1. Alt 06-03-2008, 16:01 #1
    el_feta Mesajlar: 1.168
    slında, gelmiş geçmiş c. başkanları arasında en katı laiklerden birisi, Celâl Bayar idi; ikincisi de, denilebilir ki, Sezer!. Laiklik tartışmalarında bu iki örnek unutulmamalı..

    M. Kemal, pragmatist idi, bir iktidar virtüözü gibi hareket ederdi, hedeflerine en uygun gelen her ne ise, bir savaştaki bir erkan-ı harb subayı gibi, hemen o vasıtaya yönelirdi.. İsmet Paşa da hakezâ.. Ötekiler de aynı pragmatist çizgiyi izlediler..

    Ancak, Sezer, son konuşmasında da, tanımının olmadığının dem vurarak, esasen laikliğin felsefî temellerine işaret ediyor ve işlevsel tanımdan sözediyordu..

    Şimdi bazıları, laikliğin yeni bir şey olduğunu sanıyorlar hâlâ.. Halbuki, genelde yakınılan, T.C. rejiminde var olan katı ‘laiklik’tir; totaliter, müdahaleci bir laiklik.. Tıpkı Sovyet komünist İmparatorluğu döneminde olduğu gibi.. Ancak, o zaman bile, Stalin, almanlar karşısında zorlanınca 1942’lerde bütün kiliseleri, mescidleri, sinagogları yeniden açmış ve halkın savaşa ‘gönüllü’ olarak katılabilmesi için bunun gerekli olduğunu farketmiş ve halk kitleleri yeni bir ruhla mâbedlere ve cebhelere koşmuştu; zafere kadar.. Şimdi, o katı laiklik, Sovyetler’le birlikte tarihin çöplüğünde!

    Türkiye’deki gibi bir totaliter, katı laiklik uygulamasıysa, şimdi yalnızca Kim İl Sun’un ilkelerinden imbiklenen bir resmî ideolojinin pençesindeki Kuzey Kore’de kaldı..

    Önemli bir Osmanlı tarihçisi olan Prof. Ömer Lûtfî Barkan, Osmanlı’nın da felsefî planda laik olduğunu söylerdi.. Çünkü, sosyal hayat her ne kadar İslam şeriatinin genel çerçevesine göre belirlense bile, iktidar, İslam’a göre değil, kılıç gücüne göre belirleniyor ve bir saltanat hukuku geliştirilmiş bulunuyordu.. Bu, yanlış bir tanımlama sayılmamalıdır..

    Esasen, İslam tarihinde, Hz. Ali’nin şehîd edilmesinden sonraki, bütün iktidarlar hak mefhumuna göre değil, kılıç gücüne göre şekillendiği için, ‘fiilî bir laiklik’ vardır..

    Geçen yüzyılda, şehzâdelerden birisi, ‘Veliahd’ (Padişahlık’ta bir boşalma halinde, hemen onun yerine geçecek olan kişi) olarak belirlenince, Şeyhulislam’dan ‘Veliahd’ın hukuku’nu sorması ve Şeyhulislam Efendi’nin de, ‘İslam’da saltanat ve veliahdliği yok ki, hukuku olsun!.’ diye karşılık vermesi ilginçtir.

    Yazık ki, ‘iktidarın İslam’a göre nasıl şekilleneceği’ne dair, tarihimizin ‘Asr-ı Saadet’ ve ‘Khulefâ-i Râşidiyn’ dönemi hâriç, elimizde mükemmel bir örnek de yoktur.. Bizim halkımızın bugün için yakındığı, laikliğin çok katı uygulamasınadır..

    Ki, laiklik, 1925 öncesinde İstanbul’da basılmış olan ‘Fransızca-Türkçe’ sözlüklerde bile, ‘Laïcism, laïcité= Dinsizlik’ diye açıklanırdı.. Tabiatiyle, o zaman, laiklikten dem vuran yoktu.. 1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda (anayasada) ‘Devletin dini, ‘Din-i İslam’dır.’ ibaresi daha ilk maddelerinde bir temel kural olarak yazılıydı. Sonra, 1928’de bu ibare kaldırıldı, ama, laiklikten sözeden yine yoktu.. 1937’de ise, zamanın tek parti diktatörlüğünün kamçısı durumunda olan Cumhûriyet Halk Fırkası (CHP)’nin kurultayında, M. Kemal olarak tarafından 6 Ok’tan birisi olarak açıkça zikredildi ve tarifini kimse bilemedi.. Hâlâ da yoktur.. Ancak, 1961 Anayasası’nın ilgili maddesinin tanımı için, Anayasa Komisyonu’nda yapılan tarif, nettir. Orada laiklik, ‘hayatın düzenlenmesinde, naklî delillerin (yani, vahy-i ilahî’nin) değil, sadece aklî delillerin itibar göreceği bir yaşayış tarzı’ olarak tanımlanır.

    Kanunî bir tarif mi? Sezer’in dediği gibi, onun tarifi, ‘işlevsel’dir; yani, hele de her güç sahibine göre değişen, yanan-dönen kumaştan yapılmış bir ‘deli gömleği’!. Meclis Başkanı Bülend Arınç da geçen akşam, Kanal 7 ‘da, Ilıcak’a, ‘Ben laikliği kabul ediyorum..’ derken, kafasından kimbilir ne geçiyordu..

    Yani, laiklik, bütün bir Müslüman halkı rehine almış bir esaret manifestosudur..

    alıntıdır...

  2. Alt 06-03-2008, 16:04 #2
    el_feta Mesajlar: 1.168
    Toplumumuzun son 200 yıllık dönemindeki Osmanlı ve TC rejimlerinin egemen güçlerinin düşünce, duygu, hayal ve idealleri, gerçekte Fransa’ya göre ayarlanmıştır; anglo-sakson dünyaya göre değil.. Osmanlı ve TC dönemlerimizin egemen güçleri ve kendilerini ‘münevver/ aydın’ olarak niteleyen okumuş sınıflarının ilham kaynağı hep, Fransa olmuştur. Fransa ise, 1789’daki büyük devrimden bu yana, 200 yıl boyunca, laikliğin çeşitli tonlarını deneyerek bugüne gelmiştir.

    Ziya Paşa’nın ‘Mösyö, pardon.. diyerek eylersen feth-i kelâm (söze başlarsan); / Denilir her sözüne, aynı keramet gibidir..’ beytinin çok güzel anlattığı dönemler.. Ve miladî-19. Yüzyıl Avrupası, insanın bir ‘manevî yapısının ve ruhî ihtiyaçlarının olduğu’ görüşünü reddeden ve inançların insan üzerindeki etkisinin hurafelere dayandığı görüşünü temel edinen ve genelde ‘din’ deyince anlaşılan, ‘Tanrı tarafından gönderilen ‘vahy’lerin gerçekliğinin kabul edilemiyeceği’ fikrine ağırlık veren ‘materyalizm/ maddeperestlik/ dehriyyûn/ ilmaniyye’ felsefesinin hâkim olduğu bir çağdır.

    ‘Fransız Devrimi’, sadece Krallık rejimine karşı değil, o zamana kadarki bütün ‘sosyal üst-yapı kurumları’na karşı bir başkaldırı idi; en başta da, ‘din’e ve din kurumları’na karşı.. Ve ‘pensée libre’ (hür düşünce) demek, ‘din karşıtı düşünce’ mânasında bir terim haline gelmişti.. Esasen, eski düzenin geri gelmemesi için ‘laik’ / (laïque) anlayışların kilise’ye ve vahy’e dayalı inanç ve hayat görüşleri mânasındaki ‘din’ anlayışına karşı savaş açmaları tabiî idi.. Kaldı ki, kilise tahakkümüne karşı ‘laik’ arayışlar, normal aklın bir çıkış yolu aramasının semeresiydi..

    Evet, ‘laïcism’ sıradan bir ‘din ve vicdan özgürlüğü’ mânasına gelmiyordu; doğrudan doğruya ‘din karşıtlığı’ idi; ‘Kilise karşıtlığı’ sözkonusu idi.. Ancak, Fransa, 100 yıl kadar süren çetin sosyal buhranlar ve çalkantılar içinde, nihayet, 1905’de, hâlen de geçerli olan laiklik kanunları uygulamaya koyabilmişti.. Ki, şimdi bile o düzenlemeye karşı itirazlar geliştiriliyor..

    Bu ‘laik’ uygulamalar, öteki hrıstiyan toplumlarda da bir takım etkiler meydana getirdi.. ‘Sekularizm’ temelde aynı laik düşüncelerin etkisinde, öteki hrıstiyan toplumlardaki daha yumuşak bir uygulamadan başka biri şey değildi..

    Ancak, Avrupa’daki uygulamalar genelde, Fransa dışındaki uygulamalar ‘klasik laiklik’ uygulamalarıydı. 1920’lerden sonra ise, ‘bolşevik /komünist devrim’in gerçekleştiği Sovyet Rusya’da bir ‘müdahaleci / totaliter laiklik’ anlayışı geliştirildi ve bir de, Türkiye’de..

    İlginçtir, 1925’lerde, Türkiye’de basılmış olan ‘fransızca-türkçe’ lugatlerde, latin harfleriyle yazılan ‘laïcism’ kelimesinin karşısına, arab harfleriyle, osmanlıca-türkçe olarak, ‘dinsizlik’ yazılıyordu.. Ve Türkiye, henüz ‘laiklik’ lafını ağzına almamıştı; uygulamalar o yönde ise de.. Ve nihayet, 1937’de, ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na (Anayasa’ya) ve ‘tek parti diktatöryası’nın çatı kurumu CHP’nin nizamnamesine ‘6 ok’tan birisi olarak ‘laiklik’ de eklendi. O ‘deli gömleği’ni hâlâ da çıkaramamışızdır.

    Ve, ‘1960 Askerî Darbesi’nin ürünü olan ‘1961 Anayasası’nda da vardı, ‘laiklik’..

    ‘Laiklik tarif edilemez..’ diye tepiniliyor şimdi.. Ama, laikliğin kanunî bir tarifinin olmadığı, herkese göre bir ayrı ‘laiklik’ tarifi olduğu açıktı.. Ama, şimdi bunun tartışmasından bile korkuluyor. Ancak, bir ‘kanunî tarif’ yok..

    Sadece, ‘1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’in Anayasa Komisyonu’nda yapılan bir tarif vardır, ‘Sosyal hayatın tanziminde naklî delillerin redd ve aklî delillerin esas alınması..’ şeklinde ki, en net laiklik tarifi budur.. (‘Naklî delil’in, ‘vahy’i anlatmak için geliştirilmiş bir felsefî terim olduğunu da burada hatırlayalım)

    Bu tarif ve yorumlar, elbette ki güce göre şekillenir. Hele de, materyalizm üzerindeki ‘laik diktatörya’ düzenlerinde..

    TC’nin 1982-Anayasası’nın 24 . maddesinde, ‘kimse dinî inancından dolayı kınanamaz..’ denilir. Ama, bu, egemen güçlerin kınanamıyacağı mânasında anlaşılmalıdır.. Nitekim, büyük kitleler, bir avuçluk laik zorbaların taarruzları karşısında hukukî savunma imkanlarından mahrumdur..

    1944 yılında, ‘Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı sözlükte, ‘din’, hayat tarzı olarak tarif ediliyor ve örnek bir cümle kuruluyordu: ‘Kemalizm, türk’ün dinidir..’ diye..

    Laikler kendi ‘din’lerini dayatıyorlar ve kendilerine, öz kimlikleriyle karşı çıkmak isteyenlere hele de son 25 yıldır yapılan giderek artan baskılar ortada.. Böyleyken, hâlâ da, ‘laiklik din ve vicdan özgürlüğünü sağlıyan bir düzenlemedir..’ demek, abestir.. Bu noktada, Sezer, kendi ‘din’ini savunuyor ve, ‘laikliğin din ve vicdan özgürlüğü mânasına indirgenemiyeceğini’ söylüyor. Aslında bu, laiklerin cür’etkarlıklarının, ya da çaresizliklerinin geldi noktadaki yeni bir itiraftır..

    Bu bir zorbalık ilâmıdır.. ‘1789-Fransız Devrimi’ndeki, ‘tepeden inmeci’lerin, jakoben’lerin yoludur.. Bu, ‘bizim laiklik dinimizin çerçevelerine göre yaşadığınız müddetçe bir takım serbestliklere lâyık olursunuz, yoksa, ezilmektir hakkınız..’ demektir..

    Bu satırların sahibi, 30 yılı aşkın zamandır, laikliğin ‘din ve vicdan özgürlüğü’ mânasında olmadığını ısrarla belirten yazılar yazmıştır.. Bugün gelinen noktayı da tabiî karşılıyorum.. Siyasetçilerin yolları kesik olduğu için, tamam, onların laikliği ‘din ve vicdan özgürlüğü’ diye anlıyor gözükmelerine bakmayınız.. Onlar da bunu samimî olarak söylemiyorlar; söylüyorlarsa, bilmiyorlar!. Bu, onların mutlaka samimiyetsiz olduğu mânasına gelmez.. Ve, mecburiyetle söylenmiş sözleri samimiyetsizlik olarak nitelemek doğru olmaz.. Onlar, ‘belki bir yolunu bulup, bu zorbaca uygulamayı kaldırabiliriz’ diye düşünüyor olabilirler. Ama, bu konunun çetinliği artık anlaşılmalı ve tedbiri de ona göre düşünülmelidir..

    alıntıdır...

  3. Alt 06-03-2008, 16:06 #3
    el_feta Mesajlar: 1.168
    C’nin 3. C. Başkanı Celâl Bayar, 104 yaşını aştığı bir sırada, 1986’da, son demlerinde, ‘ilericilerle irtica arasındaki savaş, 200 yıllık bir savaştır ve hep biz kazanmışızdır..’ diyordu; ‘taife-i laicus’un umutsuzluğa kapılmaması için..

    Demirel de 82 yaşında aynı lafları ediyor, bugün.. Küçük bir azlık olan ‘mütegallibe taifesi’nin, ‘haramîler çetesi’ gibi örgütlenmiş/ hattâ devletleşmiş ‘taife-i laicus’un karamsarlığa kapılmamaları için, o da aynı mantıkla hava basıyor..

    Ama, daha da ilginç olanı, Türkiye’yi hele de 1960’lardan beri daha bir bâdireler, musibetler yaşatmış olan sol/ sağ gibi gruplaşmaların yaşlı temsilcilerinin de şimdi yanlarına C. Başkanı Sezer ve kendilerini ’aydın’ diye niteleyen bir takım çevrelerin desteğini de alarak, işbu, 200 yıllık geçmişi olan mücadelede, iplerin ucunu ellerinden kaçırmak için fitne, nifak ve entrikalar hazırlamaları..

    Resmî kurumlarda, devamlı, ‘Yangında ilk kurtarılacak’ tabloların altında yaşayarak büyümüş olan kadroların, ‘ilk kurtarılacak’ olanın ‘laiklik’ olduğu konusunda bir refleks kazanmış olmalarına şaşmamalı..

    C. Başkanı Sezer’in en yakın sohbet arkadaşlarından birisi olduğu bildirilen eski tüfek ‘marksist/ sol/ kemalist darbeci’ grupların ideologlarından İlhan Selçuk’la geçen hafta içinde bir görüşme yaparak, ‘yangında ilk kurtarılacak’ bir değer olarak görülen ‘taktik ve stratejik işbirliği’ yapılması görüş alışverişinde bulunduğu anlaşılıyor.. Ki, konuyla ilgili olarak İ. Selçuk, E. Özkök’e, Sezer’in rejimin korunması konusundaki kararlılığını hatırlatırken, onun, Harb Akademileri’nde bir ay kadar önce yaptığı ve laikliğin korunması için ‘ibadetlerin bile sınırlanabileceği’ne dair dikte edici/ diktacı laik anlayışa işaret ediyordu..

    İlginçtir, bu açıklama, Yargıtay eski Başkanı Sâmi Selçuk’un 2 Mayıs günü ‘Yeni Şafak ’ta yayınlanan röportajında verdiği bilgi ve iddialarla yanyana getirildiğinde, Sezer’in eline okuması için kağıt tutuşturan kişinin kimliğinden bile haber verebiliyor.. S. Selçuk, Sezer'in 1999'da Anayasa Başkanı iken yaptığı bir konuşmayı yorumlamış ve ‘metni kendisi yazmadığı için kıraat ettiğini, tilavet etmediğini’ söylemişti.. Selçuk, ‘Şimdiki konuşmalarında ne görüyorsunuz?’ sualine, ‘Aynı şeyi.. İnsan inanarak kendi yazdığını özümseyerek okur. Bir başkası yazınca bu kadar oluyor. Bunu daha önce de söyledim. Önemli olan demokrasiyi özümsemek mi, konuşma yapmak mı?(…) Sayın Sezer'in konuşmasında birçok yer bana yabancı gelmedi. Baktım, bir başkası yazmış..’ diyor, ama, ‘Kim olduğu’ hakkındaki suale, ‘Onu söylemem..’ diye karşılık veriyordu..

    S. Selçuk, ayrıca, ‘Van davasında (…) Cumhuriyet savcısı da yanlışlık yapabilir. (…) Van olayında çoğu kişi ‘asker konuştuğu için böyle oldu’ diyor; ama sayın Devlet Başkanı da konuşmadı mı? Devlet Başkanı başka bir ülkede böyle bir konuşma yapsın o gün çekilmeye zorlarlar. Genel grevler olur. Sayın Devlet başkanı ‘iddianame bunu kanıtlamıştır’ diyor. Üstelik hukukçu!. Bu nasıl söylenir? Korkunç bir olay. Bağışlamak olanaksız.’ diyor..

    Bu hatırlatmadan sonra Danıştay’da dün yapılan törene de değinebiliriz..

    Rejimle devletin ayrı ve rejimin, Devlet için gerekli üç aslî unsurdan sadece birisi olduğunu anlamayan ve rejimin kurucusu M. Kemal’i ‘devlet kurucusu’ zanneden bir anlayışın kıskacındaki kafaların tutarsızlıklarını yansıtan bir tarih ‘azizliği’yle Danıştay’ın 138. kuruluş yıldönümü kutlandı, dün..

    Danıştay’ın yeni başkanı Sumru Çörtoğlu da, tıpkı Sezer ve öteki ‘yüksek hukukçu’(!)lar gibi, ‘din’in vicdanlarda kalması gerektiği’ni bilhassa vurguladı..

    Dün, Danıştay Başkanı’nı dinlerken, bir kez daha düşündüm.. Bu hanımın ‘din’ deyince, kasdettiği şeyin ‘İslam olduğunu’ sanıyorum.. Yoksa, başka bir din hakkında böyle bir konuşmayı çağdaşlığa da aykırı görürdü, herhalde.. Ama, İslam sözkonusu olunca, onu saltanatlarını sürdürmekte diledikleri gibi kullanabilecekleri bir ‘vasıta’ sanıyorlar.. Danıştay Başkanı da, ‘laiklik dini’ne tehlike oluşturabilecek her ihtimale karşı, ‘kurumlar oligarşisi’ içindeki dayanışmaya uygun olarak, bilinen ‘kemalist/laik tekerlemeler’i tekrarlıyordu.

    Konuyla dolaylı ilgisi olan bir hususa da değinmeliyim: Yayıncı Erdal Öz vefat etmiş.. Bu münasebetle tertiblenen bir törende, kendilerini -şeyhin kerameti kendinden menkul, / (kendi iddiasına dayanıyor) sözü kabilinden- genelde ‘münevver / aydın / entelijensiya / entellektuel’ vs. olarak niteleyen çevreden pek çokları arz-ı endâm etti.. Konuşmaların 45 dakika kadarlık bir bölümünü tv’den izledim.. Bu kişiler nasıl bir ‘aydınlanma’ hali üzere idiler ki, ‘aydın’ı olduklarını iddia ettikleri halkın aslî değerleriyle hiçbir ilgilerinin olmadığını sergilemekte, bu töreni bile ‘ateistlik deyince işte böyle olmalı..’ dercesine bir fırsat olarak kullandılar.

    İkiyüzlülük yapmadıkları için, onlara bir de ‘aferin!’ diyorum. Ama, şunu da belirtmeliyim ki, ölüm karşısında bile, halkın inanç dünyasıyla değil, hattâ her türlü tanrı inancıyla bile bir ilgilerinin olmadığını sergilemek istercesine, ‘tanrı’dan rahmet dilemek’ten ısrarla kaçınan ve tam tersine, ‘onsuz, rakı içmenin bile tadının olamıyacağı’na yapılan vurgular ve bizzat oğlunun bile, ‘Onu, ölüm günü olan her 6 Mayıs’da rakı içerek anmaları’ yolunda bir çağrı yapması.. (6 Mayıs, aynı zamanda Deniz Gezmiş ve 2 arkadaşının 1972’de idâm edildikleri güne rastlamasında bile laik/ materyalist anlayışlarına rağmen bir olağanüstülük arayıp, çağdaş ve laik bir hurûfîlik sergilemeleri) hele, ölüm âyetleri yazılı bir yeşil örtünün tâbut üzerine örtülüp camie getirilmesi, komedi ötesinde bir trajik durum değil mi?)
    Evet, 200 yıllık bir ‘derin ve iç savaş’ın günlük hayatın her alanındaki yansımaları sürerken, büyük kitle, hangi hal ve dikkat üzerindeler? Yoksa, uyumaya devam mı? Ya da, ‘falan lider’ veya ‘filan cemaat’ taassubu ile, ‘Her ne olacaksa, ancak bizim liderliğimizde olacak!’ aymazlığında mı?

    alıntıdır...

  4. Alt 06-03-2008, 16:09 #4
    el_feta Mesajlar: 1.168
    1 Mayıs tarihli yazısında, Ahmet Altan ilginç bir yaklaşım sergiledi.. O, 10 yıl öncelerde de ‘Atakürt’ başlıklı bir yazı yazarak bazı konuları ‘resmî ideoloji’nin kalıpları dışında sorgulamaya kalkışmıştı da; bu yaklaşımı, hem gazetesinden atılması, hem de ‘M. Kemal’e hakaret ettiği iddiasıyla yargılanıp mahkûm olmasıyla sonuçlanmış ve amma, bu ceza, ‘mahkeme heyetine, bu suçu bir daha işlemiyeceğine dair bir kanaat verdiği’ gerekçesi ve de ‘aynı suçu 5 yıl içinde bir daha işlememesi’ şartiyle ‘tecil’ edilmişti..

    Yine o sıralarda, (müteveffâ) şair Can Yücel de, bir heykelin kaidesine çişini yapan bir köpeği gösteren bir fotoğrafın medyada yayınlanması üzerine, o aldırmaz hareketi sempatik bulduğunu bildiren bir şiir yazmış ve bunun üzerine ‘M. Kemal’e hakaret ettiği’ iddiasıyla mahkemeye sevkedilmişti. Aykırılıklarıyla bilinen Yücel ise, ‘o koruma kanunu, bizim gibiler için değil, laik rejiminin temellerine aykırı olanlara karşı kullanılmak üzere çıkarılmıştı..’ savunması yapmış ve beraet de etmişti!!

    A. Altan, sözünü ettiğimi son yazısında, çocukluğumuzda okutulan ‘Giyom Tell’ hikayesine atıfta bulunuyor ve bir İsviçre halk kahramanı olan Giyom Tell’in, kralın şapkasına veya heykeline selam vermediği için, ölüm cezasına çarptırıldığı’ şeklindeki cezaya ve o hikaye ile zihinlerimize ‘baskı’nın kötülüğü ve saçmalığının anlatılmak istendiğine değiniyordu.

    Sonra da, ‘heykelin karşısında çiklet çiğnediği için tutuklanan adam’ hikayesine geçiyor ve ‘Adam, heykele saygısızlıktan tutuklandı. Üstelik Giyom Tell gibi 13. Yüzyılda değil, daha geçen hafta..’ diyor ve şu cümleleri sıralıyordu (özetle): ‘Kralın şapkası, İsviçre halkını baskı altında tutarak yönetmek isteyen kralı temsil ediyordu. / Peki, Atatürk’ün heykeli kimi temsil ediyordu? / Atatürk’ün heykeli artık yaşamayan birine ait. / Baskıyla yönetmek isteyen, artık yaşamayan biri olamaz. / Kim öyleyse?/ Atatürk’ün heykelini kullanarak baskı kurmak ve ülkeyi yönetmek isteyen kim? /Şapka, kralın simgesi.. /Atatürk’ün heykeli kimin simgesi?.. /Heykelin karşısında sakız çiğnediği için bir adamı cezalandıran kim? /Neden böyle bir baskı kurmak istiyor? /Şapkaya selam verin... /Heykelin karşısında sakız çiğnemeyin... /Bu emirler birbirine benziyor mu? (…) Giyom Tell oğluyla pazara giderken kralın heykelinin karşısında sakız çiğneseydi ona ne ceza verirlerdi? (…) Bu iki olayın birbiriyle benzerliği yok. /Ne benzerliği olacak. / Biri heykel, biri şapka... /Öyle değil mi?’

    Bu yazının yazılmasına vesile olan o hadisedeki tabloyu tv.den ben de izlemiştim. Kaymakam’a, Savcı’ya, ‘heykel karşısında sakız çiğniyordu..’ gibi iddialarla emirler yağdıran, ve Fatsa AK Parti ilçe Başkanı’nı tutuklattıran binbaşı, ‘bir kafirin, peygamberine hakaret etmesi karşısındaki mü’min kızgınlığında’ idi.. Emirlerini yağdırdıktan sonra, etrafında askerleri, bir çelengi heykelin kaidesine deriiin bir huşû içinde bırakıp, arkasını heykele dönmeden geriye doğru çekildi ve askerleriyle birlikte, adeta, taş kesilmişcesine selâm durdu. Yanımda oturan minik komşu çocuğu, ‘Amcaaa, o adam onların selâmını niye almadı?’ deyince, tebessüm edebildim..

    Böylesine, komik bir kanunun hâlâ yürürlükte olması, ülkemiz için bir lekedir.. Dünyada, ölümünden 70 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, kanun zoruyla korunan bir başka örnek kalmadı.. 250 yıl önceden bu güne, karizma ve zulümlerinden ‘mithos’lar icad edilmeye çalışılan Washington’lar, Napolyon’lar, Bismarck’lar, Marx’lar, Lenin’ler, Churchill’ler, Stalin’ler, Hitler’ler, Enver Hoca’lar, Mao’lar, Franko’lar, Batista’lar, Şah’lar, Saddam’lar, Hâfız Esad’lar, Enver Sedat’lar, Habib Burgiba’lar ‘bir varmış bir yokmuş’a döndü.. Kendisine tapınılan siyasî lider, bir Kuzey Kore’deki ‘Kim İl Sun’ diktatörlüğünde kaldı; bir de..

    Yahu, hakkındaki değer yargınız her ne ve nasıl olursa olsun, bırakınız M. Kemal de tarihteki yerini bir ‘insan’ gibi almak bahtına kavuşsun.. Bakınız, sadece siyasî hayatı M. Kemal’in bütün ömrü kadar olan ve rejimin 2. numaralı ismi durumundaki bir İsmet İnönü, yanlışıyla-doğrusuyla olduğu gibi kabul ediliyor, kimse onun şahsıyla uğraşmıyor.. Aralık-1973’deki ölüm gününü çoğu kimse bilmiyor bile.. Ama, M. Kemal ‘ikon’laştırıldı, ‘mithos’laştırıldı ve eli silahlı birileri kendi ‘laik kutsalları’nı topluma zorla tahmil/ empoze ediyorlar. Öyle sanıyorum ki, bu durumu M. Kemal görseydi, ‘ben kemalist değilim!’ diyerek, bu uygulamaya karşı çıkardı.. Böyleyken, laik / kemalistler, ‘dünyadaki bütün anlı şanlı liderlerin her birisinin isimleri bile unutuldu; ama, M. Kemal, hâlâ ilke ve devrimleriyle dipdiri ve halkımız onu her geçen gün daha da çok seviyor..’ gibi iddiaları, herkesi -en başta da kendilerini- ahmak yerine koyarak iddia etmezler mi?

    Evet, bu leke, ‘tarihteki yerini şu veya bu şekilde almış olan bir kimse’yi, halk’a, ‘kanun zoruyla, zorla kabul ettirme‘ çabası, toplumumuzun üzerinden temizlenmeli, M. Kemal, bir ‘yarı /tanrı’ gibi değil, bir ‘insan’ gibi anılabilmelidir.. Yoksa bu gibi -komikliğin de ötesinde- saçmalıklar daha çooook tekrarlanır..

    Romen asıllı ünlü fransız tiyatro yazarı ‘İonescu’nun ‘Kral Ölüyor..’ isimli bir denemesi vardır. Sözkonusu Kral’ın ülkesinde, bütün şehirlerin anacaddelerine, bütün okullarına , bütün hastahanelerine, postahanelerine, parklara, meydanlara Kral’ın değişik isim ve sıfatları verilir; her tarafta onun resim, büst ve heykelleri.. Hattâ, isim verilecek yerler kalmayınca, parklardaki en büyük ağaçlara, ağaçların en büyük dallarına bile.. Oradaki hayalî ülkeyi sanki tanıyor gibi olursunuz..

    Unutulmasın ki, Nâzım Hikmet bile, kendisine adeta tapındığı Stalin’in Kruşçef zamanında lanetlenivermesi üzerine rahatlamış ve yazdığı -mânası itibariyle- nefîs şiirinde, ‘Binlerce ton kağıttan, taştan, tunçtan resim, büst ve heykellerin ağırlığının bir anda üzerlerinden kaldığını, çorbalarının içine batacakmış gibi duran bıyıklarının yokolduğunu’ yazmıştı..

    Evet, bu netâmeli konuya, akl-ı selîm sahibleri ne zaman eğilebilecekler?

    alıntıdır...

  5. Alt 06-03-2008, 16:12 #5
    el_feta Mesajlar: 1.168
    Cumhûriyet’ adı almakla, bir sistemin, gerçekten de ‘cumhûriyet’ olamıyacağının en canlı örneği, bizdeki.. Hele de, asırların saltanat geleneği ve kültürü toplumda hâkim ise, o zaman, ‘Cumhûriyet’ adına bir saltanat kurulması işten bile değil.. Nitekim, 1923’de zamanın meclisinin yarıdan fazlası dışlanarak yapılan bir toplantıda, bir emr-i vâkı’ ile, bir oldu-bitti ile 335 meb’usdan/ m.vekilinden sadece 157’sinin reyiyle, yani 168’lik salt çoğunluk oyu bile aranmadan ilân edilivermişti Cumhûriyet!. Baştan böyle olunca, yeni sistemin, bir isimden ibaret, eski saltanat usûlüyle çalışacağı ve ortaya ‘c. başkanı’ diye anılan yeni fiilî sultanlar çıkaracağı açıktı.. Seçim yapılmasına gelince.. Ki, II. Dünya Savaşı, Batı’da, ‘demokrasi dünyası’ denilen güçlerin galibiyetiyle sonuçlanınca, kısmen serbest ilk seçimler de ancak, 27 yıl sonra, 1950’de, Amerikan dayatması ile yapılabilmiş ve amma, sistemin bir kazaya uğramaması için, yeni iktidarın başına da, M. Kemal’in son başbakanı Celâl Bayar, 3. C. Başkanı olarak oturtulmuştu.

    Yani, seçimlerle bazı yöneticilerin değişmesi mümkün olsa bile, o, ya bir aldatmaca oluyor; ya da, halkın iradesi, gerçekten de ‘Cumhûriyet’ anlayışına göre, ülkenin ve devletin yönlendirilmesinde temel ölçü olacak olsa; o zaman, zorbalıklar, süngüucu göstermeler veya süngü zoruyla kabul ettirilmiş anayasalara sığınmalar başlıyor..

    Yani, saltanat dönemlerinden çok farklı bir şey yok.. Nitekim, Osmanlı’nın son 50 yılında da, (1876- I. Meşrutiyet’ten itibaren) seçimler yapılıyordu.. Ama, o seçimlerle sistemin özü değiştirilemiyordu; şimdi de değiştirilemiyor. Halkın iradesinin, devlet ve toplum yönetiminin şekillenmesinde, temel konularda damgasını vurması sözkonusu olunca, ‘fiilî saltanat’ anlayışı hemen hortluyor. Küçük bir azlığın iktidarına dayanan bir ‘oligarşik diktatörlük’, siyasî iktidarda bazen değişiklikler olsa bile, devlet mekanizmasının aslî/ temel yönetimini, yani fiilî iktidar birimlerinde milletin istediği değişikliğin yolunu, oluşturdukları ‘kurumlar oligarşisi’ ile kesip, onun kırılamaması için ellerinden geleni yapıyorlar; bazen anayasa adına, bazen de babayasa adına..

    Ve böyle bir sistemde, bütün ‘C. Başkanları’nın, Padişah’lıkta bile ve modern devlet sistemlerinde benzeri olmayan bir şekilde ‘sorumsuz’ olması, ‘vatan ihaneti’ suçlaması dışında, hiçbir söz ve eyleminin hesaba çekilememesi hatırlanırsa, ‘Cumhûriyet saltanatı’nın yersiz bir isimlendirme olmadığı anlaşılır..

    Hani, bir fransız ihtilalcisinin, ölüm yatağındayken, ‘Cumhûriyet’in diktatörlük günleri ne güzeldi..’ diye yaptığı bir itiraf vardır ya, bu, TC sistemi için de söylense, yeridir..

    Ve bu sistem, kendi hedefi için, her şeyi mübah gören anlayışla hereket eder. Bu sistemin başına ‘C. Başkanı’ olarak oturtulan kişilerin herbirisi de, -biraz İsmet İnönü ve biraz da Turgut Özal bir kenara bırakılırsa,- kendilerini, (bugünkü hukuk sisteminin de babası sayılan 1930’ların Adliye Vekili Mahmûd Esad Bozkurt’un açıkça ‘nazizm ve faşizmin bile ilham kaynağı’ gösterdiği) kemalizm ve M. Kemal’e, hattâ ‘ubûdiyet’ / kulluk derecesinde bağlı görmüşlerdir.

    Ama, bunlar arasında, en ileri noktada olan, Celâl Bayar’dı ve onun, ‘Atatürk, seni sevmek, millî bir ibadettir..’ lafı meşhurdur. O da, ülkemizin ve Müslüman halkın tarih içindeki çetin yolculuğunu da, 200 yıllık bir tarih perspektifinden değerlendiriyor ve konuyu, özellikle Tanzimat’tan bu yana toplumumuzda hep süregelen ‘ilerici/ gerici, irtica/ teceddüd, mürteci/ asrî’ gibi, kesin ölçü ve tarifleri olmayan, subjektif terimler etrafında şekillenen bir ideolojik mücadeleye göre şekillendirmeye ağırlık veriyor ve 100 yaşının üzerindeyken bile o mücadeledeki yerini korumaya çalışarak, umutsuz olanlara, ‘Korkmayın, bu savaş 200 yıllık bir mücadeledir ve hep biz kazanmışızdır..’ diye moral vermeye çabalıyordu.. ‘Biz’ dediği, müslüman bir milleti ve onun inanç sistemini kendisine en büyük engel gören emperyalizmin emellerine hizmet etmeyi ‘ilericilik’ sayan, ‘mustagribler, Batı çarpılmışları’ taifesi idi.. Onlar İslam’ın özellikle de sosyal hayatta tekrar etkili hale gelmemesini kendilerine ‘medeniyetçilik’ adına hedef edinmiş emperyalist kuklalarıydı, emperyalizmin ‘ileri karakol gözcüleri’ydi.. Emperyalist odaklarca kendilerine verilen vazifeleri yerine getirmek için, en kanlı yöntemleri caiz ve mübah sayan jakoben/ tepeden inmeci bir devrimcilik anlayışının bağlısı bir zorbalar güruhu idi. Tanzimât’tan, Yeni Osmanlılar ve Jön (genç) Türkler’e ve İttihad- Terakkî’ye ve bugüne uzanan çizginin özelliği budur ve bu çizginin bize tarih içinde zaman kaybettirmekten öteye bir etkisi olmamıştır. Bayar, ülkemize gelen ‘müslüman’ devlet başkanlarının camilere gitmek istemesi halinde, onları camiin eşiğine kadar götürür ve kendisi dışarıda, bir sandalye üzerinde oturur ve bunu ‘laikliğin’ ve 200 yıllık mücadelenin gereği olarak bilirdi. Ve amma, Bayar’ın o ‘ideolojik irticaî katılığı’nın artık işlemez olduğu sanılırken, aynı çizgiyi, şimdi de Sezer sürdürmeye çalışıyor.. Bir farkla ki, Bayar yandaşlarına umut vermeye çalışıyordu; Sezer ise, bir umutsuz vak’a için direniyor ve adeta ‘aba altından süngü göstermek’ istercesine, özel bir mekanda, ‘Harb Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda, yaptığı konuşmada, başı olduğunu düşündüğü Cumhûr’un, halkın inanç ve ibadetlerine laiklik ve kemalizm adına sınırlandırma getirebileceğini bile sanıyor; yani baltaları topraktan çıkarma teşebbüsünde..
    ‘Cumhûriyet’ adı verilen ve amma, cumhûr’un, halk kitlelerinin rey ve iradesine, isteğine, emperyalist dünyanın planlarına göre karşı çıkılması esas alınarak geliştirilen ve ‘ilericilik’ gibi yaldızlamalarla dayatılan ve -dünyada pek emsali kalmayan bir şekilde, hâlâ da- kanun zoruyla korunan bu, ‘kişiye tapma’ hastalığı ve ‘laiklik dini’ bağlılığının saldırganlığına da, inşaallah yarın değinelim..

    alıntıdır...

  6. Alt 07-16-2008, 21:55 #6
    xyzt Mesajlar: 384
    el feta arkadasım genelde bu tarz yazılar yazıyorsunuz gördüğüm kadarı ile. kendinizce bir takım konularda belki de tarihin gizili kamış gerçeklerini( ki ben hangi tarihe ya da tarihçiye inanacağım konusunda bocalamış durumdayım) burda bir şahsın yazısı ile bizlerle paylaşıyosunuz. fakat yazıların sonuna sadece alıntıdır diye yazmışssınız. ben bu yazıların kime ait olduğunu bilmek istiyorum. buraya yazarsanız sevinirim. konunun başlığı gibi gerçekten de gayri resmi makaleler mi.

  7. Alt 07-17-2008, 10:48 #7
    el_feta Mesajlar: 1.168
    yazılar,selahaddin çakırgil e aittir...

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.