.html)

emirahmedyasin 03-31-2009 18:51

Temel kavramlar
 

İLÂH

Şirki ve tevhidi tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan biri de "ilâh" kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince anlaşılmaz. Tevhid kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk edilen, mâbud haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği 'elihe' fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.

Kavram olarak; "kendisine ibâdet edilen, mâbud sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, ta'zim edilen kutsal varlık" anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün mâbudların ortak adı "ilâh"tır. Türkçede bunu "tanrı" kelimesi ile karşılarız. İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği duyulan, herşeyin O'na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi, gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılahta şu anlamlara gelir: "Otorite sahibi, kanun koyan, ibâdet edilen, rızık veren, hesaba çeken, kendisine ihtiyaç duyulan." İlâhlık ve otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir.

İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah'a yöneltmezse, başka ilâhlara tapar ki, bu da insanı şirke ve küfre sokar. Kur'ân-ı Kerim'de öncelikle Allah'ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh Allah'tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek başka bir ilâh yoktur. Câhiliyye döneminde, gerek Mekke müşrikleri gerek yahûdi ve hristiyanlar Allah'a inanıyorlardı; fakat Allah'ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah'a karşı en büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.

İlâh tektir ve O da Allah'tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları bir gün bir araya toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekân sınırı olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır. O halde, sadece bütün bunlara gücü yeten "ilâh" tır ve O da bir tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Birden fazla ilâh inancı, kâinatın var oluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düşer. Evrenin varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah'ın tek ilâh olmasının bir delilidir. Allah bu konuda şöyle buyurur: "Allah hiç evlât edinmemiştir. O'na ortak hiç bir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine gâlip gelir, üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin) bütün isnatlarından münezzehtir." (23/Mü'mi-nûn, 91)

Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi. Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Halbuki kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse bütün kâinata hükmeden ilâh tekdir ki, O da Allah'tır. Bütün evren, içindeki varlıklarla birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir İlâh'ın kontrolündedir. İnsanlar bu İlâh'a yönelirler, O'na duâ ederler. Korkuları bu İlâh'tandır, güvenleri de bu İlâh'adır. Bu İlâh'a her şeyiyle bağlıdırlar, O'nu her şeyden çok severler. Elbette bu ilâh âlemlerin Rabbı olan Allah'tır. "Lâ ilâhe illâllah" kelimesinde belirtildiği gibi, Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur.

İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah'ın hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma, insanlar için hukuk belirleme Allah'tan başkalarına verilirse, bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur ki, bu da şirktir. Bu mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen şirk çeşiti budur.

"Kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, muhakkak ki, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur." (Bakara, 256) Kur'ân-ı Kerim bize bütün Peygamberlerin tevhid akidesiyle gönderildiğini bildirir. Âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/kulluk edin diye vahyetmişizdir." (Enbiyâ, 25)

emirahmedyasin 03-31-2009 18:52

--->: Temel kavramlar
 

İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. İnsan, bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü yetmez de başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerinin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli 'ilâh'tan yardım ister. Çevresinde gördüğü bütün olayların kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce, sığınak arar.

Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzaklaşan toplu-luklar ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki bir ilâha bağlanma ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve gün-ümüzde gerçek anlamda dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir 'şey' mutlaka vardır. İşte o 'şey' onun için bir tanrıdır. Kur'ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek veriyor: Bir takım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli olan hiç bir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, kendi keyiflerine uyarlar. Kendi hevâlarından (arzularından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur'ân-ı Kerim; "Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?" (Furkan, 43) demektedir.

İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan 'güç'tür. Bu kimilerine göre ateş, kimilerine göre güneş, kimilerine göre gökler, kimilerine göre yıldızlar, kimilerine göre madde, kimilerine göre ataların ruhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet erki, kimilerine göre iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Hatta kimi insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh, ya da yarı ilâh saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere "ben sizin en büyük rabbınızım/ilâhınızım" (79/Nâziât, 24) diyordu. Japon kralları, güneşin/tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü Dalay Lama yarı tanrı sayılıyor. Bir çok ülkede diktatörler, tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabilen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.

Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhlar adına putlar ve mâbetler/tapınaklar yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o heykellere tanrı diye tapınıyorlardı.

Kur'ân-ı Kerim'e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir olan Allah'ındır. Yoktan var eden yalnızca O'dur. Bütün nimetler O'nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O'nundur. Bütün işler yani kader O'nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek veya istemeyerek O'na boyun eğer. Her şey O'nu tesbih eder (O'na ibâdet eder, O'nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O'nun hükmü geçer. O'nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiç bir şey O'nun dengi olamaz. O'nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün, yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değildir. Mutlak anlamda yardım edici O'dur, mutlak anlamda ceza verici yine O'dur. O, gerçek ve mutlak olan yegâne 'ilâh'tır ve O'ndan başka ilâh yoktur.

İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir. Bu isim ilâh kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi 'ilâhın' özel adıdır. İnsanlar bir çok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama 'Allah' birdir ve O'nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem rablık (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik (mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.

İlâh'ın Kur'an'daki Iki Mânâsı: Kur'an'da 'ilâh' daha çok iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların kendisine ibâdet ettikleri ma'bud; İkincisi, gerçek ibâdete lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.

emirahmedyasin 03-31-2009 18:52

--->: Temel kavramlar
 

İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem'den belirli bir zaman sonra insanlar, Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz. Nûh'tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir. Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği taşır. Ülûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir. Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara vermişlerdir.

Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm'in iki tanrısı vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı. Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri ruhları, kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir. Geçmişte bu tür acayip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm, bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür ilâh düşüncelerini kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir. Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden değil; bizzat insanların Rabbi Allah'tan gelmiştir. Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar 'ilâh' konusundaki düşüncelerini ve inançlarını düzeltebilmişlerdir.

Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını kullanmayan, Kur'an'a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh inancını sürdürmektedirler. Allah'a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı şirktir. Allah'ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azab etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar 'ilâh' haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu kabul etmesi, "tıpkı tanrı gibi yaratıyor" diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır.

Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür. Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir. Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır. Gazete sayfalarında görülen 'futbol ilâhı', 'müzik ilâhı', 'sanat ilâhı', 'seks tanrıçası', 'ey falanca şarkıcı sana tapıyorum', 'ey sevgili sana tapıyorum' gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler.

Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclis-lerin koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar, 'karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir' düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar, dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının, 'birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur' şeklindeki düşünce ve inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah'ın insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.

emirahmedyasin 03-31-2009 18:53

--->: Temel kavramlar
 

Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah'ın koyduÄŸu bir ölçüsü veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kiÅŸinin, siyasÃ* bir otoritenin, devletin veya baÅŸka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah'ın hükmüne raÄŸmen onları benimser, inanır ve peÅŸinden giderse; iÅŸte o kabul ettiÄŸi hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiÅŸ demektir. ÖrneÄŸin, Allah (c.c.), Kur'an-ı Kerim'de içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çaÄŸdaÅŸ kıyafet deÄŸil diye yasaklıyor. Bazıları, 'Allah'ın ölçülerinin geçerliliÄŸi yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduÄŸu hüküm daha doÄŸrudur, zamana daha uygundur, biz onları tercih ederiz' derlerse, iÅŸte bu inanç baÅŸkalarını ilâh haline getirmedir.

Kim herhangi bir şeyi Allah'tan fazla severse, bir şeye Allah'tan fazla saygı gösterir, Allah'tan korkar gibi ondan korkarsa, kim Allah'ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, kim Allah'ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir. Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar. 'Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan adamın ilkeleri her şeyin üstündedir' diyen kimse, Allah'ı değil onları ilâh tanıyor demektir. İslâm'ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü'r Rasûlullah" Yani, "Allah'tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed Allah'ın rasûlü, elçisidir." "Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur." (28/Kasas, 88)

emirahmedyasin 03-31-2009 18:54

--->: Temel kavramlar
 

RABB

Yüce Allah'ın güzel isimlerinden biri. Sözlükte "Rabb" kelimesi mâlik, yaratıcı, sâhip, bir şeyi ıslâh eden, terbiye eden, efendi anlamlarını ifade etmektedir.


İbnul-Enbârî'ye göre Rabblık, yani bir şeyin Rabbi olmak üç mânâya gelir:


1. Mâlik olmak; yani tasarrufu, kudreti altında bulunan her şeyin yegane sahibi ve idarecisi olmak. İşte sadece o Rabb, bütün onların sahibi, yöneticisi ve istediği gibi, ilmine ve iradesine uygun olarak tasarrufta bulunandır.


2. Kendine itaat edilecek, boyun eğilecek efendi anlamını da ifade eden Rabb, Kur'an-ı Kerim'deki "Mevlâ" kelimesiyle eş anlamlıdır. Yine o Rabb, kendisine itaat edilecek, emirlerine uyu-lup, yasaklarından uzak durulacak yegâne, tek efendi anlamına da gelir.


3. Rabb; ıslâh eden, arıtıp, saflaştırıp, olgunlaştıran anlamındadır. Yani o Rabb, her şeyi düzelten, sivrilikleri, çıkıntıları tesviye eden, tam bir şekilde halden hale geçirerek düzenleyen, terbiye edendir. Bilindiği gibi Rabb kelimesinin asıl mânâlarından biri de "terbiye eden" anlamıdır.


Burada zikredilen bu üç mânâdan kolayca anlaşılmıştır ki; Rabb kelimesi Allah Teâlâ için kullanılmaktadır. Ancak Arap dilinde isim tamlaması şeklinde (izafet terkibi olarak) insan için de kullanılmıştır. Meselâ; "evin sahibi", "devenin sahibi" gibi anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir.


Kur'an-ı Kerim'de ise "rabbim, rabbın, rabbimiz, rabbınız..." gibi iyelik zamirlerine bitişik olarak da kullanılmıştır. Meselâ; ilk nazil olan ayetlerde; "Ey Muhammed, yaratan Rabbinin adıyla oku!.. Kalemle öğreten Rabbin kerem sahibidir."


"Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme!. " (el-Bakara, 2/286) buyurulur.


Bilindiği üzere bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bununla beraber bu ayetlerde geçen Rabb kelimeleri doğrudan doğruya Yüce Allah'a işaret etmektedir. er-Rabb, Allahu Teâlâ demektir. O, her şeyin rabbi, mâliki, sâhibi, efendisi, ıslâh edeni, varlıkların ihtiyaçlarını tekeffül edeni yani görüp gözeteni, ihtiyaçlarını karşılayanıdır. İşte bu anlamlarda "Rabb", Allah Teâlâ'dan başkası için kullanılmaz. Bu kullanım şeklini daha iyi anlayabilmek için Kur'an-ı Kerim'den örnekler vererek birbirini destekleyen bu mânâları şöylece sıralayabiliriz:


1. Hz. İbrahim (a.s), milletine Şuarâ süresinin 77-81. ayetlerinde şöyle diyordu: "İşte o taptıklarınız benim düşmanımdır. Fakat sadece âlemlerin Rabbi dostumdur. O Rabb ki, beni yaratan ve doğru yola eriştirendir. Beni yediren de içiren de Odur. Hasta olduğumda bana şifayı O verir. Beni öldürecek ve diriltecek O'dur".

De ki; Allah her şeyin rabbi iken O'ndan başka bir rabb mı arayayım? Herkesin kazandığı kendisinedir. Kimse başkasının yükünü taşıyamaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir." (el-En'am, 6/164)


"O, doğunun ve batının Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur, öyleyse O'nu vekil tut." (el-Müzzemmil, 73/9)


Görüldüğü gibi bu ayetlerde geçen Rabb lafızları Allahu Teâlâ'nın ismi olup Allah lafzı yerine kullanılmıştır. Terbiye eden, kefil olan, vekil olan, ihtiyaçları gideren, yetiştiren, yaratan, kanun ve hüküm koyan yegane kişi şâri, murâkabe eden, her şeyin sahibi ve maliki olan Allahu Teâlâ anlamında kullanılmıştır.


2. "...O sizin Rabbinizdir, O'na döneceksiniz." (Hud, 11/34)


"...Hiç kimse diğerinin günahını yüklenmez, sonunda dönüşünüz Rabbinizedir..." (ez-Zümer, 39/7)


"De ki, Rabbiniz sonunda hepinizi toplar, sonra aramızda adaletle hükmeder..." (es-Sebe', 34/26)


Bu ayetlerde de "rabb", etrafında toplanılacak mümtaz varlık anlamındadır. Zira lugatta "rabb" kelimesi "Toplum içinde kutup sayılacak ve etrafında toplanılacak mümtaz kişi" anlamına da gelmektedir.


3. "...Allah'ı bırakıp da birbirimizi (kimimiz kimimizi) rabbler edinmeyelim." (Âl-i İmran, 3/64)


emirahmedyasin 03-31-2009 18:55

--->: Temel kavramlar
 

"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Oysa kendilerine sadece tek ilâh olan Allah'a kulluk yapmaları emredilmişti. O'ndan başka ilâh yoktur. Allah koştukları eşlerden münezzehtir." (et-Tevbe, 9/31)


Bu iki ayette geçen rabb kelimelerinin çoğulu olan "erbâb" lafızları, toplulukların ve milletlerin önder ve rehber edindikleri kimselere işaret etmektedir. İnsanlar bu önderlerin emirlerine uyarlar, yasaklarından kaçınırlar ve onların koydukları kural ve kaidelere de uyarlar; onların hiç bir delile dayanmaksızın ileri sürdükleri helâl ve haram gibi değerlendirmelerini de kabul ederler. İşte Yüce Allah, onların gerçek mânâda rabb olmayıp diğer insanlar gibi âciz birer insan olduklarını haber veriyor.


4. " ...Yusuf'a elçi gelince; "Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi, bir sor! Doğrusu Rabbin onların düzenini (fendini) bilir." (Yusuf 12/50)


Bu ayetin hemen baş tarafında geçen "rabb" kelimesiyle, Mısırlılara hitaben Mısır azizi-efendisi kasdedilmiştir. Çünkü Mısırlılar onun otoritesine, üstün özelliklerine ve değerine inanıyorlar, emir ve yasak koymaya yetkili olduğunu kabul ediyorlardı. İşte bu bakımdan ayette geçen "Rabbine dön!" lafızları, "Efendine dön!" anlamındadır. Ancak emir ve yasak koyma yetkisine sahip olan sadece Alemlerin Rabbidir. Ama kanun ve hüküm koyucu olarak Cenab-ı Allah'tan başkasını tanıyan ve kabul edenler bu kanun koyucuları rabb edinmişler demektir.


5. "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir." (el-Enbiyâ, 21 /22)


"Yedi göğün de Rabbi, yüce Arşın da Rabbi kimdir?" (el-Mü'minun, 23/86)


Bu ve benzeri ayetlerde de "rabb" lafızları, sâhib, mâlik anlamlarında kullanılmıştır. İşte bütün bu örneklerden ve açıklamalardan anlaşılıyor ki, "er-Rabb" tabiri Yüce Allah'ın güzel isimlerinin en fazla anlam ifade edenlerinden biridir. Bu isim, birbirini destekleyip kuvvetlendiren en az beş ayrı mânâya işaret etmektedir. Böylece Cenab-ı Hakk'ın isimleri ve bu isimlerin ifade ettiği anlamlar daha iyi anlaşılmaktadır ve buna bağlı olarak kişilerin Allah'a olan inançları da o nisbette kuvvetlenip şüphe ve tereddütlerden temizlenmekte ve arınmaktadır.


Günümüz İnsanının Çeşitli Rableri:
Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri rabb ile yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları rabbler aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın rabblığını, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rabblerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. Üzülerek belirtelim ki, insanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike, Allah'ı günlük yaşantılarında rabb kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayr-ı meşrû hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rabb edinmiş olurlar. "Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; herşeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rabb anlayışlarıyla uzlaşan, tepkisiz, laik müslümanlık (!). Allah'a inanan, ama tâğuta itaattan ayrılmayan, Allah'a inanan ve tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, hakla bâtılın karıştığı bir din!

emirahmedyasin 03-31-2009 18:55

--->: Temel kavramlar
 

Kur'an-ı Kerim'in eski kavimleri ve peygamberleri anlattığı âyetlerinden anlaşılmaktadır ki, en eski asırlardan, kendi nüzûlü zamanına kadar, sapıklık ve inanç bozukluğu ile tanıttığı tüm toplumların, doğrudan Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini görüyoruz. Ancak onların hepsinin müşterek sapıklıkları; Allah'ın mutlak rabblığını kabul etmeyişleri, Allah'ın yaratıcı olduğuna inansalar da O'nun tek rabblığına pek çok varlıkları ortak etmeleridir. Rabblığın bir kısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rabbler olduğuna inanıyorlar, veya Allah'ın rabblığına teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rabblığına teslim oluyorlar. İşte rabb konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklere geçen; dünyaya, insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin rabbi. Halbuki Allah; göklerin, yerin, bütün âlemlerin rabbidir.

Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem, boynunda altından bir haç olduğu halde Rasûlüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz (s.a.v) ona:

"Ya Adiyy, boynundan şu putu çıkar." buyurdu. Bu sırada Rasulullah "Yahudiler ve hıristiyanlar, haham ve râhiplerini Allah'tan başka rabbler edindiler." (Tevbe: 9/31) meâlindeki âyeti okuyordu. Adiyy:

"Ey Allah'ın Rasûlü, hıristiyanlar, râhiplere ibâdet etmediler ki (onları rabb edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz (s.a.v):

"Evet ama onlar (hıristiyan râhipleri ve yahudi hahamları) Allah'ın helâl kıldığını haram; haram kıldığını da helâl saydılar. Onlar da bunlara uydular. İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rabb edinmeleridir." buyurdu.

Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rabb edinmiş olmak için, ona rabb adı vermek şart değildir. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rabb edinmek ve onlara tapmak demektir.

Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise; Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uymak da öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, hem bir çeşit şirk, hem de Allah'ı bırakıp onları rabb edinmektir. Onlara her ne kadar dil ile rabb denilmese de durum, onları rabb tanımanın ta kendisidir.

Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi ise açıktır. Çünkü müslüman, Hakk'ın kulu ve ilâhî hükümlerin mahkûmu olan kişidir. Hakkı bâtıl, batılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâlı haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uymak da onları rabb kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine uyarak onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.

Günümüzde de insanların hayatına hâkim pek çok rabb kabul edilenler var. Her insan, hangi rabbin kulu olduğunu kendisi tayin edebilir. Ancak, bunu yaparken, kimin mülkünde yaşadığını, hangi rabbe kulluk etmesi gerektiğini iyice düşünmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki, inanılan ve hayatın her safhasında emrine uyulan tek rabb Allah olmadıkça O'na kullukta bulunulmuş olunamaz. Peygamberimiz'in: "Rabbim Allah de ve bu sözünde dosdoğru ol" anlamındaki mübarek sözü, Kur'an'daki rabb kavramının ve O'na kulluğun en veciz ifadesidir.

Kabirde insanlara sorulacak: "Rabbin kim?" Dünyada rabb anlayışı ve bu konudaki davranış ve eylemlerine göre cevap çıkacak o insandan. "Rabbim filandır" diyecek insan. Dil, irâdemizin emrinden çıkacak orada. Dünyada kimi rabb kabul etti veya eylemleriyle bu görüntüyü verdiyse, onu söyleyecek dil. Orada "Rabbim Allah'tır" diyebilmek için, burada "Rabbim Allah'tır" deyip bu sözünü yaşantı olarak isbatlamak gerekiyor. Evet, kurtuluşun tek reçetesi: "Rabbim Allah" deyip dosdoğru olmak...


"Tek rab, âlemlerin rabbi Allah'tır.

Kullara kul olan, ne kadar alçak;

Rablık taslayan kul, ne kadar küstahtır."

emirahmedyasin 03-31-2009 18:56

--->: Temel kavramlar
 

DÄ°N

Kıyamet'te herkese dünyada yaptıklarının karşılığının verilmesi, "Eğer siz ceza görmeyecek (din kökünden: "Medînin") olsaydınız..." (el-Vâkıa, 56/86) âyetinde olduğu gibi "iyi ya da kötü karşılık" anlamında; şâirin, "Ebediyyen onun da benim de "din''im bu mudur?" sözünde olduğu gibi "âdet ve alışkanlık" anlamında;
"Filan kimseler kurallara boyun eğmezler (lâ yedinûne)" denirken ve hadis-i şerifte geçen: "Akıllı kişi nefsine hâkim olandır (dâne)" şeklindeki kullanımında "itâat, zillet ve bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek" anlamlarında; başkalarını idare etmek üzere görevlendirilen birisinden: "Deyyentuhu'l-kavme" diye söz edilirken de "Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare" anlamında kullanılmaktadır.

Ayrıca: "Tevhid; Allah'a ibadetin her türlüsü: yalın manasıyla millet; verâ ve vasiyet; bir şeye zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; asi olmak; iyi ya da kötü bir şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına gelmektedir. (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-Muhît, Beyrut 1407/1987, s. 1546; Ebu'l-Hasen İbn Sîde, el-Muhassas, Beyrut (t.y.), XVII, s. 155-156; Ebu'l-Beka, el-Külliyyât, Âmira 1287, s. 327; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, Beyrut 1395/1975, I, s. 38; Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Kur'an'a Göre Dört Terim, "Din" Bahsi; Aynı Müellif, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr. N. Ahmed Asrar, Ankara 1983, t, s. 300 vd.)

Arapça bir kelime olarak "dal, ye, nûn" harflerinden meydana gelen din sözcüğü, söyleyiş şekli değişmeksizin Türkçe'ye girmiştir. Kelime, gerek İslâm öncesi Arapça'sında gerekse Kur'ân ve Sünnet'te oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabiî bir sonucu olarak da din sözcüğü İslâm tarihi boyunca, bütün çeşitliliğiyle ve farklı oranlarda yoğun olarak, kaynaklarda, ilmî ve edebî eserlerde, sözlü ve yazılı anlatımda, İslâmî ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer almıştır.

Aynı kökten gelen ve Yüce Allah'ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan "ed-Deyyân", yapılan işlerin karşılığını veren, kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten, hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren demektir. İbn Sîde, a.g.e. XIII, 155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü'd-Dîn İbnu'l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis, Beyrut 1399/1979, II, 148)

"Mütedeyyin" ise, Allah'ın dinine teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse demektir. (Şehristânî, a.g.e., I, 38)

Istılah Olarak Dinin Anlamı: "Yüce Allah'ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın koyduğu hükümler" anlamındadır. Bu anlamıyla din hem inanç konularını hem de amelî konuları kapsamaktadır. Her peygamberin getirdiği "millet" hakkında da kullanılabilir. Allah'tan geldiği için (Allah'ın dini şeklinde) Allah'a; Peygamber tarafından tebliğ edildiği için (Peygamber'in dini şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de meselâ "Müslümanların dini" şeklinde ümmete izafe edilebilir. (Râgıp el-Isfâhânî, el-Müfredat fî Garîbi'l-Kur'an, Kahire 1381/1961 s. I 74; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Kalkutta 1862'den İstanbul 1404/1984 tıpkı basım, I, 503)

İbn Teymiyye de terim olarak "din"i şöyle açıklamaktadır: "İslâm, İman, İhsân diye ifade edilen her üç kademe, "din"in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi Hz. Cebrail gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "O, Cebrail'di. Size dininizi öğretmek üzere gelmiştir. Böylece o, bunların hepsinin "din"inizin kapsamına girdiğini açıklamış oluyor. " Din ile Allah'a itaat ve ibadet ettiği için "Allah'ın dini" denilir. Kula izafe edilmesinin sebebi ise itaat edenin o olmasıdır." (Mecmû'u Fetâvâ İbn Teymiyye, XV, 158)

emirahmedyasin 03-31-2009 18:57

--->: Temel kavramlar
 

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; "din", ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde "hak din" ve "son din" olan İslâm tanıtılmak istenmiştir. Bunun en önemli sebebi olarak Allah katında geçerli tek din'in İslâm olması (Ali İmrân, 3/19, 85) gösterilebilir.

Bu tariflerden anlaşıldığı üzere hak din'in diğer bir ifade ile "İslâm"ın temel birtakım özellikleri vardır:

İslâm dini ile İslâm şerîatı aynı şeylerdir. Dolayısıyla İslâm dışı bütün dinler birer şerîat ve her şerîat da bir dindir; ancak bunlar Allah katında makbul değildirler.

Din, irade sahibi akıllıları muhatap alır.

Din, Allah tarafından insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul edilmez.

Din, insanı dünya ve Âhiret'te kurtuluşa götürür. Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah'ın kulları için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı itibariyle "din" demek mümkündür. Ancak, bunların Âhireti hesaba katmamaları, yani laikliği veya materyalizmi esas almaları daha ilk adımda Allah'ın dininden uzaklaşmalarını kaçınılmaz kılmaktadır. Dünyayı tümüyle hesaba katmayan salt ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan "ruhbanlık" türü yaklaşımlar da "hak din" olamaz.

Din, "teslimiyet"i, "iman"ı ve "ihsan"ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak Din'de insanlar bütün kâinatın boyun eğdiği, gökteki ve yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah'a teslim olurlar. (Âli İmrân, 3/83) Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim olduğu gerçek Rabb ve İlâh olan Allah'ın bildirdiği gayb'a inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu imanlarının gereği olarak hayatlarını Allah'ın şerîatına göre düzenleyerek teslimiyetlerini ifade ederken, kendileri Allah'ı görmeseler dahi, Allah'ın kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab'lerine ibadet ederler.

Kur'ân-ı Kerîm'de "Dîn": Din'in terim manası bu olmakla birlikte Kur'ân ve Sünnet'te kelimenin kullanılmasını tetkik ettiğimiz takdirde, sözlük anlamlarının birçoğunu da kapsayacak şekilde ele alındığını kolayca tespit edebiliriz.

"Borç" anlamına gelen ve "din" kelimesi ile aynı harflerden oluşan "deyn" kelimesini ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursak; "din" ve türevleri Kur'ân-ı Kerîm'de: doksanbeş defa tekrarlanmaktadır.

"Din" kelimesinin çeşitli şekillerde yer aldığı âyet-i kerimeleri, manalarına göre bir sınıflandırmaya tabi tutarsak:

Mutlak Olarak Din: Ä°taat, Boyun EÄŸme, Ä°badet: 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52; 29/65; 30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.

Kıyamet ve Ceza (Karşılık) Günü: 1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26; 74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.

Allâh'ın Dini, İslâm, Tevhîd: 2/132, 193, 217, 259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72; 9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55; 29/65; 30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21; 48/28; 60/8, 9; 61/9; 98/5; 107/1 ; 110/2; 109/6.

Kanun, Hüküm, Şerîat: 2/217; 3/73; 12/76; 22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.

emirahmedyasin 03-31-2009 18:57

--->: Temel kavramlar
 

Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimenin hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle açıklamaya çalışalım:

el-İsfâhânî, din'i: "İtaat, ceza (karşılık) demek olup şerîat hakkında istiâre yoluyla kullanılmıştır. Din, mana itibariyle millet'e benzemekle birlikte, şerîata bağlılık ve itaat demektir" diye tarif ettikten sonra, çeşitli manalarına örnek olmak üzere birtakım âyetleri kaydetmektedir.

Ona göre, Ali İmrân 19 ve en-Nisâ 125. âyetlerindeki "din" kelimesi "itaat" anlamınadır. "Ey kitab ehli! Dinlerinizde aşırılığa gitmeyin." (en-Nisâ 4/125) buyruğu ise, dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslâm Dini'ne uymak için bir teşviktir. el-Bakara sûresinin "Din'de zorlama olmayacağını" hükme bağlayan âyet-i kerimesinde de (2/256) maksat "itaat"tir; Çünkü dîne bağlılık ancak "ihlâs" ile olabilir. "İhlâs" ile "zorlama" ise, birbirine aykırı hallerdir. Âli İmrân sûresi, 83. âyetinde yer alan: "Onlar, Allah'ın Dini'nden başkasını mı arıyorlar?" buyruğundaki "din"den kasıt ise İslâm'dır. Sad, 38/85, el-Feth, 48/28, es-Saf, 61/9, et-Tevbe, 9/29, en-Nisâ, 4/125 âyetlerinde de aynı şekilde "İslâm" kastedilmektedir.

Vâkıa, 56/86. âyette geçen "Medînîn" kelimesi, "amellere karşılık" manasınadır. (Rağıb el-Isfâhânî, el-Müfredat, 175)

Dâmeganî'ye göre "din", Kur'ân-ı Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:

1. Tevhîd: "Allah katında yegane geçerli olan din İslâm'dır." Âli İmrân, 3/19 âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Ez-Zümer, 39/2, er-Rum, 30/30 ve Lokman, 31/32. âyetleri de aynı anlamdadır.

2. Hesap: "Onlar din (Hesap) gününü yalanlarlar" el-Mudaffifin, 83/11, es-Saffat, 37/53, ve el-Vakıa, 56/86'da olduğu gibi.

3. Hüküm ve Yargı: Yusuf, 12/76'de "Melik'in dîni"; "Melik'in hüküm ve yargısı" demektir. en-Nur, 24/2'de "Allah'ın Dini" buyruğu da Allah'ın hüküm, yargı ve kanunu manasındadır.

4. Bizzat dinin (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen, kişisel ve toplumsal ilişkiler, eşya ve kâinat münasebetleri, değer yargıları v.s.'nin) kendisi.

Eksiksiz ve tam haliyle Allah'ın dini, İslâm: et-Tevbe 9/33,es-Saf 61/9, el-Feth. 48/28'de olduğu gibi.

5. Millet: el-Bey'yine, 98/5'de olduğu gibi. (el-Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğanî, Kâmusu'l-Kur'ân, Beyrut 1983, 178-179)

Mevdûdî, Kur'ân-ı Kerim'de "din" kelimesinin anlamına ayırdığı incelemesinde şunları söylüyor: "...Bu bakımdan "din" kelimesinin "Kur'ân-ı Kerim'de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Söz konusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:

1. Hâkimiyet ve yüce egemenlik.

2. Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.

3. Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî düzen.

4. Bu düzene uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat veya karşı gelmek halinde isyan etmeye verdiği ceza."

(Mevdûdî, Kur'ân'a göre Dört Terim, s. 103)

İslâm: İlâhî düzen ve ulûhiyet tektir, şu halde kulluk da tek yeredir. Bu uluhiyete teslim olduktan sonra, insanoğlunun ne ruhunda ne de dış hayatında Allah'ın hükümranlığından başka bir şeyin eseri kalmaz. Uluhiyet tektir, öyleyse tek bir cihet vardır, tek bir akide vardır: Allah'ın rızasına uygun olarak kullarından kabul ettiği akîde, yani açık, berrak ve halis tevhid akîdesi ki, o da Allah indinde din olan İslâm'dır.

emirahmedyasin 03-31-2009 18:59

--->: Temel kavramlar
 

O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir. İslâm, teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah'ın kitabının kulların hayatına hâkim olmasıdır. Bugün 'biz müslümanız' deyip de Allah'ın kitabı ile hükmetmeye çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab'a benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına, ekonomik, sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar. Bunlar, ileri sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri kalmazlar. Hiçbir dînî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab'ın ileri sürdüğü zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar olmayınca din de olmaz: Allah'ın şerîatına itaat, Allah'ın Rasûlü'ne uyma, Kitabullah'ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd akidesinin gerçeği bunlardır. Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun eder. Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî şuuru uyandırmaktan, ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle bir din olamaz. Din, Allah'ın insanoğlu için tespit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan ve Allah'ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah'ın dinine iman eden müslüman, Allah'tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu dine, insanların açıkça göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır. Kâinatta mevcut olan diğer bütün nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, meselesini ve hayatını canlı bir şekilde Allah'ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet ve ferdin dayanağını Allah'ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp, böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe şahit olamazlar. Müminler İlâhî programı tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî dinin ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı telakki ettiği şehadetin ta kendisidir... Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, "Bizi Şahit olanlarla beraber yaz." niyazı (Âli İmrân, 3/53) Allah ile akdedilen bir bey'attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun huzur ve refahı arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek için cihad etmek zorundadır. Bunu yapmıyorsa ya şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği şehadetin zıddını yapmak gayretindedir. Mü'min olduklarını iddia ettikleri halde, insanları Allah'ın dininden uzaklaştıranların vay haline!

İşte bütün bu manâlarla İslâm Allah katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah'tan getirmiş oldukları en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara ibadetten kurtarıp Allah'a ibadet ettirmek için peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler. "Allah indinde hak din, İslâm'dır. "

emirahmedyasin 03-31-2009 18:59

--->: Temel kavramlar
 

Hiç şüphe yok ki, Allah'ın dini tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm'a sırt çevirenler bütün dinlere sırt çevirmekte ve Allah'ın ahidlerinin bütününe ihanet etmiş olmaktadırlar. İslâm ki, yeryüzünde -Allah'ın tek nizamıdır- mevcudatın temel kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm'dır.

Sünnet'te Din

Hadis-i şeriflerde de "din" kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır. (Bk. el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elgazi'l-Hadîs... II, 163 vd.; 165 vd.)

Hadis-i şeriflerde "din" kelimesi değişik anlamlarda kullanılmıştır:

1. Boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek: "Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah'a) ibadet ettirendir." (Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce, Zühd, 31) Bu hadis-i şerifde geçen "dâne"nin "hesaba çeken" manasına geldiği de söylenmiştir.

Hz. Peygamber'in: "Kureyş'ten, söyledikleri takdirde bütün Araplar'ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz söylemelerini istiyorum." (Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, I, 237) buyruğu da aynıdır.

2. İnanç ve ibadet: "Kureyş ve onlar gibi inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife'de vakfe yaparlardı." (Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac, 151) Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler kastedilmektedir.

3. Hayır olsun, şer olsun karşılık:

"Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün. " (Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1)

4. Kahretmek, mecbur etmek: Egemen ve hâkim Allah'ın "ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır. (Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu'l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad, 1385/1966'dan tıpkı basım, III. 134-136; Mecdu'd-Din İbnu'l-Esîr, en-Nihâye -fi Garîbi'l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149)

"Din"e yakın Kavramlar: Bundan önceki açıklamalardan "din"e yakın birtakım kavramların bulunduğu ve bunların da hem Kur'ân'da, hem Sünnet'te kavram olarak önemli bir yer tuttukları anlaşılmış olmalıdır. "Din" gibi oldukça önemli bir kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:

Millet: Aslında yazdırmak anlamına gelen "imlâ"dan gelmektedir. İzlenen "belli yol" manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından "şeriat" manasına kullanılmıştır:

"Küfür tek millettir." sözünde olduğu gibi 'bâtıl" hakkında da kullanılabilir. (Tehânevî, a.g.e., II, 1346) Fîrûzâbâdî, el-Kâmus'da: "Millet, şerîat veya din demektir." (s. 1367) derken, Râğıb el-Isfâhânî: Millet, anlamı itibariyle din'e benzemektedir. Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber'e izafe edilir:

emirahmedyasin 03-31-2009 19:00

--->: Temel kavramlar
 

"Atalarım İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un milletine uydum." (Yusuf 12/38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır.

"Allah'ın milleti", "Zeyd'in milleti" gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret'te Allah'ın mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderdiği şerîatın adıdır." der. (el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)

Şerîat: Şer', sözlükte suya giden yol demektir. "Şerîat" da aynı anlamdadır. İslâmî bir kavram olarak ise; Yüce Allah'ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin- herhangi bir peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şerîat'a "din" ve "millet" adı verildiği de olur. Şerîat, kendisine itaat edilmesi bakımından "din"; dikte edilip yazılması bakımından "millet"; belirlenmiş bir yol olması bakımından da "Şer" ve Şerîat'tır. (et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760)

Ebu'l-Beka, "din" kelimesine yakın terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret etmektedir: "Çoğunlukla bu lâfızların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden farklıdırlar. Çünkü Peygamber'den sabit olan özel yola uyulması açısından "tarîk" (yol); gereğince dinlenmesi, bağlanılması (iz'ân) gereği açısından "iman"; onu teslimiyetle kabul gereği açısından "İslâm"; ona bağlanmanın karşılığının verilmesi açısından "din"; dikte ettirilip yazılmacı ve etrafında toplanılması açısından "millet"; susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için "şerîat"; bir diğer adı "en-Nâmûs" olan Cebrâil'in vahiy yoluyla onu getirmiş olması açısından da "en-Nâmûs" adı verilir." (Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)

Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki farka gelince; Din Allah'a, Millet Rasul'e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir. (Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat. "Din " mad.)

Din Koyucu Kim Olabilir?: "Din" in sözlük anlamını göz önünde bulundurduğumuz takdirde, insanların ferd ya da toplum olarak uydukları düzen, benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi bir mana da ihtiva ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen yalnızca ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını aşarak Âhiret'i de; insanlığın kendi aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla her türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının davranışlarını, tutum ve faaliyetlerini, konumlarını hem belirlemekte hem de bunları değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline vermektedir.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:00

--->: Temel kavramlar
 

Din'in genel olarak mahiyeti bu olunca, ister Allah tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı olsun her bir düzen ve sistem bir "din''dir. Yani aynı zamanda bütün ideolojiler, ...izm'ler, ve doktrinler de birer dindir. Bunların yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak kendilerini sunmaları ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri sürmeleri, yani temelde "laik" olduklarını belirtmeleri onların aşağılamak, mahkum etmek ve hayatın dışına itmek için gayret gösterdikleri "din"den -sözlük anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir şey olmadıklarını göstermektedir. Bunlar birer "dinsizlik dini"dir.

Bu beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında İslâm'ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri "bağnazlık"ların en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve ...izm'ler uğruna işlenen cinayetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve "din"i mutlak manada itham etmek için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik uğruna Kapitalizmi, Emperyalizmi, Komünizmi, Siyonizm'i yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş "modern cinayetler" ve "çağdaş bağnazca tutumlar" mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegane hak din olan İslâm'ı mücadelenin dışında tutmak, saf dışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinin sapması sonucu ortaya çıkan cinayetler mi?

Bu sözler, bâtıl adına işlenen cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini tanımadığını ileri sürerken bile "bir düzene uymak" anlamında bir din'e mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen, sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani "din"lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Daha açık bir ifade ile çağdaş dünya dininin ilahları sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler, sporculardır... Mabetleri ise bankalar, fabrikalar, stadyumlardır... Kullar ise her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.

Açıkça anlaşıldığı gibi durum şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır. Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene "İnanılmasını" yani bir inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir "din" olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını ikna etmeye özel bir çaba harcamaktadır.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:01

--->: Temel kavramlar
 

İşte aslında insanlığa belli bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle- düzenlemeye çalışan her bir sistem -adı Komünizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hıristiyanlık ya da başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir, yani bir "din"dir.

Bu yorum ve açıklamaların Kur'ân-ı Kerim'in "din" için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce Allah, Rasûl'ünü hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere "hak din" ile göndermiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/28; es-Saff, 61/9), Allah katında yegane geçerli din İslam'dır. (Âli İmrân, 3/19) İslâm'dan başka bir din arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve o, Âhiret'te hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Âli İmrân, 3/85)

İşaret ettiğimiz bu âyetlerden ve daha başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm'ın dışında başka dinler de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de vardır.

Buna göre insanların benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir "din"dir. Buna "din" adının verilmesi ile verilmemesi arasında bir fark yoktur. Hatta Allah'a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına "ibadet" adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez. Çünkü dinlerde asıl olan bir "inanç düzeni" ile bu düzene göre şekillenen bir hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir "yaşayış düzeni"nin varlığıdır. Bunun söz konusu olamayacağı hiçbir "hayat düzeni" bulunamayacağına göre, insanlık için -bu manasıyla- din dışında kalabilen bir hayat esasen düşünülemez demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhebleri incelediği el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:

"Dünyada çeşitli din ve mezhep mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır; yahudi ve hıristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi bir takım hüküm, değer ve tanımları olup da Allah'tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır." (Şehristânî, a.g.e., I, 37)

Görüldüğü gibi her bir dünya, hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve öylece değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir iddia ile ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün olamaz.

Dinin kavranması için şu iki soruya cevap verilmelidir:

1. Din, her halukârda hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?

2. İstenen mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir?

Bu iki soruyu cevaplandırmak gerekirse şunlar söylenebilir:

İnsanın belli bir yapısının ve bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin söz konusu olduğu herkes tarafından bilinir.

İnsanın, görünen ve duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu varlığının en küçük diliminde dahi kendisini gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir manevî varlığının da bulunduğunu görüyoruz.

O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın hem maddî hem de manevî yapısını göz önünde bulundurması ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları ahenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, istidatlarıyla, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele alabilen bir dindir.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:02

--->: Temel kavramlar
 

İnsan, tek başına, çevresiyle, hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye birşey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve sorunlarla karşı karşıya kalır:


Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim? Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?

Yani insanın hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik, siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

İnsanın, kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir. Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç meyli vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata, düşman ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.

Peki insan denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O'nu tanımanın yolu nedir? O'na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir. Biz O'nun için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının, muamelesinin esasları nelerdir?

Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:02

--->: Temel kavramlar
 

İnsan, yani selim fıtrata sahip; sapıklığı, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını, haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman zaman yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, adil ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması, insanların birbirlerine "kurtluk ve orman kanunlarıyla" ya da "tilkilik" mantığıyla değil de, "en az o da benim kadar haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir" mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer etmesi...

İnsan kendi ferdî hayatında bunların, hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir. Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki çalışmaları eğer eksik kalacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın "ötesi"ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat, mutlaka bu ihtiyacı karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir "din" fıtratın bu ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.

Şimdi, ikinci sorunun cevabını aramaya geçebiliriz:

Bu mükemmellikteki dini kim koyabilir?

Kur'ân-ı Kerim'in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen "bir din" olduğuna göre ve aslında "din"in insanın belli nitelikteki sorularını cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki bir "din''in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Yaratan, yarattığının yapısına en uygun yolu gösterendir:

"Herşeyi yaratıp düzene koyan, onu takdir edip ona yol gösteren... O en Yüce Rab'binin adını tesbih et." (el-A'lâ, 87/1-3)

Rablerinin kim olduğunu soran Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâ-Hâ, 20/50)

Aynı cevabı Hz. İbrahim kendisiyle tartışan Nemrud'a söylemişti. Nemrud krallığının aynı zamanda insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini de uyruğunu da Allah'ın dinine tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim'e karşı çıkmış bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:

"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim de: Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir' deyince, kâfir, şaşırıp kalmıştı." (el-Bakara, 2/258)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:05

--->: Temel kavramlar
 

Ä°BADET

Kelime anlamı itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, küçüklüğünü kabul etmek demektir. Şer'i anlamı ise, Allah'ın sevdiği, emrettiği, kabul ettiği ve razı olduğu bütün gizli-açık amel ve sözlerdir. Bunlardan bazıları; iman, islam, ihsan, dua, korkmak, umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden saygı duymak, yönelmek, yardım istemek, sığınmak, yardımına çağırmak, kurban kesmek, adak adamak, ilah olarak yalnızca Allah'ı tanımak, Allah'ın hükmüne teslimiyet göstermek, Allah için sevip Allah için buğzetmek, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tavaf etmek, tevbe-istiğfar etmek vs. dir. (Muhammed b. Abdulvehhab, Tevhid, s.f 80, Tevhid Yayınları)


İbadet niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan, Cenab-ı Hakka yakınlık ifade eden ve özel bir şekilde yapılan taat ve fiillerden ibarettir. Bu, bizi yoktan var eden, bize sayısız nimetler bahşeden Yüce Allah'ı ta'zîm (ululamak, yüceltmek) amacı güden bir kulluk görevidir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1935, 1/95)


Bu duruma göre ibadet, Cenab-ı Allah'a karşı gösterilen saygı ve hürmetin, en yüksek derecesini ifade eder. En geniş anlamda ibadet, Allah'ın hoşnut ve razı olduğu bütün fiil ve davranışları kapsamına alır. (Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/53)


İbadet, kendini kul olarak kabul eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu ve Rabbine itaat edişidir. İbadet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. İbadet, Allah'a karşı duyulan saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu, Allah'ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.


Allah'ın razı olduğu bütün ameller ibadet kapsamına girer. Bir diğer deyişle salih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)in yapılması ibadettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine itaat istemektedir. Yani Allah'a itaat manası taşıyan her hareket ibadettir.


İbadet, 'abd' kelimesinden türetilmiştir. Bu da; en yüce bilinen bir varlığa itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin itaat etmek, boyun eğmek demektir. Eskiden kölelere de 'abd' denirdi. Onlar, sahiplerine karşı gelmeksizin itaat ederlerdi. Çünkü onlar efendilerinin malı sayılırlardı.


İnsanın Allah karşısındaki durumu, kölenin efendisi karşısındaki durumu gibi değildir. İnsanlar Allah'ın köleleri değildirler. Ancak insanlar mutlak itaatı, boyun eğmeyi ve en yüksek tazimi Allah'a yapmak zorundadırlar. Bunun adı kulluktur, yani ibadettir. (Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, s.f. 282, Beyan Yayınları)


İbâdet kelimesi, "abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir:


1) Hürün karşıtı olan köle,

2) Boyun eÄŸmek ve itaat etmek,

3) Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,

4) Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.


Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; "kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaata layık olan da, hiç şüphesiz gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine ibâdet edilene de ma'bûd denir

emirahmedyasin 03-31-2009 19:05

--->: Temel kavramlar
 

Kur'ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."


Demek ki İslamî manasıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir."


"İbâdet" kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Mesela namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.


"İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.


İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, rasulü Muhammed (s.a.v.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "abd/kul" kelimesi ile isimlendirmiştir. (2/23, 17/1, 18/1, 57/9) O yüzden şehâdet kelimesinde bile "rasül" kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abduhu: O'nun kulu" ifadesi kullanılır. Çünkü risalet, Muhammmed'in (s.a.v.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul" ifadesi, onun Rabbıyla ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.


İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Gerçek iman kulun kalbine girdiği zaman bu pratiğe salih amel şeklinde yansır. Allah insanlardan söz söylemelerini değil, sözlerini doğrulayacak salih amel işlemelerini ister. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle, veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.

Lisanımızda çokça kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığı için, bu kelimeleri "puta tapmak", "haça tapmak" gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" manasına gelen "ubûdiyet"tir. İbâdet, Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır. (Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:06

--->: Temel kavramlar
 

DALÂLET

Yolunu şaşırma; kaybolma; azma; sapkınlık ve batıla yönelme. Ayrıca, helâk olmak, batıl şey ve unutmak mânâlarına geldiği gibi bilerek veya bilmeyerek, az veya çok doğru yoldan sapmak anlamlarına da gelir. Nitekim "dâll" ve "dalâl" hem peygamberler hem de kâfirler için kullanılmıştır: "(Kardeşleri) dediler ki: Yusuf ile kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki bizler birbirine bağlı bir toplumuz. Herhalde babamız apaçık bir hata (dalâl) içindedir." (Yusuf, 12/8)
Âyette görüldüğü gibi, hata kelimesi "dalâl" ile ifade edilmiştir.

Duhâ sûresinde de Hz. Peygambere hitaben; "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" (ed-Duhâ, 93/7) buyurulmaktadır. Buradaki şaşırma kelimesi de Kur'ân'da "dâll", yani yolunu kaybetmiş, şaşırmış demektir.

Dilimizde dalâlete, sapmak, sapıklık ve sapkınlık denir. Dalâl, bazen gafletten ve şaşkınlıktan doğar. Bu münasebetle dalâl; gaflet, şaşkınlık, kaybolma ve helâk olma manalarında da kullanılır.

Aslında dalâl, yoldan sapmak demek olduğu gibi, aklî sapma anlamlarında da kullanılmıştır. Biz de dalâlet ve sapkınlığı batıla düşmeyi sadece dinde; dalâl ve sapıklığı da akıl ve sözde kullanırız. Dâll kelimesinin çoğulu olan "dâllîn", tam manasıyla, sapkınlar demektir.

"Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur." (el-Bakara, 2/108)

"Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür." (en-Nisâ, 4/116)

"Allah ve Rasülü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin kadın ve erkeğin o işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasülü'ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (el-Ahzâb, 33/36)

Yukarıdaki âyetler, ister mümin olsun ister kâfir, Allah'ın ve Rasûlü'nün emir ve teklifleri karşısında inat edip ondan deliller ve harikulâde şeyler istemek suretiyle Hz. Peygamber'i (s.a.v) müşkül durumda bırakmaya çalışmalarının onları doğru yoldan sapmış kimseler olarak nitelendirmeye götüreceğini ihtar etmektedir.

"İbrahim, babası Âzer'e: Sen bir takım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum demişti. " (el-En'am, 6/74)

Halbuki Hz. İbrahim Kur'ân'ın ifadesiyle yumuşak, müsamahakâr, temiz huylu ve halîm birisidir. Fakat akîde söz konusu olunca, ne babalık kalır ne de evlâtlık... Dalâleti seçenlere karşı tavır budur.

"...Allah, müminlere lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce apaçık bir (dalâl) sapıklık içindeydiler. " (Âli İmrân, 3/164)

Daha önce, tasavvurda, itikatta, hayatî mefhumlarda, gaye ve yönelişlerde, âdet ve gidişatta, nizam ve prensiplerde dalâlet; sosyal ve ahlâkî yaşayışta da sapıklık içindeydiler. Allah, lütufta bulunarak onları, sapıklıktan doğru yola çıkarmıştır:

"Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'ân'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğutun önünde yargılanmak isterler. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklıkla saptırmak ister." (en-Nisâ, 4/60)

İşte iman ettiğini söyleyip; Hakk'ın önünde muhakeme edilmeye çağrılınca, tâğutun hükmünü Hakk'ın hükmüne tercih edenler, gerçekte şirk ve apaçık bir sapıklık içindedirler. Şeytan da, onların, bu sapıklıklarında daha da derinleşmelerini ister ve nitekim çoğu zaman başarır.

Dalâlet kelimesinden geçişli olarak türetilen "idlâl" da saptırmak anlamına gelir. Şöyle ki: "Onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler." (en-Nisâ, 4/113)

Rivayete göre Medine yerlilerinden Ta'me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un dağarcığına saklayarak getirip, bir Yahudi'nin evine gizlemişti. Ta'me'yi sıkıştırdılar. O, müslüman olmasına rağmen yemin etti. Yahudiyi sorguya çektiler. O da: Bunu bana Ta'me verdi dedi. Bazı Yahudiler de şahitlik ettiler. Zaferoğulları Rasûlullah'a gelip Ta'me'yi beraat ettirmesini söylediler. Ta'me'nin yemini karşısında düşündü; arkasından yukardaki âyet indi.

Dalâletin unutma ve yanılma anlamına geldiği de olur. Aşağıdaki âyet buna bir örnektir: Borç verirken yazılmasını ve şahit getirilmesini isteyen âyet, devamla; "Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden olmak üzere bir erkekle iki kadın gösterin ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin." (el-Bakara, 2/282) Görüldüğü gibi burada yanılma olarak tercüme edilen kelime Kur'ân'da "dalâlet "ten türeyen, "dallet" sözcüğüdür.

Peygamber (s.a.v)'in hadislerinde de, sapıklığın dalâlet olarak geçtiğini görmek mümkündür. Bir örnek olmak üzere aşağıdaki hadisle yetinelim:

"Sonradan uydurulan şeylerden sakınınız. Çünkü sonradan uydurulan her şey bid'attır. Ve her bid'at sapıklık (dalâlet)tir." (Ebû Dâvûd, es-Sünne, 5)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:07

--->: Temel kavramlar
 

FÄ°TNE

Fitne kelimesi küfür, azgınlık, sapıklık, günah, rüsvalık, ayrılık, birisini azdırmak, delilik, iç ihtilaf ve kargaşa, kavga, kalbin bir şeyi fazlaca beğenip, ona meyletmesi, hoşuna gitmesi, bela, azap, musîbet... gibi anlamları vardır. (Abdü'r-Raûf el-Mısrî, Mu'cemü'l-Kur'an, Beyrut, 1367 /1948, II, 71; İbnü'l-Manzûr, Lisanü'l Arab, Beyrut 1698 XIII. 317 vd) Aynı zamanda insanlar arasında meydana gelen ihtilaf, ihtilâl, eşkiyalık ve kavgaya da denir. Bazı hadis ve ayetlerde söz konusu kelime daha ziyade bu manadadır. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII, 290)

Fitne ve bu kelimenin değişik türevleri Kur'an-ı Kerim'de muhtelif sure ve ayetlerde 60 yerde 12 manaya gelir:

1- Azap: "Azabınızı tadın! İşte acele isteyip durduğunuz şey budur." (ez-Zâriyât, 51/14)

2- Şirk (Allah'a ortak koşmak): "Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına asla saldırılmaz." (Bakara, 193)

"Fitne (şirk) adam öldürmekten daha büyük günahtır..." (el-Bakara, 2/217)

3- Küfür: "O gün (kıyamet günü) münafık erkeklerle, münafık kadınlar iman edenlere derler ki; "Bizi gözetip bekleyin, nurunuzdan biraz edinelim." Onlara "geriye dönün de nur arayın!" denilir. Sonra da aralarına kapısı bulunan sur çekilir. İç tarafında rahmet, dış tarafında o cihetten azap vardır. münafıklar, müminlere "biz sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. Onlar da "evet, beraberdik, ama siz kendinizi fitneye düşürdünüz (iman etmediniz, küfrettiniz) şüpheye düştünüz." (el-Hadîd" 57/13-14)

4- Günah: "...Artık Peygamber'in emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin (günahın) dokunmasından veya kendilerine elem verici bir azabın erişmesinden çekinsinler." (en-Nûr, 24/63) "Onlardan (Tebük seferine çıkmamak için bahane arayanlardan) bir kısmı "bana izin ver de, beni fitneye (günaha) düşürme" diyordu. Haberiniz olsun ki, kendileri fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz ki cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır." (et-Tevbe, 9/49)

5- İşkence, eziyet: "Sonra işkence ve azaba uğratılan, ardından hicret eden, sonra da Allah yolunda savaşan ve sabredenleri, Rabbin mutlaka bağışlayan ve çok merhamet edendir." (en-Nahl, 16/110)

6- Belâ ve imtihan: "Andolsun ki, onlardan öncekileri de imtihan ettik." (el-Ankebût, 29/3)

7- Ta'zîb ve Gönül incitme: "O kimseler ki, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara işkencede bulundular, sonra da tövbe etmediler. İşte onlar için cehennem azabı vardır. (el-Burûc, 85/10)

8- Öldürme ve Helâk: "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda, kâfirlerin sizi fitneye düşürüp (öldürüp) kötülük edeceklerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda bir vebal yoktur..." (en-Nisâ, 4/101)

9-Sırat-ı müstakîm'den saptırma: ''Neredeyse onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye düşürecekler (doğru yoldan saptıracaklardı), ve ancak o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi." (el-İsra, 17/73)

10-Dalâlet ve tereddüde düşürme: "Çünkü siz ve taptıklarınız, cehenneme girecek olanlar dışında hiç kimseyi dalâlete düşürecek (azdıracak), baştan çıkaracak değilsiniz." (es-Saffât, 37/161-163)

11- "Özür ve illet: "Sonra onların, sadece "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki, biz müşrik değildik" sözleridir; başka özürleri (fitneleri) olmayacak." (el-En'âm, 6/23)

12- Delilik ve Gaflet: "Yakında kimlerin deli olduğunu sen de göreceksin, onlar da görecek." (el-Kalem, 68/5-6)

Fitne, Allah (c.c) ve kuldan sadır fiiller cümlesindendir. Mesela, belâ, musîbet, öldürme veya işkence... gibi hoşlanılmayan fiiller, her ne zaman Allah Teâlâ'dan sadır olursa, ancak bir hikmete binaen olur; buna mukabil her ne zaman, Allah'ın emri dışında, kul tarafından bu fiiller yapılırsa, bunun zıddı olur. (Fîrûzâbâdî, Besâiru Zevi't- Temyîz fî Letâifi'l-Kitabi'l-Azîz, Mekke (t.y), IV. 166-169)

Kur'an-ı Kerim'de geçen "fitne" ve türevi olan ikilemeleri bu şekilde on iki maddede toplamak mümkün olsa da, buna karşılık aynı kelimelerin hadislerdeki manalarında aynı çokluğu görmemiz mümkün değildir. Hadislerde bu kelimeler daha çok "ictimaî bozukluk, düzensizlik, anarşi... vb. manalarda" kullanılmıştır: "Fitne, deniz dalgaları gibi dalgalanır." ('Buhâri, fiten, 17; Müslim, iman, 231) Bilhassa Hz. Peygamber "Deccâl'den" bahsederken, fitne kelimesini kullanmış, ümmetini bu fitneye karşı dikkatli olmaları için uyarmıştır. (Buhârî, fiten, 26, i'tisâm, 2; Müslim, küsûf, 8, 1 1, 12, 22; Ebu Davud, fiten, 24, 149. Yine O, bir çok dualarında da mutlak olarak fitneden, Allah'a sığınmış (Buhari, daavât, 35; Müslim, fezâil, 137...) ve dünyanın, malın, fakirliğin, kabrin, ölü ve dirilerin, kadınların ve cehennemin fitnesi konusunda da ümmetine çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur ki, mezkur konularda söz konusu olan fitne, insanı dinini yaşamaktan alıkoyan, Allah'a ulaşmada engel olan veya insanı cehenneme sürükleyen âmil, sebeb... vb. manalara gelir. (Bu manalar için bkz. İbnü'l-Esir, en-Nihâye fi darıbi'l-Hadis, Beyrut, t.y III. 410-411)

Hadis Kitaplarında "Kitabü'l-Fiten" diye bölümler vardır. Buradaki "fiten" kelimesi de fitne kelimesinin çoğulu olup, söz konusu bölüm Hz. Peygamber'in, kendi vefatından sonra meydana gelecek fitnelerle ilgili hadislerinin yanında, kıyamet ve ahiretle ilgili hadisleri ihtiva eder.

Allah Teâlâ şu ayet-i kerimede zararı herkese olan, musibeti, günahkâr olan ve olmayan herkese ulaşan, anlaşmazlık, kavga... kısacası anarşiden kaçınılmasını emrettiği belirtilmektedir: "Ey müminler! Öyle bir fitneden sakınınız ki, o, hiç de sizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz (onun dehşeti günahsızları bile kuşatır). (el-Enfâl, 8/25) Çeşitli hadislere göre -Buhârî bu ayeti başlık yaparak bu hadisleri altında sıralamıştır-" en büyük fitne ümmetin birliğini bozan ve İslâm toplumunun sosyal hayatını ihlal eden, baği hareketler gelir. İkinci planda da İslâm devletinin müdafasından kaçmak, bütün ümmetin gözü önünde küfür ve dinden irtidat etmek, zâlim yöneticilere hayır ve doğru olan şeyleri öğütlemeyip, onlara dalkavukluk yapmak veya yağ çekmek gibi kötü şeyler gelir ki, bunlar da bir ümmetin bütün fertlerinin maruz kalmalarına sebeb olan fitne ve belalar cümlesindendir." (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII. 291)

İslâm tarihinin ilk dönümlerinde siyâsi sebeblerle zuhur eden dahilî ihtilaflar âlimlerimizce fitne olarak nitelendirilmiştir. Mesela; Cemel ve Sıffîn vakaları, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin şehid edilmeleri, Hz. Muaviye'nin oğlu Yezid'i kendine halef ve veliaht tayin etmesi gibi İslâm devleti bünyesinde ortaya çıkan fitnelerdir. Bu tür fitneler sonucu bir çok müslüman hayatını kaybetmiş, yeni yeni batıl mezheplerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. Açılan bu tür yaraların kanları zamanımıza kadar akmaya devam etmiştir.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:08

--->: Temel kavramlar
 

RÄ°YA

İş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya salih bir ameli Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapma. Bu davranışta bulunan kimseye riyakâr veya müraî denir.


Riya, insanlar arasında manevî nüfûz, şan ve şöhret, maddî çıkar sağlamak için yapılır. Dinin dünyaya âit bu tür maddî ve manevî çıkarları elde etmek için, insanlar tarafından kutsal değerlere karşı beslenen bağlılık ve hürmet duygularına âlet edilmesi, riyanın en kötü şeklidir. Bu tür davranışlar, hilekârlık ve yalancılıktır. İnsan şeref ve haysiyetine hakarettir.

Riyakâr kişinin söz ve davranışlarındaki samimiyetsizlikleri, diğer insanlar tarafından kısa zamanda anlaşılır. Bunlara kimse güvenmez.


Riyanın her çeşidi ahlaksızlık olduğu halde, ibadetlerde riyakâr olmak çok daha büyük bir ahlâksızlıktır. Rasûlüllah Efendimiz; Muhakkak ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyadır," buyurmuştur. (Tirmizi, Hudut, 24) İbadet, Allah için yapılır. Allah'ın rızası dışında bir amaçla; gösteriş olarak ibadet yapmak, Allah rızasını ortadan kaldırır. Gösteriş için ve bir çıkar düşüncesiyle Kur'ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, sadaka vermek vb. ibadetleri boşa çıkarır. Allah Teâlâ;


"Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir kaya parçasının hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır" (el-Bakara, 2/264) buyurmuştur. Şu halde, Allah'ın emrini ve rızasını düşünerek değil de, dindar görünmek için ibadet etmek, âlim ve bilgili desinler diye ilimle uğraşmak, cömert tanınmak için zekât ve sadaka vermek, riyadan ibaret kötü bir davranışın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:


"Her kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Her kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır" (Müslim, Zühd, 38); "Şüphesiz riya şirktir" (İbn Mace, Fiten, 16).

Dünyevî menfaat söz konusu olunca ameller boşa çıkar. Yine Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurur: "Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur" (et-Tergib ve'r-Terhib, I, 32). Hadis-i Kudsî'de de Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Ben ortakların ortaklığından en müstağnî olanıyım. Her kim bir iş yapar da, onda, benden başkasını ortak kılarsa onu da, o ortaklığını da terk ederim" (Müslim, Zühd, 46)


Riya çok değişik şekillerde yapılmakla birlikte, bunlarda ortak özellik, dindarlık veya dürüstlük görüntüsü altında, insanlar arasında çıkar sağlamak, şan ve şöhrete ulaşmak arzusudur. Sevmedikleri kişileri seviyormuş gibi görünen, onlara yağ çeken, öven ve böylece menfaat sağlamaya çalışan riyakârlara da bol bol rastlanır.


Allah'a ve insanlara karşı samimi davranarak riyadan uzak durmak mümkün olduğu kadar ibadetleri gizli yapmak, Allah rızasını insanların övgüsü, isteği, yergisi, korkusu ve çıkar düşüncesine tercih etmek müslümanın prensibidir.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:09

--->: Temel kavramlar
 

ATALAR DÄ°NÄ°

Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceÄŸi birçok asırların tecrübelerine, daha doÄŸrusu Allah’ın tayin edip indirdiÄŸi delillere baÄŸlı olan hükümlerde geçmiÅŸi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni ÅŸeyler aramak doÄŸru deÄŸildir. Bununla beraber, körü körüne geçmiÅŸe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiÅŸ bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eÅŸ ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boÄŸulup kalmaktır.

Bundan dolayı, bir ÅŸeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması deÄŸil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduÄŸu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz” diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel kuralı da bununla kayıtlıdır.


Bu bakımdan eski, hiçbir kayda baÄŸlı olmadan eski olduÄŸu için deÄŸil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduÄŸu gibi, iyiliÄŸi ve güzelliÄŸi ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiÄŸi delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eÅŸler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, ÅŸeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.


"Onlara; 'Allah'ın indirdiÄŸine uyun' denildiÄŸi zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduÄŸumuz yola uyarız' dediler...” (Bakara: 2/170)


Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doÄŸru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliÄŸe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduÄŸu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz deÄŸildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediÄŸi bir ÅŸeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve ÅŸeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiÄŸi Kur’ân’a ve diÄŸer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiÄŸi zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemiÅŸlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiÅŸtir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiÄŸine uyun” dendiÄŸi zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demiÅŸler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483)


Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneÄŸi, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. (Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324)


Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister Ä°slâm’a ve Ä°slâm ÅŸeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve Ä°slâm’ın reddettiÄŸi câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan baÅŸkasından bir ÅŸey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, ÅŸuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor. “...Ya ataları bir ÅŸey anlamamış, doÄŸruyu da bulamamış idiyseler?” (Bakara: 2/170)


Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler:

“(Hidâyet çaÄŸrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını iÅŸiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler." (Bakara: 2/171)


Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’ân’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleÅŸmiÅŸ uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var… (Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119. Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:10

--->: Temel kavramlar
 

Tarih boyunca insanlar ya kendi nefislerine zulmetmiÅŸ, ya müstekbirlerin zulümlerine muhatap olmuÅŸlardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalarda bu iki hâlin haber verildiÄŸi sabittir. Peygamberlerin tebliÄŸine karşı direnen kavimlerin ilk sloganları ÅŸudur: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız." Zulme ve ÅŸirke dayanan sistemlerini, bu slogan ile korumaya çalışmışlardır. Atalar dini, geçmiÅŸe karşı beslenen ölçüsüz saygı ve sevgi üzerine kurulan bir sistemdir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Onlara: “Allah'ın indirdiÄŸi hükümlere uyun!” denildiÄŸinde onlar “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduÄŸumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir ÅŸey anlamamış, hakikati de bulamamış idiyseler?" (Bakara: 2/170) hükmü beyan buyurulmuÅŸ ve bu bâtıl dinin mahiyeti haber verilmiÅŸtir. Mekke müşriklerinin; "Günah iÅŸlediÄŸimiz elbiselerle ibadet edemeyiz" diyerek, Kâbe-i muazzamayı çıplak bir vaziyette tavaf ettikleri sabittir. (Ä°mam-ı Alûsî, Ruhû'l-Meani, Beyrut 1985, c. VIII, sh. 109. Aynca, Ebu1-Hasan en-Nedvî, Dört Rükün, Konya 1969, sh. 299.) O dönemde Kâbe-i muazzamanın içerisi ve çevresi heykellerle doludur. Haniflerin "çıplak olarak tavaf etmek doÄŸru deÄŸildir. Elbiselerinizi giyiniz" ÅŸeklindeki teklifini kabul etmeyen ve "Biz atalarımızdan bu ÅŸekilde gördük. Allah emretmeseydi, onlar hiç çıplak olarak tavaf ederler miydi?" sualini soran müşrikler, bu ibadet ÅŸeklinde ısrar etmiÅŸlerdir. (Mecmuatû't-Tefâsir, Ä°stanbul 1979, c. II, sh. 540 (Kadı Beyzavî bölümü) Bunun üzerine; "Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman: “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu (fuhuÅŸla ameli) emretti” derler. O iman etmeyenlere söyle; Allah hiç bir zaman fahşâyı emretmez. BilmeyeceÄŸiniz ÅŸeyleri Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz." (A'râf: 7/28) ayet-i kerimesi inzal buyurulmuÅŸtur.


Cahiliyye döneminde müşriklerin, Kâbe-i muazzamaya hürmet ettikleri, her yıl örtüsünü değiştirdikleri ve oraya ibadet niyetiyle gelenlere ikramda bulundukları malûmdur. (Geniş bilgi için bkz., M. Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, İstanbul 1984, c. II, sh.16 vd.) İbadeti ve duayı teşvik niyetiyle, birbirlerini alkışladıkları ve ıslık çaldıkları da nass ile sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onların (müşriklerin) Beytullahdaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan (alkışlamaktan) başka birşey değildir. (Ey müşrikler) devam ede geldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!" (Enfal: 8/35) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahruddin-i Razi, bu ayet-i kerimenin tefsirinde: "Allahu Teâlâ (cc) kâfirler hakkında, "Onlar Beyt-i haramın sahipleri değildirler" buyurmuş, daha sonrada müşriklerin dualarının ancak el çırpmak ve ıslık çalmak olduğunu haber vermiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyette geçen muka kelimesi, fûal vezninde bir kelime olup ıslık çaldı manasına gelir Tasdiye kelimesine gelince, bu el çırpmak demektir." (İmam Fahruddin-i Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayh), c. XI, sh. 309.) diyerek meseleyi izah etmiştir. Abdullah ibn-i Abbas'dan (r.a) gelen rivayette de Mekke müşriklerinin bu dua şekli üzerinde durulmuştur. Hevâya tâbi olmak, her türlü felaketi beraberinde getirebilir. Resûl-i Ekrem'in (s.a.v): "Cennetin etrafı nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle, cehennemin etrafı da şehevî arzularla (hoşa giden şeylerle) çevrilmiştir" (Salıih-i Müslim, İstanbul 1401, K. Cennet: 1. Ayrıca Sünen-i Tirmizî, İstanbul 1401, K. Cennet: 21.) mealindeki mübarek ikazını dikkate almak gerekir. Atalarını bahane ederek hevâlarına (nefs-i emmarelerine) uygun bir hayat yaşayanların mantığı ile günümüzdeki resmî ideolojinin dayandığı mantık arasında bir fark yoktur. Hesap gününe hazırlanan müminlerin, atalar dininin mensuplarına muhalefet etmeleri, alkıştan ve ıslık çalmaktan uzak durmaları zaruridir. Zira alkış ve ıslık çalma fiilleri, atalar dininin ibadet şekilleri ile ilgilidir. Heykeller önünde saygı duruşunda bulunmak, müşrik olan ehl-i kitabın hastalığıdır. Atalar dinine mensup olan çağdaş zâlimlerin ve müşriklerin âdetlerini taklid etmek caiz değildir. Resûl-i Ekrem in (s.a.v): "Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır." (İmam-ı Serahsî, e1-Mebsut, Beyrut ty., c X, sh. 5.) meâlindeki mübarek ikazına uymakta zaruret vardır. (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 45-50)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:10

--->: Temel kavramlar
 

TEVHÄ°D

Birlik, birlemek. Allah'ın varlığını, birliğini, tüm yetkin niteliklerin kendisinde toplandığını, eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek ve buna inanmak. Bu bilgi ve inanç en özlü biçimde "Lâ İlâhe İllallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Bu nedenle bu cümleye tevhid kelimesi (kelime-i tevhid) denir. Tevhid kelimesini manasını bilerek söyleyen ve buna inanan kişi mümin ve muvahhid adını alır.


La İlahe İllallah'ın manası:

Tek ilah'tan başka kulluk edilecek başka bir ilah yoktur. O tek olan ilah da, şeriki olmayan Yüce Allah'tır. Çünkü ibadete layık olan, ancak O'dur.

Bu kelimenin gereği, Allah'ın (c.c.) dışındaki bütün sahte ilahları reddetmektir.

Zira Allah (c.c.) dışındaki mabutların ilahlık iddiası batıldır. Çünkü O'ndan başka bir şey ibadete (dua edilmeye, emir ve yasak koymaya, nizam tespit etmeye) layık değildir.

Uluhiyetin başkaları için reddedilmesi, ilahlığı sadece ortağı olmayan Allah'a (c.c.) ait kılmayı ve O'nun yanında ikinci bir ilah edinmemeyi gerektirir.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayın..." (Nisa: 4/36)

"Kim tağutu inkar edip Allah'a iman ederse, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa (La İlahe İllallah'a) yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 2/256)

"... Biz her ümmete, yalnız Allah'a kulluk etmeleri ve tağuttan da sakınmaları için Rasul gönderdik." (Nahl: 16/36)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Kim La İlahe İllallah der ve Allah'tan başka tapınılanları (ibadet edilenleri) reddederse malı ve kanı haram olur..." (Müslim, İman: 8)

Bütün rasullerin kavimlerini davet ettikleri söz şudur:

"...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur..." (A'raf: 7/59)

İbn-i Receb (Allah ona rahmet eylesin) şöyle demiştir:

"İlah; yüceliğiyle, aşk ve muhabbetiyle korku ve ümidiyle kendisine güvenilen, tevekkül edilip dayanılarak kendisinden istenilen, kendisine dua ve yakarışta bulunulan, itaat edilip isyan edilmeyendir. Tüm bunlar ancak aziz ve celil olan yüce Allah'a yaraşır."

İşte bu sebeple; Rasulullah (s.a.v.) Kureyş müşriklerine:

"La ilahe illallah" deyiniz, dediğinde müşriklerin cevabı;

"İlahları tek bir ilah mı kıldı? Gerçekten bu çok acayip bir şey" (Sa'd: 38/5) demek olmuştur.

Kelime-i Şehadet'in genel manası Allah'ın (c.c.) dışında ibadet edilenleri reddeder ve batıl kılar. Yani tağutu red ve Allah'a (c.c.) iman etmeyi gerektirir.

Tağutu reddetmek, Allah'ın (c.c.) emir ve yasağına ters düşen emirlerde bulunan kişi ve kurumları, hevayı ve şeytanı reddetmektir. "La ilahe illallah" ın manasıyla birlikte gereğini de yerine getirmek, ibadette Allah'ı (c.c.) birleyerek O'na benzer tutulanları terketmektir.

Kul, "La ilahe illallah" dediğinde; ibadette Allah'ı (c.c.) birlediğini, Allah'tan (c.c.) başkalarına, putlara, kabirlere, evliyalara ve salihlere ibadet etmenin batıl olduğunu ilan eder.

"La ilahe illallah" ın gereği, Allah'tan (c.c.) başka ibadete layık ilah olmadığını, yaratıcı, kudret sahibi ve her şeye kadir olanın Allah (c.c.) olduğunu kabul etmek, Allah'tan (c.c.) başka hiç kimsenin hakimiyet hakkı olmadığına inanmaktır. Çünkü hakimiyet yalnız Allah'a (c.c.) aittir. Kim, "La ilahe illallah" ı bu şekilde inanarak açıklarsa mutlak olarak tevhidin hakkını vermiş olur.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:11

--->: Temel kavramlar
 

Allah'a (c.c.) yaklaşmak için ölülere kurban kesen, türbelerden yardım isteyen, kabirlerin etrafını tavaf eden ve adak adayanlar, Allah'ın (c.c.) yaratıcı ve her şeyin sahibi olduğuna inansalar bile, ilk Arap müşrikleri gibi Allah'a (c.c.) şirk koşmuş olurlar. Mekke müşrikleri, kabirlere ve putlara tapmadıklarını söylüyor fakat uygulamada aksini yapıyorlardı. Onlar yaratıcı ve rızık verici olduğuna inanmadıkları halde, sırf kendilerini Allah'a (c.c.) daha çok yaklaştırsınlar diye salih olduğuna inandıkları bazı kişilere ibadet ediyorlardı.

Hakimiyet, "La ilahe illallah"ın gerçek manasının tamamını değil sadece bir cüzünü oluşturur. Çünkü ibadette şirk koşan bir kimsenin, şeriatın hükmünü kabul etmesinin bir faydası yoktur. Şayet "La ilahe illallah"ın manası onların zannettiği gibi olsaydı, Rasulullah (s.a.v.) ile müşrikler arasında herhangi bir mücadele olmaz, onlar da Rasulullah'a (s.a.v.) bağlanırlardı.

Böyle bir durumda, Rasulullah (s.a.v.) onlara:

"Allah'ın varlığını ve her şeye kadir olduğunu tasdik edin. Hukuki, meselelerde şeriatın hükmüne tabi olun" der ve onları ibadetlerinde serbest bırakırdı. O zaman Allah Rasulü'ne tabi olurlardı.

Bunlar, Arap lisanının ehli olan bir kavim oldukları için "La ilahe illallah" ın putları tapmayı reddettiğini ve sadece lafzi bir mana taşımadığını anlıyorlardı. Bundan dolayıdır ki bu kelimeden nefret ederek uzaklaştılar ve şöyle dediler:

"...İlahları tek bir ilah mı kıldı? Şüphesiz bu çok acayip bir şey..." (Sa'd: 38/5)

Allah (c.c.) onları şöyle vasfediyor:

"Onlara "La ilahe illallah" denildiği zaman kibirlenirlerdi ve "mecnun bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz" derlerdi." (Saffat: 37/35-36)

Onlar, "La ilahe illallah"ın Allah'ın (c.c.) dışında ibadet edilen her şeyi reddetmek, ibadette sadece Allah'ı (c.c.) birleme manasına geldiğini çok iyi biliyorlardı.

Şayet müşrikler "La ilahe illallah" dedikleri halde putlara ibadet etmeye devam etselerdi, kendi içlerinde çelişkiye düşerek bundan rahatsız olurlardı.

Günümüzde kabirlere ibadet edenler, bu şiddetli çelişkiden hiç rahatsız olmuyor, onlar "La ilahe illallah" demelerine rağmen birçok ibadeti ölülere yapmaya devam ediyorlar.

Ebu Cehil ve Ebu Leheb, bu kelimenin manasını günümüzde kabirlere ibadet edenlerden çok daha iyi biliyorlardı. Onların bile eli kurudu!

emirahmedyasin 03-31-2009 19:11

--->: Temel kavramlar
 

Sonuç olarak:

Kim bu kelimeyi, manasını bilerek söyler, gereğiyle amel edip açık ve gizli şirkten kaçınırsa, ibadeti tam bir itikatla yalnız Allah'a (c.c.) has kılıp bununla amel ederse, işte o gerçek bir mümindir.

Kim "La ilahe illallah" deyip inanmadığı halde zahiren amel ederse, o da münafıktır. Kim bu kelimeyi diliyle söyler, fakat onu bozacak amellerden birini işler ve Allah'a (c.c.) şirk koşarsa o da müşriktir.

"La ilahe illallah" kelimesinden kastedilen; manasını bilip bu mananın gerektirdiği şekilde Allah'a (c.c.) ibadet etmektir.

İbadet, muamelat ve bütün meselelerde Allah'ın (c.c.) hükümlerini kabul edip, beşeri kanunları reddetmek, insan ve cin şeytanlarının revaca çıkardığı bütün hurafeleri ve bid'atleri ortadan kaldırmak bu kelimenin ameli gereklerindendir.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Yoksa onların dinde Allah'ın izin vermediği bir şeyi kendileri için din gösteren ortakları mı vardır?" (Şura: 42/21)

"...Eğer siz onlara itaat ederseniz, muhakkak ki müşrik olursunuz..." (En'am: 6/121)

"...Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih'i Rabler edindiler." (Tevbe: 9/31)

Nebi (s.a.v.) bu ayeti kerimeyi okudu. Bunun üzerine Adiyy b. Hatem Rasulullah'a (s.a.v.) dedi ki:

"Muhakkak onlar, onlara ibadet etmiyorlar ki.

Rasulullah (s.a.v.):

"Onlar Allah'ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?" dedi.

Adiyy b. Hatim: "Evet" deyince,

Rasulullah (s.a.v.):

"İşte böylece onlara ibadet ediyorlar." buyurdu. (Tirmizi, Tefsir: 10; Taberi: 14/210 (61632-61634); Suyuti, Durru'l-Mensur: 3/230; Beyhaki, Sünenü'l-Kübra)

Åžeyh Abdurrahman b. Hasan dedi ki:

"Allah'tan başkalarına itaat etmekle alimlerini rabler edindiler. Aynı olaylar bu ümmetin içinde de vuku bulmaktadır. Bu ise en büyük şirk olup, "La ilahe illallah" ın manasını ortadan kaldırır."

Bu kelimeyi söyleyen bir kimsenin, beşeri kanunlarla muhakeme olmayı da reddetmesi gerekir. Çünkü sadece Allah'ın kitabıyla hükmolunmak, onun dışında kalan beşeri sistemleri terketmek farzdır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"... Eğer bir şeyde ihtilafa düşerseniz onu Allah'a ve Rasulü'ne götürün." (Nisa: 4/59)

"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun hakkında hüküm vermek hakkı Allah'ındır. İşte benim Rabbim olan Allah O'dur..." (Şura: 26/10)

Allah (c.c.) kendi indirdiği şeriatle hükmetmeyenler hakkında kafir, zalim, fasık diye hüküm vermiştir. Allah'ın (c.c.) indirdiğinin dışında hüküm veren kişide iman yoktur.

"La ilahe illallah" müslümanların yaşamlarının her yönüne hakim olması gereken bir hayat nizamıdır.

Bazılarının zannettikleri gibi, sadece manasını anlamadan gereğiyle amel etmeden, sabah ve akşam virdlerinde bereket için tekrar edilen bir söyleyişten ibaret değildir.

"La ilahe illallah"ın gereklerine bağlılık, Allahû Teala'nın isim ve sıfatlarına Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.v.) bildirdiği şekilde iman etmeyi gerektirir.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin. Onun isimlerinde ilhad etmeyin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir." (A'raf: 7/180)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:12

--->: Temel kavramlar
 

Abdurrahman b. Hasan dedi ki:

"Arap dilinde ilhad kelimesinin manası, Allah Teala'nın isim ve sıfatları hakkında sapmaya meyletmek ve yalana yönelmektir.

Bilerek veya bilmeyerek birtakım tevillerle Allah'ın (c.c.) isim ve sıfatlarının hak olan manasını inkar etmek ve O'nu mahlukata benzetmektir."

Her kim Allah'ın (c.c.) isim ve sıfatlarını bozar, tevil eder veya kabul etmez, Celil olan manalarına delalet eden manasını ortadan kaldırırsa, Cehmiyye, Mutezile, Eş'ariler gibi La ilahe illallah'ın delaletine muhalefet etmiş olur. Çünkü ilah, isim ve sıfatlarıyla dua edilen ve vesile olunandır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"... En güzel isimler Allah'ındır. Onunla O'na dua edin..." (A'raf: 7 /180)

İsim ve sıfatları olmayan nasıl ilah olur? Kendisine ne ile ve nasıl dua edilir?" (Fethu'l-Mecid: 237-238)

İmam ibn-i Kayyım dedi ki;

"İnsanlar ahkam ayetlerinin tefsirinde ihtilafa düştüler. Fakat Allah'ın (c.c.) sıfatlarıyla ilgili ayet ve hadislerin herhangi birinde ihtilafa düşmediler, bilakis sahabe ve tabiin bu ayetlerin manasını anladılar ve gereğiyle amel ettiler.

Kur'an'da bulunan ahkam ayetlerinin manasını ilim ehlinden başkası anlayamaz, fakat sıfat ile ilgili ayetlerin manasını bütün insanlar anlayabilirler. Bundan kastettiğim mananın kefiyetinin değil de aslının anlaşılmasıdır." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Medaricu's-salikin: 1/29-30)

"Bu konu selim fıtrat ve semavi kitaplarla bilinen bir konudur. Kemal sıfatlarını yitiren ilah, müdebbir ve rab olamaz. Bilakis eksikliği sebebiyle kendisiyle alay edilir.

Hamd, ezelde ve ebedde celal ve kemal sıfatlara sahip olana aittir. Çünkü hamd'e layık olan sadece O'dur. (Muhtasar Sevaiku'l-Mürsele: 1/10)

Allah'ın (c.c.) kemal sıfatlara sahip olduğuna ve bütün noksan sıfatlardan ve mahlukata benzemekten uzak olduğuna mutlaka inanmak gerekir." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Medaricu's-salikin: 1/26)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:13

--->: Temel kavramlar
 

ŞİRK

Hamd, Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Salâtü Selâm, Rasûlullah'ın, Ehlinin, Sahabesinin ve de kıyamete kadar, onları dost edinenlerin üzerine olsun...


Tevhidin şirkle olan savaşı, Nûh Aleyhisselâm'ın kavmini, putlardan sakındırıp sadece Allah'a ibadete davet ettiği günden beri devam etmektedir.


Nûh Aleyhisselâm'dan sonra da Rasüller geldi ve gönderildikleri toplumları yalnız Allah'a ibâdet etmeye davet edip tapınageldikleri şeylerin ibâdete layık olmadıklarını onlara anlattılar. Bu hak batıl mücadelesi, Muhammed (s.a.v) gelinceye kadar da böylece devam etti. Allah Resûlü (s.a.v) kendisine nübüvvet verilmeden önce de çevresinde "sâdıkû'l-emîn/doğru ve güvenilir" olarak bilinmesine rağmen onları tevhide, yalnız Allah'a kul olmaya davet ettiğinde, "yalancılık ve sihirbazlıkla" suçlandı.


İşte bu, toplumlarını şirkten arındırarak tevhid inancına çağıran her peygamberin karşılaştığı bir durumdur. Bu mücadele her zaman varolmuştur.


"Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bundan öte dilediğine bağışlar. Her kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir iftirada bulunmuştur." (Nisâ, 4/48)


"Şüphesiz kim Allah'a ortak koşarsa, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun gideceği yer Cehennemdir. Zalimlere orada bir yardımcı da yoktur." (Mâide, 5/72)


İnsanın, Allah azze ve celle'ye karşı açıkça isyanı olduğu için şirk, en büyük bir suçtur. Bu hal üzere ölen kimse ebediyen Cehennemde kalacaktır. (Allah korusun)


"Şüphesiz kitap ehli ve müşriklerden Kafir olanlar, Cehennem ateşinde ebedi olarak kalacaklardır. Onlar insanların en kötüleridirler." (Beyyine, 98/6)


Öyleyse şirk nedir?


Şirk; Allah'a zatında, sıfatlarında, hükmünde, ulûhiyet, ibadet veya mülkünde ortağı, dengi bulunduğuna inanmak ve bunu kabul etmektir. Küfür nasıl imanın zıttı ise, şirkte tamamen Tevhidin zıddıdır.


Şirkin Çeşitleri:


1. Büyük Şirk


Bir şeyi Allah'a denk tutup ona ibadet etmek, İlah'mışcasına ona itaâtte bulunmak, hem onun hem de Allah'ın emirlerini denk görerek ortak koşmak, veya o şeyi Allah hükmünün önüne geçirmektir. Bazı hallerde Allah'ın hükümlerinin geçerli olama-yacağına inanmak ta bu kabildendir. Kişi bu durumda geçerli gördüğü kanunları Allah'ın hükümlerine tercih ettiği için bilerek veya bilmeyerek şirke düşmüş olur. Şüphesiz bu kelimenin tek anlamıyla, şirkin en ağırı olup bu durumdaki kimse İslâm'dan çıkmış ve bu durum üzere ölen kimse de ebedî cehennemde kalmak üzere müşrik olarak ölmüştür. (Allah korusun)


Bunun da bazı kısımları vardır;


İtaatte Şirk: Hüküm ve egemenlikte şirk


Allah'ın hükmünden başkasını kabul etmek, meşrû görmek veya onun Allah'ın hükmünden üstün yönleri olduğuna inanmaktır. Hüküm ve hakimiyet yalnızca Allah'a has bir haktır. (Hiçbir mahlûkun hükme ehliyeti yoktur. İnsan yalnızca Allah'ın hükümlerini uygulamakla memurdur.)


"Hüküm yalnız Allah'ındır." (Yûsuf, 12/40)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:17

--->: Temel kavramlar
 

Allah'a isyan olan bir ameli helal görecek kadar alim veya şeyhlerine uyanlar (Allah korusun) bu sınıftadırlar.


"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp alimlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler." (Tevbe, 9/31)


Allah Resûlü (s.a.v) Tirmîzi'de yer alan sahih bir hadiste bu ayeti Adiy b. Hâtim'e, "Hıristiyanlar, alimleri helali haram, haramı da helal kıldıklarında onlara itaât ediyorlardı. Kim Allah'tan başkasına şeriat koyma, (hayata tümüyle yön verme) hakkı iddia ederse Allah'tan indirileni inkar etmiştir" -şeklinde açıklamış, sonra da şu ayeti okumuştur-, "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerin ta kendileridirler." (Mâide, 5/44)


Emir ve yasaklama hakkı, sadece Allah'ındır:

"Bilesiniz ki, yaratmak ta, emretmek te O'na mahsustur." (A'raf, 7/54)

"Bilesiniz ki, ...O'na mahsustur" ifâdesi, bu hakkın başkasına asla nisbet edilemeyeceğine açık bir delildir. Ayette görüldüğü üzere yaratma ve emretme hakkını, Allah'tan başkasına nisbet eden kimse İslâm milletinin (dininin) dışına çıkmış, müşrik olmuştur.


Yarattıkları üzere yegâne tasarruf sahibi olan yalnız Yaratıcıdır, Allah azze ve celle'dir. Yarattıklarının yararına olanı en iyi bilen de sadece O'dur. O'ndan başkası hiç bir şey yaratmamıştır.


Allah'tan başkası, yaratılmış olduğundan dolayı acizdir, kendinde bile bilmediği sayısız husus vardır. İnsan bunu bile bilmekten âcizken yaratılmışlara uygun ve yararlı olanı nereden bilebilir ki? Bu da gösteriyor ki, insanlar tarafından hayata bir sistem olarak yön vermesi üzere konulan bütün kanun ve düzenler batıldır. Hiçbirisiyle hüküm vermek asla câiz değildir. Hakimiyet ancak Allah'ındır, O'ndan başkasının, kendinden bir hüküm getirme hakkı asla yoktur. (En maddesel konularda bile insan, dün inkar ettiğini bugün ikrar veya dün ikrar ettiğini bugün inkar ediyorsa bu âciz haliyle -Yaratıcısını ve de O'nun hükümlerini inkar ederek- ortaya koyacağı hayat sistemi elbette batıl olacak ve elbette her şeyi ilmiyle kuşatan hiçbir noksanlığı olmayan yüceler yücesi Allah'ın kanunları yegâne, alternatifsiz doğrular olacaktır). Allah'tan başkasının kanunlarına Kur'âni ifadeyle, "Cahiliyye hükümleriyle hükmetme" denilmektedir. Burada Allah azze ve celle, kendi hükmü dışında geçerli veya hayırlı olabilecek bir hükmün olmadığını açık ve kesin olarak bildirmiştir.


Allah'tan başkasına emretme, yasaklama, helal ve haram kılma, kanun koyma ve hakimiyet hakkını başkasına verme gibi haller tevhidi bozar. Bu konuda Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:


"Hükm/Egemenlik yalnız Allah'a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur." (Yusuf, 40)

Şirkin en büyük biçimi Allah'ın indirmediği ile insanlar arasında hüküm vermektir.


Tevhidi bilmeyenler, her ne kadar yerin ve göklerin bir sahibi, yağmuru yağdıran, dünyayı yaratan ve yöneten bir ilâhın olduğunu kabul etseler de; hâkimiyet, sosyal hayatın düzenlenmesi, ibâdet, helâl haram (yasak-serbest) gibi konularda kendi hevâlarına veya egemen güçlerin isteklerine ve tâğûtî yasalara uyarlar. Böyle kimseler ve topluluklar, zamanla birtakım varlıkları ve güçleri ilâhlaştırarak, onlara aşırı saygı göstermeye, bazılarının yardımını alabilmek için, bazılarının da kötülüğünden kurtulmak için onlar adına uydurulmuş putlara veya ilkelere tapınırlar. Allah'ın haram kıldığı (yasak dediği) haram, helal kıldığı (serbest dediği) helaldir. Allah'ın helal kıldığı şeyi yasaklayan veya haram kıldığı şeyi serbest bırakan kişi, merci, meclis, konsey gibi kurum ve kuruluşlara tabi olanlar ve itaat edenler, onlara ibadet etmiş olurlar.


"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." (Maide, 44)


Tıpkı Allah'ın eşsiz ve benzersiz olması gibi, O'nun hükmünün de eşi ve benzeri yoktur.

Kur'ân-ı Kerim, genel olarak bütün beşeri hakimiyetleri her türlüsüyle reddederken, bu hakimiyet anlayışlarının ortaya çıkardığı pratikleri kendisine konu edinerek reddeder. Çünkü hakimiyet anlayışının pratiğe yansıyan yönü, düzenleyici bir takım hükümler koymaktır, bir takım değer yargıları belirlemektir.

O bakımdan Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın izin vermediği her türlü yasamayı, Allah'a ortak koşmak olarak kabul eder. (eş-Şûrâ,42/21) Çünkü yasa koymak, egemenlik anlayışının ve bu anlayışın kullanılmasının açık ifadesidir. Dillerin yalan yere helal ve haram olarak hükümler koyarak eşyaya ilişkin nitelendirmelerini, hem yalan, hem de Allah'a bir iftira olarak değerlendirmektedir. (el- En'âm,6/138-140; en-Nahl,16/116)

Milletvekili Adayı Olmanın Anlamı:

Milletvekili adayı olmanın anlamı da şudur: ''Ben sizin adınıza bu maksatla kurulmuş bulunan kurumda gidip teşri yapacağım, her birinizden bir fert olmanız dolayısı ile elinizde bulunan genel hakimiyet yetkisinin birer parçasını bana vekaleten belli bir süre devretmenizi istiyorum. Böylelikle ben yeterli sayıdaki temsil cüzlerini toplayabildiğim taktirde, sizin adınıza egemenlik yetkisini kullanacağım ve teşri (kanun koyma) faaliyetine katılacağım.''

Seçmen ve milletvekili adayı olmanın anlamları bunlar olduğuna göre, gerek seçmen olarak demokratik sürece katılmayı savunanlara, gerekse böyle bir görevi seçmenlerinden oy isteyerek üstlenmeye yine İslam adına, İslam'a hizmet adına talip olanlara Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bazı buyrukları hatırlatmak gerekir.

Açıklamalarımızdan anlaşıldığı gibi, demokratik süreç içerisinde faaliyetlerin kabul edilmesi, herşeyden önce mevcut demokratik düzenin kabul edilmesi anlamına gelir.

Kur'ân-ı Kerim'de Allah'tan kaşka kanun koyan ve Allah'tan başka hükmüne başvurulan ya da hükmü kabul edilen herkes ve her kurumun ortak adı bilindiği gibi ''tâğût''tur. Tâğût'un reddi ise, iman edebilmek şerefine nail olmanın ilk basamağıdır.

''Hak ile Batıl apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkar eder ve Allah'a iman ederse o, muhakkak kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.'' (Bakara, 2/256)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:17

--->: Temel kavramlar
 

Demokrasi de, hakimiyet hakkını -ifadede dahi olsa- ilahlaştırdığı halka verdiğini ''Hakimiyet kayıtsız şartsız halkındır, ya da milletindir'' diyerek ifade etmekte ve kendine has şirkini böylece formüle bağlamaktadır.

Zira parti kurarak iktidara adaylık koymak tağutluk talebinde bulunmaktan başka bir şey değildir. Çünkü Allah'ın hükümleri dışında hükümler koyan ve Allah'ın hükümlerinden başka hükümlerle hükmeden bir kişi veya meclis yalnız Allah'ın hakkı olan hüküm verme yetkisini kendi üzerine almış, haddini aşmış ve tağut olmuş olur. Bu iş Allah'ın rızasını kazanmak ve onun dinini hakim kılmak amacıyla yapılsa dahi, her kim oylarıyla veya başka bir yolla bu partilere yardım eder ve onları desteklerse yalnız Allah'a tanınması gereken hüküm verme yetkisini Allah'tan başka bir varlığa tanıdığı için ona ibadet etmiş ve kafir olmuş olur.

İbni Kesir (r.a): "Cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar?" (Maide: 50) ayetinin tefsirinde şöyle diyor:

"Allah (c.c), her hayrı kapsayıcı ve her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ifade eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han'ın vazettiği Yesak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor.

Yesak; Cengiz Han'ın Kur'ân, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları (İslam'a girdiklerini iddia ettikleri halde) bu kitabı bir anayasa kitabı olarak gördüler. Allah (c.c)'ın kitabı ve Rasulullah (s.a.v)'ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle Tatarlara hükmetmeye başladılar. İşte böyle davranan kimseler kafirdir. Bunlarla, büyük küçük her meselede yalnız Allah (c.c)'ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır." (İbni Kesir Tefsiri c: 2 s: 67)

İbni Kesir (r.a) devamla şöyle dedi:

"Bu yapılanların hepsi Allah (c.c)'ın nebilerine indirdiği şeriate muhaliftir. Kim nebilerin sonuncusu Muhammed (a.s)'e inen şeriatı terk ederek daha önceki nebilere inen mensuh olmuş şeriatlere muhakeme olursa, Allah (c.c)'ın bildirdiği gibi kafir olur. Durum böyleyken Yesak'a (Cengiz Han'ın koyduğu kanunlara) muhakeme olup onu Allah (c.c)'ın şeriatinden önde tutan kişinin hükmü nasıl olur acaba? Her kim böyle yaparsa bütün müslümanların icmaıyla kafirdir.

İbni Kesir (r.a)'in, neshedilmiş şeriatlere muhakeme olan kişiye nasıl da küfür hükmü verdiğine dikkatle bak!

Zamanımızda İslam şeriatinin yerine tatbik edilen beşeri kanunlar, neshedilmiş şeriatlerden daha tehlikeli ve bu kanunlara muhakeme olmak, daha büyük küfürdür.

Taklitde ÅŸirk

Çevrenin etkisinde kalarak düşülen şirk; Ataların bâtıl inanışlarını aynen sürdürmek, bâtıl da olsa atalar dinine inanmak. Hususi olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için bâtıl olduğu halde kabul ettikleri inanç, düşünce ve yaşama biçimi, şirktir. Genellikle insanların çoğu, dinini araştırıp delilleriyle bilerek, bâtılı haktan ayırıp seçerek değil; içinde bulunduğu toplumda o din bulunduğu için, bulduğu saflığı veya yanlışlığıyla birlikte bir dine sahip olur. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de müşriklerin ağzından şöyle belirtilir: "Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız." (43/Zuhruf, 23)


Duâda Şirk


Hastalıktan şifa, musibetten afiyet, rızık genişliği vb. gibi ancak Allah'ın kâdir olduğu hususlarda ister Peygamber veya alim olsun, ister salih bir kul olsun mahluklardan medet ummak ya da Allah'a yapılan duâda onlara seslenip aracılar kılmak bu kabildendir. Zira onlar da duâyı yapan gibi yaratan değil amellerini kazanan kullardır. Şifa bulmak veya nazar vs.'den korunmak için muska vb. şeyler edinmek te böyledir, Allah Rasûlü (s.a.v) "şüphesiz, muska ve temîmeler şirktir" ve "Kim boynuna muska takarsa Allah ona afiyet vermesin" buyurmuştur.(Sahihtir. Tirmizi) Duâ ibadettir ve de tüm ibâdetler ancak Allah'a mahsus kılınmalıdır. Allah'a ibâdette hiçbir şey, hiçbir kimse ortak edilemez.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:18

--->: Temel kavramlar
 

"De ki: ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, ilâh'ınızın sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel yapsın ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Kehf, 18/110)


"Allah'ı bırakıp ta sana fayda veya zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o taktirde sen mutlaka zalimlerden (müşriklerden) olursun." (Yûnus, 10/106)


"Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler) "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete erdirmez." (Zümer/3)


Niyet ve Gâyede Şirk


Genellikle amellerde ortaya çıkan ve kişinin tümden Allah'a itaattan yüzçevirmesi, uzaklaşması şeklindeki şirktir. Amelini dünyevî çıkarlar için yapan Allah'ın rızasını gözetmeyen kişi bu şirke düşmüş olur, ki bu itikadî bir şirktir.


"Kim, (yalnız) dünya hayatını ve onun zinetini istemekte ise, onların işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir, halen yapmakta oldukları şeyler zaten batıldır." (Hûd, 11/15-16)


Sevgide Åžirk


Başkasını Allah'ı sever gibi ya da O'ndan daha fazla sevmekledir. Bu da şirktir. Sevgi ihlasla boyun eğmenin bir göstergesidir.


"İnsanlardan bazısı Allah'tan başkasını Allah'a (haşa) eşler ve benzerler edinir de onları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise daha çok Allah'ı severler." (Bakara, 2/165)


Hulûl Şirki


Birleşme anlamına gelen ittihâd sözcüğü ile de dile getirilen hulûl inancı (Allah'ın -hâşâ!- kulda çözülmesi), tasavvufa sonraları İran ve Hrıstiyan kültürleri ile birlikte yeniplatoncu felsefenin de etkileriyle ve özellikle şii tarikatlar kanalıyla girdi. Aşırı şiiler, Allah'ın önce Ali Radıyallahu anh'a sonra da imamlara ve öteki şiâ ulularına hulûl ettiğini öne sürerler. Bu akımın önemli temsilcilerinden olan (Ben İlâhım) sözünden dolayı idam edilen Hallâc-ı Mansûr, tutkularına hakim olarak nefsini eğiten kimsenin insâni niteliklerden sıyrılarak arınıp saflaşacağını, böylece Allah'ın o kula hulûl edeceğini savunur. Yaygınlaşan ve geniş bir yandaş kitlesince benimsenen bu düşünceler İbn-i Arâbi'nin sistematize ederek hararetle savunduğu Vahdeti Vücûd adı verilen tasavvuf akımının kökleşmesine yol açtı. Bu inançla insan ve Allah'ın bir bütün (?!) olarak değerlendirildiği, Allah'ın -hâşâ!- kulunda çözüleceği böylece aynı vasıflarla muttasıf olabileceği öne sürülmüştür ki, bu da maalesef bir çok tarikat tarafından öğretilegelmiştir. (Bk. Vahdeti Vucûd/Aliyü'l- Kâri)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:20

--->: Temel kavramlar
 

Tasarrufta Åžirk


Allah'ın Rububiyeti gereği O'na mahsus olan kâinattaki tasarruf ve tedbiri bir takım salih kimselere nisbet etmek, onların da bu hususta güç sahibi olduğuna inanmaktır. Bu salih insanların elbette diğer insanlardan faziletli yanları olabilir. Ancak bu Allah'a mahsus olan vasıflara nisbet edilmelerine varacak şekilde değildir. Peygamber de olsa bu böyledir. Örneğin mutlak gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. Dolayısıyla Allah'tan başkasının gaybı bildiği iddiası kişiye, Allah adına bilmediği bir şeyi söylediği için büyük bir sorumluluk getirir, sahibini küfre götürür. (Allah korusun)


"...Eğer gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." (A'raf: 7/188)


Korkuda Åžirk


Allah'a ve ahirete olan iman zayıflığının veya batıl inancın bir neticesi olarak kişinin; Allah'tan başkasının fayda ya da zarar verebileceğine inanması, korkuda başkalarını Allah'a denk tutmasıdır. Beşeri sistemlerin baskısından korkarak farzları terketmek de böyledir. Doğrusu insan Allah'tan korkmalı ve bu korkusu onu daha fazla itaâta sevketmelidir.


Ancak yırtıcı hayvanlardan veya bir zalimden korkmak gibi doğal korkuya gelince şer'an mümkündür ve bu da şirk sayılmaz. Allahu Teâla, Musâ Aleyhisselâm'ı şu ayette bu tür bir korkuyla vasfetmiştir:


"...Etrafını kollayarak, korkuyla oradan ayrıldı." (Kasas, 28/21)


Tevekkülde Şirk


Tevekkül, sebepleri yerine getiren insanın, Allah'ı vekil kılması, O'ndan işinde muvaffakiyet vermesini istemesi ve yalnız O'na güvenmesidir:


"Sen, ölümsüz ve dâima diri olan Allah'a tevekkül et..." (Furkân,25/ 58)


Bunun için Allah'tan başkasına veya sebeplere tevekkül etmek caiz değildir.


Şirk olan tevekkül ise; Ancak Allah'ın kudreti dahilinde olan şeylerde Allah'tan başkasına kalben tevekkül edip bağlanmaktır veya Allah'tan başkasını rızık alıp veren olarak görmektir.


Küçük şirk konusuna geçmeden önce çokların bilmeden düştüğü bazı önemli ve de hassas noktalara değinmekte yarar var, bunlar:


Şifayı mutlak sûrette doktor veya ilaca bağlamak. Din ve dünya işlerinde başarılı olmayı Allah'ın yardım ve izni olmaksızın yalnız zekâ, gayret ve çalışmaya bağlamak. Kulların kanun, hüküm koyabileceklerine dair inanış. Ölüm nedenlerini mutlak surette trafik kazalarına veya yanlış ilaç kullanımına vs.'ye bağlamak vb. gibidir. Bu izafetleri mutlak olarak yapmaktan çok sakınmalıdır.



Kavlî Şirk


Allah'tan başkasına yemin etmek gibi kişinin lisanıyla işleyebileceği şirk türüdür. "..senin sayende", "-Allah'tan başkası için- hâkimler hâkimi" gibi sözler ve de kişiyi Abdu'n-nebî, Abdu'l-hüseyin gibi isimlerle Allah'tan başkasının kulluğuna nisbet etmek bu kabildendir. "Kur'an evliya çarpsın!", "ekmek mushaf çarpsın!" vb. sözler de bu sınıftandır. Bunların tümünden sakınmalıdır.


Fiilî Şirk


Bazı şeyleri uğurlu yahut uğursuz saymak gibi inanışlardır. Bazı hayvanları, kuşları veya günleri uğursuz saymak; uğursuz olduğu inancıyla bazı şeyleri terk etmek, kahinlere gitmek onları tasdik etmek, kayıp şeyleri bulmak üzere onlardan yardım istemek, fal bakmak veya baktırmak, niyet çekmek, türbelere para atmak, ip bağlamak (itîkad edilmemesi koşuluyla!) böyledir.

"...Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir..." (Yâ'sîn, 36/19)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:20

--->: Temel kavramlar
 

Rasûlullah (s.a.v), "Uğura inanmak şirktir" buyurmuştur. (Müslim)


Kalbî Şirk


Riyâ, şöhret sevgisi, bazı amelleriyle dünya ve dünyalığı ahirete tercih edercesine arzu etmek gibi hususlar kalbî şirktir.

Bunu dört şekilde inceleyebiliriz;

1. Dünyevi bir menfaat sağlamak için amel yapmaktır. Böyle bir kişi amelinin ecrini dünyada alır, ahirette ise bir nasibi yoktur. Bu da büyük şirktir.

2. İnsanların hoşnutluğu için yapılan Allah'ın azabından sakınma hedefi güdülmeyen amellerdir.

3. Mal edinebilmek, evlenebilmek için hacca gitmek, ganimet için cihâda gitmek veya makam elde etme gayesiyle İslâmi ilimler okumak bu tür şirktendir. Burada da hedef Allah'ın rızası değil, hevâ ve hevestir.

4. Başkalarının rızasının gözetilmediği halde huşû ve takvâsızlıktan dolayı ifsad edilmiş amellerdir,

"... "Allah ancak müttakîler (takvâ sahiplerin)'den kabul eder." (Mâide, 5/27)

Bu amel de kişiye ahirette bir yarar sağlamaz. İyi ve kötü amel birbirine karışmış, kötü olan galip gelmiştir.

Doğruluklarına kalben itikâd edilmesi halinde bunlar büyük şirke dönüşür ki Allah azze ve celle hepimizi bunlara düşmekten korusun. (Âmin)


Gizli Åžirk


İbn Abbâs (r.a), "Allah ve sen dilersen" gibi bir sözün "Allah ve falanca dilerse" anlamında olduğunu söylemiş ve bunun gizli şirk olduğunu belirtmiştir. Bu ifadenin yerine "önce Allah, sonra da falanca dilerse" kullanılması gerekir. "Önce Allah, sonra da senin sayende" demeli ve Allah'a hiçbir varlık denk tutulmamalıdır. Buna düşen Yine "Allah'a ve sana güveniyorum" değil, "önce Allah'a, sonra da sana güveniyorum" denmelidir. Zira "ve" edatı eşitliği gerektirir. "Sonra" kullanarak derece farkını ispat etmek şarttır.

Allah Rasûlü (s.a.v), bunun keffâretini şöyle bildirmiştir:

"Kim Lât ve Uzza'ya yemin ederse (hemen ardından) "Lâ İlâhe İllallah" desin. Kim arkadaşına, "Gel! bahis -iddialaşmak ve kumar- oynayalım derse, sadaka versin" (Buhari, Müslim)

Rasûlullah (s.a.v), her tür şirkten şu duâyla Allah'a sığınmamızı bizlere öğretmiştir:

"Rabbimiz, bilerek sana ortak koşmaktan sana sığınırız, bilmediğimizden de bağışlanmamızı dileriz" (Sahihtir, Ahmed)


Ä°mana Zarar Veren Ameller


. Sihir: Kalp ve bedene hastalık, ölüm vb. gibi fiziksel etkiler meydana getirebilen, eşlerin arasını açan ve cinlerle küfre düşmeye karşılık işbirliği içinde bulunan kimselerin bazı muska, üfürük, tılsım vs. ile yaptığı bir fiildir. Bu, ameli küfür olduğu gibi bu işlerle uğraşanlar da kâfirdir. (Bkz. Bakara: 2/102)

. Kâhinlik: Medyumluk olarak da isimlendirilen kehânet, geleceği bildirme iddiasıdır. Kâhin veya medyum, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği gaybî şeyleri, geleceği bildiğini iddia eder ki, bu haliyle Allah'ı inkar ederek kafir olmuş olur. Sözlerini doğrulayan da küfre düşer.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:21

--->: Temel kavramlar
 

. Sihri çözmek: Sihre maruz kalan kimseyi Allah'ın izniyle kurtarmak biri meşrû diğeri ise haram olmak üzere iki yolla mümkündür:

a) Sihri, sihirle çözmek; bu küçük küfürdür.

b) Sihri Kur'ân ve Sünnette sabit olan duâları okuyarak (rukye ile) çözmektir ki, bu câizdir.

. Falcılık ve astroloji: Bazı yıldız ve burçları, yeryüzünde meydana gelen olaylara etkili kabul etmektir ki, kişi isterse bunun Allah'ın izni ile olabileceğine inansın şirktir. Sahibini İslâmdan çıkarır.

. Okuma (Rukye): Kur'ân veya Sünnette yer alan; cin ibtilâsı vs. hastalara şifa için okunan zikir ve duâların tümüne verilen addır.

Rukyenin meşrû olabilmesi için; a) Allah'tan başkasına güvenip ondan medet ummak gibi haram şeyler içermemesi, b) Mânasının anlaşılır olması, c) Arapça olması (bilmeyen şifa için kendi dilinde duâda bulunur), d) Allah'ın izni olmadıkça şifanın hasıl olmayacağına inanılması şeklinde bazı kâideler vardır.

Şifa için bilezik, ip veya değişik vasıflardaki taş vs. edinmek gibi mezkûr kâidelerin dışında olan rukye, haram olur.

Zarar ve yarar ancak Allah'ın izniyledir. Allah bütün yaratılmışlar üzerinde tek kuvvet ve kudret sahibidir. Her kim böyle şeylerin hayır ve şerre neden olduğuna inanırsa büyük şirke düşmüş olur.

Şu an Müslüman diye nitelendirilen ülkelerin, bir çok fitne, felaket, belâya maruz kalması, kanlarının ucuz olması, zillet içinde bulunmalarının başlıca nedeni İslâm topraklarında maalesef her çeşidiyle yaygın olan şirkî unsurlardır. Akidelerinin berraklığını gideren şirkî öğeler ve gerçek tevhid akidesinden yüz çevirmelerinden dolayı Allah'ın üzerlerine boşalttığı türlü azaplara müstehak olmuşlardır.

İslâm'dan olmadığı halde İslâm zannedilerek rağbet gören bid'at ve hurafeler bunun vecîz bir göstergesidir. Oysa İslâm bunları ve bunlara götüren yolları yıkıp tevhid akidesini ikâme etmeye gelmiştir.

Şu an yaşadığımız toplum, kendilerinden önceki müşrik kavimler gibi dinlerini oyun ve eğlence edinmiştir.

Ölü veya diri insanları yüceltmeye, onlar için kurban kesmeye, duâlarında onlardan medet ummaya, kabirlerini bayram yerlerine çevirip onları tavaf etmeye başladılar. Allah Rasûlü (s.a.v)'in, "Allah katında mahlukâtın en şerlileri" olarak tanımladıkları kimseler gibi kabirleri ziyaret etmek için sefer eder, oraları mescide çevirir ve onları takdis eder oldular!

Tüm bunlardan daha korkunç olan da, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyi terkettiler!.. Beşerî sistemlerle yaşar onları destekler oldular. Onu sever ve savunur oldular!

emirahmedyasin 03-31-2009 19:22

--->: Temel kavramlar
 

KÃœFÃœR

Örtmek veya şükrünü yerine getirmeyerek erişilen nimeti örtmek, nankörlük etmek. Bundan dolayı arapçada karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye kâfir (örten) denmiştir. Terim olarak küfür, imanın zıddı yani imansızlıktır. Başka bir deyişle Allah'ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği kesin olarak belli olan şeyleri inkâr etmektir. İslam dininde inanılması gereken şeylere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denir. Küfür için iman edilecek şeylerin tümüne inanmamak şart değildir. Bunlardan birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür.

Küfür kalben olduğu gibi söz ve davranışla da olabilir. Herhangi bir zorunluluk olmadığı halde diliyle insanı küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gereken şeyleri küçümseyen onlarla alay eden yahut imanla bağdaşmayan işleri yapanlar da kâfir olur. Ancak ölüm tehdidi karşısında bulunan bir kimse gönlü imanla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylerse dinden çıkmış olmaz. (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1960, c.1, s. 207-208; Asım Efendi Kamus Tercümesi, c.2, s. 662)

İslâm'ı terketmeye zorlananlar için tanınan ruhsat hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Allah'a imandan sonra, kalbi iman ile sabit ve mutmain iken küfre zorlananlar müstesna olmak üzere, kim ki Allah'ı tanımaz ve fakat göğsünü küfre açarsa, mutlaka onların üstüne Allah'tan bir gazap vardır. Onlar için çok büyük azap da vardır." (en-Nahl, 16/106) Bu âyetin iniş sebebi şudur: Mekke'de Kureyş müşrikleri, ashab-ı kiramdan Ammâr'ı, babası Yâsir'i ve annesi Sümeyye (r.anhüm)'ü Islâm'dan vazgeçirmeye zorluyorlardı. Onlar bunu kabul etmedikleri için, Sümeyye'yi iki deve arasına bağlayıp ayrı ayrı yönlere çekerek parçaladılar. Yâsir (r.a)'ı da çeşitli işkencelerle şehid ettiler. Işte İslam'ın ilk şehidleri bunlardır. Ammâr, müşrikler tarafından kuyuya atıldı. Tam boğulacağı sırada onlara rıza göstermeye mecbur kaldı. Ve hayatını kurtardı. Birisi gelip, Hz. Peygamber'e Ammâr'ın dinden döndüğünü söyleyince, Rasûlüllah (s.a.v): "Hayır, Ammâr tepeden tırnağa imandır. İman onun etine ve kemiğine işlemiştir" diye buyurdu. Bu arada Ammâr, ağlıya ağlıya çıkageldi. Hz. Peygamber onun gözyaşlarını silerek: "Üzülme, yine seni zorlarlarsa dilinle onlara uymuş görün" buyurdu. (İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ânı'l Azîm, İstanbul 1985, IV, 524 vd.; Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., İstanbul 1936, IV, 3130, 3131)

İnsan yeryüzünde, yaratıcısını tanımak, bilmek ve O'na kulluk etmek üzere yaratıldığı için, bu amaçtan uzaklaşarak, imandan mahrum olması ve küfür bataklığına düşmesi kendisi için bir felakettir. Ölüm sırasında, kabir ve âhiret hayatında kendisi bakımından acı gerçeklerle karşılaşınca ikinci defa yeryüzüne çıkarılıp sınava tabi tutulmayı istesede, kendisine dünya yaşamı bir defaya mahsus olmak üzere verildiği için, bu isteği reddedilecektir.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:23

--->: Temel kavramlar
 

TAÄžUT

Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, puthane, kâhin, sihirbaz. Allah'ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü. Arapça "Teğa" kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan "Tuğyan" Allah Teâlâ'ya isyan etmek anlamına gelmektedir.


Allah'ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tağuttur.


Tağut, Allah (c.c)'a karşı isyan etmekle beraber O'nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dinî veya siyasî lider veyahut da kral olabilir. Bu sebepten dolayı bir insanın müslüman olabilmesi için tağutu reddetmesi gerekmektedir.


Tağut kelimesi aslında çoğul manâsı taşımaktadır. Çünkü Allah (c.c)'ı inkâr eden, bir yerine birçok tağutun kulu olur. Bunlardan bir tanesi insanı çeşitli günahlara yönelten şeytandır. Diğeri, insanı ihtiras ve arzularının esiri kılan kendi nefsidir. Kezâ karısı, çocukları, hısım ve akrabaları, ailesi, arkadaşları ve milleti ile siyasî ve dinî liderleri ve hükümetleri gibi diğerleri de bulunmaktadır. Bütün bunlar o kimse için birer tağut olur ve o kişiyi kendi arzu ve ihtiraslarına esir etmek isterler. Bu pek çok efendilerin kulu olan kimse, tatminine bir türlü imkân olmayan bu tağutlardan her birini ayrı ayrı memnun etmek hayaliyle ömrünü boşa tüketir (Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, Terc. Heyet, İstanbul 1986, I, 176)


Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de: "Andolsun ki biz her kavme "Allah'a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının " diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl, 16/36), "İman edenler Allah yolunda cihad ederler, kâfirler ise tağut yolunda savaşırlar" (en-Nisa, 4/76) ayetleriyle müminlere tağut hakkında bilgi vermekte ve tağuta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır. Alimler de tağut hakkında, ayet ve hadislerden çıkardıkları deliller çerçevesinde yaptıkları yorumlarla bu kavramı tefsir etmektedirler.


Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah (c.c)'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O halde bu rejimlerin hepsi "tağut" olarak isimlenir. Hatta kitlelere "en cazip ve hüsn-ü kabul gören bir rejim" olarak tanıtılan demokratik ve lâik rejimler de tağut hükmündedir.


Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından konulmuş ve Allah (c.c)'ın hükümlerine muhalefet eden hükümler "tağut" olarak isimlendirilirler.


Allah Teâlâ (c.c) Kur'an-ı Kerîm'de; "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tağutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki tağutu inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister" (en-Nisa, 4/60) buyurmaktadır.


Bir kişi Allah (c.c)'a, peygamberlere, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve inanmakla mükellef olduğu bütün hususlara inandığını açıklasa, fakat demokratik, lâik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat ederse o kimsenin irtidadına (dinden çıktığına) hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah Teâlâ'dan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çünkü hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah Teâlâ katında üstünlük, sadece takva iledir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ; "Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır" (el-Hucurat, 49/13) buyurmaktadır.


Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah Teâlâ'nın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda "ilahlık" iddiası içindedirler. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akîdesinin dışına çıkıp kâfir olurlar. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar, kâfirlerdir." (el-Maide, 5/44) buyurmaktadır.


Tağutların hükümlerine göre yönetilen beldeler "Dâr'ul-Harp" durumundadırlar. Tağutun hüküm sürdüğü beldelerde yaşayan bütün müminlerin, din Allah'ın oluncaya, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilinceye kadar cihad etmeleri farzdır. Bu cihaddan kaçıp, tağutun hükmüne razı olanlar ise, ister bilerek, ister bilmeyerek yapsın, kâfir olma durumundadırlar. Allah Teâlâ (c.c) bu hususta; "İman edenler Allah yolunda cihad ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar" (en-Nisa, 4/76) buyurmakta ve müminin tağut karşısındaki yerini belirlemektedir.


Allah Teâlâ, Âdem (a.s)'dan, Resulullah'a (s.a.v) kadar bütün peygamberleri, insanları Tevhid'e, yani Allah'ın varlığına ve birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O'nun koyduğu hükümleri kabullenmeyerek kendi heva ve heveslerine göre hüküm koyma isteğinde olan "tağut"a karşı savaşmaya ve tağut kapsamına giren her şeye kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.

Nitekim Allah Teâlâ bu hususta; Andolsun ki biz her kavme, "Allah'a ibadet edin, tağuta kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl, 16/36) buyurmaktadır.


emirahmedyasin 03-31-2009 19:24

--->: Temel kavramlar
 

Bu tağutlar İbrahim (a.s) döneminde Nemrut, Mûsa (a.s) döneminde Firavun, Resulullah (s.a.v) döneminde de Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi Daru'n-Nedve'nin ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleri olduğu gibi, diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdiği tevhid akidesini inkâr edip, atalarından kalan inançları devam ettirme inatçılığı gösteren puta tapan kavimler olmuşlardır. Günümüzde de heva ve hevesleriyle hükümler koyan ve o hükümleri insanlara dayatan meclisler, hükümetler, devletler vb. gibi kurum ve kuruluşlar da bu tağutlardandır.


Gelen peygamberler, gönderildikleri kavimleri tevhid'e çağırdılar. Tapmaya devam edegeldikleri putlarının kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar veremeyeceklerini açıkladılar. Ancak pek azı müstesna olmak üzere, çoğunluğu peygamberleri yalanladılar, hatta öldürdüler. Allah Teâlâ'ya yönelecekleri yerde, atalarından devraldıklarını ileri sürdükleri tağuta yöneldiler. Allah Teâlâ bu inkârcı kavimler hakkında; "Onlara: «Allah'in indirdiğine uyun.» denildiğinde, «Hayır, atalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona uyarız.» dediler. Ya ataları birseye akıl erdirememiş ve doğruyu seçememiş idiyseler? (Bakara 170)" buyurmakta ve nasıl bir çıkmazda olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.


Tağutların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tağutlar varlıklarını korumuşlardır. Tağut, sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan bir güç değildir. Tağut, bugün de müslümanın en büyük düşmanıdır. Tağut, devlet sistemlerini, ahlâki değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tağut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana hayat hakkı tanımamaktadır.


Müslüman Allah'ın hükümleri doğrultusunda yaşamak, O'nun koyduğu hükümler dışında konulan bütün hükümleri reddetmek, İlâhlık taslayan bütün güçleri yok etmek için çalışmakla mükelleftir. Şu bir gerçektir ki, Allah (c.c)'a iman edenler, O'nun yolunda tağutla savaşmak zorundadırlar. Çünkü tağut bir mümin için her şey demek olan imanını çiğnemek, ona hayat hakkı vermemek ve Allah'ın hükümlerini iptal edip, kendi heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koymak amacındadır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de; "İman edenler Allah yolunda cihat ederler, küfredenler ise tağut yolunda savaşırlar" (en-Nisa, 4/76)


Resulullah (s.a.v) de tağut hakkında bir hadis-i şerifinde; "Her kim (tağuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakk'ı hakim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse, nifaktan bir şube üzerinde ölür" buyurmaktadırlar." (Muhtasar Sahih-i Müs-lim, Hafız Münzirî, Hd. No: 103)


Bu ayet ve hadis, bir müminin tağuta karşı takınması gereken tavrı en anlaşılır şekilde ortaya koymaktadır. Bir mümin; camileri-nin ibadete açık olmasına izin veren, insanları dini inançlarında özgür bıraktığını iddia eden rejimlere karşı çok dikkatli olmak zorundadır. Bugün bu rejimler, İslâm dünyası için büyük bir tehlike arzetmektedirler. Bu rejimlerin hepsi tağuttur. Çünkü apaçık ortadadır ki Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemektedirler. İnsanları kendi heva ve hevesleri doğrultusunda çıkarmış oldukları hükümlerle idare etmektedirler. Allah'ın hükümlerini, ortaçağ insanına hitab edebilen, sınırlı, bugünün gelişen ve düşünen insanının gerisinde kalmış hükümler olarak kabul etmektedirler.


Bir mü'min, tağutu, yani Allah Teâlâ'nın emirleri ve yasakları ile çatışan nefsini, diğer şahısları, önderleri, rejimleri ve ilkeleri red etmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun düzeni olan İslâm nizamına ait olduğunu kabullenmedikçe imanın sembolü olan tevhid kulpuna yapışamaz. Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tağutu inkâr edip de Allah'a (O'nun kanunlarına) iman ederse, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en sağlam kulpa sarılmıştır. Allah işiten ve bilendir." (Bakara, 2/256)

emirahmedyasin 03-31-2009 19:24

--->: Temel kavramlar
 

Dolayısıyla insanlar için iki yol vardır. Birincisi: Allahu Teâlâ (c.c)'ya iman etmek ve her türlü ilişkileri (hayatını) İslâm'ın hükümlerine göre değerlendirmek; ikincisi, tağuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamak!.. Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir. İnsanlar kendi iradeleri ile, bu iki yoldan birisini tercih etmekte serbesttirler. Buna "Kesb" (kendi kazancı) denilir. İmam Taftazânî, "İnsanların sevap ve mükâfat almaya, ceza ve azab görmeye esas teşkil eden ihtiyari fiilleri vardır." (Taftazanî, Şerhu'l Ahaid, İstanbul 1980, s. 196) diyerek, bu konuda herhangi bir zorlamanın olmayacağına işaret etmiştir.


Allahü Teâlâ'nın hükümlerini bir kenara bırakarak, Tağut'un huzurunda muhakeme olmak ve onun hükümlerine boyun eğmek, küfrü tercih etmek demektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye, boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar Tagut'un huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Halbuki Tağut'u inkâr etmekle (tekfir etmekle, lânetlemekle) emrolunmuşlardı" (en-Nisa 4/60) buyurulmuştur. Bu ayette Tağut'un hükümlerine boyun eğen ve kalben razı olanların, iman iddialarının boş olduğu ifade edilmektedir. İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde "Allahü Teâlâ Tağut'un hükümlerine kalben teslim olanların iman iddialarını red etmektedir" diyerek, meselenin özüne işaret eder (İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1969, I, 519). Tağutî güçler; Allahu Teâlâ'nın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır. Bununla ilgili olarak, "İman edenler; Allah Teâlâ'nın yolunda cihat ederler. Küfredenler ise, Tağut yolunda savaşırlar. Öyle ise; şeytanın dostlarıyla (Tagut güçlerle) savaşınız. Şüphesiz ki, şeytanın hilekârlığı zayıftır" (en-Nisa, 4/76) buyurulmuştur. Bir mümin Tağutî güçlerle savaşmanın farz olan bir ibadet olduğunu bilmek mecburiyetindedir. Bu Kelime-i Tevhid'in tabii bir sonucudur.


Allahû Teâlâ'nın hükümlerine karşı tuğyan eden siyasi otoriteler insanları, dalaletin karanlığına doğru çekerler. Hem bu dünyada, hem de Ahirette işkenceye ve azaba uğramalarına sebep olurlar. İslâm dininin hükümlerini inkâr eden bütün ideolojiler Tağut hükmündedir. Kur'an-ı Kerim'de; "Allah, iman edenlerin velisidir (yardımcısıdır). Onları karanlıktan (kurtarıp) nura çıkarır. Küfreden-lerin velisi ise Tağut'tur. O da kendilerini nurdan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. Onlar (Tağut ve ona tabi olanlar) Cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere ebedi kalıcıdırlar" (el-Bakara, 2/257) buyurulmuştur.


Günümüzde Allahü Teâlâ'nın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, "Hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasi otoritelerin Tağut hükmünde olduğu asla unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler "Tağuti" özellikleri taşırlar. Kelime-i Şehadet getiren ve günde beş vakit ezânı dinleyen her mükellef bu mahiyeti asla unutmamalıdır. İnsanları Tağutî güçlere karşı cihada teşvik etmeyen ve bu uğurda gayret sarfetmeyen kimseler ne kadar ilim sahibi olursa olsunlar, kat'iyyen âdil ve müslüman değildirler. Olsa olsa onlar ancak Bel'âm'dırlar. Dolayısıyla onların fetvaları ile amel edilemez.

emirahmedyasin 03-31-2009 19:25

--->: Temel kavramlar
 

FISK

Fısk: Kur'an öncesi metinlerde, meyvenin filizlenmesi, kabuğundan çıkması, hayvanların, özellikle de farenin yuvasından çıkması anlamına gelir. Kur'an, bu kelimenin anlam çerçevesini genişleterek, insanların ve başka varlıkların emirden ve yoldan çıkması anlamında kullanmıştır.


Fısk: Yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik ve güzellikten çıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir. Büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat etmekten çıkmaya fısk denir. Fısk işleyene, bu tür davranışları gerçekleştirene de fâsık denir. En yaygın olarak kabul edilen görüşe göre fısk, itaatten çıkma, dinin koyduğu sınırlardan dışarı çıkma anlamındadır. Bu kullanımıyla fısk, küfür teriminden daha geniş bir kullanım alanına sahiptir. Buna göre, her kâfir fâsıktır; ama her fâsık, kâfir değildir. Kur'an'daki kullanımından yola çıkarak fısk, vahiy tarafından temizliği ve iyiliği belirlenmiş şeylerden uzak kalmak veya dince çizilen güzel sınırlardan dışarı çıkmak şeklinde tanımlanabilir. Fısk, fıtratın dejenere olması ve yaratılıştan sapma olarak anlaşılabilir.

Fısk ve fâsık kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de toplam 54 yerde geçer. Kur'an, bazı yerlerde fıskı iman; fâsığı da mü'min karşıtı bir anlamda kullanmaktadır. (bkz. Al-i İmran, 110; Secde, 18) Bazı yerlerde ise dinin emirlerine itaatin karşıtı olarak geçer. (bkz. Bakara, 197; Nur, 4; Hucurat, 7, 11) Fısk ve çoğulu füsuk kelimesinin geçtiği 7 ayette müslümanların muhatap alındığı görülür. Bu ayetlerde büyük günahların işlenmesinin, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılmasının kastedildiği görülür. Hadisler-de ve sahabe sözlerinde de sıkça geçen fısk ve fâsık kelimeleri genelde bu son anlamda kullanılmıştır. Yani genel kanı, fâsığın iman dairesi içinde olduğu merkezindedir. Yalnız, unutulmamalıdır ki fâsık olan mü'min, eksik imanlı, kâmil olmayan bir mü'mindir; böyle bir mü'mine dindar, müttakî, muhlis (ihlaslı) gibi sıfatlar verilemez. Fısk ile küfür arasında bir yakınlık vardır. (Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 301-302)


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 10:29 .

2000- 2024
Tüm bağışıklıklar ve idelerden bağımsız olan sözcükleri sarfetmeye mahkumdur özgürlük