PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Büyük Islam Tarihi


Sayfa : 1 [2] 3

Sarax
09-17-2008, 15:58
OSMANLI - MEMLÜKLÜ MÜNASEBETLERI

Osmanlilar ile Misir, Suriye, Güney Anadolu ve Hicaz'da hakimiyet süren Memlûk sultanlari arasindaki münasebet, ilk zamanlardan yani XIV. asrin ikinci yarisindan itibaren dostane bir sekilde baslamisti. O dönemlerde, küçük bir beylik olan Osmanlilarin Rumeli'deki muvafakiyetleri ve Islâm dünyasinin sinirlarini genisletmeleri, Memlûk Devleti tarafindan memnunlukla takip ediliyordu. Fakat daha sonra gerek Sultan II. Murad, gerekse onun oglu Fâtih Sultan Mehmed zamanindaki bazi olaylar, iki devletin arasinin açilmasina ve bir müddet sonra da birbirlerine karsi hasmâne (düsmanca) tavirlarin ortaya çikmasina sebep olmustur.

Sultan II. Bâyezid, kendisine muhalefet edip Osmanli tahtinda hak iddiasinda bulunan kardesi Cem'i, dostça karsilayip himaye eden ve ayni zamanda onu mücadeleye tesvik eden Memlûk Sultani Kayitbay'in, Çukurova bölgesindeki Üç-Oklar ile Maras ve Elbistan'a hakim olan Boz-Oklar'i devamli bir surette baski altinda tutmasi üzerine, Dulkadir'li Türkmen Bey'i Alâüddevle Bozkurd Bey'i himayeye karar verir. Sultan Kayitbay, Cem'in Anadolu'ya geçmesine müsaade etmesi onun, Osmanli Devleti'nin aleyhine çalistigini gösteriyordu.Bununla beraber ihtiyati da elden birakmiyordu. Nitekim Bâyezid'in culûsundan sonra Istanbul'a gelen Memlûk elçisi, hem Bâyezid'in saltanatini tebrik etmis hem de biraz sonra bahsedecegimiz ve gaspedilen esyayi getirip teslim ettikten sonra Sultan Kayitbay adina özür dilemisti. Bu hal, aradaki gerginligi bir derece hafifletmisti. Gerçekten, Sultan Kayitbay için baslica siyasî mesele Osmanlilar ile olan münasebet meselesi idi. Arsiv Begelerinden anlasildigina göre (Topkapi Sarayi Müzesi Arsivi, nr. 620l - 6385) Dulkadir Beyi, Sultan II. Bâyezid'i, Memlûk Devleti aleyhine tesvik ediyordu. Öbür taraftan, Hindistan'da Dekkan'da hüküm süren Behmenîler'den III. Muhammed Sah ( l463-l482)'in , Vezir-i A'zam'i Hâce-i Cihan ( Hoca Mahmud Gâvân ) ile Osmanli hükümdarina göndermis oldugu hediyeler, Kayitbay tarafindan müsadere edilmisti. Bu yüzden, Memlûk Sultani'na karsi kirginligini izhar eden II. Bâyezid'in tutumundan endiselenen Memlûklular, bazi tedbirler almak zorunda kalmislardi.Nitekim Karaman Beylerbeyi Hadim Ali Pasa tarafindan "Kubbe Vezirleri"ne gönderilen 888 ( l483 ) tarihli arizadan anlasildigina göre Atabekü'l-Asakir Emir Özbek ez-Zahirî emrinde Halep'te toplanan Memlûk kuvvetleri, Ramazanoglu Eflatun Bey ile maiyetindeki boybeylerinin yardimlarini sagladiklari gibi, Turgutoglu Mahmud Bey'i Osmanlilara müskilat çikarmak maksadiyla Ermenek üzerine göndermislerdi. Turgutoglu'nun, Süleyman Bey'le savastigi bir sirada Alaüddevle harekete geçer.

Baslangiçta Osmanlilar'dan himaye gören Alaüddevle Bozkurd Bey, Nisan l484'te Memlûklular'in Haleb ve Safed naiblerini arka arkaya maglub ettikten sonra Kayseri Valisi Yakub Pasa kuvvetleri ile birleserek, Misirlilarin kurmus oldugu tuzaklardan kurtulmustu. O, Elbistan ovasinda, Osmanli askerinin gayret ve yardimi ile Haleb Naibi'ni öldürüp Kal'atu'r-Rum (Rum Kalesi), Bire (Birecik) ve Anteb Naibleri ile Haleb büyük hacibi basta olmak üzere birçok Çerkez beyini esir etmisti.

Bununla beraber Emir Özbek es-Seyfî, Emir Özdemir ve Emir Mogolbay gibi emirlerin yönettigi Memlûk ordusu, sür'atle Malatya'ya giderek burasini takviyeye muvaffak olur. Malatya kalesine karsi giristikleri tesebbüste muvaffak olamayan Osmanli - Dulkadirli kuvvetleri, Malatya derbendinde kurulan pusuya da düsmüslerdi. Böylece, Eylül l484 yilinda Kayseri Valisi Yakub Pasa'nin komutasindaki Osmanli kuvvetleri ile Dulkadiroglunun kuvvetleri maglub olmuslardi.

Yakub Pasa, zorlukla kaçabilmis, birdenbire Osmanlilarin aleyhine dönüp Yakub Pasa'nin odugâhini yagmalayan Alaüddevle ise Trablus-Sam ve Tarsus Naiblerini serbest birakmak suretiyle Memlûklulara basvurmustu.

Içinde bulundugu malî ve idarî sikintilar yüzünden Osmanlilarla karsilasmayi arzu etmeyen Memlûk Sultani, emirleriyle bir görüsme yapmisti. Bu görüsme esnasinda Atabey Özbek ile diger emirler, Osmanli hükümdarina elçi ve hediye gönderip aralarinin düzelmesini teklif etmislerdi. Bu teklif kabul edildiginden Emir Cani Bey Habib elçi olarak gönderilmisti. Memlûk Sultani Kayitbay, II. Bâyezid'e uygun tekliflerde bulunuyordu. Bu tekliflerden en mühimi de Osmanli Padisahi'nin, elindeki bütün yerlerde "Sultan" olarak kabul edilmesiydi. Memlûk Sultani'nin emriyle Kahire'deki Abbasî Halifesi I. Mütevekkil Alallah tarafindan, buna isaret olmak üzere, Bâyezid'e bir de "Sultanlik Mensûru" gönderilmisti. Sultanlik mensûrunu göndermekle yetinmeyen halife, iki Müslüman hükümdar arasindaki ihtilafin bertaraf edilmesini de tavsiye ediyordu.

Bütün bu tavsiyelere ragmen aradaki rekabet ve bazi kiskirtmalar sonucu iki taraf arasinda savas kaçinilmaz hale gelmisti. Bu yüzden Osmanlilarla memlûklular arasinda l485'de baslayan ve l490 ( hicrî 890 - 895 ) senesine kadar bes sene devam eden ve alti seferde biten savaslar görülmektedir. Osmanlilarin, Karamanogullarini tamamen ortadan kaldirmalarindan sonra, Ramazanogullari ile ayni hududu paylasir olmalari ve Osmanlilardan himaye gören Alaüddevle Bozkurd Bey'in, Memlûklular tarafindan sikistirilmasi da iki devleti karsi karsiya getirmistir.

Bu dönemde, Misir'la son veya altinci sefer diyebilecegimiz seferde, Dulkadiroglu Alaüddevle Bey'in, Osmanlilardan yüz çevirip Memlûk tarafina geçer. O, bununla da kalmayacak oglunu rehine (kulluk) olarak Misir'a gönderdigi gibi, kizini da Atabekü'l-Asâkir Emir Özbek'in ogluna verir. Öyle anlasiliyor ki bu durum, Osmanlilarin, Çukurova'da memlûklulara maglub olmalari üzerine olmustu. Alaüddevle Bey'in Misirlilarla anlasmasi üzerine Osmanlilar yeni tedbirler almak zorunda kalmislardi.

Iki Müslüman devletin birbirleri ile olan mücadeleleri, her ikisinin de yipranmasina sebep olmustu. Zamanla yön degistiren muvaffakiyetlere ragmen devam eden savaslar, özellikle Memlûk idaresini zor durumlarda birakiyordu. Bu yüzden devlet, yeni tedbirler alma mecburiyetini hissediyordu. Memlûk idaresi, iyi teskilâtlanmis bir vergi sistemine sahip degildi. Osmanlilarin, savasa devam edebileceklerinin anlasilmasi üzerine Kayitbay, halktan zorla yeni vergiler almaya karar verir. Dönemin müelliflerince siddetli bir tenkide maruz kalan Kayitbay, Osmanlilara karsi Napoli Krali ile anlasir. Müslüman Osmanli Devleti'ne karsi kurulan bu ittifak üzerine Kayitbay'a tehdid mektubu gönderen Sultan II. Bâyezid'in bizzat kendisi sefere çikma niyetindedir. Bunun için, padisahin otagi, Besiktas'a nakledilmis ve Üsküdar'a geçme hazirliklari baslamisti.

Kismî muharebeler tarzinda uzayan Osmanli - Memlûk çekismesi, Dulkadir Beyi Alaüddevle'nin, Memlûklularin geçici zaferlerine kapilip, onlarin tarafina geçmesi ile daha da gergin bir hal aldi. Bunun üzerine Sultan Bâyezid, kayinpederi Alaüddevle'yi beylikten azlederek, yerine onun kardesi olan ve Vize Sancakbeyi bulunan Sah Budak Bey'i tayin eder. Osmanli sultani, Sah Budak Bey'in yanina Mihaloglu Iskender Bey'in kuvvetlerini de vererek onu Alaüddevle üzerine gönderir. Fakat Memlûk kuvvetlerinden de yardim alan Alaüddevle, Sah Budak Bey'i Elbistan yakinlarinda yenip esir alir. Esir alinan Sah Budak, Kahire'ye gönderilerek orada idam edilir.

Bu basarilar üzerine daha çok cesaretlenen Memlûklular, Emîr Özbek komutasinda Misir ve Dulkadir kuvvetleriyle Kayseri'yi muhasara ile Nigde, Eregli ve Larende'ye kadar akinlarda bulunurlar. Üzerlerine gönderilen Hersekzâde Ahmed Pasa kuvvetlerini yenerek Ahmed Pasa'yi esir alirlar. Iste bu haberi alan II. Bâyezid, bizzat sefere katilmaya karar verecek ve otaginin Besiktas'a nakledilmesini isteyecektir.

Osmanli devlet ricali, Memlûklularla olan savaslarda ugranilan basarisizliklarin, gevseklikten ve isin siki tutulmamasindan meydana geldigini biliyor, ayrica sefer için acele edilmemesi gerektigini düsünüyordu. Ancak bunu hükümdara nasil bildireceklerini bilemedikleri gibi buna cesaret te edemiyorlardi. Nihayet ulemadan Molla Arap demekle söhret bulmus olan Müftü Alaeddin Ali el-Arabî (öl. l496) bu hali, yani harb için acele etmenin muhatarali oldugunu arzederek isi önledi. O, daha önce Ebu Bekir adindaki kadisini Misir'a göndererek basta Atabekü'l-Asâkir Emîr Özbek oldugu halde Memlûk ümerasini barisa yanastirmis, savasin tehlikelerini arzederek dostluk kapisini açmisti. Hoca Saadeddin, Alaeddin Ali el - Arabî'nin mektubundan bahsederken, onun gönül alici sözler söyledigini, "Dinin Nasihat olduguna" temasla bunun geregi olarak barisin yapilmasi icab ettigini söyledigini, Misir Sultani'nin da bundan çok memnun oldugunu yazar. Esasen bu siralarda Istanbul'a kadirgalarla gelip bir nüsha Kur'an-i Kerim ve bazi Hadis-i Serif kitaplarindan ibaret hediyeleri Bâyezid'e takdim eden Tunus Emiri el-Mütevekkil Alallah Osman'in elçisi, bir sefaatnâme ile tavasutta bulunmus ve Tunus'un, Ispanyollar tarafindan hücuma ugradigi su sirada, iki Müslüman devlet arasinda sulh yapilmasi için Emir'in ricasini arzetmisti. Böylece barisa dogru bir adim atilmis oldu.

Nihayet, Cemaziyelahir 896 (Nisan l49l)'de daha önce elçilik vazifesi ile Osmanlilara gönderilmis olan Mamay Haseki serbest birakilir. Bundan sonra o, Osmanli Devleti'nin murahhaslari ile Kahire'ye döner. Osmanli elçisi Bursa Kadisi Seyh Ali Çelebi adinda bir kimse idi. Memlûk Sultani tarafindan huzura kabul edilen elçi, Adana ve Tarsus'un Mekke ile Medine evkafina ait yerler olmasindan dolayi, buralarla diger kalelerin anahtarlarini Memlûk hükümdarina iadeye memur edilmisti. Memlûk Sultani, elçiye büyük ikramlarda bulundu. Daha önce esir edilip hapsolunan Mihalzâde Iskender Bey'le diger esirleri serbest birakir. Bu arada Iskender Bey'i sadece serbest birakmakla kalmaz, ayni zamanda ona hil'at da giydirir. Sultan, Osmanli elçisine karsilik, Emîr Canbulat b. Yasbek'i elçilikle Osmanli padisahina gönderir. Nitekim Istanbul'a gelen müstakbel Memlûk Sultani Emîr Canbulat, birçok siyasî tesebbüslerde bulunmus, daha sonra, yaninda Seyh Bedreddin b. Cum'a oldugu halde tekrar Istanbul'a gelen Mamay el-Haseki, ayni siyaseti devam ettirmistir. Memlûk elçileri, Tunus elçisinin de yardimlariyla barisin yapilmasina muvaffak olmuslardi. Buna göre Gülek Hisari sinir kabul edilerek Çukurova eskiden oldugu gibi Sam'a ilhak edilmistir.

Cem'in sebep oldugu siyasî buhran yüzünden müskül durumda bulunan Osmanlilar, Halil Bey'in ( öl. l5ll) Ramazanogullari'nin basina geçip, Memlûklularin rizasi ile Adana ve Tarsus'a hakim olmalarini kabul ettikleri gibi, anlasma geregince adlari geçen sehirlerin Haremeyn evkafi olan vâridatini ( gelirini) da, kendi gemileri ile Iskenderiye'ye tasimislardir. Nitekim Âsik Pasazade ile Ibn Kemal'den anlasildigina göre meshur Türk denizcisi Kemal Reis, Mekke ve Medine vakif malini l498 ( 903)'de, Iskenderiye'ye gemilerle götürüp, buranin beyine teslim etmistir.

Anlasma ile iki taraf arasindaki baris iade edilmis ise de bu hal, Osmanlilari tatmin etmiyordu. Baris, zaman zaman çikan bazi engeller bertaraf edilmek suretiyle l5 sene kadar devam etmistir.

Sarax
09-17-2008, 15:59
OSMANLI DEVLETI VE ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARI

II. Bâyezid'in hükümdar olarak bulundugu dönemin önemli olaylarindan biri de süphesiz ki Islâm cografyasinin en bati ucunda, baska bir ifadeyle Endülüs'teki Müslümanlarin basina gelen felaket idi. Bu felaketin baslangici esnasinda Osmanli donanmasi, uzak denizlerde savasacak kadar güçlü degildi. Bölgenin Osmanlilara olan uzakligi ve o siralarda Cem Sultan'in, Avrupa'da siyasî bir alet olarak kullanilmasi bir anlamda Osmanlilarin elini ve kolunu bagliyordu. Bunlardan baska, Akdeniz'in öbür ucundaki bu bölgeye ulasmak için, Osmanli donanmasinin gerektiginde yardim alabilecegi bir liman veya sehir de mevcud degildi. Bütün bu olumsuz sartlar da nazari dikkate alindigi zaman Osmanlilarin bu konuda neden daha faal bir rol oynayamadiklari anlasilir.

Hicrî 92 (M. 7ll ) tarihinde Kuzey Afrika'yi bastan basa kat eden Müslüman mücahidler, Ispanya'ya girdikten sonra orayi terk edinceye kadar Iberik yarimadasini medenî eserlerle süslemis, çok sayida kültürel ve sosyal müesseseler meydana getirmislerdi.

Müsümanlar, Ispanya topraklarina ayak basar basmaz, irk, din, dil, mezheb ve soy farki gözetmediler. Got, Vandal, Romali, Hiristiyan ve Yahudi demeyip herkese Müslümanlar gibi haklar tanidilar. Endülüs ( III. Abdurrahman, II. Hakem gibi) büyük hükümdarlar gördü. Parlak devirler yasadi.Orada (Kurtuba Camii gibi) âbideler, (Medinetü'z-zehra gibi) saraylar yapildi. Doguda Bagdad, batida Kurtuba, dünya yüzünde Islâm medeniyetinin gözler kamastiran merkezleri haline geldi. Kurtuba'da kadinlardan alimler, sairler ve muallimler yetisti.

Yedi asri askin bir süre bütün Ispanya, Portekiz ve hatta Güney Fransa'da hükümranligini kabul ettirmis olan Islâm hakimiyeti, bütünüyle yok edilmek isteniyordu. Halbuki bu medeniyet, bütün medenî sahalarda Avrupa'nin üstadi, hocasi ve mürebbisi olmustu. Bu hâkimiyet öyle bir medeniyet vücuda getirdi ki, cihanin en yüksek medenî seviyesine ulasti. Bu medeniyet, Insanligin yüz aklarindan olan ilim, fen, edebiyat ve felsefe dahileri yetistirmisti. Medreselerinde okuyan Hiristiyan ögrenciler, sonradan Avrupa'da kral ve Papa olmuslardi. Endülüs Müslümanlari, Avrupa'daki Hiristiyanlara sadece maddî degil, manevî hasletlerde de öncülük yapmislardi. Insanlik, baskalarini da düsünme, müsamaha gibi konulari anlayip kavramada onlara hocalik yapmislardi.

Bilindigi gibi Endülüs (Vandelozya veya Andalousie), Ispanya'nin güney eyaletinin adi idi. Müslüman ordulari Iberik yarimadasini (günümüzde Ispanya ve Portekiz devetlerinin bulunduklari yarimada) feth etmeye basladiklari zaman bu topraklara "Endülüs" adini verdiler.

Istanbul'un l453 senesinde fethi, diger Islâm ülkelerinde oldugu gibi Beni Ahmer Devleti'nde de büyük bir sevinçle karsilanmisti. Zira, Istanbul'un fethi, Endülüs'teki bu son Islâm devleti açisindan, Hiristiyan dünyasinin tehdidlerine karsi yardim taleb edebilecekleri yeni ve büyük bir Müslüman gücünün dogusu anlamina gelmekteydi. Böylece Endülüs Müslümanlari ile Osmanlilar arasinda hissî bir alaka tesis edilmis oluyordu. Gerçi l477 senesinde Girnata halkinin, Hiristiyanlarin baskilari yüzünden içinde bulunduklari zor sartlardan haberdar etmek ve yardim istemek üzere, Fâtih Sultan Mehmed'e bir elçi gönderdikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, Endülüslülerle Osmanllar arasindaki bilinen bu ilk dogrudan iliski ve haberlesme hakkinda daha fazla bir bilgiye sahip degiliz. Iç çekismelerden dolayi küçülüp Hiristiyanlara yem olmaktan kurtulamayan Endülüs'ün (Beni Ahmer Devleti), son sehri olan Girnata da Kral Ferdinand ile Kraliçe Izabella'nin eline düsmek üzereyken Girnata'nin son hükümdari Ebû Abdullah es-Sagir, Afrika hükümdarlarindan oldugu gibi Istanbul'dan da yardim ister. Fakat beklenen yardim saglanamaz. Ebû Abdullah es-Sagir, 89l ( l486) yilinda Istanbul'a bir elçi göndererek Bâyezid'den yardim istiyordu. Elçinin elinde parlak bir de kaside vardi. Ebu'l-Beka Salih b. Serif er-Rundî'ye ait olan bu mersiye, Hiristiyanlar tarafindan Endülüs'teki Müslümanlara yapilan zulüm ve iskenceyi anlatiyor, onlarin çektikleri izdirabi dile getiriyordu. Manzum olarak Türkçe'ye de çevrilen bu mersiyenin bir kismi söyledir:

Hengam-i tamaminda gelir her seye noksan,

Ömründeki hosluklara aldanmasin insan,

Her sey mütehavvil, bu fena sence de meshûd,

Bir lahza meserret göreni, kahreder ezman

......

Siz, Endülüs'ün halini hiç duymadiniz mi?

Her kafile etmisken onu âleme destan,

Acizleri, sizden ne kadar istedi imdad,

Hep öldü, esir oldu, kimildanmadi insan.

......

Dün, her yere sultan iken onlar, bugün eyvah...

Küfr ellerinin hükmüne kulluk ile nalân,

Görseydin eger onlari bikes ve mütehayyir

Eylerdi sana zilletin envaini ilan

......

Görseydin o aglasmayi onlar satilirken,

Saskin hale getirirdi seni ahval ile ahzân

Ya Rabbi! Ayirdilar mâder u tifli (çocuk ile annesini)

Eylerse teferruk nasil ervah ile ebdân (ruhla bedenin ayrilmasi gibi).

Yardimin istendigi sirada II. Bâyezid, bir taraftan Çukurova'da Memlûklular'la, diger taraftan kendisine karsi taht mücadelesi veren kardesi Cem Sultan olayi ile mesgul idi. Nitekim, Endülüs Tarihi adli eserde, bu konuya temasla, elçilerin gönderildigine dair eski tarih kitaplarindaki bilginin dogru olmadigi anlatilarak söyle denir: Hakan-i müsarunileyh (II. Bâyezid) reis-i mezheb-i ruhanî olan Papa'ya iki elçi göndermekle, sayet kral Girnata muhasarasinda israr ve Müslümanlari zarara sokarsa, ülkesindeki Hiristiyanlar hakkinda da ayni muamelenin yapilacagini bildirerek krala vasiyette bulunmasini istemisti.Cem Sultan meselesi gözönüne alindigi zaman bu rivayetin (yani elçi göndermenin ) dogru olmadigi anlasilir. Osmanlilar, bu dönemde, Memlûk gailesi ile mesgul olmalarina ragmen, Girnata heyetini ümitsiz ve üzüntülü bir sekilde göndermek istemiyorlardi. Bunun için bir donanma tertibi ile Akdenize açilmasini saglamis ve Cebel-i Tarik ile Sebte sahillerine taarruz etmek suretiyle Hiristiyanlarin, Müslümanlar üzerindeki agirligini hafifletmek istemislerdi. Bununla beraber o dönemde Portekiz deniz kuvvetlerinin diger devletlerle mukayese edilmeyecek kadar büyük olmasi ve o siralarda Osmanlilarin ne Misir, ne de Tunus gibi bir Kuzey Afrika devleti ile anlasmasinin bulunmamasi, donanmanin fazla bir sey yapamadan dönmesine sebep olmustur. Böylece bu müracaattan önemli bir sonuç alinamadi. Bununla beraber, Girnata'nin müracaatindan bir sene sonra Kemal Reis komutasinda, Ispanya sularina bir Türk donanmasi gönderildi. Ispanya kiyilarini vuran Kemal Reis, buralardaki bir kisim Müslüman ve Yahudiyi kurtararak Istanbul'a getirmisti.Hammer ise, Sultan Bâyezid'in Endülüs Müslümanlari ile ilgili faaliyetleri hakkinda su bilgiyi verir:

"Davud Pasa, Karaman asi asiretlerini itaat altina aldigi sirada Sultan II. Bâyezid, Istanbul'da elçileri kabul ediyordu. Bunlar içinde gerek itimatnâmesinin sekli, gerek maiyetindeki sahislar bakimindan en çok dikkat çekeni, Ispanya'nin son Islâm hükümdarinin elçisi idi. Beni Ahmer'den Girnata hükümdari olan bu zat, Aragon ve Kastil Krali Ferdinand tarafindan agir bir baski altinda bulunuyordu. Müslüman olmayanlarin istilalari karsisinda "Sultanu'l-Berreyn ve Hakanu'l-Bahreyn'den yardim dilemekte idi. Elçinin itimadnâmesi, Elhamra padisahlarinin romantik ve sövalye ruhuna uygun yazilmisti. Bu, Müslümanlarin ugradiklari izdirabi belirten ve Islâm'in Ispanya'da içinde çirpindigi düsüsü dile getiren ve nihayet 700 yildir bu kitada hüküm sürdükten sonra yakinda buradan çikarilacaklarini ifade eden Arapça bir kaside idi. En etkili ve dokunakli tarzda Islâm milletlerinin ve hükümdarlarinin yardim ve merhametlerini diliyordu. Bâyezid, dindar ve ayni zamanda sair oldugu için, Ispanya sahillerini tahrib etmek üzere bir donanma göndermekle buna cevap vermis oldu. Donanma komutanligini Kemal Reis adi ile Hiristiyan donanmalarina korku salan amirale tevdi etti."

Beni Ahmer Devleti, Osmanlilara bas vurdugu gibi Memlûk Devleti'ne de müracaat etmisti. Fakat kuvvetli donanmalarinin bulunmamasi yüzünden onlar da yardim edemediler. Bununla beraber Memlûk hükümdari, Endülüs Müslümanlarina yapilan mezâlimi önlemek için Papa'yi ve Ferdinand'i tehdid ederek, sayet Ispanyollar Girnata Müslümanlarindan el çekmezlerse bütün Filistin Hiristiyanlarini Kamame (Kimame) Kilisesi'nde kestirecegini ve Hiristiyanlara Suriye ile Kudüs kapilarini kapatacagini söylemek üzere bir heyet göndermisti. Fakat bunun da bir tesiri olmadi.

Bütün bu olaylardan sonra Beni Ahmer Devleti, Ocak l492 (29 Safer 897)'de 55 maddeden mütesekkil bir muahede ile teslim oldu. Böylece hakimiyetleri sona erdi. Akd edilen muahede ve teslim sartlarina göre Müslümanlara hangi sekilde olursa olsun kötü muamelede bulunulmayacagi gibi onlarin cemaat haklari da taninacakti. Fakat bu ahde ancak üç hafta riayet edildi. Bundan sonra gün geçtikçe dozu artirilmak suretiyle orada kalmis olan Müslümanlara yapilmadik eza ve iskence kalmadi. Bu arada kurtulmak için oradan çikmak isteyenlere de müsaade edilmiyordu. Çünkü Müslümanlar, san'atkâr ve is sahibi idiler. Fen, ilim, san'at ve ziraat erbabinin çogu Müslümanlardandi. Bunlarin gitmesi halinde memleket bu islerden mahrum kalacakti. Bununla beraber firsat bulanlar kafileler halinde Afrika sahillerine can atiyorlardi. Bunlardan bir kismi da korsanlik yapmak suretiyle Ispanyollari tehdid ediyorlardi.

Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti, muhtelif sefer ve gaileler sebebiyle Endülüs Müslümanlarina istenildigi sekilde yardimda bulunamamisti. Ancak XVI. asrin ortalarindan itibaren bu isi Cezayir beylerine birakmisti. Bunun için, Kaptan-i Derya ve Cezayir Beylerbeyi olan Kiliç Ali Pasa'ya gönderilen Zilkade 977 (Nisan - Mayis l570) tarihli bir hükümle Ispanya'daki Müslümanlara yardim etmesi emredilmisti. Bunun sonucu olarak birçok Müslüman ve Yahudi Afrika sahillerine geçirilmisti. Bunlardan bir kismi da Adana, Uzeyr, Tarsus, Sis ve Trablussam sancaklarina yerlestirilmistir. Bu muhacirler, kendilerini toplayip üretici bir hale gelineye kadar bes sene müddetle bütün vergi ve resimlerden muaf sayilmislardir.

Müslümanlarin, Ispanya ve Portekiz'in bulundugu Iber yarimadasindaki hâkimiyetleri sekiz asra yakin sürmüstü. Bu hâkimiyet, 2 Ocak l492'de Girnata'nin Katolik hükümdarlara teslim olmasi ile son bulmustu. Böylece, tarihin bir devresi kapanmis oluyordu. Zira Ispanyollarin Girnata'yi isgalleri ve bu esnada isledikleri cinayetler, medeniyet tarihi bakimindan silinmez bir leke olarak kalacaktir. Onlar, yaptiklari ile tam bir barbarlik örnegi sergilemislerdir. Kendilerine medeniyet ögreten ve bu konuda üstadlari olan Müslümanlarin seviyesine ulasamadiklarini isbat etmislerdir. Katolik bir Kardinal'in emriyle Girnata sehrinin büyük meydaninda 500.000 küsur cild yazma kitap yakilmisti. Müslümanlar, bütün Avrupa kütüphanelerindeki kitaplarin yekûnundan fazla olan bu kitaplari, sekiz asirdan beri dünyanin her tarafindan toplamislardi. Insanlik âlemi, bu kitaplarin yakilmasindan dogan boslugu, bugüne kadar telafi edememistir. En degerli müelliflerin en degerli eserleri, atese atilmisti. Bu tarihlerde Avrupa'da l0.000 cild kitabi bir araya getiren hiç bir kütüphânenin bulunmadigini belirtmek gerekir.

Kral Ferdinand ile Kraliçe Izabella'nin, Müslümanlara verdikleri sözlerini tutmadiklarini, medeniyet ve kültür ürünü kitaplarin nasil yakildigini, Müslümanlarin nasil iskencelere tabi tutuldugunu Hiristiyan bir arastirmaci su sözlerle ifade eder:

" Katolik majesteleri Ferdinand ve Isabella, Müslümanlarin tabi tutulduklari teslim sartlarina bagli kalmada basari gösteremediler. Kraliçenin özel günah çikarma papazi Kardinal Ximenes de Cisneros'un komutasi altinda tertiplenen ve geride kalan Müslümanlarin kiliç ve zor kullanilmak suretiyle irtidad (Islâm'dan dönme) ettirilip Hiristiyan dinine sokulmalari maksadina matuf bir askerî harekat l499 yilinda baslatildi. Bu kardinalin ilk isi, Islâmî konularda kaleme alinmis el yazmasi kitaplari toplatip yaktirmak suretiyle piyasadaki dolasimini durdurmak olmustur. Simdi artik Girnata sehri, Arapça yazilmis bu kitaplarin yiginlar halinde yakilmasindan olusan "senlik atesleri"ne sahne oluyordu. Engizisyon adi verilen iskence ve zulüm hareketleri, müessesevî bir hale getirilmis ve yogun bir biçimde devamli isler halde tutuluyordu." Bu yazar, Müslümanlara karsi yapilan iskence ve yakilan binlerce cild kitabin maruz kaldigi insanlik disi davranisi ne kadar yumusatmaya çalissa da yine de dindaslarinin isledigi bu câniyane hareketten bahs etmeden geçemiyor.

Girnata, Araplarin her türlü dinî hürriyetlerine, can ve mallarina dokunulmamak sartiyla teslim olmustu. Fakat Katolikler'e göre " Kâfir Müslümanlar"a verilmis sözün hiç bir ehemmiyeti olamazdi. Böylece, Yeniçagin esiginde beser tarihinin en büyük yüzkaralarindan biri irtikâb edildi. Insanligin müsterek mali olmasi icab eden medeniyetin, o çag için en zarif olan dallarindan biri sistematik bir sekilde imhaya baslandi. Hele cihanin en büyük kütüphânesinin merasimle yakilmasi, yakin zamanlarda bütün Ispanyollar tarafindan bile lanetlenmis bir hadisedir.

Sarax
09-17-2008, 15:59
BÂYEZID'IN SON SENELERI

Gençliginde, eglenceli ve tatli bir hayat sürmüs denebilen II. Bâyezid, devletin basina geçtikten sonra tamamen farkli bir hayat sürmeye baslar. Saltanatinin sonlarina dogru, kendini tamamen ibâdete veren II. Bâyezid, yasinin ilerlemesi üzerine, devlet islerinin büyük bir kismini vezirlerine birakir. Onun saltanatinin son senelerinde önemli bazi hâdiseler meydana gelmisti. Bunlardan biri hemen hemen bütün bir Osmanli ülkesini ilgilendirecek olan ve "Küçük Kiyamet" denilen büyük depremdi. Ikincisi de sehzâdeler arasindaki rekabet ve tahti ele geçirmek için birbirlerine karsi giristikleri çekisme idi.

Sarax
09-17-2008, 16:02
KÜÇÜK KIYAMET

Hicrî 9l5 senesinin Rebiülahir ayinin 25. Sali gecesi (l4 Agustos l509) Memaliki - Rûm denilen Amasya, Tokat, Sivas, Çorum ve havalisinde baslayip 45 gün siddetle devam eden depremde halk, iki ay kadar disarda çadir ve örtüler altinda kalip hayatini devam ettirmek zorunda kalmisti. Bu deprem, ayni siddette Istanbul ve Edirne'de de oldu. Gerçekten, l4 Eylül l509'da Istanbul, Osmanli tarihinin kayd ettigi en siddetli ve hizli depremine maruz kalmisti. Küçük kiyamet denilen bu depremde Istanbul'da yüz dokuz cami ve mescid ile bin yetmis ev harab olmustu. Halktan da bes bin kadar insan ölmüstü. Istanbul'un, Egrikapi'dan Yedikule'ye kadar olan üç kat suru yikildigi gibi, Yedikule'den de baslayip deniz kenarindaki Ishak Pasa Semti kapisina kadar harab oldu. Bunlardan baska Fâtih Camii'nin kubbesi ve direklerinin baslari çatladigi gibi imâret, hastahane ve Sahn Medreseleri'nden bazilari ile diger medrselerden bir kisminin kubbeleri yikildi. Fâtih civarindaki Karaman Mahallesi, bastan basa harab oldu. Sultan Bâyezid Camii'nin kubbesi dagildi. Hadim Ali Pasa Camii'nin (Divanyolundaki Atik Ali Pasa Camii) kubbesi düstügü gibi Atmeydani'ndaki sütunlardan alti tanesi devrildi. Yeni Saray (Topkapi Sarayi )'in deniz tarafi yer yer harab oldu. Bu büyük depremde binlerce insan yikintilar altinda gömülü kalmisti. Sadece Vezir Mustafa Pasa'nin konaginda atlari ile birlikte üçyüz süvari hayatlarini kayb etmisti. Köpürmüs ve azgin bir hal almis olan deniz dalgalari, Istanbul ve Galata surlarini asarak sokaklarda tufan meydana getiriyordu. Bu arada eski su bentleri de yikilmisti. Sultan II. Bâyezid, sarayinin duvarlarina güvenemediginden bahçesinde gayet hafif ve tehlikesiz bir çadir kurdurarak orada on gün kadar ikamet eder.

Kirkbes gün kadar araliklarla devam eden bu deprem, Istanbul, Rumeli ve Anadolu eyaletlerinin sâkinlerini sürekli bir heyecan içinde yasatti. Çorum halkinin üçte ikisi, sehirlerindeki toprak kaymalari yüzünden yarilip açilan topraklar içinde yok oldular. Yine bu esnada Gelibolu istihkâmlari da yikildi. Sultan II. Bâyezid'in dogdugu sehir olan Dimetoka bir toprak yigini halini almisti.

Sultan Bâyezid, bu deprem (zelzele) münasebetiyle devletin ikinci payitahti olan Edirne'ye gittiyse de ayni sene Receb ayinin dokuzunda, yani Istanbul zelzelesinden l5 gün sonra Istanbul'dakinin benzeri olan ve ayni siddette bir deprem meydana geldi. Mimar Hayreddin, onbes gün içinde Pâdisah için Edirne'de ahsab bir ev yapti. Pâdisah, bu ahsab evde ikamete basladi. Ayni sene Saban'in üçünde Edirne'de yine benzer siddette bir deprem daha oldu. Tunca Nehri tasarak ve yatagini da asarak depremin yikintilarini kapladi. Üç gün geçit vermeyen Tunca'nin tasmasiyla da bir çok insan öldü.

Rivayete göre Sultan Bâyezid, bu siddetteki bir depremi, vezir ve komutanlarinin halka yaptigi zulmun bir sonucu olduguna inanarak onlari: "Zulüm ve fesadiniz cevr ve bid'atiniz elinden, mazlumlarin ahlarinin atesi, Allah'in gazabina sebep olmustur. Bu, sizin zulmünüzün semeresidir ki, iste ortaya çikti." diyerek ilgilileri azarlamis ve bundan sonraki hareketlerinde dikkatli olmalarini, halka zulüm etmemelerini, haksizlik yapmamalarini söylemistir. Bundan sonra Istanbul'un tamiri için neler yapilmasi gerektigi hususunda ilgililerle istisarede bulunur. Istisare sonunda Istanbul'da yikilan yerleri yeniden yapmak veya tamir etmek için yirmi evden bir kisi ve ev basina yirmi ikiser (yirmi beser oldugu görüsü de bulunmaktadir) akça takdiriyle "Cerahor", yani ücretli amele tedarik edildi. Bu sekilde Anadolu'dan 37 bin, Rumeli'den de 29 bin cerahor çikarilip üç bin kadar mimar ve marangoz getirildi. Bunlardan baska "Yaya"lardan sekiz bin, "Müsellem"lerden de üç bin kisi kireç yakmakla görevlendirildi. Böylece devlet ve millete ait olan yerlerin insaati, 9l5 senesinin l8 Zilhiccesi'nde ( 29 Mart l5l0) baslamis ve altmis bes günde sona ermisti. Bu insaat ve tamiratta, Istanbul surlarindan baska Galata'daki mahzenler, Galata kulesi, Kiz kulesi, Rumeli ve Anadolu hisarlari fenerlikleri, Çekmece köprüleri ile Silivri kalesi gibi önemli yerler de vardi. Sutan II. Bâyezid'in bu çabalari üzerine Istanbul kisa bir sürede adeta yeniden insa edilmis oldu. Bu insaat, bütünüyle Mimar Hayreddin'in nezâreti altinda yapilmisti. Insaatin tamamlanmasindan sonra hükümdarin emri üzerine üç gün ve gece, fakirlere yemek dagitildi.

Sarax
09-17-2008, 16:03
SEHZÂDELER MESELESI

Sultan II. Bâyezid'in, Abdullah, Sehinsah, Alemsah, Mahmud, Mehmed, Ahmed, Korkud ve Selim isimlerinde sekiz oglu olmustu. Bunlardan Abdullah, Sehinsah, Alemsah, Mahmud ve Mehmed, babalarinin sagliginda ölmüslerdi. Geriye yas sirasina göre Ahmed, Korkud ve Selim kalmislardi. Sehzâde Korkud Saruhan (Manisa), Sehzâde Ahmed Amasya, Sehzâde Selim de Trabzon valiliklerinde bulunuyorlardi.

Pâdisahin yaslanmasiyle birlikte memleketteki düzensizlikler de artmaya basladi. Hayatta kalan sehzâdelerden her biri, iktidari ele geçirmek için gayret ediyordu. Bu gayrete sebep olan saltanat hirsi yaninda, Fâtih Sultan Mehmed Kanunnâmesi'ndeki "Nizam-i âlem için öldürülme" korkusu da vardi. Bu düsünceler, her üç sehzâdeyi de, hayatinin son günlerini yasayan babalarinin yerine geçmek için harekete getirdi.

Devlet adamlari, Ahmed'in yasça büyük, çocuklarinin çok ve babasi gibi uysal olmasi sebebiyle padisah olmasini istiyorlardi. Bütün bunlar, o dönem anlayisi bakimindan Ahmed için birer avantajdi. Ortanca ogul olan Korkud, sessiz, ilim ve musikî ile hayatini geçiren sair ruhlu bir sehzâde idi. Onun bu hali, birçoklari tarafindan sevilmesine sebep olmustu. O da içtenlikle tahta geçmeyi istiyordu. Fakat erkek çocuklarinin olmayisi onun padisah olmasini zorlastiriyordu. Sehzâdelerin en küçügü Yavuz Sultan Selim'di. Onun da Süleyman adinda bir oglu vardi. Sert olusundan ve devlet adamlarini, yaptiklari yanlislarindan dolayi acimasizca tenkid ettiginden, devlet ileri gelenleri tarafindan pek sevilmedigi gibi, padisah olmasi da istenmiyordu. Devlet adamlarinin bu sekildeki görüslerine karsilik ordu, Selim'i destekliyor ve onun, babasinin yerine geçmesini istiyordu. Böylece ülke, asker ve sivil güçler arasinda iki farkli ve birbirlerine tamamen zit olan iki anlayisla karsi karsiya kalmisti.

Sehzâde Korkud

Bâyezid'in, hayatta kalan üç sehzâdesinin ortancasi idi. 872 (M. l467)'de dogan Korkud, dedesi Fâtih'in yaninda yetistiginden, tahsiline itina edilmisti. Bu sebeple âlim, fâzil, sair ve musikisinas bir sahisti. Islâm hukukuna dair genis bilgisi olup Arapça'yi hem anlar hem de yazardi. Babasina gönderdigi bazi mektupari Arapça idi. "Harimî" mahlasiyle siirleri vardi. Dedesi Fâtih'in vefatinda, babasi yetisinceye kadar onun adina saltanata vekâlet etmisti. Babasi zamaninda 888 ( l483 M. ) senesinde önce Manisa Sancagi'na tayin edilmisken, bilahere agabeyi Ahmed'in tesiriyle Istanbul'a uzak olan Teke ili (Antalya) Sancagi'na naklolunmustu. Ilk sancaginin kendisine tekrar verilmesi hususunda babasina mektup yazip istekte bulunduysa da bu istek, sarayca reddedildi. Babasinin ,Ahmed'e olan meyli de onu kizdiriyordu. Keza, Vezir-i A'zam Has'larindan olan ve kendisinde bulunan bir Has'sin, Hadim Ali Pasa'ya verilmesi kendisini çok üzmüstü. Bu sebepler ve memleketin fena idaresi onu kizdirir. Bu sebeple Hacca gitmek için hazirlik yapar. Böylece 8 gemi, 80 kadar asker ve 50 kadar maiyyeti ile l8 yük akça kadar para alir. Durumdan haberdar olan Sultan Bâyezid, Mevlâna Alaeddin (Imam Ali )'yi gönderip Izmir'in, sancagina ekledigini bildirir. Buna karsilik Korkud:

"Bana saltanat gerekmez. Ben, Hz. Peygamber'i rüyamda gördüm. Beni, Hacca davet etti" diyerek babasinin gitmeme teklifini reddeder. Elçi dönüp durumu babasina anlattiginda Bâyezid: "Kazaya, rizadan baska çare yoktur" diyerek adamlarinin yerinde kalmasini emreder. Misir Sultani, Korkud'u çok güzel bir merasimle karsilar. Ona hediyeler verip ikramlarda bulunur. Hatta ona günlük 3000 filorilik bir maas baglar. Memlûk Sultani ile ilk görüsmede Sultan, onu evladi yerinde saydigi için gözlerinden, o da Memlûk Sultani'ni baba makaminda gördügü için gerdanindan öper. Görüldügü gibi Misir'da çok iyi karsilanan Korkud, amcasi Cem Sultan gibi bir maceraya atilmak üzeredir.

Memlûk Sultani, onun tahta çikmak için kendisinden yardim istemeye veya babasi ile arasini bulmaya geldigini zannetmisti. Fakat onun gerçek niyeti, Kudüs ve Haremeyn gibi yerleri ziyaret edip hac etmekti. Ancak, Memlûk Sultani'nin, Osmanlilarla aralarinin açilmasina sebep olur endisesiyle onun hacca gitmesine izin vermedigi belirtilmektedir. Sehzâde Korkud'un, ülke ve memleket arzusu ile babasindan izinsiz gelmis olmasi, pisman olmasina sebep olmustu. Misir Sultani, 9l7 (l5ll M. ) yilinda geri dönen Sehzâdeyi 20 parça gemi ile ugurlar. Sancagina dönen Korkud, babasina pekçok hediyeler göndererek yaptiklarindan dolayi özür diler. Bunun üzerine bazi ilavelerle Saruhan Sancagi kendisine verilir.

Sehzâde Ahmed

Bâyezid'in, hayatta kalan en büyük oglu olup 870 (M. l465) yilinda dogmustur. Babasi tarafindan çok sevildigi gibi Vezir-i A'zam Hadim Ali Pasa da onun tarafini tutuyordu. Bu bakimdan, her an hükümdar olabilirdi. Sehzâde Ahmed, mutedil ve her seyi düsünerek ona göre tedbir alan bir kimse oldugundan, bir kisim devlet erkâni da, onun, babasinin yerine geçmesine taraftardi. Hatta Sah - Kulu (Seytankulu)'yu ortadan kaldirmakla görevlendirilen Hadim Ali Pasa, Sehzâde Ahmed'le görüstügü zaman kendisinin hükümdar olduguna dair padisah nâmina sehzâdeye teminat vermisti. Bununla beraber bu isin, Sah -Kulu isyaninin bastirilmasindan sonra gerçeklesebilecegini söylüyordu. Bundan dolayi Sehzâde Ahmed, kendisini hükümdar bilerek askere ve komutanlara ihsanlarda bulunuyordu. Bununla berabr kendisine bey'at ettirmek istedigi yeniçerilerin "Padisahimiz hayatta oldukça kimseyi hükümdar tanimayiz" diye onun bu pesin kararina karsi çikip red cevabi vermeleri, sehzâdeyi müteessir etmisti. Ahmed, en çok kardesi Korkud'un hükümdar olacagindan endise ediyordu. Sehzâde Ahmed'in en samimi taraftari olan Hadim Ali Pasa'nin, Sah - Kulu olayinda ölümü, bunun isini biraz bozmus ise de gerek babasi, gerekse diger devlet erkâni, bu arada Rumeli'de Mihalogullari ve diger beyler kendisini istiyorlardi. Hatta Rumeli akincilari " Biz, sana tabiyiz ne durursun" diye Ahmed'e haber göndermislerdi. Fakat Hadim Ali Pasa'nin ölümü üzerine onun Sah - Kulu asilerini takip etmeyip Amasya'a gidisi yeniçerilerin hosnutsuzluguna sebep olmustu.

Sehzâde Ahmed, en büyük taraftari olan Hadim Ali Pasa'yi kaybedince çok üzüldü. Anadolu ve Kapikulu halkina agir sözler söyledi. Ordu ile arasindaki sogukluk bir kat daha fazlalasti. Hele Yavuz Sultan Selime'e Avrupa'da bir sancagin verildigini isitince hiddeti bir kat daha artmisti. Bu yüzden, Sah - Kulu isini bir tarafa birakarak, Selim meselesini takib etmeye basladi. Anadolu'yu Kizilbas'tan temizlemeye ugrasacagina Afyon'da oturarak Anadolu'nun yakilip yikilmasina ve halkin soyulmasina, devlet kuvvetlerinin yenilmesine âdeta seyirci kaldi. Günlerini, padisahlik hayallerinin tahakkuku için Edirne'ye ulak ve mektuplar göndermekle geçirdi. Sehzâdenin bu hali, Anadolu halki ve askerlerinin gözünden kaçmadi. Böyle bir tutum ve davranis, onun, halk nazarindaki itibarinin düsmesine sebep oldu.

Sehzâde Selim ve Hükümdar Olusu

Sultan II. Bâyezid'in hayatta kalan üçüncü oglu idi. Annesi Dulkadiroglu Alâuddevle'nin kizi Ayse Hatun'du. Babasinin Sancakbeyi olarak bulundugu Amasya'da dünyaya gelmis olup dogum tarihi 875 ( l470 ) olarak kabul edilmekle birlikte hicrî 87l veya 872 seneleri olabilecegi de belirtilmektedir. Selim de Sehzâde korkud gibi dedesi Fâtih'in yaninda büyüdü. Devrin hocalarindan ders aldi. Sehzâde Ahmed ve korkud'un yumusak huyluluguna karsilik Selim, sert, cevval ve hareketli idi. Sairlik yönü de bulunan Selim,Türkçe, Farsça ve Tatarca siirler söylerdi.

Sehzâde Selim, babasinin, uzun zamandan beri bozulmaya yüz tutan devlet islerinden müteessiren saltanati terk edecegini haber aldigi için, tertibat almayi uygun görmüs olmalidir. Bilindigi gibi bu dönemde, hanedan içinde henüz bir "Verâset-i Saltanat Kanunu" bulunmadigindan, Fâtih kanunnâmesi geregince hükümdar olan sehzâde, diger kardeslerini "Nizâm-i âlem" için öldürebilirdi. Bu sebeple Selim, kardesleri olan Ahmed ve Korkud'un durumlarini gözden irak bulundurmuyordu. Bununla beraber, Istanbul'a uzak olmasindan dolayi saglikli haberler de alamiyordu.

Sehzâde Ahmed, yumusakligi ve sakin hali ile bütün devlet erkâninin takdirini kazanmisti. Halbuki Selim, atakligi ve sertligi ile taniniyor, bu yüzden de kendisinden çekiniliyordu. Nitekim, bu siralarda Erzincan ve çevresinde faaliyette bulunan Sah Ismail'i o mintikadan uzaklastirdigi gibi, Gürcüler üzerine de sefer yaparak o taraflarda da kendisini göstermis oldugundan onun bu hal ve tavirlari babasina karsi " serkesâne vaziyet aldi" seklinde gösterilmisti. Sehzâde Selim, saltanati elde etmek isteyen kardeslerine karsi hazirliklar yapmis, kendisine bagli olan kuvvetlerden baska, Kirim Hani kuvvetlerinden de istifade etmisti. Nitekim, Rumeli'ye geçtigi sirada Kirim Hani'nin küçük oglu komutasinda yaninda üçyüz elli kadar Tatar askeri vardi. O, taraftarlari vâsitasiyle Yeniçeri Ocagi'ni da elde etmisti.

Sehzâde Selim'in, Rumeli'ye geçtigi haberi Istanbul'a ulastigi zaman devlet erkâni, padisahi Edirne'ye götürmek üzere yola çikarmisti. Bu sayede Selim'in üzerine asker de sevk edilecekti. Bu durumu ögrenen Selim, " asi olmadigini ve babasina tazimlerini arz için geldigini " bildirmisti. Bu arada babasi tarafindan kendisine nasihatta bulunmak üzere gönderilen elçiye iltifatlarda bulunmustu.

Selim'i sevmeyip onun aleyhinde bulunan kimseler, bu durumu kabul etmeyerek Selim'in üzerine Rumeli beylerbeyi Hasan Pasa'yi göndermislerdi. Fakat Hasan Pasa, harb etmeden Edirne'ye dönmüstü. Bunun üzerine padisah bizzat kendisi Selim'e karsi harekete geçmisti.

Bâyezid, ihtiyar oldugundan araba ile hareket edip Çukurçayir'da Selim'in ordugahinin karsisina gelmisti. Selim, ordusuna, karsi taraftan bir taarruz vaki olmadikça harekete geçilmemesi emrini vermisti. Bu esnada, Sultan II. Bâyezid'e, binmis oldugu arabanin penceresinden, elini öpmek üzere gelen oglunun kuvvetleri gösterildigi zaman padisah, üzüntüsünden aglamisti. Sehzâde Selim'e taraftar olmalari ihtimal dahilinde buluan Rumeli akinci ve sancakbeylerinin istirham ve istekleri üzerine muharebeden vaz geçilerek iki taraf arasinda bir anlasma saglandi. Buna göre Selim'e bir heyet gönderilip simdilik babasi ile görüsmesine imkân bulunmadigi, bununla beraber Sehzâde Ahmed'in veliahd olarak tayin edilmeyecegi bildirilmisti. Ayrica, Rumeli'den istedigi Semendire sancaginini kendisine tevcih edildigi bildirildi.

Bâyezid, sehzâdelerinden hiç birini, digerlerine tercih etmeyecek ve onlardan birini veliahd yapmayacagina dair bir de ahidnâme yazdirarak bu olayin ilk safhasini kapatmis oluyordu. Böylece veliahd tayini isini önlmeyi basaran Selim, emri altindaki askerle Semendire'ye gitmeyip, Rumeli beylerinin karari ile Eski Zagra ve Filibe taraflarinda kalarak Semendire'ye bir vekil göndermist.

Vezir-i A'zam Hadim Ali Pasa'nin, Sah - Kulu olayinda sehid olmasi ve o siralarda, Karaman Valisi olan oglu Sehinsah'in vefat haberini almasi üzerine çok üzülen Sultan Bâyezid, Edirne'den Istanbul'a hareket edip saltanattan çekilmeyi düsünür. Böyle bir durumda kimin saltanata gelecegi meselesi tekrar gündeme gelir. Devlet erkâni, Sehzâde Ahmed'in, babasinin yerine geçmesine taraftardir. Fakat Hadim Ali Pasa'nin yerine Vezir-i A'zamliga gelen Hersekzâde Ahmed Pasa, bu görüse katilmamaktadir. Bununla beraber yapabilecegi fazla bir sey de yoktur. Daha önce Selim'e hiç bir sehzâdenin veliahd olmayacagina dair söz verilmis olmasina ragmen Ahmed, tahta geçmek üzere Istanbul'a davet edilir. Filibe'de bulunan Sehzâde Selim, adamlari vâsitasiyle bütün bu görüsme ve gelismelerden haberdar olur.

Selim, alinan kararin, kendisine verilen ahidnâmeye aykiri oldugunu görünce 40 bin kisilik bir kuvvetle Çorlu'da babasinin kuvvetlerinin bulundugu Karisdiran Ovasi'na gelir. Sehzâde Ahmed taraftarlari, II. Bâyezid'i, Selim'in aleyhine tahrik için arabasinin örtüsünü kaldirarak "Elinizi öpmeye gelen oglunuzun kuvvetini görün, müretteb ve müsellah (silahli) askerlerle ogul babayi böyle mi ziyaret eder?" diyerek padisahi ogluyla savasa tahrik etmislerdi.

9l7 Cemaziyelevvel'inin sekizinci günü (Agustos l5ll )'de iki taraf arasinda meydana gelen muharebe, Selim'in aleyhine sonuçlanir. Bundan sonra, Sehzâde Ahmed'in hükümdarligi kesinlesmis gibi olur. Bu sebeple Ahmed Istanbul'a davet edilir. Bununla beraber Hersekzâde Ahmed Pasa, daha önce verilmis ahidnâmeye sadik kalinmasini isteyecek ve fakat sözünü dinletemeyecektir. Sehzâde Ahmed, aldigi emir üzerine sür'atle Istanbul'a dogru yola çikip Gebze'ye, oradan da Maltepe'ye gelir. Fakat yeniçerilerin kendisini istememeleri ve Istanbul'da bazi isyan hareketlerine girismeleri üzerine tekrar Anadolu'ya döner.

Selim'in aleyhtarlari, Ahmed'in muvaffak olamamasi üzerine bu defa da Sehzâde Korkud'u hükümdar yapmak üzere onu Istanbul'a davet ederler. Manisa'da bulunan bu sehzâde, sür'atle Mihalic'e, oradan da kayiklarla Davut Pasa iskelesine gelip karaya çikar. Önce yeniçeri ocagina gitmis sonra babasini görüp kardesi Ahmed'den kaçtigini söyler. Yeniçeriler, Korkud'a karsi saygida kusur etmezler, ancak Selim'den baskasini hükümdar olarak istemediklerini de münasib bir sekilde anlatirlar.

Bütün bu gelismeler karsisinda, idareyi Selim'e terk etmekten baska çare bulamayan II. Bâyezid, oglu Selim'i Istanbul'a davet eder. Sehzâde Selim, kara yolu ile Kefe'den Akkirman'a oradan da Rumeli'ye geçip Istanbul'a gelir.Devlet erkâni tarafindan karsilanip tebrik edilen Selim'in, Divân-i Hümayûn'a gelip babasinin elini öpmesi istenir. Fakat bir suikast olur endisesiyle Selim, ancak at üzerinde babasi ile görüsmeyi kabul eder. Ertesi gün Selim, bütün devlet ricalinin hazir bulundugu bir sirada babasi ile görüsür. Bâyezid, oglunun hükümdar olmak istedigini ve askerle bir kisim devlet adaminin da bunu destekledigini görünce, diger sehzâdelerden herhangi birinin kendisine muhalefet etmedikçe öldürülmemesi sözünü de aldiktan sonra saltanati kendisine terk eder. Böyece 8 Safer 9l8 Cumartesi (25 Nisan l5l2) günü vezirler saraydan çikip Selim'in saltanata geçtigini ilan ederler. Yavuz Sultan Selim'in tahta geçis tarihi olarak 7 Safer gününü veren kaynaklar da (M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, I, 38) bulunmaktadir. Bundan sonra Selim gelip babasinin elini öper ve onun hayir duasini alir. Bu esnada II, Bâyezid, ogluna su ögüdü verir:

Kâfirin katline eyle ihtimam

Kim anunla tutar din-ü mülk nizâm

Padisah oldunsa adli pise et (önde tut)

Zulm-ü bidad (adaletsizlik) eyleme endise et

Merhamet et âciz u bi-çareye (çaresize)

Sefkat eyle bi-kes (kimsesiz) u âvareye

Tangri içün it ehl-i ilme ihtiram

Derdmend ( dertli)in hatirin hos gör müdam

Müfsidin neslini kes ger sah isen

Adle meyl et bende-i Allah (Allah'in kulu) isen.

Öyle anlasiliyor ki Yavuz Sultan Selim, babasina, kardesleri rahat durduklari müddetçe hayatlarina dokunmayacagina dair söz vermisti. Verdigi bu söz sebebiyle gelisi ve tahta çikisi esnasinda, Istanbul'da bulunan kardesi Korkud'a saygi gösterdi. Onu, Saruhan Sancakbeyligi'nde birakti. Kirim Hani'na bir mektup yazarak padisah oldugunu ve yaninda bulunan Sehzâde Süleyman'i göndermesini bildirdi. Yavuzun, padisah olusu, gerek Istanbul, gerekse bütün bir devlette büyük bir sevinç ve cosku ile karsilandi. Hakkinda medhiyeler yazildi. Fakat kardesi Sehzâde Ahmed ve ogullari bu haberi hiç begenmediler. Bu sebeple Murad (Ahmed'in oglu ) Amasya'da, Ahmed ve Alâeddin Konya'da Selim'in hükümdarligini tanimadilar. Onlar da müstakil birer hükümdar gibi yasamaya basladilar.

Selim'in tahta geçisi, gerek Osmanli, gerekse Sünnî Islâm dünyasi için hayirli bir hareket olmustu. Zira, bir bakima Iran'in ileri karakolu olarak vazife gören Siîlik, II. Bâyezid döneminde Osmanli topraklarinda faaliyet gösterirken, Sünnî akide ve tarikatlar, bu istilaci hücuma ayni cins silahlarla mukabele edemiyorlardi. Daha önce de temas edildigi gibi bir "Mehdi" hikayesinin arkasina siginan bu sekavet ve saltanat ihtirasinin maskesini düsürmek gerekiyordu. Bu da ancak Selim gibi ileriyi gören, ufuktaki büyük tehlikeyi sezen, sert, cevval ve dirayetli bir idareci ile mümkün olurdu. Ülkeye sizmaya çalisan bu Siîlik tehlikesi, onu, babasina karsi gelmeye kadar götürdü. Kendisinin ve memleketin halini " pederimle görüsüp ahval-i devleti sifahen arz etmek muktezay-i maslahattir" diye ayak diredigi halde, kendisini istemeyen devlet adamlari, onun bu talebini yerine getirmekten siddetle çekindiler. Onlar, sadece babasinin elini öpmeyi kast eden bir kimse, böyle bir ordu ile nasil gelir diyerek babasi ile görüsmesine bile müsaade etmediler. Onlara göre yasli hükümdar, tahtini ogullarindan birine terk edecekse, bu, herhalde ele avuca sigmaz Selim degil, babasi gibi yavas ve halim Sehzâde Ahmed olmaliydi.

Anlasildigi kadari ile Selim, her iki kardesini de Osmanli tahti için kifayetli görmüyor ve dedesi Fâtih Sultan Mehmed'den sonra devletin maruz kaldigi tehlikeleri ortadan kaldiracak ve bükülen belini, sadece kendi çabalarinin dogrultabilecegine inaniyordu.

Sarax
09-17-2008, 16:03
II. BÂYEZID'IN SAHSIYETI VE VEFATI

O, yaratilisi itibariyle, babasina pek benzemiyordu. Bu yüzden onun kadar hareketli, cevval ve atak degildi. Bu sebeple o, daha sakin ve daha rahat bir hayati seviyordu. Bu bakimdan, onun hayatini, iki devreye ayirmak mümkündür. Bunlardan biri, sehzâdelik hayati ile saltanatinin ortalarina kadar olan dönem, digeri de belirtilen dönemden itibaren, ölümüne kadar geçen devredir. Yerli ve yabanci kaynaklar onun yasantisi ve özellikleri hakkinda bize tafsilatli bilgiler vermektedirler. Nitekim, Venedik elçisi Andre Gritti, onu söyle tavsif eder:

"Bâyezid'in boyu ortadan yüksek olup rengi zeytunîye çalar. Çehresi, zihnen ciddi ve agir seylerle mesgul bulundugunu gösteriyor. Fitratan magmum ve mahzundur. En mes'ud hadiselerin zuhûrunda bile asla sevinip fazla gülmez. Hiç sarap kullanmaz, az yemek yer, ata binmekten pek zevk duyar, giriftar oldugu nikris illeti men etmezse en sevdigi sey av eglenceleri ve at talimleridir. Dinî merasimin hiç birini ihmal etmez, pek çok sadaka dagitir. Felsefede behre ve malumati olmakla övünür, kozmografa (astronomi) ile fazla mesgul olur."

Bâyezid, gerek faziletli bir hükümdar olusu, gerekse iyi ahlâkindan dolayi komsu hükümdarlar ve kendileri ile anlasma aptigi devlet reisleri üzerinde bir hürmet hissi uandirmisti. Kendileri ile birçok defa muharebe etmis olmasina ragmen Misir'da vefati duyulunca, gerek Memlûk hükümdari, gerekse Kahire halki tarafindan giyabî cenaze namazi kilinmisti.

II. Bâyezid, saltanati oglu Selim'e devr ettikten sonra, arzusu üzerine yirmi yük (2 milyon akça) yillik maas tayiniyle dogum yeri olan Dimetoka'ya gitmek ister. Bâyezid Han, yasli ve rahatsiz olmasina ragmen bu yolculuga çikmak ister. Yavuz Sultan Selim, Edirnekapi'ya kadar yaya olarak babasina refakat edip onu tesyi eder. Bu arada baba, ogluna devlet idaresi hakkinda tecrübelerine dayanarak nasihatlarda bulundugu gibi, oglu da onun hayir duasini taleb ederek ellerini öper. Babasinin arzusu üzerine Edirnekapi'dan geri döner. Yavuz Sultan Selim, babasinin hizmetinde bulunmak üzere Rumeli beylerbeyi Hasan Pasa ile Defterdar Kasim Çelebi'yi ve Tabib Ahî Çelebi denilen Mehmed b. Kemal'i tayin edip gönderir. Bâyezid, daha Dimetoka'ya varamadan yolda vefat eder. Vefat yeri hakkinda farkli bilgiler bulunmaktadir. Buna göre onun vefat ettigi yer: Çekmece, Sazlidere, Çorlu'nun yakinlari, Edirne yakinindaki Sögütlüdere veya Hafsa kasabasinin Abalar köyünden biridir. l0 Rebiülevvel 9l8 (26 Mayis l5l2)'de Nikris illetinden vefat ettigi zaman 67 yasinda bulunuyordu. Babasinin ölüm haberini alan Yavuz Sultan Selim çok üzüldü. Korkud, Ahmed ve diger sehzâdeler de haberi duyunca üzüldüler. Halk da üzülmüs olacak ki, karalar giymeye basladi. Yavuz, Yunus Pasa'nin, na'si Istanbul'a getirmesini emretti. Yunus Pasa da na'si yikatip kefenleyerek Istanbul'a getirir. Basta Yavuz Sultan Selim olmak üzere ulema, devlet erkâni ve halk tabutu karsiladilar. Bundan sonra cenaze namazini kilip onu, yaptirdigi câmiin önündeki hazir olan kabrine defnettiler. Yavuz, babasinin kabri üzerine altigen bir türbe yaptirdi.Türbe için, türbedâr, hafiz ve bakicilar tayin etti. Bunlar, gece gündüz onun ruhu için hatimler indirip dualar ettiler.

Sarax
09-17-2008, 16:04
YAVUZ SULTAN SELIM

Kaynaklarin, ortaboylu, toparlak ve kirmiziya çalan beyaz yüzlü, çatik kasli, beyaz disli, omuzlari ile gögüs arasi açik, sakalsiz, pala biyikli, sert bakisli, cesur, gayretli, çok mahir bir avci, harp sanatinda emsalsiz bir komutan olarak bildirdikleri Yavuz Sultan Selim, âlim ve edipleri seven, Sark dillerinden Arapça ve bilhassa Farsça'ya tam manasi ile vâkif bir hükümdar idi. Kendi el yazisi ile olan Farsça manzumeleri, Topkapi Sarayi Müzesi Arsivi'nde bulunmaktadirlar. Yavuz Sultan Selim, hem Farsça hem de Türkçe siir söyleyebiliyordu. Farsça olan Divân'i l306 yilinda Istanbul'da basilmis olup, l904 tarihinde de Alman Imparatoru Wilhelm II.'nin emri ile Paul Horn tarafindan Berlin'de yeniden nesredilmistir. Trabzon'daki valiliginden itibaren meclisinde sairleri bulundurmayi aliskanlik haline getirmisti. Câfer Çelebi, Ahi ve Revânî, onun meclisinin müdavimleri idiler. Siyer ve Tarih ilminde epey mütalaasi oldugundan bu konuda mahir bir sahsiyet olarak kendisinden söz edilmektedir. Bos zamanlarini âlim ve ediplerin meclislerinde geçirmekten hoslanirdi. Ilmi sever ve ülemaya hürmet ederdi. Tarih, felsefe ve tasavvuf sahalarinda genis bir bilgisi vardi. Özellike edebî bir lisanla ve pek muglak olan "Tarih-i Vassaf"i çokça mütalaa ederdi ki bu, onun ilimdeki yüksek vukufunu göstermektedir. Hazarda olsun seferde olsun, vakit buldukça ilmî mütalaalar ile mesgul olurdu. Nitekim, Misir'dan Istanbul'a gelinceye kadar Ibn Tagriberdî'nin "en-Nücûmu'z-Zâhire" adli eserini Ibn Kemâl'e tercüme ettirerek menzillerde parça parça kendisine takdim edilen tercümeleri okurdu. Yine o, Misir'daki ikameti esnasinda, Hind ve Çin haritalarini yaptirmisti. O, sair, mutasavvif ve filozof bir hükümdardi.Uzunçarsili'nin degerlendirmesiyle o, Osmanli hükümdarlari arasinda ilim itibariyle en yüksegi idi. Sam'in Sâlihiyye semtinde câmi ve imâret insa ettiren Yavuz Sultan Selim, oradaki Muhyiddin Arabî'nin türbesini de bulup yaptirdi. Böylece o, ( ) Sam'daki bu tesisler ile Konya'da Mevlevî Tekkesi'ne getirdigi sudan baska bir hayir yapamamisti. Zira benzer hayir isleri için fazla zaman bulamamisti. Hatta Istanbul'daki kendi câmiinin bile temellerini attirmis fakat ikmâline imkân bulamamisti. Osmanli Devleti'nin 9. hükümdari olan Yavuz Sultan Selim, Müslüman - Türk âleminin ilk halifesi olarak dünyada ilk defa "Hâdimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" ünvanini almisti. Babasi II. Bâyezid, annesi Dulkadiroglu Alaüddevle'nin kizi Ayse Hatun'dur. Babasinin sancak beyi olarak bulundugu Amasya'da dünyaya gelen sehzâdenin dogum tarihi hakkinda verilen kayitlar, hicrî 87l, 872 ve 875 (m. l466, l467 ve l470) yillari seklinde epey farkliliklar göstermektedir.

Kaynaklar, Ikinci Bâyezid'in, hayatta kalan ogullarinin en küçügü olan Yavuz Sultan Selim'in, sahsiyeti ve yönetimdeki enerjisi hakkinda yeterli bilgi verirler. Kendi ifadesine göre, Trabzon Sancak beyligine 887 (l482) veya 892 (1487) yilinda tayin edilmisti. Öyle anlasiiyor ki o, diger sehzâdelere göre daha cevval ve enerjikti. Ileri görüslü bir sehzâde olan Selim, sert bir yaratilisa sahipti. Yapacagi islerde karar vermeden önce çok düsünür, etrafindakilerle konusur ve bundan sonra kat'i bir karara varirdi. Istisare ve arastirmadan sonra varilan karardan dönmezdi. Bu konuda önüne çikacak bütün engelleri ortadan kaldirmak gayesiyle elinden geleni yapardi. Kararlarini uygulayabilmek için planli bir sekilde çalisirdi. Adam seçmesini iyi bilirdi. Bütün bunlar, onun, pâdisah olmasinda ve basarili isler yapmasinda birinci derecede rol oynadi. Babasinin yerine geçip Osmanli tahtina oturmayi kafasina koydugu zaman, en çok güvendigi adamlarini Istanbul veya sehzâdeler yanina gönderdi. Onlardan aldigi raporlar sayesinde gerekli tedbirleri alarak, varmak istegi hedefe emin adimlarla ulasmaya çalisti.Zira adamlari nasil hareket etmesi gerektigi hakkinda da kendisine yol gösteriyorlardi. Onun, tahta geçmeden önce kullandigi casuslar, Istanbul, Edirne ve Amasya'da esen havayi koklamakla kalmadilar, ayni zamanda Selim hakkinda genis propaganda yapma imkânini da buldular. Istihbarati saglam olan bu adamlari sayesinde dünya siyasetine de vâkif bulunuyordu. Bundan dolayi cülûsundan önce taninmayacak bir sekilde Iran ve Arabistan'i gezdigine dair söylentiler çikmisti. Devlet hazinesini devamli surette dolu tutmak ister, debdebe ve ihtisamdan hoslanmazdi. Sadeligi severdi. Milletleri idare etme hususunda büyük bir kabiliyet göstermisti. Ülkesinin her tarafinda yalniz adaletin hakim olmasini isterdi.

Gerek Selimnâmelerde, gerekse diger kaynaklarda onun nasil bir hükümdar olduguna, tebeasi (halki) için nasil çalistigina, devletinin daha iyi bir sekilde idare edilip bütün Müslümanlari nasil bir birlik altinda toplayacagina ve bizzat kendi özelliklerine dair epey bilgi bulunmaktadir. Kesfî'nin Selimnâmesi'nde ifade edildigi üzere tahta geçtigi gün, babasi II. Bâyezid, kendisine bazi tavsiyelerde bulunarak söyle demisti:

"Ey nur-i didem (ey gözümün nuru) ve ey surûr-i sinem, bugün ki emr-i Rabbânî ve takdir-i Yezdânî birle mâlik-i mülk-i diyar ve serîr-i saltanata sehr yar oldin, gerekdir ki âd u sanimiz ve nâm u nisanimiz gözleyip ve âbâ-i kiramimiz ve ecdad-i izamimiz izini izleyüb sâhân-i kadim muktezasinca ve padisahân-i azim müddeasinca def'-i mezâlim-i esrâr (kötülerin zulmünü ortadan kaldirip yok etmek) ve ref'-i mekâdir-i ahyar kilub nâm-i nikle (iyi bir isimle) âleme tolasin..." Kesfî'nin, devam eden ifadesinde, Yauz Sultan Selim'in, babasinin bütün isteklerini yerine getirdigini, iyi ve bilgili insanlarla nasil istisarede bulundugunu, dogruluktan ve devlet ile halkin menfaatlerini kollamaktan ayrilmadigini ögreniyoruz. Hammer, Cenabî'nin, kismen sadelestirdigimiz asagidaki ifadeleri ile ondan su sekilde bahseder:

Selim, uzun boylu idi. Giyimine dikkat etmeyi severdi. Ince zevki ve zerafetiyle temayüz etmisti. Kaftani kiymetli islemelerle süslü idi. Kendisinden önceki hükümdarlar silindirik biçimde ve asagi kisminda tülbent sarili bir kavuk giymislerdi. Sultan Selim ise bunun yerine yuvarlak ve yukarisi tamamiyle sal ile örtülmüs bir kavuk kabul etti ki, buna "Selimî" denilmektedir. Kendisinden öncekiler sakal biraktiklari halde o, sakalini tiras ettirerek biyiklarini birakti. Yuvarlak yüzlü olan Yavuz Sultan Selim'in gözleri büyük ve parlak idi. Siyah ve sik kaslari ile büyük biyiklari da onun bütün güçlü ve heybetli niteliklerini belirten sahsiyetini karekterize ediyordu. Fikrinde cür'et ve ziyadesiyle selamet vardi. Siiri sever ve muvaffakiyetle söylerdi. Öfkeli, sert, baskiya egilimli olarak kendisini bütünü ile halkin islerine hasretmisti. Yeryüzünde düzeni koruma azminde idi. Bu yüzden savasi ihtirasli denecek sekilde severdi. Onun bu karekteri, yeniçerilerin kendisini sevmesine sebep olmustu. Benzeri görülmeyecek kadar olaganüstü bir dinamizme sahipti. Ne yeme - içmeye, ne de harem zevklerine düskündü. Günlerini avlanmak veya silah kullanmakla geçirmeyi arzu ederdi. Zamaninin çok azini uykuya ayirdigindan gecelerinin büyük bir kismini tarih veya Farsça siirler okumakla geçirirdi. Olaganüstü bir zekâya sahip büyük bir padisahti. Çogu zaman halk arasinda gezer ve taninmamak için her defasinda elbisesini degistirirdi. Birçok mahremleri vardi ki, her tarafa girip çikar ve olup biten seylerden kendisine haber getirirlerdi. Selim, Iran, Türk ve Arap siirinde temayüz etmisti. Misir seferi esnasinda Ravza Adasi'nda bulundugu sirada, emri üzerine insa edilmis bir Arap köskünün duvarina kendisine ait olan iki beyit yazdirmistir." Hammer'in, Yavuz Selim'le ilgili olarak gerek Cenabî, gerek baska kaynaklardan yaptigi pek çok alinti bulunmaktadir. Bununla berber biz bunlarin üzerinde fazla durmaksizin, hemen hemen bütün kaynaklarin verdigi bilgilerle onu söyle tanitmak istiyoruz:

"O, Pâdisahlik hasletlerini tamamiyle sahsinda toplayan, sert ve sasmaz bir disipline, tuttugunu koparir bir azim ve iradeye, son derece cevval bir dinamizme sahip oldugu için Osmanlilarca "Yavuz" adi ile anilan bir sultandi. Babasinin feragati üzerine cihanin en büyük askerî ve siyasî kudretine sahip olan Osmanli hakanlik tahtina çikti.

Yavuz Sultan Selim de l5l0 senesinde Korkud gibi pâdisah olmayi kafasina koymustu. Bununla beraber belirtilen senede Sehzâde Ahmed'in padisah olacagi sayiasi yayilmisti. Bu durum karsisinda sehzâdeler sancak degistirmek ve Istanbul'a daha yakin olmak için babalarina basvuruyorlardi. Nitekim bu sebeple Yavuz da babasina bir mektup göndererek Trabzon'dan sikâyet ediyordu.O, mektubunda söyle diyordu:

" Bu vilayette galle cinsinden nesne bitmeyüb killeti ve zarureti aleddevam oldugu sebepten sancak beyi olanlar, acz ve furûmande kalurlar imis. Tereke tasradan gelür imis. Bende-i fakir geleliden beru hemçünan galle gemi ile ve bazi Türkman canibinden gelür. Bu yerin bid'ati ziyade olmagin evvelki zamandan simdi az gelür olmustur. Bizim hod bir gemi yapmaga takatimiz yoktur. Kendu maslahatimiza göre amma tereke bulundugu takdirde dahi bu miktar dirlikle ne verecek ve ne alacak bulunur. Elhasil bu mertebede zaruret çekilir ki, vasf olmak hadd-i imkândan hariçtir. Hâsâ, Hüdâvendigâr'in eyyam-i devletinde ki, bende-i hakir a'da agzinda bir vechle killet ve zaruret içinde kalub a'da halimize muttali ola. Iç illerde refahiyette olan sehzâde bendelerünüz bunca âli himmetle yaylaklarinda ve âb-i revanda ve mürg ü zarlu sahralarda her nev'iyle huzurda ve refahiyette iken mezid-i merhamet rica ederler. Ümmizdir, yevmen fe yevmen ziyade rif'atte ve refahiyette olalar. Halbuki bende-i zaif dokuz tümen Gürcistan agzinda ve Sark vilayetinin serhaddinde bir girdab içinde kalub sey'-i kalil dirlikle zindegâni oluna ki, dosta ve düsmana cevab verub, Hüdâvendigâr sag olsun. Eger bende-i fakirden kat'i nazar olunmadiysa sefkat-i sultanî ve inayet-i hakanî dirig olunmayub himmet oluna ki, bu yerde zindegâniye takat kalmadi..." Yavuz'un, bu ve benzeri mektuplarla babasina bildirdigi istekleri, Sehzâde Ahmed'in baskisi yüzünden yerine getirilemiyordu.

Sarax
09-17-2008, 16:04
YAVUZ'UN SÖHRETININ ARTMASI

Daha önce de temas edildigi gibi, Sehzâde Ahmed, babasi II. Bâyezid'in yerine tahta aday gibi görünüyordu. Bununla beraber o, Amasya'da hükümdarlara yakismayacak bir takim eglencelere katilip eglenirken Yavuz Sultan Selim, Iran'in da etkisiyle gerek doguda gerekse Anadolu'nun baska bölgelerinde bir felâket halini almis olan Kizilbas tehlikesini önlemeye çalisiyordu. Yavuz, gittikçe artan Kizilbas propagandasinin korkunç ve tehlikeli bir hal aldigini gören ilk sehzâde oldu. Tehlikeli bu durumu defalarca babasi ile sadrazama yazdi. Bununla beraber onlardan ciddi ve sonuç verici bir tepkinin gelmedigini gördü. Bu sebeple doguda ortaya çikan ve devletin siyasî varligina kast eden bu yanginin söndürülmesi için, Anadolu'nun degisik bölgelerinden gelen yigitler ile Erzincan ve Iran üzerine akinlarda bulundu. Bu hareketiyle o, Siîlige karsi Sünnîligin tabiî lideri durumuna geldi. Onun bu seferlerini haber alan yigitler Trabzon'a kostular. Bunlar, içten gelen bir arzu ve sevk ile dögüsmeye basladilar. Zira bunlarin anlayisina göre bu bir cihâd idi. Bu akinlardan sonra memleketlerine dönüp vardiklarinda, etraflrinda toplananlara Yavuz'un kahramanlik ve yigitliklerini anlatmaya basladilar. Insanlarin toplu olarak bulunduklari yerlerde "ozanlar türkü çikarup " Yürü Sultan Selim devrân senindür" kelimatini zikreder oldular...

Sehzâde Korkud ile Ahmed, iç bölgelerde yasarken Yavuz sinirda çarpisiyor, ilerisi için lâzim olacak bilgi ve tecrübeleri elde etmeye çalisiyordu. Bu durum, hem halk hem de Kapikulu askerlerinde Yavuz'un, dedelerinin yolunda yüreyebilecek yegâne padisah namzedi oldugu kanaatini uyandirmisti.

Bilindigi gibi, Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli Devleti, Islâm Hukukunu, devletin bütün organlarinda uygulamaya gayret ediyordu. Bu arada "ilây-i kelimetullah" anlayisinin bir sonucu olan "cihâd ve gazâ" fikri de devlet ile halk için yerine getirilip yapilmasi geren bir farz olarak telakki ediliyordu. Gerçekten devletin siyasî, idarî ve askerî organlari da buna göre düzenlendikleri gibi elemanlari da buna göre yetistirilmislerdi.

Muhtemelen, sartlarin zorlamasi sonucu olarak II. Bâyezid döneminin sonlarinda Kapikulu, Akinci ve Timarli askerler, bir nevi istirahata çekilmislerdi. Onlar, eski sefer ve zaferlerin hikâyelerini anlatmakla ömürlerini geçirir olmuslardi. Nigbolu'lar, Varna'lar ve Kosova'lar âdeta dillerde dolasan birer masal olmuslardi. Damarlarinin her atisinda kahramanlik ve yigitlik darbeleri bulunan er ve beyler, eski günlerin hasretini çekiyor, tarihe yeni destanlar yazdiracak büyük bir liderin gelmesini sabirsizlikla bekliyorlardi. Iste bu lider, Trabzon'dan seferleri ve haykirislariyla zaferlere susamis olan bütün bir tebeaya nurlu ve parlak günlerin isaretini vermeye baslamisti.

24 veya 25 Nisan l5l2 (7 veya 8 Safer 9l8)'de padisah oldugu zaman 46 yasinda olan Yavuz Sultan Selim, devlete karsi zararli bir faaliyette bulunmadiklari takdirde kardeslerine dokunmayacagina dair babasina söz vermisti.

Padisahligi resmen devr aldiktan sonra, babasi ile ayni sehirde kalmalari mahzurlu görüldügü için II. Bâyezid, Dimetoka'ya gitmek üzere yola çikmisti. Yavuz da onu belli bir yere kadar ugurlayip dönerken, yeniçerilerin tüfek ve kiliçlarini çattiklarini, yeni padisahi da bunlarin altindan geçirmek istedikleri haberi verilir. Bu sekildeki bir hareketten yeniçeriler, padisahin kendilerine "râm" olacagini ve belki de bol bahsis verecegini umuyorlardi. Fakat umduklarini bulamadilar. Çünkü, onlarin kiliçlari altindan geçmeyi bir yenilgi alâmeti sayan Pâdisah, Yedikule'de babasina ait oldugunu söyledigi hazineleri almak bahanesiyle yol degistirdi. Böylece yeniçerilere görünmeden saraya geldi. Ancak onun bu sekilde hareket etmis olmasi, yeniçerilerin saraya gelerek "Caize" istemelerine engel olamadi. Bunun üzerine hükümdar, sayilari takriben 35.000 civarinda olan kapikullarinin mensuplarindan her birine ikiser bin akça cülûs bahsisi ve ayrica süvarilere 5'er, yayalara (piyade) da 3'er akça cihet-i aslîlerine (maaslarina) terakki vermek (zam yapmak) suretiyle ise baslamis oldu.

Yavuz Sultan Selim tahta çiktiktan sonra ilim adamlari, devlet erkâni ve memleketin ileri gelenleri, gelip kendisini tebrik ederek bey'at ederler. O da babasinin dönemindeki görevlileri yerinde birakarak gerekenleri yaptiktan sonra ellerini kaldirip söyle dua eder: " Ya Rabbi, senin kudretin, beni saltanata getirdi. Bana devlet ve saltanat islerini kolaylastir. Ona riayet etmeyi bana nasib eyle."

Sarax
09-17-2008, 16:04
SEHZÂDELER MESELESI

Yavuz Sultan Selim, idareyi ele geçirdigi zaman, düsmanlari sindirilmis ve hududlari saglama baglanmis bir Rumeli'ye karsilik, devletin gelecegine göz dikmis Sark (Dogu) düsmanlariyla yüz yüze gelmisti. Fakat iç emniyet saglanmadan disari ile ugrasmak mümkün degildi. Her saltanat degisikliginde oldugu gibi, yine taht rakibi birkaç sehzâde çikabilirdi. Bunlar, tahti ele geçirmek için komsu bazi devletlerle anlasmalar da yapabilirlerdi. Böyle durumlarda üzerinde ittifak edilen konu, genellikle kendileri ile anlasilan devletlere bazi bölgelerin terk edilmesi seklinde oluyordu. Bu yüzden, bazi sehzâdelerin basinin gitmesi gerekiyordu. Ne çare ki, onlar gitmeyecek olsa, memleket gidecek veya memlekette kan gövdeyi götürecekti. Memleketi ve bütün bir tebeayi (vatandasi) böyle bir duruma sokmamak için Osmanli hükümdarlari gözlerinden yaslar aka aka kardeslerini ortadan kaldirmayi adeta bir vazife biliyorlardi. Zira bu, memleketin selâmeti için gerekliydi. Bununla beraber, daha önce de belirtildigi gibi Yavuz Sultan Selim, zararli bir faaliyete girismedikleri takdirde kardeslerine bir fenalik yapmayacagina dair babasina söz vermisti. Bu söze ragmen o, agabeyleri olan Sehzâde Ahmed ile Sehzâde Korkut'un durumlari ile yakindan ilgileniyordu. Zira elde ettigi devlet idaresinin ve tahtinin temellerinin saglamlasmasi bir bakima bu ilgiye bagliydi. Aksi takdirde tahti ile birlikte devlet de elden çikabilirdi. Devletin elden gitmesi bir tarafa, zarar görmesi dahi bütün bir Müslüman toplumun yok olmasi veya baska din mensuplarinin idaresine girmesi demekti. Nitekim kisa bir süre içinde cereyan eden hadiseler, Yavuz Sultan Selim'in bu ilgi konusunda ne kadar hakli oldugunu ortaya koyacaktir.

Gerçekten, Sehzâde Ahmed, kardesi Selim'in, babasinin yerine tahta geçmesini bir türlü kabul edememisti. O, gerek babasinin, gerekse devlet adamlarinin vaadleriyle kendisini Osmanli tahtinin tek varisi olarak biliyordu. Tahti ele geçirmek için de her seyi yapmaya hazirdi. Onun, devletin yönetimini ele geçirme faaliyetleri yüzünden Sultan Selim, Ahmed gailesini bertaraf etmek üzere hazirlanmak zorunda kalir. Zira Ahmed, babasi II. Bâyezid'in sagliginda hükümdar olmak üzere harekete geçmis, Üsküdar'a kadar gelmis, fakat yeniçerilerin müdahelesi sonunda geri dönerek Konya'ya çekilmis ve orada hükümdarligini ilan ederek her tarafa hükümler göndermeye baslamisti. Ahmet. Konya'da padisahligini ilan etmekle kalmamis, ayni zamanda oglu Alaeddin'i göndererek l9 Haziran l5l2'de Bursa'yi da ele geçirmisti. Alaeddin, Bursa Subasisi'ni öldürterek Hutbe ve Sikkeyi babasi Sultan Ahmed adina çevirtmek ister. Fakat Bursa halki buna karsi direnerek Selim'e bagli olduklarini göstermeye ve ona itaat etmeye devam eder. Lütfi Pasa, Alaeddin'in Bursa'da yaptiklarini çok özet bir sekilde su ifadelerle nakleder: "Sultan Alaeddin, Bursa'ya gelüp ve Bursa'yi zapt edüb subasisini ve Sultan Selim'e tabi olanlarin ekserin (çogunu) kiliçtan geçürüp ve mîrîye müteallik emvâli (mallari) zapt edüp ve sehirlisinden dahi nice mal ve menal alub ve babasi Sultan Ahmed adina Hutbe okudub" Lütfi Pasa'nin verdigi bu bilgi, Sehzâde Alaeddin'in, Bursa'da yaptiklarini ortaya koyup sergiledigi gibi, babasinin, hükümdar olarak vazifeyi deruhte etmesi halinde yapabilecegi isler hakkinda da bir ip ucu vermektedir. Sehzâde Ahmed, böyle bir hareket karsisinda Selim'in sessiz kalmayacagini kestirmis olmali ki, yaninda bulunan ve kendisini destekleyen devlet adamlarinin tesviki ile yardim talebinde bulunmak üzere oglu Murad'i da Sah Ismail'e göndermisti. Sah Ismail'in izniyle etrafinda 20 bin civarinda asker toplanir. O da gelip Tokat taraflarinda halka eziyet etmeye baslar. Ordusunda bulunan Kara Iskender, onun hem komutani hem de akil hocasi idi. Öbür taraftan Sah Ismail'in adami Nur Ali de etrafi yakip yikiyor ve " Il ü gün Sah Ismail'indir" diye ilan ediyordu.

Sehzâde Ahmed ve ogullarinin hareketleri, halk üzerinde çok kötü tesirler meydana getirmeye baslar. Zira halk, daha önce alismis oldugu sukûnet, devlete güvenme ve haksiz bir sekilde vergi vermeme prensipleri artik ortadan kaldirilmis, idareyi ele geçirmek isteyen bu insanlarin keyfine göre vergi vermek ve onlara hizmet etmekle yükümlü tutulmustu.

Öbür taraftan Yavuz Sultan Selim, Kefe'de bulunan oglu Süleyman'i Istanbul'a çagirip onu, yerine Kaim-i makam (Kaymakam) biraktiktan sonra askerini toplayip durumun enine boyuna tartisilmasi için müzakere açar ve der ki: " Babama söz vermistim, kardeslerim rahat durduklari müddetçe onlara dokunmayacaktim. Fakat görüyorsunuz, memleket ne hale geldi? Benim arzum sonuna kadar bunlarla savasmak ve memleketi bunlardan kurtarmaktir." Bu arada kardesi Ahmed'e de bu durumdan vaz geçmesi için bir mektup yazip ileri gelen devlet adamlarindan biri ile gönderir. Fakat Ahmed, basina toplamis oldugu Turgutlu ve Varsak askeri ile Selim'in bu baris teklifini kabul etmeyip isyana devam eder. Bundan sonra, devlet erkâninin tamami, Selim'i destekler. Selim'in arzusu üzerine Istanbul'dan Anadolu'ya geçilir. l5 Cemaziyelevvel 9l8 (29 Temmuz l5l2 )'de Bursa üzerine gidilir. Halk tarafindan sehri terk etmeye mecbur birakilan Alaeddin, çekilmek zorunda kalmisti. Bu esnada Ankara'da bulunan Ahmed, Amasya'ya geri dönmüs ise de Amasya Sancakbeyi Mustafa Pasa'nin, sehrin kapilarini açmamasi ve bu arada Ankara'ya kadar ilerleyen Yavuz Sultan Selim'in kuvvetleri tarafindan takip edildiginden doguya dogru kaçmaya devam eder. Darende ve Malatya'yi geçip oradan Misir Sultani veya Sah Ismail'e siginmak ister. Yavuz Selim'in, takibi için gönderdigi Malkoçoglu Tur Ali Bey, pesinden Darende ve Malatya'ya kadar gelir.Tur Ali Bey, buradan Yavuz Selim'e bir mektup yazarak Memlûk topraklarina girip girmeme hususunda fikrini sorar. Bunun üzerine Yavuz Selim, Memlûk topraklarina girmeden geri dönmesini ister. Tur Ali Bey, oradan Sivas'a gelir. Bursa'dan Ankara'ya gelmis olan Yavuz Selim de kisin yaklasmasi üzerine Bursa'ya döner. Ahmed, Darende'den Yavuz'a bir mektup gönderir. Mektubunda kendisinin yabanci bir devlete iltica etmesinin Osmanli Devleti için büyük bir utanç vesilesi olacagini bildirerek anlasma teklifinde bulunur. Bu mektuba karsilik veren Yavuz Sultan Selim, onun bu teklifini red ederek sadece Müslüman bir devlette kalabilecegini bildirerek bu sartla her türlü ihtiyacinin karsilanacagini söylemisti. Bu siralarda, Amasya'yi zapteden Ahmed'i ani bir baskin ile ele geçirme tesebbüsü de sonuçsuz kalmisti. Bununla beraber Yavuz Sultan Selim, Ahmed'e olan meyli yüzünden Vezir-i Azam Koca Mustafa Pasa'yi Ahmed'le haberlesiyor diye Bursa'da idam ettirerek onun yerine Hersekzâde Ahmed Pasa'yi dördüncü defa olarak sadarete getirir.

Yavuz Sultan Selim, devletin bekasi ve halkinin selâmeti için sehzâdeler gailesini bütünüyle bertaraf etmek zorunda idi. Tarihî bilgi ve tecrübeler, hayatta kalan sehzâdelerin devamli olarak devlet için bir proplem olduklarini, dis güçlerin, bunlarin saltanat hirsindan devamli surette yararlandiklarini gösteriyordu. Bunun içindir ki, Yavuz Sultan Selim, Sehzâde Mahmud'un ogullari Kastamonu Beyi Musa ile Orhan ve Emirhan, Âlemsah'in oglu Çankiri Beyi Osman ve Sehinsah'in oglu Nigde Beyi Mehmed'i de ortadan kaldirdirmak zorunda kalir. Selim, ilmi, irfani ve cömertligi ile her sinif halkin, bu arada yeniçerilerin sevgisini kazanmis bulunan agabeyi Korkut'un saltanat hakkindaki görüslerini ögrenmek için, kendisine devlet ricali agzindan mektuplar yazdirir. Bu mektuplara kanan Korkud'un, hâla saltanata gelme arzusunda oldugunu "derûnunun saltanat havasi ile" gören Yavuz Sultan Selim, Bursa'dan hareketle Saruhan (Manisa) üzerine yürür. Maksadi onu kendi sarayinda ansizin bastirmakti. Bu haberi alan Korkut, yanina Pervâne (Piyale) adli lalasini alarak Rodos sövalyelerine veya Avrupa devletlerinden birine iltica etmek gayesiyle gizlice Antalya'ya dogru kaçmaya muvaffak olmustu. Bu kaçis esnasinda onun Teke ili'nde veya Hamid ili'nde bir magaraya gizlendigi bildirilmekle birlikte onun Bergama civarinda bulunan bir magaraya gizlendigi anlasilmaktadir.* Sultan Selim, gelip agabeyi Korkud'u bulamayinca, onun Frenk veya Misir'a gitme ihtimalini düsünerek denizler dahil olmak üzere her tarafi kontrol altina alir. Agabeyini yakalayamayan Yavuz Sultan Selim, geri dönerken Anadolu'dan kus uçurtmaz olur. Bu esnada Korkud Çelebi, yerini kesfeden Türkmenlerin ihbari üzerine Piyâle ile birlikte yakalanir. Bursa'ya getirildigi bir sirada Egrigöz'de 9 Mart l5l3'te Kapicibasi Sinan Aga tarafindan uykuda iken yay kirisi ile bogulmak suretiyle öldürülür. Daha önce Muhafizlar tarafindan Korkud'un yanindan uzaklastirilmis bulunan Piyâle, döndügünde efendisinin öldürülmüs oldugunu görerek büyük bir teessüre kapilir. Artik hiç birsey kendisini avutamaz. Onun tek tesellisi, ölünceye kadar, Bursa'da Sultan Orhan türbesine defn edilen Korkud'un türbedârligini yapmak olur. Gerçekten Sultan Selim, Sehzâde Korkud'un nedimi (lala) olan Piyale'yi efendisine sâdikane hizmet ettigi için takdir edip mükafatlandirir. Bol ve külliyetli miktardaki bir tahsisatla onu türbedarliga tayin eder. Korkud Çelebi'nin ölümü üzerine üç günlük genel bir matem ilan eden Yavuz Sultan Selim, biraderinin saklandigi yeri haber veren Türkmenlerden bazilarini öldürtür.

Korkud, Osmanogullari'nin kiymetli bir mensubu idi. Âlim, fâzil, sair ve musikisinasti. Bahriye (denizcilik) isleriyle ilgilenmekten büyük bir haz duydugu gibi denizcileri de himaye ederdi. Devletin, denizcilikle ilgili gelecekteki hedeflerini derin bir vukufla görüp takdir ettigi rivayet edilir. Keza Barbaros biraderlerin onun himayesini gören denizcilerimiz oldugu söylenir.

Yavuz'un hükümdar ilan edildigi sirada Istanbul'da bulunan Sehzâde Korkud, ona sadik kalacagina ve saltanat dâvasina kalkismayacagina dair söz vermisti. Selim de muhalefet edilmedigi müddetçe rahat ve müreffeh bir hayat geçirebilecegini kendisine vaad etmisti. Bununla beraber Korkud'un büyük bir huzursuzluk ve sikinti içinde bulundugu anlasilmaktadir. Çünkü her seyden önce Yavuz'un verdigi söze sadik kalip kalamayacagi belli degildi. Ayrica onun sert ve hasin tabiatini da biliyordu. Belki de bunlari dikkate aldigi içindir ki, Istanbul'dan ayrilip sancagina hareket ettigi zaman Yavuz'dan Midilli Adasi'ni istemisti. Bu talebi yaparken elbette bir düsüncesi vardi. Bunu sadece gelir bakimindan mi istemisti, yoksa basina nasil olsa bir felaket gelecegini düsünerek, buradan Misir'a veya amcasi Cem gibi baska bir ülkeye kaçmayi mi düsünmüstü? Bunu simdilik kesin olarak söylemeye imkân yoktur. Ancak onun bu arzusu, ne padisahça ne de henüz o tarihlerde sag olan II. Bâyezid tarafindan olumlu karsilanmisti. Bununla beraber Yavuz Sultan Selim, istediklerinden daha çogunun verilebilecegini ancak biraz sabirli olmasi lazim gelecegini kendisine bildirir. Bu vaad samimi olmasa bile tam zamaninda yapilmasi bakimindan dikkate sayandi. Çünkü Sehzâde Ahmed isyaninin devam ettigi bu siralarda Korkud'un da ayaklanacagina dair söylentiler çogalmisti. Öyle bir an geldi ki bizzat Sehzâde Korkud bir mektupla Yavuz'a "taife-i ehl-i nifakin" bos durmadigini ve aleyhinde birçok seyler uydurdugunu, bunlara inanilmamasi gerektigini ve kendisinin tam bir sadakat içinde bulundugunu bildirmek zorunda kalir. Selim'in, bu mektuba verdigi cevapta kisaca "sen sözünde durdukça bu cânipten asla endise etmemelisin" denilmisti. Korkud'un süpheli bir hareketi de, Midilli'yi elde edemeyince Teke ve Alaiye taraflarinin kendisine verilmesini istemesi idi. Halbuki vaktiyle kendisine ait olan bu yerlerden o, sihhatine elverisli olmadigini söyleyerek ayrilmis bulunuyordu. Onun, yeniden bu topraklara sahip olmak istemesini, bir tehlike vukuunda, deniz yolu ile baska bir tarafa kolayca kaçma maksadina baglamak mümkün oldugu gibi idare ettigi topraklarin biraz daha genisletilmesi seklinde yorumlamak da mümkündür. Ancak, sehzâdenin bu gibi istekleri, Yavuz'un süphelerini artirmaktan baska bir ise yaramadi.

Yavuz Sultan Selim, Ahmed'e karsi kesin sonuç almak için harekete geçme zamaninin geldigine karar vererek, devlet ricali agzindan ona da mektuplar göndertmis, geldigi takdirde bu ricalin kendisine iltihak edecekleri bildirilmisti. Bu mektuplardan cesaret alan Ahmed, topladigi kuvvetler ile Bursa üzerine yürümüstü. Iki kardes Yenisehir Ovasi'nda karsilastiklari zaman Ahmed, kendisine gönderilen mektuplarin uydurma oldugunu anlamis ise de artik savasi kabul etmekten baska çare bulamamisti. Burada maglub olan Ahmed kaçarken atindan düserek yakalanir. Yakalandiktan sonra kardesi Selim'e adam gönderip özür diler ve kendisini affedip küçük bir yer vermesini ister. Fakat Selim, Sahkulu olayinda askerinin basinda olup onlarla savasmadigi ve birçok Müslümanin ölümüne sebep oldugu için kendisini bagislamaz. Bundan sonra Selim, fitnenin ortadan kalkmasi için, daha önce Korkud'u öldürdügünü gördügümüz Sinan Agayi gönderip 8 Safer 9l9 (5 Nisan l5l3)'te onu da bogdurur.Tahnid edilen cesedi, Bursa'da II. Murad türbesi dahilinde bulunan Sehinsâh'in türbesi yanina defn edilir. Bununla beraber Selim, bu olaydan dolayi çok üzülmüstü. Selim, bu üzüntüsünün bir nisânesi olmak üzere Bursa'da bin koyun kestirecek ve fakirlere de 700.000 akça dagitacaktir.

Sehzâdelerin sebep oldugu iç karisikliklari sona erdiren Yavuz Sultan Selim, yukarida görüldügü gibi kardeslerini ortadan kaldirmaya muvaffak olur. O, kardesleri arasinda en çok Korkud'u severdi. Kaynaklar, Yavuz Selim'in, Korkud'un idami esnasinda adeta çocuklar gibi agladigini kaydederler. Onun, bu esnada "nesl-i Osman"in bu garip kaderine âh-u vah ettigi de nakledilir. Yavuz'un bu sekildeki davranislari, kardesleri ve yegenleri hakkindaki mülahazalari, onun iki yönünü açikça ortaya koymaktadir. Biraderlerinin ölümüne karsi derin ve insanî bir aci duymakta ve bunun için aglamakta, onlarin kadin, kiz, ana ve hizmetinde bulunanlara en büyük lütfu gösterip elinden gelen iyiligi yapmaktadir. Iste bu, onun kardeslik tarafidir. Bununla beraber, Osmanli mülkünün parçalanmamasi ve milletin rahat etmesi (nizâm-i âlem için ) de kardeslerinin katlini emretmekteydi. Bu, onun devlet reisligi vazifesidir. Bu vazife kendisine, devletin selâmetinin, akrabalik, sahsî alaka ve muhabbetinden daha üstün oldugunu devamli olarak hatirlatip duruyordu. Bunun için, birbirine zit gibi görünen bu iki hareketi, gelecekteki nesillere ve tarihe, bu isleri isteyerek yapmadigini, kardeslerini isteyerek ortadan kaldirmadigini, bunu yaparken de büyük bir izdirap ve aci çektigini, buna ragmen devletin devam ve tekâmülü için buna mecbur oldugunu anlatan belig ifadelerle doludur. Nesl-i Osman'in müsterek izdirabi olan bu aciyi duyanlarin hareketlerini takdirle karsilamak gerekir.

Devletin selâmeti için kardeslerini ve onlarin çocuklarini ortadan kaldirmayi bir vazife bilen Sultan Selim, idam ettirdigi kardes ve yegenlerinin servetlerini hazineye mal etmeyerek tamamini ölenlerin zevcelerine, kizlarina, analarina, baska bir ifadeyle kanunî mirasçilarina vermisti. O, bu kadarla da kalmayarak bunlarin tamamina maas baglatmisti. Ayrica o, agabeyi Korkud'un iki kizi hakkinda pek lütufkâr davranmisti. Sultan Ahmed'in pek büyük olan mal ve servetini, son kurusuna kadar hayatta bulunan yasli anasi Bülbül Hatun'a vermis, oglunun sanina layik hayir eserleri yaptirmasini da tavsiye etmisti. Bu durum gözönüne alindigi zaman, daha önce sözü edilen idamlardan, Yavuz'un sorumlu tutulamayacagini, devletin birlik ve beraberligi ile yüksek menfaatlerinin bunu gerektirdigini söyleyebiliriz.

Babasinin son saltanat yillarini ve memleketin Sah Ismail'in propagandasi sonucunda düstügü durumu bir süre vali bulundugu Trabzon sehrinden endise ile takib eden Yavuz, sonunda babasini tahttan indirerek devletin islerini ele almisti. II. Bâyezid devri sona ererken, gevsemis olan idareden türlü sekillerde faydalanmak isteyenler, kendi emellerini, ideolojilerini ve çikarlarini gerçeklestirmek üzere harekete geçip halkin huzurunu bozmuslardi. Bu hâle sebep olanlar arasinda, vezirden devletin en küçük görevlisine kadar olanlar vardi. Tansel, Topkapi Sarayi Müzesi Arsivi'nde 3l92 (ll) numarada kayitli bulunan Ali b. Abdülkerim Halife'nin, Yavuz Sultan Selim'e sundugu rapora dayanarak hemen her zümrenin, memlekette bu neviden kanunsuz hareketlere giristigini açiklar. Gerçekten, âlim, cesur ve konulara vâkif bir kimse olan Ali b. Abdülkerim Halife, anabasliklar halinde raporunda su konulara temas etmektedir:

a. Rüsvet belasi kadilara kadar inmistir.

b.Yer yer lüzumsuzca konan vergiler, halki çok zor durumda birakmistir.

c. Ölen sahislarin miraslari evladina kalmayip Beylik araziye katilarak, yetimlerin aç kalmalari.

d. Ulaklarin zulmü ve yagmalari.

e. Toplumun, gayr-i mesru (içki, zina, riba, afyon vs. gibi) islere düskünlügü.

f. Kizilbas tehlikesi.

Bu bakimdan biz de, burada anahatlari ile bilgi vermek suretiyle bir hatirlatma yaparak konuyu islemeye çalisacagiz. Ali b. Abdülkerim, raporunda bu konuya genis bir yer ayirmaktadir. Gerçekten, birligini kurup Akkoyunlu Devleti'ni ortadan kaldiran, Iran, Azerbaycan, Horasan ve Irak'i zapt eden Sah Ismail, bütün gücünü Osmanli topraklarina çevirmisti. Kendisi, Trabzon Rum Imparatorlugu'nun akrabasi sifatiyle Osmanli topraklarinda hak iddia ediyordu. Halbuki böyle kritik bir dönemde Osmanli topraklari, birbirinden çok farkli, hatta birbirlerine düsman zümre ve siniflarin toplandigi bir saha halinde idi. Asiri Rafizî, Babâî ve Bâtinî akidelerini benimseyenlerin yaninda Kalenderî, Haydarî, Abdal ve Seyyadlar vardi. Sah Ismail, bütün bunlari kendisine baglamisti. Bu gruplar, sadece onun propagandasini yapmakla kalmiyor, ayni zamanda "Nezir" adindaki vergiyi de muntazaman ona ödüyorlardi. Rumelideki Seyh Bedreddin taraftarlari da bunlarla birlikte hareket ediyorlardi. Bunlar, Sünnî Müslüman'i öldürmek kâfir öldürmek kadar gazâdir, sevabtir diyorlardi. Farkli dinî kimlik tasiyan bu gruplar, her an Sah Ismail'in gelmesini bekliyorlardi. Bunlar, "Sah Sah" diye Osmanli'yi yikmak isterlerdi.

g. O, Osmanli idaresinin, II Bâyezid döneminin sonlarinda nasil bozulup dejenere oldugunu da anlatir. Devlet adamlarinin vergi ve gelirden baska bir sey düsünmediklerini, "halkin bir kisminin yokluktan öldügünü" belirterek, halki idare edenlerin "azgun ve bozgun" oldugunu ifade eder.

Sarax
09-17-2008, 16:04
YAVUZ SULTAN SELIM'IN DOGU SIYASETI

Trabzon'da vali bulundugu siralarda Sah Ismail'in faalietleri sonucu memlekette meydana gelen ve Siîlige dayanan iç isyanin tehlikeli boyutlarini gören Yavuz Sultan Selim, ancak babasinin yerine geçip iç güvenligi sagladiktan sonra yüzünü doguya çevirebilirdi. Bunun için o, önce agabeyleri ile olan taht kavgalarina son vermek üzere harekete geçer. Bundan sonra da içeride huzursuzluga sebep olan kaynagi kurutmayi düsünür. Bu sebeple o, düsüncesini gerçeklestirebilmek için derhal harekete geçer. Her ne kadar Stanford Shaw, onun hakkinda "II. Mehmed (Fâtih)'in enerjik fetih politikasini izlemek ve dünya imparatorlugu kurmak hedefini gerçeklestirmek arzusu ile çikmisti" diyorsa da gerçekte onun hedefi imkânlari ölçüsünde Islâm birligini kurmak ve Sünnî Islâm dünyasi için tehlike olmaya devam eden Siîlige bir set çekme idi. Bu sebeple biz, onun dogu siyasetini ilk olarak Sah Ismail, baska bir ifadeyle Safevîler'le olan münasebetleri bakimindan ele alacagiz.

Sarax
09-17-2008, 16:05
OSMANLI - SAFEVî MÜNASEBETLERI

Erdebil Sufileri neslinden gelen Seyh Haydaroglu Sah Ismail'in, mense itibariyle Anadolu'lu Boy ve Uluslardan Ustaclu, Samlu, Rumlu( Anadolulu), Musullu, Tekelü, Bayburdlu, Çapanlu, Karamanlu, Dulkadirlu, Varsak, Afsar, Kaçar ve Karacadag Sufilerini etrafina toplamak suretiyle l500'de Azerbaycan, l507'de Diyarbekir, niayet l508'de de Bagdad'i alip Akkoynul Türkmen Devleti'ne son vermesi, Yakindoguda Anadolu'nun ve Osmanli Devleti'nin aleyhine tecelli etmesi mukadder yeni bir buhranin zuhuruna sebep olmustu.

Ehl-i Beyt sevgisi iddiasiyle Iran'da Siî bir devlet kuran Sah Ismail'in, dedesi Seyh Cüneyd ve babasi Seyh Haydar gibi, halifeler (daî = propagandaci) göndermek suretiyle Anadolu'nun, Bâtinî fikirlere sahip halki arasinda giristigi propaganda faalieyetleri gayesine ulasmis görünmektedir. Bu propagandanin sebep oldugu olaylardan, II. Bâyezid dönemi anlatilirken kismen bahsedilmis ise de Osmanli - Safevî münasebetlerini ve Yavuz'un Iran'a karsi girismek zorunda kaldigi savasin sebeblerini daha iyi anlayabilmek için az da olsa Anadolu'daki Siî faaliyetlerine deginmek gerekiyor.

Osmanli ülkesinde Siî faaliyet ve tesebbüslerin çogaldigi devir, sehzâdeler arasindaki rekabetin meydana çiktigi bir zamana tesadüf eder. Nitekim, bu karisiklik anlarinda timarlari ellerinden alinip baskalarina verilen bir kisim Tekeli sipahileri, propagandanin da tesiriyle Sah Ismail'in vaadlerine aldanarak Iran'a göç etmislerdi. Bunlar, daha önce temas edilen Sah Kulu (veya Osmanli deyimi ile Seytan Kulu)'nun isyaninda önemli rol oynamislardi. Bâyezid'in aldigi tedbirler, Siî tehlikesini bertaraf edememisti. Bununla beraber II. Bâyezid, oglu Selim'e tahti teslim ederken "Kizilbastan ehl-i Islâmin intikamini aliviresin" demisti. Öyle anlasiliyor ki, ülke ve Sünnî Islâm dünyasi için Siî tehlikesini önleyebilecek sehzâdenin Selim oldugu hususunda herkes ittifak etmisti. Nitekim halkin fikrine tercüman olan Celalzâde, bütün meclislerde ozanlarin: "Yürü Sultan Selim devrân senündür" diye türkü çikardiklarini belirtir.

Filhakika Bâyezid'in son senelerinde sehzâdeler arasindaki vaziyetten istifade etmeyi düsünen Sah Ismail, faaliyetlerini artirmis ve daha sonra yanina kaçacak olan Sehzâde Ahmed'in, Kizilbasligi kabul eden oglu Murad'i da himayesine almisti.

Yavuz'un agabeyi olan Sehzâde Ahmed'in en büyügü Murad adini tasiyan dört oglu vardi. Murad, babasinin Amasya'dan ayrilmasindan sonra bura valiligini yapti. O, Amasya ve Çorum çevresinde bulunan Kizilbaslarin tesiriyle Siîligi sevmeye ve benimsemeye basladi. Bu yüzden Siîler tekrar harekete geçtiler. Sahkulu, Antalya'dan Iç Anadolu'ya dogru ilerlerken Amasya ve çevresinde bulunan Kizilbaslar, küme küme toplanip sehirleri yakip yiktilar. Sahkulu, Bati ve Güney Anadolu'daki faaliyetleri yürütürken, Orta Anadolu'dakini de Nur Ali Halife idare ediyordu. Rumiye'li olan Nur Ali Halife, Sah Ismail tarafindan Amasya ve çevresine gönderilmisti. Nur Ali Halife, devletin çok nazik bir zamaninda, Çorum, Amasya, Yozgat ve Tokat taraflarinda bulunan Yörük, Türkmen ve Kürd alevîlerini devletin aleyhine kiskirtmak üzere görevlendirilmisti. Hele 3000 Kizilbasla Faik Bey kuvvetlerini yenip Tokat'i zapt edip Sah Ismail adina hutbe okutmasi, daha sonra, Amasya Vaisi Sehzade Ahmed tarafindan üzerine gönderilen Yular -Kisdi Sinan Pasa'yi magub etmesi, yeni bir buhranin çikmasina sebep olmustu.

Nur Ali'nin tesvikiyle harekete geçen Kara Iskender ve Isa Halife, Çorum ile Amasya havalisinde bulunan Kizilbaslari ayaklandirdilar. Bunlardan, Sah adina asker toplayip, baslarina kirmizi tac giydirdiler. Ondan dolayi bunlara Kizilbas (Surhser) denildi. Bu iki halifenin telkinlerine kanan Sehzâde Ahmed'in oglu Murad, merasimle kirmizi taci giyerek Kizilbas olur. Murad, etrafinda bulunan halifeleri Geldigelen'de toplantiya çagirir. Gelmeyenleri öldürtüp mallarini yagma ettirir. Sehzâde Ahmed, oglunu yola getirmek için epey ugrastiysa da muvaffak olamadi. Bundan sonra Sehzade Murad, Nur Ali Halife ile birlestigi gibi Tokat'i atese verip yakacak, arkasindan da Nur Ali ile Sah Ismail'e siginacaktir.

Bütün bu olaylar, iki devletin arasinin gittikçe bozulmasina sebep olmustu. Babasini da dinlemeyen Murad'in, Iran'a siginip Sah'tan yardim görmesi, durumu daha da vahim bir hâle getirmisti. Pâdisah, Kizilbasligi kabul eden Murad'i Sah Ismail'den istemisti. Sah Ismail ise bunun için gönderilmis olan Türk elçisini Iran sarayinda öldürtmüstü. Öbür yandan Sah Ismail, Sultan Ikinci Bâyezid devrinde baslamis oldugu yikici hareketlerini Anadolu'da devam ettiriyordu. Bu hususta onun, Karamanogullari ve onlarla akrabalik kurmus olan Turgutogullari ile gizli mektuplasmalari oluyordu. Nitekim 7 Rebiülevvel 9l8 (23 Mayis l5l2) de Musa Turgutoglu'na yazdigi mektup çok dikkate sayandi. Çünkü bu mektubunda o, degerli adamlarindan Ahmed Karamanlu'yu o tarafa gönderdigini, ona tabi olunmasini ve birlikte hareket edilmesini istiyordu. Yavuz'un tahta çikisindan bir ay kadar sonra yazilan bu mektup, Sah Ismail'in Osmanli Devleti'ni parçalamak yolundaki çabalarinda hâlâ israr ettigini gösteriyordu. Bundan baska Sah Ismail, Osmanli tahtina çikisindan dolayi Yavuz'u tebrik etme ihtiyacini bile duymuyordu. Çünkü Sah Ismail, Akkoyunlu ve Karakoyunlu ailelerini ortadan kaldirarak kuvvetlerini artirmis, Sirvan ile Mazenderân topraklarina hâkim olmus, Irak- Arab'a ve Horasan'a kadar uzanmis; stratejik mevkii büyük olan Diyarbekir'i ele geçirmis; Özbek Hani Seybek'i yenerek Ceyhun'un beri tarafindaki ülkeleri feth etmisti. Hammer'in de ifade ettigi gibi Sah Ismail, öldürülen Seybek'in kafatasini altinla kaplatarak kadeh olarak kullanmisti. O, bu basin derisini baharatla doldurarak zaferinin bir nisanesi olarak Yavuz Sultan Selim'e göndermisti. Böylece Sah Ismail, askerî kuvvet ve kabiliyetiyle, hatta bundan daha ziyade propaganda ve nifak ekibi tarzinda teskilâtlandirdigi tarikat ve mezheb organizasyonu ile Erzurum, Kars, Diyarbekir, Musul, Bagdad, Horasan, Semerkant ve Buhara'nin güneyini içine alan büyük bir devlete sahip olmustu. On dört senelik hükümdarliginda giristigi muharebelerin tamaminda gâlip gelmisti. On dört kadar hükümdar ve meliki yenmisti. Bu zaferleriyle hakli bir gurur duymakta, dünyanin büyük devletleri arasinda sayilan kudretine güvenmekte idi. l00 - l20 binlik bir süvari ordusuna sahip bulunmakta idi. Bütün bunlar gözönüne alindigi zaman Sultan Selim'e de gâlip gelecegini ümid ediyordu.

Sah Ismail, Iran'da kisa bir zaman içinde fevkalâde kuvvetlenen Safevî Devleti'ni kurdu. Burada, zaten yaygin bulunan Siî mezhebini, devletin resmî mezebi haline getirdi. Siyasî ve dinî basbuglugu kendi sahsinda topladi. Bu arada Siî telkinleri yaymak hususunda Anadolu'da çok müsait bir zemin buldu. Öyle ki, Safevî hânedaninin muvaffakiyetinde Anadolu Kizilbaslarinin da rolü oldu. Sahin daî ve halifeleri tarafindan halk arasina sokulan emirleri, büyük bir kudsiyeti haiz telakki ediliyordu. Bu yüzden, Osmanli hânedanina gâsip nazari ile bakan bir cereyan günden güne büyüyordu. Gerçekten kendisine bagli olanlar ile komutan ve askerleri âdeta kendisine perestis edercesine itaat etmekte idiler. Nitekim Âsik Pasazâde, halkin, askerlerin ve müridlerinin Sah Ismail'e olan bagliligini su ifadelerle dile getirir: " Müridleri ona tabi oldular. Öyleki memeketteki bütün müridleri birbirleri ile bulusunca "Selâmün aleyküm" diyecekleri yerde "Sah" diyorlardi. Hastalarini ziyarete gittikleri zaman dua yerine de "Sah" diyorlardi. Anadolu'daki Ehl-i Sünnet'e mensûb Müslümanlar, onun buradaki müridleine "bunca zahmet çekip Erdebil'e varacaginiza Mekketu'l-Lah (Ka'be)'a gitseniz, Hz. Peygamber'i ziyaret etseniz daha iyi olmaz mi? dediklerinde onlar " Biz, diriye variriz, ölüye varmayiz" derlerdi.

Iran'da bu gelismeler olurken, Ehl-i Sünnet efkâr-i umumiyesinde büyük bir endise hüküm sürmekte, Kizilbas faaliet ve hareketleri derin bir izdirap ve aciyla izlenmekte idi. Gerek Misir'da, gerekse Osmanli diyarinda Islâm efkâr-i umumiyesi, bu proplemi çözecek bir el ariyordu. Misir'da, daha önceki Fâtimî tecrübesinin aci ve korkunç hatiralari henüz hâfizalarda tazeligini koruyor, Bagdad'daki Siî Büveyhîlerin (Büveyhogullari) zulümleri akillara geliyor; Bâtinî beliyyesinin kanli sahneleri tekerrür edecek saniliyordu. Bu üzden, Sah ve askerlerinin vahsiyâne zulümleri endise ile takib ediliordu.

Agabeyleri ile olan proplemleri halleden Sultan Selim, gerçek gayesini anladigi Sah Ismail'e büyük bir darbe vurmak için hazirlanmaya baslar. Bu maksatla, Anadolu'da devlet için tehlikeli gördügü Kizilbaslardan bir kismini ya haps etmis veya öldürtmek suretiyle içeride çikabilecek isyanlari önlemeye çalismisti.

Ibn Iyas (Bedayiu'z-Zuhur , IV, l9l)'in ifadesine bakilacak olursa Sah Ismail, Memlûk Devleti için de büyük bir tehlike idi. Zira o, Kahire'de bulunan Sünnî halifeye karsi Siî mezhebini destekleyip orayi da kendi mezhebine sokmak için çaba harciyordu. Bu gayenin tahakkuku için de her hareketi mübah görüyordu. Bu sebeple olacak ki, Frenkleri, Memlûkler aleyhine kiskirtip onlarin denizden, kendisinin de karadan Suriye üzerine yürümesini teklif etmisti.

Sarax
09-17-2008, 16:05
IRAN SEFERI

Yavuz Sultan Selim, Sah Ismail'in, ülkesine karsi giristigi ve sebep oldugu tahriklere son vermek, bu arada Osmanli hududlarina olan tecavüzünü önlemek maksadiyle Iran üzerine yürümeye karar verir. Bu yüzden, daha babasinin sagliginda Siîlerle mücadeleyi bir görev sayan Selim, sipahilerden bir kisminin Iran'a gitmesini önlemisti. O, siklasan Kizilbas - Safevî münasebetlerini yok etmek ve Anadolu Kizibaslarina siddetli bir darbe indirmek niyetinde idi. Fakat daha önce, Antalya ve çevresinde meydana gelen isyan hareketi gibi bir kiyâm ile karsilasmamak ve ordunun arkadan vurulma ihtimalini önlemek için, son derece dürüst ve itimad edilen adamlari vâsitasiyle Sah Ismail taraftarlarini defter ettirir. 40 bin kisiyi buldugu söylenen bu Erdebil Tekkesi dâilerinin, en serir ve mutaassib olan iki bin kadarini ölüm, geri kalanlarini da sürgün cezasiyle cezalandirdigi rivayet edilir. Bununla beraber, Iran üzerine yürümenin gerekliligine sadece kendisinin degil, devlet erkâni ile askerlerin de inanmasi gerekiyordu. Çünkü açilacak seferin birtakim hususiyetleri ve tehlikeleri vardi. Her seyden önce çok uzun sürecek yol ve yolculuk messakatine katlanmak gerekiyordu. Ayrica Sah Ismail'e karsi açilacak seferin mesrulugunun mutlaka ortaya konmasi ve bunun itirazsiz kabul edilmesi gerekiyordu. Gerçekten de bu mesele önem tasiyordu. Zira mezhebleri ayri da olsa Müslüman bir orduyu, baska bir Müslüman ordunun üzerine sevk etmek söz konusu idi. Keza, birbirleri ile harb edecek olanlarin büyük bir kismi, ayni irka mensub olan kimselerdi. Bunlar arasinda birbirleri ile akraba olanlar bile vardi. Bundan baska, Safevî halifeleri tarafindan kandirilmis olan Anadolu Kizilbaslarinin durumu kritik görünüyordu. Bir çarpisma vukuunda beklenmeyen bir durumun meydana gelmesi, yani Iran lehine bir hareketin dogmasi imkânsiz bir sey degildi. Ayrica Osmanli Devleti'nin istinad ettigi askerî kuvvetin basinda gelen Yeniçeriler de bir proplem çikarabilirlerdi. Zira Haci Bektas-i Veli'yi pir olarak kabul eden Yeniçerilerin, Hz. Ali'ye karsi duyduklari kayitsiz, sartsiz ve sonsuz baglilik, zayif bir ihtimal de olsa Iran'daki Kizilbaslara karsi harekete geçmelerini güçlestirebilirdi. Bütün bu güçlükleri bilen ve düsünen Padisah, sefere çikmadan önce önemli bazi kararlarin alinmasi gerektigine inaniyordu. Bunun için de Divân'in toplanmasini emreder. Yavuz Sultan Selim, Edirne'de toplanan ve devlet erkâni ile birlikte ulemanin da katildigi bu toplantida fikirlerini kisaca söyle açikladi:

"Tevfik-i Rabbanî, refik-i hânedân-i Osmanî olub ecdad-i cihad itiyadimiz ashab-i Salib ve Nakus'un perde-i namuslarin hark (yirtmak) ve Zünnarlarin hark(yakma) idüb dest-i iktidariyle çanlarina od tikup ... memâlik-i mahrûseye el kaldirmaga mecalleri ve mücahidîn ile mukabele ve mukatele edecek halleri kalmamistir." Bu ifadelerden anlasildigina göre Yavuz Sultan Selim, Divan'da, Hiristiyanlarin su anda bas kaldiracak durumda olmadiklarini açikladiktan sonra esas tehlikenin dogudan gelebilecegine isaret ederek, Sah Ismail'in, Iran'a hâkim olduktan sonra yaptiklarina dikkat çeker. Ayrica onun, Gence, Sirvan, Geylan, Mazenderan, Taberistan, Cürcan, Kürdistan ve Gürcistan'i ele geçirerek buralarda öndört nefer sehriyar-i öldürdügünü, bunlarin kuvvetlerini dagitip hazinelerini yagmaladigini ve Özbek Hani Seybek'i öldürünce onun, kesilmis bulunan kafatasini bir kupa haline getirerek onunla sarap içtigini belirttikten sonra, bu zatin cemaat ile namaz kilmayi men edip Ehl-i Sünnet'e mensub ulemayi öldürdügünü anlatir. Ayrica kendisine bagli olanlarin ona nasil itaat ettiklerine ve ugrunda her seyi yapabileceklerine dikkatleri çekerek bu tesekkülün Osmanli topraklari için büyük bir tehlike teskil ettigini, bu sebeple onlarla savasmanin "aklen ve ser'an" lazim oldugunu belirterek ulemâdan fetva ister. Öyle anlasiliyor ki ulemâ bu fetvayi vermistir. Nitekim, Sünnî ulemânin bu konuda kaleme aldiklari fetvâ ve risâlelerin çoklugu, meselenin önemi hakkinda bize bir fikir vermektedir. Müneccimbasi, Edirne'deki duruma temasla söyle der: " Edirne'de iken mulûk-i kefereden elçiler ve hedâya gelüp cümlesi tecdid-i sulh eylediler." Ondan sonra ulemadan fetva alup Acem seferi kararlastirildi. Bu baglamda Kemal Pasazâde ile Sari Gürz'ün, Kizilbaslar hakkinda vermis olduklari fetvâ ve risâleler, Osmanlilarin fikir ve düsüncelerini aksettirmesi bakimindan önemlidir. Nitekim, Kemal Pasazade "...ulemay-i millet ve fudalay-i ümmet küfr u ilhad ve katl u ifnasina hükm idüb heme-i a'day-i din u devletten bunun itfa-i sirer-i serareti akdem idügüne bi-isrihim fetavay-i sahiha virdilerdi." demek suretiyle Ehl-i Sünnet'in, Sia'ya bakis açisini ortaya koymus olmaktadir.

Görüldügü gibi, özellikle Kemal Pasazâde'nin risâlesinde, Sah Ismail ile Ehl-i Sia hakkindaki Sünnî akideyi görmek mümkündür. Bu risâlede küfür ve irtidadina hükmedilen Sah Ismail ile askerlerine karsi açilacak savaslarin, diger din düsmanlari ile yapilacak savaslardan farkli olmadigi, bu sebeple de cihâd sayilacagi belirtilir. Iste bu fetvâ ve risâlelerin kaleme alinmalari üzerine, Iran'daki Safevî Devleti'nin Kizilbas idaresine karsi harekete baslama zamaninin geldigine kanaat getirilerek harekete geçilir. Bununla beraber Selim, Iran'a karsi harekete geçmeden, daha önce temas edildigi gibi memleket dahilindeki Siî ve Kizilbaslarin müfritlerinin tesbiti ile deftere kayd edilmesini emretmisti. Bazi rivayetlerde bu sekilde defter edilip öldürülen Siilerin sayisinin 40 bin civarinda oldugu söyleniyorsa da bunun mümkün olmadigi artik anlasilmis bulunmaktadir. Bunlardan sadece 2 bin kadarinin öldürüldügüne, digerlerinin de sürgün edildigine daha önce temas edilmisti. Hammer'in dikkat çektigi bir konuya burada temas etmek istiyoruz. Böylece dönemin gerek dahilî, gerekse haricî efkâr- i umumiyesinin bu hareketinden dolayi Yavuz'u "Âdil" sifati ile tavsif etmis olmasidir. O söyle diyor: "Râfizîlik mezhebini cesetler yigini altina defn etmek bu merhametsize nasib oldu. Osmanli tariçileri ona kirk bin kisiyi öldürtmüs oldugu için Âdil lakabini vermislerdir. Lakin, daha sayân-i hayret olan cihet surasidir ki, yanina gönderilmis olan Hiristiyan elçiler de kendi hükümdarlarina gönderdikleri raporlarin tamaminda onu, bu lakapla andiklari gibi, onun bu adaletini övmekten de çekinmemislerdir. Böylece Selim, kendi devleti dahilinde kilicini gezdirdikten ve topragi Rafizîlerden temizledikten sonra onu, harice (disariya, Iran'a) götürmeye hazirlandi. Kayb edilecek vakti yoktu. Çünkü Sah Ismail, Sehzâde Ahmed'in oglu ve Pâdisah'in yegeni olan Murad'i Osmanli tahtinin yegane vârisi olarak kabul ettigi gibi Kizilbaslarin intikamini da almak üzere büyük bir ordu ile ilerliyordu."

Osmanli diyarinda yukarida temas edilen gelismeler olurken, Murad Çelebi'yi, Osmanli tahtinin yegâne vârisi olarak ilan eden Sah Ismail, Osmanlilara karsi açacagi savasa istirak etmesi için Sünnî olan Memlûk Sultani'na hediyelerle birlikte bir sefaret heyeti gönderiyor, Anadolu'da Siîlere karsi girisilmis öldürme hareketleri üzerine birbirini müteakip Anadolu'ya sevk ettigi Halifeler ile de Bâtinî ve Siî halki, yeniden devletin aleyine isyana tesvik ediyordu.

Bu son hareket üzerine Edirne'de toplanmis bulunan olaganüstü Divân'da savas kararini açiklayan Selim, Yenisehir ovasini, askerin toplanma yeri olarak tayin eder. Padisah, savasla ilgili sözünü üç defa tekrarladigi halde - bakislari altinda titremekte olanlardan - hiç biri ona cevap vermiyordu. Bunun üzerine Abdullah adinda bir yeniçeri sessizligi bozarak hünkârin ayaklarina kapanir ve arkadaslarinin, padisahin emri altinda, Iran Sahi'na karsi yürüme kararindan duyduklari sevinci onlar adina arzeder. Yavuz Sultan Selim, vezirlerin tereddüdlerini gideren bu yigitçe davranisindan dolayi mükâfat olarak yeniçeriye Selanik Sancagi'ni tevcih eder. Sultan Selim, üç gün sonra 22 Muharrem 920 (l9 Mart l5l4) Sali günü Edirne'den hareket edip l0 günlük bir yürüyüsten sonra 2 Safer (29 Mart)'de Istanbul'a gelir. Burada eski bir an'aneye uyarak çadirini Eyüb'de Fil Çayiri'na kurdurur. Önce Hz. Peygamber'in mihmandari Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretlerinin kabrini ziyâret ederek seferin basarili geçmesi için onun mânevî yardimini diler. Daha sonra Fâtih ve babasi Bâyezid'in kabirlerini de ziyâret eden Selim, kurbanlar kestirip fakirlere de pek çok sadaka dagitir. Sünnî ulemanin verdigi fetvâlar üzerine büsbütün heyecana kapilan halk, Kizilbaslara karsi sefere çikan Selim'i görmek üzere Eyyub'u doldurdugu gibi kayiklar da Halic'i istila etmislerdi.

Selim, sefer için yola çikmadan önce, kendisine vekâleten devlet islerini görmek ve Edirne muafazasinda bulunmak üzere oglu Süleyman'i Manisa'dan Edirne'ye getirtmisti. Bundan sonra askerini Üsküdar'a dogru hareket ettirdi. Bu siralarda Rumeli Beylerbeyi Hasan Pasa'nin komutasi altinda bulunan yeniçeriler, Gelibolu'dan gemilerle Anadolu yakasina geçip Bursa Yenisehir ovasinda toplandilar. Yavuz Sultan Selim, 24 Safer 920 (20 Nisan l5l4) Persembe günü yola çikip Maltepe'de ordusuna katilir. Burada, Bosna Valisi Hadim Sinan Pasa'yi Anadolu Beylerbeyligi'ne tayin eder. 23 Nisan'da Izmit'e geldigi sirada Siî halifelerinden olup, Iran adina casusluk yaparken yakalanip orduda esir olarak tutulmus bulunan Kiliç adinda birisi vâsitasiyle Sah Ismail'e hem tehdid, hem de nasihat dolu Farsça bir mektup (nâme) gönderir. Bu mektupla, üzerine yürüdügünü de kendisine bildirmisti. Yavuz Sultan Selim, bu mektupla da yetinmeyerek gönderilen o sahsa " var gördügün söyle ve malum olan muradi beyan eyle" diyerek gördüklerini söylemesini istemisti. 27 Safer 920 (23 Nisan l5l4) tarihini tasiyan Selim'in bu ilk bu nâmesi, Kadiasker ve Nisanci Tâcizâde Cafer Çelebi tarafindan yazilmisti. Gerek uslûbu, gerekse mahiyeti itibariyle o asrin ruh ve anlayisi ile Selim'in dehâsini temsil eden bu mektup dönemin bütün kaynaklarinda bulunmaktadir. Besmele ve âyetlerle baslayan mektupta Sah Ismail'e söyle deniyordu:

"Bilesin ve âgah olasin ki, ilahî hükümlerden yüz çevirenlerin, dini ve seriati yikmaya çalisanlarin bu hareketlerine, bütün Müslümanlarin ve bu arada adalet sever hükümdarlarin, kudretleri nisbetinde mani olmalari farzdir. Bunu söylemekten maksadimiz sudur: Tekke kösesinden hâkimiyete yükselen sen, bu yolda yürüdün, Müslümanlarin memleketlerine saldirdin, sefkat ve utanmayi bir tarafa atarak zulüm kapilarini açtin, günahsiz Müslümanlari incittin, fitne ve fesadi kendin için temel prensip olarak kabul ettin, "umur-i padisahî ve ahkâm-i sehinsâhiyi muktezay-i heva-yi nefs ve ragbet-i tabiiyeye uydurup kuyud-i seriati hakk"ettin. Ibâhe-i muharreme ve irakat-i dima-i mükerreme, ve mescidleri yikma, türbe ve mezarlari yakma, ulemâ ile Peygamber neslinden gelmis olan seyyidlere ihânet "ve ilka-i mesâhif-i kerime der kazurat ve sebb-i Seyheyn-i Kerimeyn" gibi isler, senin kötü hallerinden bir kaçidir. Dillerde dolasmakta olan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayi ulemâ kesin delillere dayanarak senin küfür ve irtidadina, senin ve sana tabi olanlarin öldürülmelerinin vâcib olduguna; mal ve riziklarinizin yagma, kadin ve çocuklarinizin esir edilmesinin mübah olduguna ittifakla karar vermislerdir. Bu durum karsisinda ben, Allah'in emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardim etmek ve "merasim-i nâmus-i pâdisâhî için " ipekli elbiselerimi çikardim, zirh giydim, kiliç kusandim, ata bindim ve Safer ayinin basinda Anadolu yakasina geçtim. Maksadim, Allah'in inayetiyle senin padisahligini yok etmek ve böylece âcizler üzerinden zulmünü ve fesâdini kaldirmaktir. Ancak, kiliçtan önce sana, Sünnet-i Seniyye icâbi Islâmiyeti teklif ederim. Eger yaptiklarina pisman olup can ve gönülden istigfar eder ve aldigin kaleleri geri verirsen, tarafimizdan dostluktan baska bir sey görmezsin. Fakat kötü hallerine devam ettigin takdirde "zulmet-i zulümden" simsiyah yaptigin yerleri nura kavusturmak ve senin elinden almak üzere insallah yakinda gelecegim. Takdir ne ise öyle olacaktir. Selâm, hidâyete tabi olanlaradir. (Safer 920)"

Osmanli insâ (mektup yazma) san'atina nümûne olabilecek bir mükemmeliyette kaleme alinmis olan bu nâme (mektup), dip notta da görülecegi gibi birçok müellif tarafindan asil metinle birlikte alinmis olup, önemi herkes tarafindan kabul edilmistir. Osmanlilarin, Siî ve Kizilbaslar hakkindaki düsünceleri yaninda, niyet ve maksatlarini ortaya koyan bu mektupta, din ulemâsinin küfür ve irtidâdina hükmettikleri Sah Ismail'in, Hülefâ-i Râsidîn'e sebb etmesini kabul etmeyip tenkid eden Yavuz Sultan Selim, bu yüzden katline cevaz verildigini açikliyor, kendisinin de dinin takviyesi ile birlikte zulme ugramis ve kalbi kirilmis olanlarin yardimlarina kosacagini söyleyerek, padisahlarin bu konuda gerekenleri yapmak zorunda olduklarina isaret ettikten sonra, denizden geçip üzerine yürümek suretiyle zulmünü âciz ve zavallilarin üzerinden kaldiracagini açiklar. Bununla beraber savastan önce "Sünnet-i Seniyye"geregi kendisine Islâm'i teklif ile son pismanligin fayda vermeyecegini de açikliyordu.

Selim'in mektubunu Sah Ismail'e götüren Kiliç adindaki elçi, onu Hemedân'da bularak mektubu verir. Mektubu alan Sah Ismail, elçi Kilic'i öldürmekle birlikte kendisinin de muharebeye hazir oldugunu Selim'e bildirmisti. Bu haber, Osmanli ordusu Erzincan ovasinda bulundugu sirada gelmisti. Lütfi Pasa, Sah Ismail'in bu haberi aldigi zaman çok korktugunu, fakat bu korkusunu açiga vurmayip gizledigini söyler. Ayrica asker ve ordusuna da su sekilde hitab ettigini açiklar: " Diyar-i Rûm'dan (Anadolu'dan) bir kârban (kervan) gelürmüs. Size firâvân genc (büyük bir hazine) ve mal getürür. Üsenmem, korkmam ki, anlari (onlari) imamlar bize verüptür ki simdi on iki imam leskeriyle (askerleriyle) gelüp bunda alem (bayrak, sancak) dikmistir, el -ân (simdi) bizimledirler.

Selim, ayni gün Akkoyunlu Hânedani hükümdarlarindan olan ve o esnada Sah Ismail'e karsi savasa girismis bulunan Ferruhsad Bey'e de bir mektup göndermek suretiyle onu da kendisiyle birlesmeye davet etmisti.

Osmanli ordusu Yenisehir'den Konya'ya müteveccihen hareket ederek Seyitgazi'ye gelir. Selim, burada Kapikulu askerlerinden her birine biner akça sefer bahsisi dagitir. 20 bin timarli sipahiden meydana gelen öncü ordusuna da komutan olarak Vezir Dukakinzâde Ahmed Pasa'yi tayin eder. Sinop Valisi Karaca Ahmed Pasa'yi 500 süvari ile Sah tarafindan esir almak ve kesiflerde bulunmak üzere akina gönderen Selim, bunlarin arkasindan Mihal oglu Mehmed Bey'i de akincilari ile akina memur eder. Osmanli ordusu bundan sonra, Konya'ya gelerek Filâbâd Çayiri'na yerlesir. Müelliferin ve özellikle sefere istirak edenlerin bildirdiklerine göre Konya'daki ikameti esnasinda, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin türbesini ziyâret etmis olan Yavuz Sultan Selim, fakirlere de yüz bin akça sadaka dagitmis idi. Ayni zamanda timarli sipahilere de l00'er akça terakki ihsan eden Yavuz Sultan Selim, Kayseri'ye geldigi sirada Dulkadir oglu Alaüddevle Bozkurt Bey'le müzakerelere giriserek yaninda yer almasini ister. Ancak, ihtiyarligindan bahisle sefere gelemeyecegini bildiren Dulkadir oglunun, hakikatte daha II. Bâyezid devrinde Osmanlilara iltica ile Selim'in yaninda savasa istirak ettigi bilinen ve Osmanli taraftari Sehsuvar oglu Ali Bey sebebiyle bu teklife pek sicak bakmadigi biliniyordu. O, Memlûklulara taraftar bir siyaset takib ederek Osmanlilara karsi cephe almis ve zahire yollarini da vurmak suretiyle orduda bas gösteren erzak buhraninin artmasina sebep olmustu.

Dulkadirlilarin, Osmanlilar aleyhinde çikaracaklari muhtemel zorluklari gözönünde tutan Selim, Alaüddevle ile ugrasmaktan simdilik vaz geçerek 26 Haziran'da Sivas'a gelir ve l40 bin asker, 5 bin zahireci 60 bin deveye yükselen ordusunu bir yoklama ve sayima tabi tutma geregini duyar. Yoklamadan sonra muhtemel bir Siî ayaklanmasini önlemek maksadiyle Kayseri ile Sivas arasinda, Iskender Pasa komutasinda 40 bin kisilik bir ihtiyat kuvveti birakilmistir. Büyük bir kisminin hasta ve yasli oldugu anlasilan bu ihtiyat kuvveti, ordunun ric'at hattini tutacak, ayni zamanda Sah Ismail'in Diyarbekir ve Bati siniri komutani Ustaclu oglu Mehmed Han'in yaptigi tahribat yüzünden ugranilan zahire ve saman buhranini da önleyecekti. Çesitli yollarla zahire buhranini önlemeye çalisan Selim, Erzincan'dan Sah Ismail'e üçüncü defa Türkçe bir mektup gönderir. Bu nâmede, daha önceki mektuplari hülasa eden Selim, yakinda Azerbaycan'a ulasacagini da bildirip Sivas ile Kayseri arasinda bir ihtiyat kuvvetini biraktigini açiklamaktan çekinmez.

Osmanli ordusu, l8 Temmuz'da Erzincan'a bagli Yassi- Çemen'deki Hasan Bey çayirina geldigi sirada Sah Ismail'in elçisi Sah Kulu Akay Bevey Nuker ordugaha gelip Selim'e bir name ile içi afyon dolu altin bir kutu takdim eder. Sah Ismail, nâmesinde, Selim'i savasa zorlayan sebebi arastiriyor, Dulkadirlilarla düsmanlikta bulunmamis oldugundan bahsediyordu. Ayni zamanda Selim'in mektuplardaki ifadesini de bir padisaha yakistirmayan Sah Ismail, bunlarin, afyon ile sarhos olmus kâtiplerin kaleminden çikmis oldugunu iddia ettikten sonra mektubunu Isfahan'da bir av esnasinda yazdigini bildiriyordu. Osmanlilarla dostluktan bahsetmekten geri kalmayan Sah Ismail, Timur zamaninda oldugu gibi memlekete karisikligin âriz olmasini arzulamadigini bu sebeple savas istemedigini belirttikten sonra, aksi halde kendisinin de savasa hazir oldugunu beyan ediyordu.

Öte yandan, Sah Ismail'in, verdigi söze ragmen henüz ortalarda görünmemesi, çorak arazide büyük bir müzayakaya (sikinti) maruz kalan asker arasinda hosnutsuzluga sebep olmustu. Nitekim Firat Nehri (Karasu) kenarina gelindigi bir sirada isyan belirtileri görülür. Bununla beraber, sancak beyleri gibi vezirler de, baslangiçta ileri gitmenin aleyhinde olmalarina ragmen, bunu açiklamaktan çekinirler. Ancak askerin hareketini tanzim ile Erzincan'dan Azerbaycan'in merkezi olan Tebriz'e kadar katedilecek yolu 40 merhaleye taksim eden Selim'in, kararinda sebat etmesi üzerine, daha ileri gitmenin mahzurlarini arzetmek maksadiyle, Karaman Beylerbeyi Hemdem Pasa'yi, Selim'e gönderirler. Sehzâde Ahmed vak'asinda Selim'e hizmet etmek suretiyle onun, kardesine gâlip gelmesini saglamis bulunan ve çocuklugundan beri Selim ile birlikte Harem-i Humâyun'da büyümüs olan Hemdem Pasa, Padisahin, hakkindaki teveccühüne itimad ederek bu hususu arzeder. Isaret edilen tehlikeler ve ordunun içinde bulundugu sikintilar gözönüne alindigi zaman bu fikir makuldu. Fakat hiç bir engel tanimayan ve tereddüt göstermeyen Selim, bunun askere çok kötü bir örnek olacagini düsünerek, Hemdem Pasa'yi feda etmek zorunda kalir.

Zeynel Pasa'nin, Karaman Beylerbeyi olarak tayin edilmesi üzerine harekete geçen ordu, seri bir yürüyüsle Çermük'e gelir. Bu mevkide Selim, Bali Bey tarafindan esir edilen iki Kizilbasi, Türkçe olarak kaleme alinmis bir mektupla Sah Ismail'e gönderir. Osmanli Pâdisahi, bu dördüncü mektubunda da Sah Ismail'i tahrik ediyor, memleketinde günlerce yürüdügü halde kendisinden bir haber alinmadigini belirttikten sonra, onun korktuguna hükm ederek bir tabibe müracaat etmesini tavsiye ediyordu. Mektubunda, "Ey Ismail, ülkemin sinirinda görünmekle bana meydan okudun. Iste ben geldim, haftalarca yürüdügüm halde ne senden ne de askerinden bir eser görmedim. Ölümüsün yoksa sagmisin bilemiyorum, hile ve aldatmaktan baska bir sey bilmez misin? Sayet korkuyorsan bir tabib getir ki seni tedavi etsin. Seni daha fazla korkutmamak için güzide askerlerimden kirk bin kisiyi Kayseri yakinlarinda biraktim. Düsman hakkinda ancak bu kadar lutuf gösterilebilir" dedikten sonra, Sah Ismail'in yönetimden vaz geçip inzivaya çekilmesini tavsiye eder. Müellifler, Yavuz'un, gizlenmekte devam edecegini tahmin ettigi Sah Ismail'e bir de kadin elbisesi gönderdigini kayd ederler. Buna ragmen kendisini gizlemeye devam ederse erkek sayilmayacagini bildiren Selim, Sünnî olan Özbek Hani Ubeyd gibi Memlûk Sultani Kansu GavriÔye de birer mektup yazip, düsman memleketinde bulundugunu bildirir. Çermük'ten yoluna devam eden Osmanli ordusu, Sökmen'e gelir. Daha Tercan'da iken sonradan vezir olan Yanya Beyi Mustafa Bey ile Trabzon Sancak Beyi Mehmed Beyi, Bayburt'un zaptina me'mur etmis olan Selim, Sökmen'de Gürcü Beyi Mirza Çabuk'un elçilerini kabul eder. Elçiler, yanlarinda iki bin bas koyun ve bir miktar da zahire getirmislerdi. Gürcü Beyi bu vesile ile dostlugunu göstermis oluyordu.

Bundan sonra Tebriz'e dogru yeniden hareket emri verilmisti. Bunun üzerine günümüzde Agri vilayetine bagli Elesgirt kazasi Sakalli Köyü (Konagi)'ne gelen ordunun, ümerâdan bazi kimselerin de tesviki ile " Düsman yok, harab memlekette nice seyahat ederiz?" diye mirildanip isyana basladigi görülür. Hatta bir rivayete göre bu ordu tarafindan, Selim'in çadirina içleri tehdid dolu mektuplar birakiliyordu. Bunun üzerine yigit padisah atina atlayip askerin içine dalmis, heybetle ve gayet vakurâne bir sekilde "Ehl ü iyal kaydinda olarlara destûrdur, gerü karilarinun yanina gitsünler, biz buraya gerü dönmek içün gelmedük! Rahat isteyen bu yola yarasmaz. Bizi isteyüp fi - sebilillah can ve bas feda edecek yigitler ölümden havf itmez (korkmaz). Ölümden korkanlar gerü dönsün! Düsmanla çarpisacak merdler benümle gelsün. Eger içünüzde er yogise ben yalinüz giderüm" diyerek askerin hamiyet duygularini tahrik etmisti. Asker, bu cesaret ve yigitlik âbidesinin bir at oynatisina, bu tarzdaki heybetli hitâbetine ve küçük bir kiliç kimildatisina dahi vurgun ve âsikti. Sevdikleri hükümdar komutana büyülenmis yekpâre bir kitle gibi baglandi. Bu sözlerinden sonra hareket emri veren Sultan'i, tek bir yeniçeri bile terk etmedi.

Esasen bu sirada öncü (pisdar) kuvvetlerin komutani Mihaloglu Memed Bey, Sah'in Diyarbekir emîri olan Ustacluoglu'nun Hoy'a geldigini, Sah Ismail'in de yaklasmakta bulundugu haberini vermesi, heyecanin yatismasina sebep olmustu. Bu arada Sah'tan gelen bir mektup ta bunu teyid etmisti. Pâdisah, Ismail'in isledigi bu hatadan istifade edip konak mesafelerini kisaltarak Sah'i karsilamak üzere harekete geçer. Iki gün sonra, gece Makû ile Hoy arasinda Tebriz'e 20 fersah mesafede bulunan Çaldiran tepelerine ulasir. Selim, bu mevkide yeni tertibatlar almis ve safakla birlikte savasa girismek veya askere 24 saat istiraat vermek cihetlerinden birini tercih etmek üzere Divân ( Meclis )'in reyine müracaat eder. Genellikle, yol yorgunlugu münasebetiyle hemen savasa girisilmesini tehlikeli bulan devlet büyükleri, askere 24 saat istirahat verilmesinin uygun olacagi teklifinde bulunurlar. Buna karsilik, askerin içinde Alevî ve Siîlerin bulunmasindan ve istirahat aninda bunlarin düsmanla anlasabileceklerini gözönünde bulunduran Rumeli Defterdari Pîrî Mehmed Çelebi, hemen savasa baslanilmasi gerektigini belirterek Yildirim Han devrindeki Çubuk ovasi (Timur'la yapilan Ankara Savasi ) çözülmesinin bir benzerinin vuku' bulabilecegini, bu sebeple safakla beraber harbe mübaseret edilmesi (baslanilmasi) re'yinde oldugunu bildirir. Bu teklif, Yavuz Sultan Selim tarafindan kabul görür. Böylece devlet büyükleri, safakla birlikte savasa baslama görüsünü kabul etmek zorunda kalirlar. Onlar, Selim'in emri üzerine savas nizami alip tepelerden ovaya inen kuvveterinin basina geçerler.

Sarax
09-17-2008, 16:06
ÇALDIRAN ZAFERI

Savasa, 23 Agustos l5l4 ( 2 Receb 920. ) Çarsamba günü günes dogarken Iranlilarin taarruzu ile baslandi. Dogubâyezid'in 80 km. güney dogusuyla Van Gölü'nün kuzey dogusunda bulunan Çaldiran Ovasi'nda mevzilenen Osmanli ordusunun sag kolunu, Anadolu Beylerbeyi Sinan Pasa ile Zeynel Pasa'nin emrindeki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise Rumeli Belerbeyi Hasan Pasa komutasindaki Rumeli askerleri teskil ediyordu. Selim ise, eskiden beri alisageldigi ve uygulandigi sekilde sipahi, silahdâr, ulûfeci ve gurebâ bölükleri ile çevrilmis olup, yaninda Hersekzâde Ahmed Pasa, Vezir Dukakinoglu, Vezir Mustafa Pasa ve Ferhad Pasa gibi devlet büyükleri, kadiasker vs. gibi din ve hukuk adamlari bulunuyordu. Bu arada, padisahin önünde yer alan tüfekçi ve yeniçeriler, araba ve develerden meydana gelen bir siper gerisinde bulunduklari gibi, sag ve sol cenahin nihâyetinde olup, biri l0.000, digeri 8.000 kisiden mürekkeb Anadolu ve Rumeli azepleri, birbirlerine zincirlerle baglanmis 500 topun önünde dizilmislerdi. Öte yandan, öncü kuvvetinin çogunlugunu teskil eden Dulkadirli Türkmenleri ile Sahsuvaroglu Ali Bey'in ardçi kuvvetleri de Sadi Pasa'nin emrinde idiler.

Osmanli ordusunun bu dizilisine karsilik, ekserisi Ustaçlu, Varsak, Rumlu, Samlu, Kaçar, Afsar ve Karamanlu Türkmenleri'nden ibâret olup muhtelif hanlarin emrinde bulunan 80.000 kisilik bir süvari kuvvetinin basindaki Sah Ismail, ordusunu ikiye ayirmak ve sol kanadin idaresini verdigi Ustaçluoglu ile birlikte girisecekleri bir çevirme hareketi sonunda azepleri yarmak ve onlarin saflarini geçmek suretile yeniçerileri arkadan vurmak niyetinde idi. Bu gayesini gerçeklestirmek için de sag cenahin komutasini üzerine almisti. Böylece, mükemmel bir sekilde techiz edilmis 40.000 seçkin süvarisi ile azeplerin ve özellikle Rumeli kuvvetlerinin üzerine hücum eden Sah Ismail, baslangiçta basarili olur. Böylece, basta Rumeli Beylerbeyi Hasan Pasa olmak üzere pek çok sancak beyini sehid edip, bu kismi dagitir. Ancak karsi taraftan hareket eden Ustaçluoglu, Anadolu askerinin mukavemeti ve Sinan Pasa'nin aldigi tedbirler üzerine Sah Ismail ile birlesmek üzere giristigi tesebbüste muvaffak olamaz. Zira Sinan Pasa, askerlerin saflarini muhafaza ederek, intizamli bir sekilde sür'atle toplara dogru çekilmelerini temin etmis, Ustaçluoglu ile kardesi Kara Han'i, maiyyetlerindeki Türkmenlerle birlikte, Osmanli topçusu ile karsi karsiya getirmisti. Bu savasta Safevîler "Sah", Osmanlilar ise "Allah" nidâlari ve tekbir sadâlariyla muharebe ediyorlardi.

Bu arada sunu da belirtmek gerekir ki, Safevî ordusunda piyade ve atesli silahlar hemen hemen bilinmiyordu. Her ne kadar Iran'da top kullaniliyor idiyse de bu, kale müdafaalarina hasr ediliyor, meydan muharebelerinde kullanilmasina ehemmiyet verilmiyordu. Bununla beraber Sah Ismail, casuslari vâsitasiyle, Sultan Selim'in askerî tertibatina vâkif oldugu ve toplarin tanziminden haberdar bulundugu için askerini iki kola ayirmisti.

Sah Ismail'in süvarileri, sayi olarak Osmanli kuvvetleri ile hemen hemen denk idiler. Bundan baska Iran ordusu, savasi kendi topraklarinda kabul ettigi için yorgun degildi. Buna karsilik, Yaklasik 2500 kilometrelik uzun bir yoldan gelen l00.000 kisilik Osmanli askerleri ile atlari yorgundu. Ayni zamanda yiyecek sikintisi da vardi. Sayica en az Osmanli kuvvetleri kadar olan Sah'in ordusu ise dinçti. Zira bu ordu, Tebriz gibi çok kisa bir mesafeden gelmisti. Asker iyi beslenmis ve sahlari için her türlü fedakârliga hazir, ona taabbüd edercesine bagli idi. Topuz, yay ve mizraklarla donatilmis savasçilarin atlarina çelik eyerler vurulmustu. O zamana kadar, zaferden zafere kosmus bir hükümdara mâlik olduklarindan dolayi da mâneviyatlari bir hayli yüksekti.

Osmanli toplarinin ates açmalari üzerine Siî ordusu dagilir. Zira basta Ustaçluoglu olmak üzere pek çok komutan bu esnada öldürülmüstü. Bunun üzerine savas, Osmanlilarin lehine döndü. Öbür taraftan Yavuz Sultan Selim, Rumeli askerlerine yardim etmek üzere bir kisim yeniçerileri yardima göndermis, siperlerin arkasinda bulunan yeniçerilerin de tüfek ile ates etmelerini emr etmisti. Beklemedikleri böyle bir durumla karsilasan Siî ordusunda genel bir panik havasi esmeye baslar. Bu arada vaziyeti düzeltmek ve ordusunun moralini takviye etmek maksadiyle her tarafa kosan Sah Ismail, birkaç defa at degistirmis, bir aralik da atindan düsüp yere yuvarlanmisti. Bu hengamede, üzerine yürüyen bir Osmanli süvarisinin, Sah üzerine yürüyüp öldürmek üzere iken, tipki onun gibi giyinmis ve kendisine benzeyen en yakin adami Mirza Sultan Ali'nin esareti göze alarak öne geçmesi üzerine kurtulur. O, bu kurtulusunu sonradan at-çeken lakabini alacak olan Hizir ismindeki bir Türkmen korucunun, hayati pahasina ona atini vermesiine borçludur. Böylece, esir olmaktan kurtulan Sah Ismail, aksama dogru artik hiç bir ümidin kalmadigini görünce, sür'atle Tebriz'e dogru kaçmis, ancak kendisini burada da emniyette görmedigi için Sultaniye (veya Dergüzin)'ye çekilmek zorunda kalmisti. Onun kaçmasi üzerine bütün Siîler, karsi koymaktan vaz geçerler. Bu arada bir kismi esir, bir kismi da maktul düser. Lütfi Pasa, Siîlerin büyük hezimeti ile sonuçlanan Çaldiran Savasi'na " Sûfi-kiran " adini verir.

Sah'in, yaralanip kaçmasindan sonra Iran ordusu daha fazla direnemeyerek dagilmis ve safakla baslamis olan bu korkunç savas, o gün aksam üzeri, Osmanlilarin büyük bir galibiyetiyle sona ermisti. Bununla beraber Pâdisah, yatsi vaktine kadar atindan inmez. Tarihin en büük meydan savaslarindan biri olan Çaldiran Savasi'nin kazanilmasinda "tertip ve tahkim islerindeki" üstünlügün, atesli silahlara sahip olmanin, Osmanli askerinin essiz fedakârliginin ve son olarak Yavuz Sultan Selim'in askerî dehasinin büyük payi vardir.

Bu muzafferiyeti müteakip Siî ordugahi, bütün hazineleri, Sah'in ve ümerasinin zevceleri ile birlikte Osmanlilarin eline geçer. Çok çetin geçtigi anlasilan Çaldiran Savasi'nda, her iki taraftan da pek çok insan ölmüstü. Savasi müteakip Çaldiran sahrasinda iki gün divân kurduran Selim, Muhyî Çelebi'nin bildirdigine göre, sehid düsenlerin nâmina bir kabir yaptirip üstüne ölüm tarihlerini bildiren amûd (direk) diktirmistir.

Çaldiran Zaferi, Anadolu birliginin hâlâ devam eden en büyük istinadgâhi olmakla kalmamis, ayni zamanda Güney Anadolu ile Ortadogu'nun anahtarlarini da Yavuz'a takdim etmisti.

Çaldiran Zaferi'nden sonra Hoy Sahrasi'na gelerek Dukakinzâde ile Defterdâr Pirî Çelebi ve büyük bir Osmanli tarihi (Hest Behist) yazmis olan Idris-i Bitlisî'yi Tebrize gönderen Sultan Selim, bunlar vâsitasile sehirliye emân vermis ve uzun bir yürüyüsten sonra, yerlere serilmis kiymetli halilar üzerinden geçerek 5 Eylül l5l4'te sehre girmistir. Bir hafta kadar Tebriz'de kalan Sultan Selim, Sah'in hazinelerini ile bazi sanatkârlari Istanbul'a gönderir. Bu sirada Tebriz'de bulunan Timur'un torunu Hüseyin Baykara oglu Bediüzzaman ile kendisine biri Farsça, digeri Çagatayca olmak üzere kaleme alinmis iki kaside takdim eden Mehmed Hâfiz ve oglu Hasan Can ( Hoca Sa'düddin Efendi'nin babasi ) ile birlikte Sultan Selim'e siginmislardi. Özellikle, Sultan Selim'in büyük hürmet ve saygisina mazhar olmak suretiyle kendisine günde l.000 akça tayin edilen Bediüzzaman, Osmanli ordusu ile birlikte Istanbul'a gelecek ve bir müddet sonra Eyüb'de vebadan vefat edecektir.

Yavuz Sultan Selim'in, bir haftalik ikameti esnasinda Tebriz'deki faaliyetleri, bize onun hakkinda bilgi vermektedir. O, Tebriz'in Sâhib - Âbad mahallesinde bulunan ve mavi altin sarisi çinilerle süslü Sultan Hasan Câmii'nde, Hülefa-i Rasidîn ile Ashab-i Kirâm'in isimlerini hutbede okutmus, Sah Ismail tarafindan gerek Akkoyunlulardan, gerekse Seybek Han'dan müsadere edilmek suretiyle alinmis bulunan hazinelere el konmustu. Bu arada bir kisim fillerle, Sah Ismail'in, Akkoyunlu Türkmen Ulusu Beyleri'nden Yakub ve Timur torunlarindan Ebû Said'den gasb etmis oldugu emanetleri Istanbul'a sevk eden Selim'in, Tebriz'in mahir usta ve sanatkârlarindan bir kismini Istanbul'a gönderdigine dair kaynaklarda bilgiler bulunmaktadir. Nitekim Muhyi Çelebi'nin Selimnâmesi'nde, kiliççilardan, cebecilerden, okçulardan ve yaycilardan l700 hânenin Istanbul'a gönderildigine dair verilen haberler, seferin rûznâmesini tutan Haydar Çelebi tarafindan da te'yid edilmektedir.

Sah taraftarlari (Kizilbas) ile meskûn bu mintikada daha fazla kalmayi tehlikeli bulan Sultan Selim, bir hafta sonra Tebriz'i terk edip Nahçivan yoluyla Karabag'a çekilmek zorunda kalmistir. Bununla beraber, onun, kisi bu eski Ilhanli merkezinde geçirmek tasavvurunu anlayan devlet büyüklerinin telasi, bazi karisikliklarin çikmasina sebep olmustur. Nitekim, ordu, Aras Nehri kiyilarina geldigi zaman, bunlarin tesvikiyle harekete geçen yeniçeriler, padisahin etrafini sararak, parça parça olmus elbiselerini mizraklari önünde göstererek dönmek istediklerini hatirlatmak isterler. Böyle bir hareketle karsilasan Selim, Kars ve Bayburt üzerinden Istanbul'a dogru hareket eder. Bu arada zaferi bildirmek için, komsu devletlere fetihnâmeler yazilip gönderilir.

Yavuz Selim, Amasya'da iken, Sah Ismail tarafindan gönderilen elçilik heyetini kabul etmez. Bu arada, Kemah kalesine siginmis olan ve kalelerinin metanetine (saglamligina) güvenen Kizilbaslar, kendilerine yakin olan Osmanli topraklarina durmadan tecavüz ettikleri için, kisi Amasya'da geçirmekte olan Yavuz Selim'e tecrübeli bazi kimseler: "Kemah kalesi Kizilbaslar elinde bulundukça, Bayburt ile Erzincan gibi kasaba ve sehirlerde bir güvenlik saglamanin mümkün olmayacagini" bildirirler. Bunun üzerine Dogu Anadolu'da esasen hakimiyet kurmayi gerekli gören Pâdisah, Yildirim Bâyezid zamaninda Osmanli topraklarina katilmis, fakat Timur istilasindan sonra kaybedilmis bulunan Kemah kalesinin kusatilmasini Biyikli Mehmed Pasa'ya emreder. l9 Mayis l5l5'te bizzat Pâdisah'in istirak ettigi hücumla alinan Kemah kalesinin muhafizligina Karaçin oglu Ahmed Bey tayin edilir. Bu arada Iran üzerine yapilan hareket esnasinda, Osmanli ordusunun yiyecek kollarini vuran Dulkadirogullari'nin ülkesi alinarak Maras ve Elbistan Osmanli topraklarina ilhak edilir. Daha sonra Istanbul'a hareket eden Sultan Selim, ll Temmuz'da sehre girer.

Çaldiran Zaferi'nden sonra, basta Diyarbekir olmak üzere, Dogu Anadolu'nun birçok sehri, Osmanlilarin eline geçer. Böylece, Selçuklulardan sonra bozulan Anadolu birligi tekrar ve kalici olarak saglanmis olur. Biyikli Mehmed Pasa, Diyarbekir Beylerbeyligi'ne getirilir. Tarihçi Idris-i Bitlisî de müsavir olarak onun yanina verilir. Idris-i Bitlisî'nin gayretleriyle Harput, Meyafarikin, Bitlis, Hisnikeyfa, Urfa, Mardin, Cezire ve Rakka'ya kadar Güney Dogu Anadolu bölgesi ile Musul dolaylari Osmanli idaresine geçer. Bu sayede Tebriz - Haleb ve Tebriz - Bursa Ipek yolu Osmanlilarin kontroluna girmis olur. Ayrca, Siî akidesinin yayilmasi büyük ölçüde durdurularak propaganda malzemesi saglayacak imkânlara set çekilmis olur. Yine bu zaferle geçici de olsa Safevî tehlikesi ortadan kalkmis oluyordu.. Bu zaferden sonra Yavuz Sultan Selim "Sah" ünvanini kullanmaya baslamis, hatta bu ünvan "Sultan Selim Sah" diye sikkelere de islenmistir. Yavuz'dan sonra gelen padisahlar da ayni ünvani kullanip kendi dönemlerinde basilan paralara bu ünvani yazdirdilar. Bundan dolayi bu ünvanla basilan paralara "Sâhî" adi verilmektedir.

Sarax
09-17-2008, 16:06
YAVUZ DÖNEMINDE CELÂLîLER

Yavuz Sultan Selim döneminde, sadece ülkenin sinirlari disinda bulunan Kizilbaslar degil, ayni zamanda sinir içinde bulunanlari da devleti ugrastiriyordu. Zira Osmanli sinirlari içinde uzun süreden beri, Safevîler adina yapilan propagandalar, kisa zamanda tesirini göstermisti. Bu yüzden, sayilari küçümsenmeyecek bir insan kütlesinin gönlü, Safevî Devleti'ne baglanmisti. Osmanlilar aleyhine çalisan bu insanlar, ayaklanmak için uygun bir zaman ve firsat kollamakta idiler. Nitekim bunlar, sehzâdeler arasindaki rekabet esnasinda Yavuz'un, babasina karsi olan isyanini, devletin en zayif ani olarak degerlendirip Sah - Kulu'nun idaresi altinda harekete geçerler. Böylece memleket adina büyük bir tehlikenin meydana gelmesine sebep olurlar. Birçok cana mal olan ve güçlükle bastirilan bu ayaklanmadan sonra sükûnet saglanamadi. Zira bu sefer de Nur Ali isyani bas göstermisti. Bu da Sah - Kulu isyanindan daha az korkunç degildi. Sayet Yavuz Sultan Selim'in aldigi tedbirler olmasaydi, belki de o tarihlerde bunlarin daha korkuncuna sahid olunacakti. Bunlara karsi onun, yerinde ve müsamaha göstermeden harekete geçmesi, bir an bu isyan alevinin etrafi sarmasina mani olmus, fakat atesin büsbütün söndürülmesine yetmemisti. Bu itibarla Siîlik, daha dogru bir ifadeyle Safevîlik adina, zaman zaman ortaya çikanlar oldu. Iste l5l9'da Celâl adindaki Kizilbasin çikardigi isyan da bunlardan biriydi. Bozok'lu ve Kizilbas ileri gelenlerinden biri olan Celâl, "kendüyi mecnûnluga urup ve abdal kisvetine girüp vatani ve eskiya encümeni olan Bozok'tan Tokat semtine firar" edip Turhal civarina gidip orada bir magaraya yerlesir. Burada, gizlice onu ziyarete baslayan Kizilbaslar, "MeczûbGi ilâhidir" diyerek adini etrafa duyurmaya ve söhretini artirmaya basladilar. O tarihlerde, bu bölge halkinin çogunun Kizilbas ve Kizilbasliga mütemayil oluslari, Celâl'in isine çok yaramisti. Öte taraftan o, derece derece kendisini halka kabul ettirmee çalismis ve etrafini aldatmakta büyük bir maharet göstermisti. Gerçekten önceleri o, "Mehdi bu gardan (magara) asikâr olsa gerektir, ve ben intizarla (beklemekle) me'murum" diye ise baslayarak birçok insani buna inandirdiktan ve bu böylece yeterince güçlendigini hissettikten sonra gerçek yüzü ile ortaya çikar. Bu esnada da kilicin kendisini kesemeyecegini iddia ederek " Halife-i zaman ve Mehdi-i devrân benim" demeye baslamisti. O günkü toplum içinde böyle sözlere inananlar büyük bir yekun tuttuklari için kisa zamanda Celâl'in yaninda çok sayida Kizilbas toplandi. Bir müddet sonra da "âlemi men serbeser alsam gerek, cümle münkir gitse ben kalsam gerek" diye kendisine büyük bir pâye veren bu adamin etrafinda toplananlardan bir kisminin, onun politik bir gaye ugruna çalistigini bilmemeleri mümkündür.

Vezir-i A'zam Piri Pasa'nin, Firat kenarindan ayrilarak padisahin yanina gidisini firsat bilen Celâl, Sah - Veli ünvani altinda ve belki de Sah Ismail'den aldigi emir sonunda harekete geçer. Isyan, önce Bozok vilayetinde baslamisti."Ol etrafta bulunan kura (köy) ve kasabatin (kasabalar) sükkânina (sakinlerine) teaddi ve tecavüz" etmek suretiyle baslayan bu hareketin çok çabuk gelistigi anlasilmaktadir. Çünkü Bozok'ta, Sehsüvaroglu Ali Bey'in oglu Üveys'in evini bastigi zaman Celâl'in yaninda 4000 kisilik bir kuvvet vardi. Bu kuvvetin kisa bir süre içinde çogaldigi ve Rum Beylerbeyi olan Sâdi Pasa'nin kuvvetlerini yenecek duruma geldikleri görülmektedir. Gerçekten Sâdi Pasa, isyanin çiktigi ilk anlarda bu isyani bastirmak ve bununla çarpismak gayesiyle asker toplamak için Zile'ye gidip etrafa ulaklar gönderdigi bir sirada onlarin hücumuna ugramisti. Asker sayisi az olmakla birlikte isyancilarin önünden kaçmayi düsünmeyen Sâdi Pasa, onlarla savasa girer. Sabahtan aksama ve ertesi gün ögleye kadar devam eden savasta yaralanan Sâdi Pasa'nin yaninda bir çok askeri de sehid düsmüstü. Bununla beraber, yarali olarak Amasya'ya çekilen Sâdi Pasa, yeniden asker toplayip tekrar faaliyete geçer. Ancak Sah-Veli'nin kuvvetleri, "Keçeci ve çanagi diye bilinen melâhide (mülhid, dinsiz) taifesinden " ve Kizilbaslardan büyük yardimlar gördügü için günden güne sayilari artiyordu. Bu arada, Sâdi Pasa'ya karsi kazanmis oldugu zafer de Celâl'in söhretine söhret katiyordu. Hatta bu söhret, Sah Ismail'in adini bile unutturmustu.

Sâdi Pasa'nin mektubundan veya baska bir kaynaktan haber aldigi bu isyani çok önemli ve ciddi telakki eden Sultan Selim, Rumeli Beylerbeyi Ferhad Pasa'ya, vezirlik pâyesi vererek isyani bastirmaya me'mur eder. Ferhad Pasa, kapihalkindan ve yeniçeriden bir miktar askerle yola çikar. Bilahere o, Sehsüvaroglu Ali Bey, Karaman Beylerbeyi Hüsrev Pasa ve Sivas (Rum) Beylerbeyisi olan Sâdi Pasa ile birlikte, isyan eden Celâl ve askerleri üzerine yürürler. Bunun üzerine, burada tafsilatina girmeyi gerekli görmedigimiz büyük bir mücadele meydana gelir. Bu mücadelenin sonunda, Lütfi Pasa'nin ifadesiyle "nihayet ol bagilerin (eskiya) ekseri kirilüb ve baslari olan habisin basi kesilüb Sultan Selim'e gönderdiler" diye verdigi bilgi ile yetinmek istiyoruz.

Devletin en kudretli devrinde, büyük gayret ve zorluklar sonucunda bastirilan bu isyandan sonra, Anadolu'da her ne sebeple olursa olsun meydana gelen ayaklanmalara, bu Celâl'in adina izafeten Celâlî denecektir. Celâlîler, özellikle Anadolu'da, zaman zaman harekete geçip yurdun tahribinde ve halkin soyulmasinda önemli rol oynayacaklardir. Celâlîlerle ilgili olarak Tosya kadisi ile vilayet halkindan ileri gelenlerin gönderdikleri mektup, bunlarin isledikleri cinayetler ve sebep olduklari kötülükler hakkinda bilgiler vermektedir. Bu mektuptan anlasildigina göre on yildan beri halkin rahatinin kalmadigi, evlerinin yakildigi, yiyeceklerinin ve hatta kadinlarinin zorla ellerinden alindigi, bu yüzden, köy halkindan da pek çok kimsenin kaçip yurdunu terk ettigi, geri kalanlarin ise gerek malî gerek siyasî hiç bir seye güçlerinin yetmedigi belirtilmektedir.

Sarax
09-17-2008, 16:07
YAVUZ SULTAN SELIM'IN GÜNEY SIYASETI

Tuttugunu koparan bir padisah olarak bilinen Yavuz Sultan Selim, dönemindeki imkânlarla her bakimdan âdil ve mazbut dinî, idarî, ekonomik ve sosyal bir nizam kurarak Islâm âlemini tek elde toplamak gayesini güdüyordu. Bu yüzden olacak ki, kendisini bu hedefinden uzaklastirmak isteyen her seye karsi mücadele etme kararinda idi. Bu bakimdan, dur durak bilmeyen atesîn mizaci ile o, geçmisi unutmak istiyordu. Herhalde bunda haksiz da sayimazdi. Zira babasi II. Bâyezid'in zamani, bir bakima baba mirasi ile yetinen, nisbeten kisir ve durgun bir devir idi. Binaenaleyh, bu yeni çark, muhtesem mazi mirasina yeni bir seyler ilave etmeliydi. Gerçekten, tempoyu yükselten Yavuz Sultan Selim'in gayesi belli idi. O, bir Islâm birligi kurmak ve Osmanli Devleti'ni de bu birligin merkezi haline getirmek istiyordu.

Bütün dostane çabalarina ragmen, savas olmadan kurulmasini istedigi bu birlik, bir türlü saglanamiyordu. Bunun içindir ki, birlik davasinin gerçeklesmesi ve bu düsünceyi fiile geçirip tercüme edecek olan vâsita da kiliçtan baskasi degildi. O, bu kilici kimlere çalacagini da çoktan planlamis bulunuyordu. Zira o, bu birlige engel olmaya çalisanlari çok iyi taniyordu. Bu bakimdan onlarla gerektigi sekilde mücadele etmeliydi. Önce, büyük hayal ve ümitlerle, yalniz ordularini degil, akide (inanç) ve mezheplerini de seferber etmis olan Iranlilar'i hizaya getirecek, sonra da oynak ve iki yüzlü bir siyaset takip ederek Suriye ile Misir'in arasina gerilmis olan Dulkadirogullari'ni ortadan kaldirip güney yolunu açacakti. Böylece sira, "Sâhib-i Haremeyn" ünvanini tasiyan Memlûk Devleti ile ugrasmaya gelecekti. Fakat bu bahadir ve cesur insanlarla savasmak belki de harp tarihinin ender gördügü cenklerden biri olacakti. Bununla beraber hem gözünü hem de gönlünü Sark'a ve Sark'i tek elde toplmaya dikmis olan hükümdar, "Sâhib-i Haremeyn" ünvanini, Memlûk Sultani'nin elinde birakmama azminde idi.

Yavuz Sultan Selim'in bu düsüncesini degerlendirdigimiz zaman onun, Güney ve kismen Dogu Siyasetini üç baslik altinda ele almak gerekir. Bunlar:

1. Dulkadirogullari Beyligi'nin Ortadan Kaldirilmasi,

2. Diyarbekir'in Zapti,

3. Memlûk Devleti ile Olan Münasebetler ve Bu Devletin Ortadan Kaldirilmasi.

Sarax
09-17-2008, 16:07
DULKADIROGLU BEYLIGI'NIN ORTADAN KALDIRILMASI

Iran seferine çikan Yavuz Sultan Selim, Alaüddevle'nin, Sah Ismail'e karsi olan husumetinden dolayi, kendi saflarinda harbe katilmasini istemisti. Fakat Alaüddevle bu istegi kabul etmedigi gibi kendisine tabi bazi asiret kuvvetlerini, Osmanlilarin zahire kollarini vurmak için görevlendirmisti.

Daha önce, Osmanlilarin yardimi ile Dulkadir Beyi olan Sehsuvar Bey, ugradigi maglubiyet üzerine Kahire'ye götürülüp orada idam edilmisti. Osmanlilara siginip iltica etmis olan oglu Ali Bey, devlet hizmetine girmis, gerek Çaldiran'dan önce, gerekse bizzat Çaldiran'da büyük hizmetler görmüstü. Bundan dolayi padisah tarafindan, Gedik Ahmed Pasa'ya ait olup hazineye alinmis olan bir altin kiliç ile taltif edilmisti. Bundan baska, Alaüddevle'nin elinden alinacak yerlerin Ali Bey'e verilmesi de padisah tarafindan va'd olunmustu. Nitekim Çaldiran Seferi'nden dönülürken Kayseri ve Bozok sancaklarinin ikisi de Ali Bey'e verilir. Böylece o, Dulkadir Beyligi'nin sinirlarindaki bölgeye tayin edilmis olur.

Sehsuvaroglu'nun bu iki sancaga tayininden süphelenen Alaüddevle, bu durumu Memlûk Sultani'na sikâyet eder. O da Sultan'in, Kemah üzerine sefere gittigi bir sirada Yavuz'a elçi gönderip bu halden sikâyet etmis ve Ali Bey'in o sancaklardan alinmasini rica etmisti. Buna karsilik Yavuz Sultan Selim, Alaüddevle'nin elinde bulunan Dulkadir ülkesinin kendisinden alinip Ali Bey'e verilecegini bildirir. Bu haber, Memlûk hükümdarini epey tedirgin eder.

Yavuz Sultan Selim, Kemah'i alip Sivas'a geldigi sirada Rumeli Beylerbeyligi'ne tayin ettigi Hadim Sinan Pasa'yi 40.000 kisilik bir kuvvetle Dulkadir üzerine gönderir. Bu arada Sehsuvar oglu Ali Bey'i de bu birlige rehber ve öncü olarak tayin eder. Kendisi de onlari takiben Ürgüp'le Kayseri arasindaki Incesu'ya gelip bekler.

Sinan Pasa'nin, Dulkadir hududlarini geçtigi haberini alan Alaüddevle Bey, karsi koymak için muharebeye hazirlanir. Fakat Göksun muharebesinde bozularak sür'atle kaçip Elbistan'in güneyindeki Turna Dagi ( Nurhak )'na sigindiysa da takip olunur. Son defa burada yapilan savasta basta kendisi ile dört oglu ve beylerinden otuz kadari maktul düser.

Böylece Dulkadir Beyligi, tamamen zapt edildikten sonra basta Maras ve Elbistan olmak üzere, bir sancak itibar edilerek, Osmanlilarin yüksek hâkimiyeti altinda kalmak üzere Sehsuvaroglu Ali Bey'e verilir. Dulkadir ailesini bir hamlede ortadan kaldiran Hadim Sinan Pasa, bu hizmetine karsilik olarak, münhal bulunan vezir-i a'zamliga tayin edilir.

Osmanlilar, Dulkadir topraklarini elde etmek suretiyle Memlûk Devleti'ne bagli günümüzde Suriye denilen bölge ile el-Cezire mintikalarini tehdid edebilecek duruma gelmislerdi. Zira artik onlarla ayni sinirlari paylasmaya baslamis oluyorlardi. Bu da Osmanli - Memlûk savaslarini hazirlayan sebeplerden biri olarak kabul edilmektedir.

a. Istanbul'da Alinan Bazi Tedbirler



Dulkadir Beyligi'nin, Osmanli mülküne ilhakindan sonra Istanbul'a dönen Yavuz Sultan Selim, devlet yönetiminde gördügü birtakim aksakliklari gidermek için bazi tedbirlere bas vurma ihtiyacini hisseder. Bu tedbirlerden biri yeniçeriler, digeri de Haliç Tersanesi ile ilgiliydi. Bu konularda yeni düzenlemelere gitmek zorunda oldugunu hisseden hükümdar, Misir'a gitmeden önce bu isleri tamamlamaliydi. Bir kere, firsat buldukça ayaklanan, yagmalara, fitnelere ve isyanlara kalkisan ordunun içinde bir islâthat yapmak ve bu arada donanmayi da güçlendirmek gerekiyordu. Zira, Arap ordularinin, bir zamanlar Akdeniz'de bir Müslüman hâkimiyeti kurmak için, kara ordusu kadar deniz kuvvetlerine de ihtiyaç duymus oldugunu, tarihten ögrendigi gibi tecrübeleri de onun bu fikrini destekliyordu. Plan ve hesaplarini, iyi bir idarî kavrayis ve askerî anlayisla düzenleyen Pâdisah için, mâzinin dogru ve yanlis hareketleri, kulak verilmesi gereken iki önemli sâhid demekti.

Sarax
09-17-2008, 16:07
YENIÇERI AGALIGINDA ISLÂHAT

Dulkadir Beyligi'nin ilhakindan sonra Istanbul'a dönen Pâdisah, gerek Çaldiran öncesi, gerekse Amasya'da asker tarafindan meydana gelmis olan yagma, serkeslik ve isyan hareketleri üzerine bazi tedbirler alip derhal uygulamaya koyma zaruretini duymustu. Bu bakimdan o, askeri tam bir disiplin altina alip ocagi islâh etmek arzusunda idi. Bu sebeple, ocak üzerinde an'ane geregince büyük bir nüfuzu bulunan ocak ihtiyarlarini huzuruna çagirarak Amasya'daki itaatsizligin müsebbiblerinin kimler oldugunu sorar. Bunlar, yine ocak anlayis ve yardimlasmasi geregi olarak "Cümlemüz mücrimüz, devletlû Hüdâvendigâr'dan afvumuzu reca eylerüz" diye cevap verirler. Onlarin bu cevaplari ocak an'anesine uygundu. Pâdisahin, devlet ricalini bu yolla sorguya çekmesi, ortaya bir takim isimler çikardi. Bunlardan Iskender Pasa ve Sekbanbasi Balyemez Osman Aga idam edildiler. Kadiasker Tâcizâde Câfer Çelebi, "Ilmiye Sinifi"ndan oldugu için, huzura çagirilip, kendisine "Islâm askerini itaatsizlige ve isyana tesvik edenin cezasinin ne oldugu" sorulur. O da "sâbit ise ser'an siyaset edilmesi gerekir" cevabini verince l8 Agustos l5l5'te siyaset edilir.Adi geçen devlet adamlarini siyaset etmekle beraber Yavuz, büyük hatip, sair ve Türk insa mektebinin (ekol) büyük temsilcilerinden biri olan Tâcizâde'nin ortadan kaldirilmasina çok üzülür. Yavuz, derin bir tahkikat sonucu, isyan tesvikçileri olarak gördügü sahsiyetleri ortadan kaldirdiktan sonra Yeniçeri Ocagi'nin islahi için, ihtiyarlarla anlasip bazi tedbirler alir. Buna göre, bundan böyle "Yeniçeri Agasi", saray tarafindan, ocak erkân-i harbiyesi de, saltanat makaminca tayin edilecekti. Bu suretle, yüksek kumanda heyetini, daha siki baglarla saltanat makamina bagladi. Bütün bu çalismalar, Selim'in, yorulmak bilmeyen gayretlerinin, idaredeki tezahürlerini bize aks ettiren görüntülerinden baska bir sey degildir. Benzer gayretleri, devlet kademelerinin her safhasinda görmek mümkündür.

Sarax
09-17-2008, 16:08
HALIÇ TERSANESININ GENISLETILMESI

Yavuz Sultan Selim, aldigi askerî islâhat tedbirlerinden sonra, deniz kuvvetlerinin gelistirilmesi ve Venedik ile Ispanya donanmalarindan daha üstün bir duruma gelmesini istiyordu. Güçlü bir donanmaya sâhip olmak için de Haliç Tersanesi'nin, günün sartlarina göre genisletilmesini düsünüyordu. O, bir taraftan asker üzerindeki tesirini artirirken, bir taraftan da devletin durumuna göre kifayetsiz kalan deniz gücünün yeniden kuvvetlenmesine çalisiyordu. Iran Sahi üzerine açilan sefer esnasinda ordunun yiyecegini Trabzon'a kadar götürmek için kullanilan donanma, bu is için yeterli olmadigi gibi Hiristiyan donanmalarina karsi koyacak güçte de degildi.

Sehzâdelik yillarindan beri çok az bir uyku ile yetinip, kitap mütalaasi ve tefekkürle mesgul olan Pâdisah, bir gece yarisi Vezir Pirî Pasa'yi çagirarak, ona Tersanenin genisletilme fikrini açarak "Bu akreplerin (Hiristiyan devletlerin), denizi gemilerle örttüklerini, Rumeli sahillerinde Venedik, Papalik, Fransa ve Ispanya bayraklarinin dalgalandigini, bunun da vezirin tenbelligi ile kendisinin müsamahasindan dogdugunu, artik güçlü ve çok sayida gemiden mütesekkil bir donanma sahibi olmak istedigini" söyler. Pasa, "bunu, kendisinin de düsündügünü, yarin Divân'a girdigimizde diger vezirler ile özellikle beni tekdir etmenizi ve hemen tersane insasi ile 500 harp gemisinin techizi için emir vermenizi, bu hareketin Frenkleri korkuya dûçar edip, onlari muâhedelerini yenilemeye ve vergilerini vermeye zorlayacagini, bu suretle masrafin küffârin altinlariyla karsilanacagini beyan ile en fazla 40 kadirganin denize indirilmesinden sonra Frenklerin, muâhedelerini yenilemek ve vergilerini vermek için birbirleriyle yarisacaklarini" söyler. Böylece Haliç'te l60 gözlü, büyük bir tersane vücuda getirilerek gemilerin insaasina baslanir. Böyle bir tesebbüsün yerinde oldugu anlasiliyor. Çünkü henüz gemiler bitmeden Avrupa devletlerinden bazilari muâhedeleri yenilemeye ve vergi ödemeye baslarlar. Pirî Pasa'nin görüsü dogrultusunda Macaristan Osmanlilarla bir senelik mütareke imzalar. Lehistan da anlasmaya dahil olanlardan olur. Eflak Prensi de vergi verecegine dair Pâdisah'a arzda bulunur. Bütün bu gelismeler, Misir'a el atma arzusunda olan Pâdisah'a lüzumlu donanma ile Avrupa barisini sagladi. Bu tesebbüsler, Yavuz'un siyasî yönünün büyüklügünü ve onun azametini göstermeye kâfidir.

Bu tedbirlerin, görünüste Iran'a karsi yapilacak yeni bir seferin hazirliklari oldugu etrafa duyurulmus ise de, gerçekte Yavuz Sultan Selim'in, büyük bir önem verdigi Sark (Dogu) ticaretini, Kizildeniz'in güney kapisini (Bâbu'l-Mendeb) dahi ele geçirip kapayan Portekiz donanmasina karsi koruma hususunda acz gösteren ve elinden bir sey gelmeyen Memlûk Devleti aleyhine harekete geçmis bulunuyordu. Öyle anlasiliyor ki, Kizildeniz'i kapatan Portekiz donanmasina karsi bir varlik gösteremeyen Memlûk Devleti, Portekiz donanmasinin, Mekke'nin liman sehri olan Cidde'ye gelmesine de mani olamayacakti. Bu da "Haremeyn"in, tehlikeye girmesi demekti. Böylece, Islâm âleminin kalbi durumundaki bölge, bütün bir Islâm dünyasini mateme bogacak ve onu huzursuz bir hâle getirecekti. Gerçi, l508 yilinda Hindistan'in Saul limanindaki savasta, Memlûk donanmasi Portekizlilere ait birlikleri hezimete ugratmisti. Ancak Portekizliler, Misir donanmasina büyük bir zayiat verdirerek bunun intikamini aldilar. Onlar sadece bu intikamla kalmadilar, l5l3 yilinda Aden'i de ele geçirdiler. Kansu Gavri, onlarla savas için yeni bir donanma hazirladi. Bu donanma için gerek gemi malzemesi, gerekse silah olarak Osmanlilardan büyük ölçüde yardim aldi. Süveys'te tamamlanan ve Selman Reis komutasina verilen bu donanmaya 2000 Osmanli denizcisi de katilmisti. Memlûk idaresinin bu konudaki zayifligini bilen Yavuz Sultan Selim, hem bu yüzden, hem de yukarida temas edilen konulardan dolayi büyük bir donanmanin insaasini emr etmisti. Nitekim, Misir'in zaptindan hemen sonra kurulan Süveys donanmasi ile Kizildeniz'e açilmasi bunu teyid etmektedir.

Sarax
09-17-2008, 16:08
DIYARBEKIR VE GÜNEY DOGU ANADOLU'NUN ZAPTI

Yavuz Sultan Selim'in, Çaldiran'da Sah Ismail'e karsi kazandigi zafer, bir manada, Güney Dogu Anadolu'yu da Osmanli Türkleri'ne açmis ve bölgeyi Siî tehlikesi ile Iran kültürünün hâkimiyetinden kurtarmisti. Bu sirada Dogu Anadolu'da, Çaldiran zaferinin meyvelerini toplamak için çalismalar yapiliyordu. Zira o bölgede yasayan, Sia baski ve nüfuzundan nefret eden Sünnî Kürd ve Türkmen ahali, Iran hegemonyasini kirip Osmanlilara baglanmak istiyordu.

Ele aldigimiz dönemde, Güney Dogu Anadolu'nun merkezi, o zamanki ismiyle "Âmid" denen Diyarbakir sehri idi. Bu sehir, hem tarihî, hem de stratejik önemi büyük bir sehir idi. Sayet Osmanlilar burayi elde edebilirlerse o zaman devamli olarak bölgeyi Iran tehdidinden kurtarabilirlerdi. Bu gayenin tahakkuku için Diyarbakir'in alinmasi kararlastirilinca Osmanli idaresini Siî Iran idaresine tercih edip Osmanlilara iltica eden meshur âlim ve tarihçi Idris-i Bitlisî vâsitasiyle bütün bölgenin sulh yoluyla alinmasi için çesitli tesebbüslerde bulunulur. Biraz sonra görülecegi gibi bu tesebbüslerde basari saglanir.

Gerçekten, Çaldiran meydan muharebesinden sonra halkinin büyük bir kismi Sünnî olan Dogu Anadolu beyleri, Yavuz Sultan Selim'in tarafini tutmuslardi. Basta Diyarbekir olmak üzere birçok sehir kapilarini Osmanlilara açmisti. Ancak bazi sehirler, bu arada Mardin, Iran kuvvetlerinin elinde kalmisti. Biyikli Mehmed Pasa, Diyarbekir beylerbiyligine getirilerek bu bölgenin idaresi onun yönetimine verilmis ve meshur tarihçi Idris-i Bitlisî de bu konuda yardim etmek üzere bas müsavir olarak onun yanina verilmisti.

Sah Ismail, Osmanli ordusunun ayrilmasindan sonra kaçip gizlendigi yerden çikip tekrar Tebriz'e dönünce Diyarbakir'a, Çaldiran seferinde maktul düsen Ustacluoglu Mehmed Han'in yerine onun kardesi Karahan'i yollamis, o da Diyarbakir'i muhasara altina almisti. Yavuz, buranin muhasaradan kurtarilmasi için mirahur iken 92l (m. l5l5)'de Erzincan, Bayburd, Sebinkarahisar ve Trabzon havalisi kendisine verilen Biyikli Mehmed Pasa'yi memur eder. Bu esnada Sivas Beylerbeyi olan Sadi Beyi de Mehmed Pasa'ya yardim için göndrir. Bu arada Idris-i Bitlisî de on bin gönüllü ile bunlara iltihak eder. Diyarbakir üzerine yürüyen bu kuvvetlere karsi koyamayacagini anlayan Karahan, muhasarayi kaldirip Mardin taraflarina çekilir. Yine Idris-i Bitlisî'nin yardim ve tesebbüsüyle Mardin de alinir. Bu arada Diyarbakir'i geri almak için Karahan tarafindan yapilan hücumlar sonuçsuz kalir. Nihayet, H. 923 (M. l5l7)'de Karahan'in, Urfa ile Nusaybin arasinda bulunan Koçhisar mevkiindeki bir muharebede maktul düsmesi üzerine Diyarbakir isi tamamen Osmanlilarin istedigi sekilde halledilip bir sonuca baglanir. Koçhisar muharebesinden sonra buraya, Osmanli müteferrikalarindan olup aslen Diyarbakirli olan Ahmed Bey isminde biri, vali olarak tayin edilir.

Diyarbakir ile dogudaki diger sehirlerin alinmasinda Idris-i Bitlisî'nin büyük hizmetleri görüldü. Bu zat, Sünnî olan Kürd beylerini görüp anlasarak onlari Osmanlilarin tarafina çekmisti. Bu suretle Urmiye, Itak, Imadiye, Cizre, Egil, Bitlis, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Hasankeyf, Meyyafarikin, Ceziretu'b-nü Ömer gibi takriben 25 mintika beyi devlete itaatini bildirirler. Pâdisah da, eskiden oldugu gibi yerlerinde kalmak üzere kendilerine beratlar gönderdi.

Yavuz, hem bunlardan baglilik yemini almak, hem de Urmiye Gölü sahilinden Malatya'ya kadar olan yerleri tesellüm için, çok sevdigi ve hürmet edip saygi gösterdigi Idris-i Bitlisî'yi gönderir. Bölgeyi bütün hususiyetleri ile taniyan, nüfuz sahibi ve siyasî sahada mümtaz bir kabiliyete sahib olan bu zât, bölgenin manevî fâtihidir. Hest Behist adiyla bir eser yazan ve Osmanlilarin, "ilâ-yi kelimetullah" ugruna verdikleri mücadelelerde oynadiklari önemli rollerini ortaya koymak suretiyle de büyük bir Islâm âlimi oldugunu göstermistir.

Iran serdari Karahan ile Biyikli Mehmed Pasa ve Karaman Beylerbeyi Hüsrev Pasa'nin teskil ettikleri Osmanli kuvvetleri arasinda meydana gelmis olan siddetli muharebede Sah'in maiyyet askerlerini de yanlarinda getiren Iranlilar, perisan olmuslardi. Bu galibiyet sayesinde Ortadogu'daki denge Osmanlilarin lehine degismisti. H. 922 (M.l5l6)'daki bu muharebe sonucunda, Anadolu birligi perçinlenmis oluyordu. Bölgenin, Osmanli idaresine girmesinde büyük rol oynayan âlim ve tarihçi Idris-i Bitlisî'ye karsi Yavuz Sultan Selim'in, saygida kusur etmedigi anlasilmaktadir. Yavuz, Idris'i çok seviyor vekendisine gönderdigi hatt-i hümâyûnda "Umdetu'l-Efâdil, kudvetü erbâbi'l-fezâil ..." diye hitab ediyor, "hüsnü diyânet ve emanet ve fart-i sadakat ve istikameti dolayisiyle Diyarbekir vilayetinin feth-i küllisine bâis oldugu" anlatildiktan sonra "yüzünün ak olmasi" temenni ediliyordu. Padisah, bu büyük âlimin hizmet ve ihlasindan o kadar memnun olmus, kendisine o kadar yüksek bir güvenle baglanmistir ki, uygun görecegi kimselere beylik tevcihini temin için, kendisi tarafindan doldurulacak hatt-i hümâyûnlar dahi göndermisti. Müverrihin ise bunu, izinsiz kullanmadigi rivâyet edilir ki bu, Pâdisahla âlimin birbirinden baskin âlicenapliklarinin açik bir ifadesidir. Gerçekten Yavuz Sultan Selim, gönderdigi beratta Idris-i Bitlisî'ye söyle diyordu:

"Diyarbekir vilayetinin feth-i küllisine bâis oldugun ilam olunmus, yüzün ag (ak) olsun. Insaallahu'l-eazz sâir vilayetlerin dahi fethine sebeb-i küllî olasin. Benim, enva-i inâyet-i aliyye-i hüsrevânem senin hakkinda mebzûl ve munatiftir. Elhaletu hazihi, ahir-i Sevval-i Mübareke (Sevval ayinin sonuna ) degin vaki olan ulûfeniz ile 2000 sikke-i efrenciye fluri ve bir samur ve bir vasak ve iki murabba suf ve iki çuka ve bunlardan gayri bir samur ve bir vasak kürk kapli suflar dahi ve bir frengi kemha kilifli müzehheb kiliç in'âm ve irsal olundu."

Yavuz Sultan Selim, Biyikli Mehmed Pasa'ya bölge emirlerinin bagliliklarini te'yid ve kendilerine dagitilmak maksadiyle l7 sancak, sirma islemeli 500 hil'at ve 25 yük (l yük = l000000 akçadir) akça göndermisti. Hoca Sa'düddin, bu konuda "Padisah, Diyarbekir Beylerbeyisi Mehmed Pasa'ya surh ve sefidden kise-i emele sigmaz mebâlig-i kesire gönderdiler ve esbab ve emtia-i nefiseden bi had ve bi kiyas nesne ata buyurup hila-i mütenevvia-i fâhire ihsani ile serefraz eylediler. Ve ümeray-i Diyarbekir'e ve mulûk ve hukkâm-i ekrâda bahs olunmag içün 25 yük akça, ve 500 câme-i zerrin ve l7 alem-i pür tezyin irsal buyurdular." diyerek yollanan bu emtianin, Biyikli Mehmed Pasa'ya gönderildigini açiklar.

Bundan sonra, Yavuz Sultan Selim'in, Misir seferi esnasinda Haleb'in fethini müteakib, Memlûk idarî teskilâtindaki bölgeye bagli sehirlerden Malatya, Urfa, Behisni (Besni), Ergani, Harput, Divrigi ve Siverek ile diger sehirler Osmanli idaresine geçmisti.

Sarax
09-17-2008, 16:08
OSMANLI - MEMLÛK MÜNASEBETLERI

Takib ettigi siyaset yüzünden iki devlet arasinda devam eden iyi münasebetlerin bozulmasina sebep olan Aalüddevle Bozkrt Bey'in, Selim tarafindan bertaraf edilip Dulkadir Beyligi'nin Sehsüvaroglu Ali Bey'e verilmesi, Memlûk Sultanligi'nda bir endiseye sebep olmustu. Bu yüzden, Selim'in Suriye islerine karismasindan çekinen Memlûklular, Iran savaslarini dikkatle takib ediyor, ayri mezhebten olmalarina ragmen, Sah Ismail'in sahsinda yeni bir müttefik buluyorlar idi. Öte yandan, Sah Ismail de Memlûk Devleti'ne müracaat etmis, Iran'dan sonra Suriye'nin de Selim tarafindan isitila edilecegine dikkati çekmisti. Iste bunun üzerine, Kansu Gavri, Sünnî ülemanin karsi koymasina ragmen, ittifak için adamlarindan birini Sah Ismail'e yollamis ve Osmanlilarin yeniden Iran üzerine yürümelerini önlemistir.

Iran ile Memlûk Devleti'nin, Osmanlilara karsi, müsterek hareketine mani olmak için tedbirler alinmasi gerekiyordu. Güneydogu'da fethedilen yerlerin elde tutulabilmesi için, Memlûk Devleti'ne bir darbenin indirilmesi gerekiyordu. Misirlilar, Osmanlilara böyle bir firsati vermekte gecikmediler. Öbür taraftan, Ortadogu "Ehl-i Sünnet" efkâr-i umumiyesi, Siâ belasina büyük bir darbe indirip, bunun ilerlemesini durduran ve asirlarca Hiristiyan dünyasinin müsterek ve güçlü kuvvetlerine karsi koyan Osmanlilar'i, Islâm riyâsetinde görmek istiyordu. Yavuz için bu, gerçeklestirilmesi zarurî bir vazife idi. Islâm riyâsetinin baslica imtiyazi olan "Hilâfet" ve "Haremeyn"e sâhip olmanin, artik Osmanli Hânedani'nin hakki oldugu düsünülüyordu. Islâm dünyasindaki "ehl-i hall ve'l-akd"in kanaatinin de böyle oldugu anlasiliyor. Zira, dogu denizlerinde dolasmaya baslayan Portekizlilerden büyük zararlar görmüs olan Memlûk Devleti, onlara karsi koyacak gücü kendinde bulamiyordu. Portekiz, l502 yilinda Hindistan'a yerleserek Hindistan ile Avrupa arasindaki bütün ticaretin kendi denetiminde olan Güney Afrika'dan dolasan deniz yolundan yapilmasini istiyordu. l507'de Aden Körfezi'nde Sokotra, l508'de de Hürmüz'ün ele geçirilmesiyle bu abluka, daha siki bir sekilde uygulanir olmustu. Böylece Memlûk ekonomisi ile devlet hazinesinde sürekli bir bunalim meydana getirmislerdi. Bu arada Sah Ismail, henüz yeni eristigi Iran körfezinin, Avrupalilarin tekeline geçmesini istemiyorsa da, Osmanlilara karsi kendisine destek olmalari karsiliginda Portekiz gemilerine yardimda bulunmaya hazirdi. Gerçekten, Dogu Akdeniz'e tam hâkimiyetin temini, Hiristiyan dünyasinin müsterek hareketine karsi Islâm âlemine yaslanma lüzumu ve Anadolu emniyetinin sürekli olabilmesi için objektif noktadan bir zaruret olarak görünen Misir seferine karar verilir.

Esâsen Misir Sultani Kansu Gavri, Dülkadir Devleti'nin ortadan kalkmasiyle "Sâhib-i Haremeyn" olarak hutbenin kendi adina okunmakta devam etmesini Sultan Selim'den istemisti. Bu teklif üzerine Pâdisah "Koca Çerkes er ise hutbesini Misir'da okutmaya devam etsün" diyerek Misir'in gelecegi hakkindaki düsünce ve niyetini açikça belli etmisti.

Hükümdara göre, bir vakitler Avrupa'ya siçrayarak muhtesem bir Müslüman - Arap medeniyeti kuran, bir taraftan da Irak, Acem, Hind ve Çin diyarlarina kadar kol atip buyruk yürüten o büyük Islâm devletinden sonra "Sâhib-i Haremeyn" ünvanina sahip olmak, fikir ve medeniyet planinda yerinde sayan su Memlûk Sultanligi'na nasil birakilirdi?

Bu düsünce ve anlayisla, bir zamanlar Islâm dini ve prensipleri adina giristigi cihadlar ile yeryüzüne baris, adalet, fazilet ve insanlik dagita dagita ögretici ve kurtarici olarak kitadan kitaya geçerken, âdil ve her kesimi memnun eden sosyal bir ahenkle beraber, gittigi yerlere tek Allah fikrinin huzurunu da tasiyarak bir yeni dünya nizaminin müjdelerini vermisti.

Iste Yavuz da, dedesi Fâtih gibi, Müslüman - Türk âlemine karsi kendini ayni borcun altina girmis, aktif bir eleman olarak görüyordu. Bu ruhla, Islâm âlemini içine düstügü karanliktan kurtarmak için onu tek bayrak altina almanin lüzumuna inaniyordu. Bu planin, mühim bir safhasi olarak da Misir seferi artik bir zaruret haline gelmis demekti. Fakat bu planin açikça bilinmeyip tahmin edilen tamamlayici çizgileri Hindistan'a ve daha kim bilir nerelere kadar variyordu.

Gerek Haliç tersanesinin genisletilmesi, gerekse seyahat maksadiyle Iran ve Arabistan'a gitmenin yasaklanmasi, Memlûk Sultani Gavri'nin telaslanmasina ve Yavuz Sultan Selim'e bir mektup göndermesine sebep olmustu. Yavuz'un Misir üzerine hareketinden dört ay kadar önce yazilmis olan bu mektupta Gavri, Pâdisah'a karsi oksayici bir uslûpla hitab ederek "Oglum Hazretleri" ifadesini kullaniyordu. Bu mektubunda Gavri, tacirler hakkinda Osmanlilarca uygulanan hükümlerden sikâyet ettikten sonra ayrica denizden ve karadan Misir üzerine gelinmek istendigini haber aldigini bildiriyor, ikisinin de Müslüman padisahlar olduklarini, hükümleri altinda bulunan insanlarin da mü'min ve muvvahidler oldugunu belirtiyordu. Bu mektuptan ve daha sonra Osmanlilar tarafindan gönderilen mektuplardan anlasilacagi üzere, herhalde her iki taraf ta, gerçek niyetlerini saklamak suretiyle birbirlerini kollama gayreti içindedirler.

Evail-i Muharrem 922 (Subat l5l6) tarihini tasiyan ve Edirne'den gönderilen mektupta Yavuz Sultan Selim, yegane gâyesinin "müfsid ve mülhid-i bî - dinin âsâr-i küfr ve dalaleti bi'l-külliye âlemden mahv eylemek niyetine diyar-isarka müteveccih olicak âdet-i sâlife muktezasinca " babasinin da yaptigi gibi kendilerinin hayir dualarini beklediklerini, kendilerine durumu bildirmek ve sadece müfsid-i bî-din üzerine gitmek istediklerini, böylece din düsmanlarini ortadan kaldirmayi hedeflediklerini, bunu yapmanin da ser'-i serif geregi oldugunu bildirdikten sonra kendileri ile bir proplemleri bulunmadigini, insa ettirdigi gemilere gelince, kendilerinin de bildigi gibi denizcilik bakimindan kâfirlere karsi cihad etmek ve onlara gâlip gelmek için bunun gerekli oldugunu bildirir. Mektubun dili ile bu konuda söyle diyordu: " Malumunuzdur ki, cânib-i bahrde (denizcilik bakimindan) cenâb-i âlimizin küffâr-i haksâre daima gazâ ve cihadi eksik olmayup hifz-i derya (denizleri korumak) için merâkibimiz cemi-i zamanda müheyyadir ki, (gemilerimiz devamli olarak hazirdirlar) bu halette muhabbete münafi bir va'd olunmamistir." Bütün bunlara ragmen din düsmani olan Safevî hükümdarini ortadan kaldirmak için kendisi onun tarafini tutar ve bu konuda onu desteklerse o zaman, Allah'in muradi ne ise o sekilde olacagini bildirmisti. Gayesinin, Misir'i zapt edip ilhak etmek olmadigini Kansu Gavri'ye bildiren Yavuz Sultan Selim, uzunca mektubunda bu konuda söyle der: "Selâtin-i Islâmiyeden hiç birinin kendüye veya memleketine tama' veya gezend (zarar) eristirmek kat'a hatira hutûr etmemistir (hiç birinin hatirina gelmemistir), dahi etmez de. Madem ki emr-i ser'-i serif icâb etmeye. Hususan, sizlerle meveddet-i sabika-i mevrusî ki derece-i übüvvet ve bünüvvete yetisüb (eskiden beri, aramizda baba ve evlad sevgisine benzer bir sevgi varken), Haremeyn-i Mükerremeyn hürmeti dahi mer'î iken makam-i âlimizden simdiye degin beyne'l-cânibeyn (iki taraf arasinda) tekdire bais bir kaziyye ve adavet (düsmanlik) ve tama-i memleketten mebni bir vaz' sâdir olmamistir."

Islâm dünyasinin bu iki büyük devleti, birbirlerinden emin olmadiklari için gerçek maksatlarini gizliyor ve fakat hazirliklarini da yapmaktan geri kalmiyorlardi. Bu sebepledir ki Selim, yeniden Sah Ismail üzerine yürümeden evvel, Osmanli ordusunun arkasina düsmeleri ihtimali bulunan Memlûklulari bertaraf etmek üzere hazirliklara baslar. Esasen, bu siralarda Kansu Gavri de Selim'i tehdid etmek maksadiyle Haleb'e gelmisti. Yaninda da Sehzâde Ahmed'in, kendisine iltica eden ve orada iyi muamele gören oglu Kasim Çelebi'yi getirerek onu, Osmanli tahtinin yegâne vârisi olarak ilan etmisti. Kansu Gavri'nin bu son hareketi üzerine Memlûk Sultanligi tebeasini teskil eden "Ehl-i Sünnet"e mensûb Sünnîleri elde etmek üzere tesebbüse geçen Selim, Memlûk emirlerinden birçogunu kendi tarafina çekmeye muvaffak olur. Genellikle Osmanlilar gibi Hanefî Mezhebi'ne mensûb bulunan Antep, Haleb ve Sam valileri, Selim'in dâvetine kosmakta gecikmezler. Böylece Hanefî ve Safiî halkin destegini saglayan Selim, kisi Edirne'de geçirdikten sonra l5l6 senesi Ilkbahari'nda, Veziriazam Sinan Pasa'yi 40.000 kisilik bir kuvvetle Maras üzerinden Firat taraflarina sevkeder. Seferin, Iran üzerine oldugunu ilan eden Sinan Pasa, Diyarbekir'e gitmeye memur oldugunu hududdaki Memlûk nâiblerine bildirmis ve Firat'i geçmek üzere onlardan müsaade istemisti. Selim'in hareketlerini dikkatle takib eden Kansu Gavri, Veziriazam Sinan Pasa'nin Firat'i geçmek için müsaade istemesi, Dulkadir Beyligi'nin Osmanli idaresine geçmis olmasi, Selim'in büyük bir harp için hazirliklarinin bulundugunu ögrenmis olmasi gibi sebeplerden dolayi, yaninda, Sehzâde Ahmed'in oglu da oldugu halde, Maras'i geri almak ve Sah Ismail'e yardimda bulunmak için l8 Mayis'ta 50.000 kisilik bir ordu ile Sam'a oradan da Haleb'e gelmisti. Bu gelisini de, memleketi teftis etme bahanesine baglamisti. Kansu Gavri, Sam'a gelirken yerine kardesinin oglu Tomanbay'i "Nâibu'l- gayb"i olarak birakmisti. Lütfi Pasa'nin ifadesine göre, Kansu Gavri'nin Haleb'e, güya memleket teftisi bahanesiyle gelmesi üzerine Selim, kendisine haber göndererk " Git Misir'da otur, babam yerindesin, beni hayir duadan unutma. Ben, Sah Ismail üzerine gidiyorum" deyince, Kansu Gavri "Memleketimdir, gitmem" diyecektir. Bunun üzerine Sultan Selim " Senin arzun böyle olunca, açiktan düsmanlik yapiyorsun, Sah Ismail ortalikta yok, senin Haleb'de oturman benim askerim ve vilayetim için hayirli degildir. Senin düsmanligini göz görüp dururken ben, görünmeyen düsmana varip seni arkamda birakamam" diyen Sultan Selim, Malatya'dan Haleb'e dogru yürümeye baslar.

Selim, Kansu Gavri'nin Haleb'e gelis haberini alir almaz Rumeli Kadiaskeri Zeyrekzâde Rükneddin ile ümerâdan Karaca Ahmed Pasa'dan mütesekkil bir elçilik heyeti gönderir. Bu heyet önce iyi bir kabul görmez ise de, sonra Sah Ismail'e karsi olan gerginlikte, arabulucu bir rol oynayabilecekleri teklifi ve Yavuz'un harekete geçmesi üzerine geri döner. Böyle bir davranisa karsilik Selim, askerin Kayseri'de toplanmasini emrederek l5l6 Haziran'inda Üsküdar'a geçmis, oglu Süleyman'i Edirne'de, Pirî Pasa'yi Istanbul'da ve Zeyrekzâde'yi de Bursa'da muhafiz olarak biraktiktan sonra, yeniden teskil olunan Osmanli donanmasini da Suriye sahillerine göndermisti.

Elçilerine yapilan hakarete tahammül edemeyen Selim, bu hakareti, iki devlet arasinda bir harb sebebi sayar. Misir Sultaninin, 50.000 kisilik büyük bir orduyla ve yaninda Abbasî Halifesi III. Mütevekkil Alallah oldugu halde Haleb'e gelip mevki almasi, Osmanlilara aradiklari firsati vermis olur. Dönemin Osmanli Seyhülislâmi Zenbilli Ali Cemalî Efendi, Islâm ve seriat düsmanlarina yardim eden Memlûk ümerasi üzerine harb için fetva vermisti. Pâdisah, Aksehir, Konya, Kayseri yoluyla Elbistan ovasina gelip Vezir-i a'zam Hadim Sinan Pasa kuvvetlerine iltihak eder. Böylece savas kaçinilmaz bir hal almis oluyordu. Bu sebeple, Evâsit-i Receb (Receb ortalari) 922 (l0 Agustos l5l6) tarihli bir mektupla Kansu Gavri'yi, gerek Sah Ismail'i desteklemek, gerekse elçilerine yaptigi hakaretten dolayi savasa davet edip: "Benim, azimet-i âlim, ihyay-i seriat-i garra içün diyar-i sarka münsarif kilinmisken senin, ol mülhid-i bî-din ve müfsid-i bed âyine takviyet kastina bazi evza-i nâ - sâyesten zâhir olup sen onlardan esedd oldugun haysiyetten teveccüh-i hümâyûnum senin üzerine mün'atif kilinup..." diyerek, nerede ve nasil isterse kendisi ile karsilasmaya hazir oldugunu bildirir. Bu sirada Mogolbay nâmiyle Misir Sultani'ndan gelen ve pürsilah huzura giren elçiye sinirlenen Yavuz, "Bana, gönderecek, ulemâdan bir zât yokmuydu?" diyerek Memlûk elçisini tahkir ile gönderdikten sonra Ayintab (Gaziantep) istikametine dogru yol alir. Bu hareket esnasinda yol üzerinde bulunan sehir ve kasabalar ile Malatya'yi zapt eder. Ayintab'a geldikten sonra burada, Haleb'e kadar Osmanli ordusuna rehberlik edecegini va'd eden sehrin valisi Yunus Bey'in ilticasini kabul eder. Osmanli kuvvetleri kendilerine iltihak edenlerle birlikte, Haleb'e bagli bazi sehirleri de alirlar. Bazi arsiv belgelerinden anlasildigina göre bu siralarda muhtelif sehirlerde oldugu gibi Haleb'in ekâbir ve ümerasi da Osmanlilara müracaat edip kendilerini Memlûklularin elinde birakmamak sartiyle Osmanli ordusunu memnuniyetle karsilayacaklarini bildirmislerdir.

Sarax
09-17-2008, 16:09
MERC-I DÂBIK VE RIDÂNIYE SAVASLARI

Memlûk Sultani Kansu Gavri, yaninda Abbasî Halifesi el-Mütevekkil Alallah oldugu halde takriben 80.000 kisilik ordusuyla Haleb'den çikarak Merc-i Dâbik'a gelip karargâhini kurar. Bununla beraber Selim'e gönderdigi son mektupta Haleb'e gelmesinin kendi elinde olmayip ümerâsinin israriyle oldugunu bildirip özür diler. Acaba Selim, beyan edilen bu özre güvenebilirmiydi? Zira onun Haleb'e gelisi de kendi ifadesine göre sadece bir teftis içindi. Fakat savastan sonra karargâhinda l00 kantar altin ve 200 kantar gümüsten ibâret olan ordu hazinesinin ele geçirilmesi düsünülürse, bu kadar büyük bir hazine ile sadece memleketi teftis degil, Yavuz'u maglub ettikten sonra, Istanbul'u zaptetmek gayesiyle lüzumlu olan masraflari karsilamak için böyle bir hazineyi beraberinde getirdigi rivayet edilmektedir.Bütün bunlari bir tarafa birakacak olsak dahi, kendisinin Kilis yakilarindaki Merc-i Dâbik mevkiine gelmesi artik bütün baris ümidlerini bosa çikarmisti.

Merci-i Dâbik'a, Memlûk ordusundan sonra gelen Osmanli ordusunun sag kolunda, Anadolu Beylerbeyi Zeynel Pasa, Sol kolunda Rumeli Beylerbeyi Küçük Sinan Pasa, merkezde de Kapikulu askerleriyle Yavuz Sultan Selim yerlerini almis bulunuyorlardi. Ön tarafa da zincirler ile birbirlerine baglanmis toplar yerlestirilmisti. Osmanlilar, âdetleri üzerine hilâl seklindeki harp nizamlarini burada da uyguladilar. Osmanlilarin bu harp düzenine karsilik Memlûk ordusunun sag kolunda Haleb Nâibu's-saltanasi Hayir Bey, sol kolda Sam Nâibu's-saltanasi Sibay, merkezde de Sultan Gavri maiyetiyle cephe almislardi.

Iki taraf, 24 Agustos l5l6 (26 Receb 922 )'da Merc-i Dâbik'ta karsilasir. Savasin ilk karsilasmasinda Hayirbey kuvvetleriyle birlikte savasi terk edip kaçar. Osmanlilar'in teknik üstünlüklerine dayanamayan Memlûklar, kisa bir zamanda maglub olmuslardi. Osmanli topçusu bu savasta büyük bir rol oynamisti. Ordusu dagilan Kansu Gavri'ye dair verilen haberler, birbirini tutmayan rivâyetler seklinde karsimiza çiktamaktadirlar. Bununla beraber en dogru gibi kabul edileni, Ömer Satir'dan rivâyet edilen Ibrahim Gülsenî'nin menakibinda nakledilen rivâyettir. Ona göre savastan maglub çikan Kansu Gavri, Satir ve daha birkaç kisi ile kaçarken çöle düsmüs, yorgunluk ve bitkinlikten gece yattigi yerde ölüp kalmistir.

Savasin kazanilmasindan iki gün sonra Haleb'e dogru yola çikan Pâdisah, iki günlük bir yolculugu müteakiben Haleb yakinlarina gelir. Sultan Selim, herhangi bir çatismaya girmeden burayi teslim alir. Haleb, Selim'i merasimle karsilar. Yavuz Sultan Selim, Haleb'de iken basta Abbasî Halifesi el-Mütevekkil Alallah Ebû Abdullah Muhammed ile üç mezhebin kadilarini kabul ederek onlara karsi iyi muamelede bulunur. Muhtemelen burada, Halife'den, hilâfet alamatlerini de alir. l8 gün kadar Haleb yakininda kurdugu ordugâhinda kalan müzaffer hükümdar, buraya vali olarak Karaca Pasa'yi, kadi olarak da Çömlekçizâde Kemal Çelebi'yi tayin eder.

Yavuz Sultan Selim, Haleb Ulu Câmii'nde Cuma namazini eda ederken hatib, Mekke ve Medine'nin hâkimi mânasina gelen "Hâkimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" ünvaniyle hitab edince o, yerinden kalkip bu elkabin yerine "Hâdimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" (Haremeyn'in hizmetkâri) kelimelerini telaffüzla kendisine bu ünvanin verilmesini istemisti. Hatib'in ayni sözleri tekrarlamasi üzerine çok sevinen Yavuz Sultan Selim, l000 dukadan daha fazla degeri olan kaftanini çikarip hatibe giydirecek ve üzerinde namaz kildigi haliyi kaldirip topraga secde edecektir. Böylece o, Isâm tarihinde diyânetperverliginin ne kadar üstün oldugunu gösterdigi gibi, Hz. Peygamber'in, Sair Ka'b b. Züheyr'in kasidesine (Kaside-i bürde) karsi bürdesini (hirka) vermesini örnek alarak böyle bir harekette bulunmustur. Bu hareket tarzi, Selim'in Islâm'a ve Resûlullah'a ne kadar bagli oldugunun en belig ve açik nümûnesidir ki bu, Osmanogullari'nin en karekteristik vasfini teskil eder. Yavuz için kullanilan bu ünvan, kendisinden sonra gelen bütün Osmanli hükümdarlari için de kullanilan önemli bir elkab olmustur.

Yavuz Sultan Selim, Hama ve Humus üzerinden Sam (Dimask)'a dogru ilerler. Memlûkler tarafindan terk edilip bosaltilan Sam, mesayih ve diger ileri gelenlerce Osmanlilara teslim edilir. Sam'a giren Yavuz Sultan Selim, burada iki gün kadar kalir. Bu süre içinde ordusunu yeniden bir nizam ve düzenlemeye tabi tuttugu gibi memleketin ihtiyaçlari ile de ilgilenir. Bu arada Muhyiddin el-Arabî'nin kabri yanina bir de câmi yaptirir.

Sultan Selim, Osmanli idaresine geçen Suriye ve Lübnan mintikalarini yeniden teskilâtlandirdigi bir sirada, Güney Suriye ve Filistin'deki Safed, Nablus, Kudüs Aclun ve Gazze gibi belli basli sehirleri ele geçiren Vezir-i'azam Sinan Pasa, Memlûk Devleti'nin Gazze Valisi Canberdî Gazalî'yi maglub etmek suretiyle Osmanli kuvvetlerine Misir yolunu açmis bulunuyordu.

Merc-i Dâbik hezimetinden sonra, Misir'a kaçabilen bazi Memlûk emirlerinin gayretleriyle Kahire'de Memlûk Devleti'nin basina Tomanbay getirilmisti. Memlûklar, Merci-i Dâbik muharebesinden sonra, Osmanli hükümdarinin yaninda bulunan Halife el-Mütevekkil yerine de el-Müstemsik'i halife olarak tayin ettiler. Bu haber üzerine Yavuz Sultan Selim,Tomanbay'a iki elçi gönderir. Bunlar, Tomanbay'in, Sultan Selim'in hâkimiyetini tanimak sartiyle Gazze'den öteye olan Misir topraklarini Memlûklar'a birakmak istedigini, bu ve daha baska sartlarla sulh (baris) teklifinde bulunacaklardi. Mektubun tesirinde kalan Tomanbay, Sultan Selim'in sartlarini kabul edip sulh yapmak istediyse de yaninda bulunan emirler, siddetle karsi koyarak bu teklifleri reddederler. Onlara göre Suriye muvakkat olarak Osmanli idaresine geçmisti. Yavuz, daha önce Cengiz ogullarindan Hülagu ile Timur hâdiselerinde oldugu gibi Misir üzerine gelemeyecek, Suriye ve Filistin'den geri dönecegini zannediyorlardi. Çünkü onlar, Hülagu ile Timur'un yapamadigini, Selim'in yapabilecegine inanmiyorlardi. Bu bakimdan, Pâdisah'in, Anadolu'ya dönmesinden sonra zapt edilen yerler, tekrar geri alinacakti. Olaylari bu açidan degerlendiren Misir ümerasi, Tomanbay'in muhalefetine ragmen Osmanli elçilerini öldürmekten de çekinmez. Elçilerinin Misirliar tarafindan öldürülmesi, artik buraya (Misir'a) yapilacak seferi kaçinilmaz hâle getirir.

Bu arada, Sultan Selim'in, Hayir Bay vâsitasiyle Misir ümerasindan bazilari ile temasa geçip, lehinde propaganda faaliyetlerine giristigi anlasilmaktadir. Ancak bütün bu tesebbüs ve faaliyetlerden bir sonuç alamayan Selim, sür'atle ilerleyecek ve sirasiyle el-Aris, Hân Yunus, Sâlihiyye ve Belbis'i zaptederek Kahire önünde Matariye ile Cebel Ahmer arasinda bulunan Ridâniye'ye ulasacaktir. Seferde hazir bulunan müelliflere göre, cündîler (süvari) yaninda sehir halkindan, Urban, Zenci ve Magriblilerden mürekkeb 20 bin (kaynaklara göre 50 bin) kisilik Memlûkler, Iskenderiye'de bulunan Venediklilerden ve diger Batili'lardan top temin etmek, siper ve hendek kazmak suretiyle tahkim ettikleri Ridâniye'de Osmanlilarla yeniden savasmak üzere tesebbüse geçmislerdi. Bu maksatla, Kahire'nin kuzeyindeki el-Mukattam dagindan baslayarak Nil Nehri'ne kadar uzanan bir sahada mukavemete çalismislardir.

Misir üzerine yürümek üzere Sam'dan ayrilan Sultan Selim, Kudüs'ü ziyaret ettikten sonra Gazze'de bulunan Osmanli ordusuna ulasir. l3 günde çölü katederek Kahire'nin kuzey dogusunda ve bu sehrin çok yakininda bulunan Ridâniye'ye varir. Burada yapilacak muharebe, Merc-i Dâbik muharebesinden daha zor ve tehlikeli idi. Zira Ridâniye cephesi, 50 binle 20 bin arasindaki bir kuvvetle ve biraz önce sözü edilen Frenklerden temin edilen 200 kit'a topla, siper ve hendeklerle tahkim edilmisti. Tomanbay, ecnebilerden top ve topçu tedarik ederek Iskenderiye sahlindeki toplari da buraya getirtmisti.

Savas, 22 Ocak l5l7 (29 Zilhicce 922)'de Yavuz Sultan Selim'in bizzat yaptigi plan geregi, Memlûk ordusunu sasirtacak bir sekilde baslamisti. Bununla beraber Misir ordusu da siddetle karsi koymustu. O gün bitmeyen harb, ertesi günü ikindi vaktine kadar devam eder. Muvaffakiyetten ümidini kesen Memlûk Sultani Tomanbay, son bir ümid ile Osmanli ordusunun merkezine hücum ederek Selim'i yakalamak veya öldürmek istemisti. Fakat Yavuz, o anda merkezde degil, el-Mukattam Dagi'ni dolasan kuvvetlerin basinda bulunuyordu. O sirada merkzde bulunan Vezir-i a'zam Hadim Sinan Pasa ile Ramazan oglu Mahmud ve Yunus Bey'ler maktul düsmüslerdi.Yeniçerilerin mukavemeti üzerine geri çekilmek ve bir müddet sonra da muvaffakiyetten ümidini keserek Said bölgesine kaçmak zorunda kalan Tomanbay'i takib eden Osmanli kuvvetleri, Kahire'nin bir kismini ele geçirmeye muvaffak olurlar. Selim, üç gün sonra yaninda halife ve dört mezebin kadilari oldugu halde Kahire'ye girip Bulak'ta ordugâh kurar. Öyle anlasiliyor ki, Osmanlilar, Ridaniye savasini müteakip Kahire'yi bütünüyle ele geçirmek üzere giristikleri tesebbüslerde büyük zorluklarla karsilasmislar. Nitekim 27 - 28 Ocak gecesi, yatsi namazindan sonra, on bin kisi ile ansizin Selim'in karargâhina hücum eden Tomanbay, Osmanlilarla siddetli çarpismalara girismis, iki gece sonra yeniden girdigi Kahire'de hendekler kazdirip barikatlar kurdurtmak suretiyle sokak savaslarina baslamistir. Bunun üzerine yeni Vezir-i a'zam Yunus Pasa, maiyetindeki yeniçeri bölükleri ile, o dönemde dünyanin en büyük sehri oldugu anlasilan Kahire'ye girerek sokak savaslarina istirak eder. Bu arada Kahire'liler de Osmanlilar'a karsi savasmis ve dar sokaklarda damlardan Osmanli askerlerine tas ve benzer seyler atmislardi. Bununla beraber, gerek Tomanbay'in, gerekse halkin bütün çabalari, Kahire'nin Osmanlilar'in eline geçmesine engel olamadi. Bu çabalardan bir sonuç alamayacagini anlayan Tomanbay, ele geçmemek için kadin kiyafetine girip Kahire'yi terk eder. Tomanbay, yedi kisi ile kaçip kurtulmus olmasina ragmen, Misir'in diger ümerâsi, mukavemetten tamamiyle ümidlerini kestikleri için gelip teslim oldular ki, bunlarin içinde Canberdî Gazalî de vardi. Bu son taarruzda Tomanbay, dörtbin telefat verdikten baska, bir hayli de esir birakmisti. Said taraflarina kaçtigi anlasilan Tomanbay'dan aff edilmesi için mektuplar gelir. Bunun üzerine kendisine emannâme gönderilip iki defa aff edilir. Buna ragmen o, emannâme getiren hey'ete itimad edemiyerek, hey'et azalarini öldürtür.

Delta bölgesinde, basina topladigi üç bin kisiyle son defa talihini denemeye kalkisan Tomanbay, bu denemesinde de basarili olamaz. Yakalanmasi ile ilgili görüslerin farklilik arzetmelerine ragmen onun, müttefiklerinin ihanetine ugrayarak Osmanlilara teslim edildigi belirtilir. Sultan Selim, önceleri kendisine hürmet ederek onu, hükümdarlara yarasir bir sekilde agirlar. Bu arada onu, Misir valisi veya Anadolu'da kendisine kayd-i hayat sartiyla ( ölünceye kadar ) bir sancak vermeyi düsündügü belirtilir. Bununla beraber, kendisini seven Misir halkinin "Allah, Tomanbay'a yardim etsin" gibi sözlerle onun lehinde gösterilerde bulunmalari ve Hayir Bey ile Canberdî Gazalî'nin israrlari neticesinde l5l7 senesi Nisan ayi baslarinda idamina ferman çikar. Bunun üzerine Tomanbay, Sehsüvar oglu Ali Bey'e teslim edilir. Ali Bey, 2l Rebiülevvel 923 (l3 Nisan l5l7)'de günümüzde de ayni isimle anilan "Bâbu Züveyle" denilen yerde onu asarak idam eder. Idam için adi geçen yerin seçilmesinin bir sebebi vardi. O da Memlûklarin, daha önce Ali Bey'in babasini burada asmis olmalariydi.

Sultan Selim, Tomanbay'in cenazesinin, bir hükümdarin cenazesi gibi defn edilmesini ve ona gereken sayginin gösterilmesini emretmisti. Seim, Misir Baskadisi'nin imamlik yaptgi cenaze namazina bizzat istirak eder. Müteveffanin ruhu için üç gün fakirlere altin ve yiyecek dagitip in'amlarda bulunur.

Tomanbay'in ölümünden sonra Suriye gibi Misir da Osmanlilarin bir eyâleti haline gelmisti. Sultan Selim, burada itaatlerini arzetmeye gelen hey'etleri kabul etmisti. Bu hey'etler içinde en önemli olani, Haremeyn Serifi Ebu'l-Berekât b. Muhammed'in, Sultan Selim'i tebrik için oglu Ebû Nümey'in basinda buundugu hey'et idi. Ebu'l-Berekât, oglu vâsitasiyle Ka'be'nin anahtarlari yaninda bazi mukaddes emânetler ve hediyelerle göndermisti. Ebû Nümey'e, büyük ikramlarda bulunuldu. Ebû Nümey, l5l7 senesi Mayis ayinin sonlarina dogru Pâdisah tarafindan kabul edildi. Bu kabul esnasinda o, babasinin Memlûk idaresinden çektigi eziyetleri anlatti. Haremeyn Serifi, Memlûk Sultanlari'na karsi duydugu memnuniyetsizlik ile Sultan Selim'in, Suriye'de mukaddes mahallere karsi göstermis oldugu büyük alaka ve ihtimam sebebiyle, severek Osmanli idaresine girmis, Sultan Selim'in adini hutbede zikretmeye âmade bulundugunu bildirmisti. Sultan Selim tarafindan iyi karsilanmis olan Ebû Nümey, zengin hediyelerle geri dönmüstü. Bu arada, Haremeyn fukarasina dagitilmak üzere gemilerle bölgeye zahire ile 200 bin dinar gönderilmisti. Hoca Saadeddin, Haremeyn'e gönderilen yardim için su ifadeleri kullanir: "Haremeyn-i Serifeyn mücavirlerine mebâlig-i mevfûre gönderüp idrar-i müteariflerini müdaaf eylediler. Ve gestilerle (gemilerle) nihayetsiz gallat ve hububat gönderdiler. Ve kudat-i Misir'dan (Misir kadilarindan) mezid-i istikamet ve tedyin birle tayin buyrulan iki kadi ile 200 bin mikdari dinar-i kâmilu'l-ayâr gönderüp ma'rifet-i nüzzâr ve küttâb ile Haremeyn-i Muhteremeyn fukarasina tevzi' ettirdiler." Ilk defa olarak hac kervâni ( Sürre ), Sultan Selim'in, Sam'dan Ka'be için gönderdigi bir örtüyü hâmilen Hicaz'a hareket etmistir. Bu tarihten (h. 923 / m. l5l7) itibaren Osmanli Sultanlari "Hâdimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" (Haremeyn'in Hizmetçileri) ünvanini aldilar. Bu ünvan, Osmanli Pâdisahlarina hem Islâm, hem de Hiristiyan âleminde büyük bir itibar te'min etmisti. Bu esnada elçilik vazifesi ile gelen hey'etlerden biri de Venedik hey'eti idi. Hey'etin vazifesi o ana kadar Kibris için memlûklere vermekte oldugu vergiyi, Memlûklerden saglamis oldugu imtiyazlar baki kalmak üzere, Osmanlilara vermek hususunda müzakerelerde bulunmak idi. Bu hey'et, ayni zamanda, Venediklilerin Osmanlilara karsi Kölemenlere yardimda bulundugu töhmetini de redd ederek, devletini bu hususta müdafaa edecekti.

Yavuz Sultan Selim, ikamet etmek için Kahire'de bir kösk insa ettirir. O, burada kaldigi müddet zarfinda bu köskte ikamet eder. Mayis sonlarinda Pîrî Pasa komutasinda gelen Osmanli donanmasini teftis etmek üzere, Iskenderiye'ye bir seyahatta bulunmus olan Selim, l2 Haziran'da Kahire'ye dönerek burada üç ay kaldiktan sonra l0 Eylül'de Hayirbey'i vali olarak tayin ederek Misir'dan ayrilir. Böylece, Misir'a geldigi ilk gün ile, ayrilis günü olan 23 Saban 923 (l0 Eylül l5l7)'a kadar 8 ay Misir'da ikamet etmis olur. Pâdisah'in, Misir'da bu kadar uzun müddet kalmasi, belki de yeni yerlerin ilhaki içindi. Fakat Misir'da fazla kalmaktan dolayi usanmis olan "erkân ve a'yan ve ashab-i divan" Istanbul'a dönmek istiyordu. Bunlar, Yavuz'un ulemaya gösterdigi saygiyi da dikkate alarak o dönemde Anadolu Kadiaskeri olan Kemal Pasazâde'ye müracaatla Pâdisah'i ikna etmesini rica ederler. Bunun üzerine bir gün, gezinti esnasinda Pâdisah, etrafta neler konusuluyor dedigi zaman Kemal Pasazâde firsati kaçirmamis ve askerin dönme arzusunda oldugunu söyleyerek:

"Sultanim, askerlerin Nil'den davarlarini suluyorlardi. O askerlerden birinin su türküyü söyledigini duydum" der ve askerin isteklerini, türkülerle dile getirdigini açiklayarak, türkünün metnini su sekilde Pâdisah'a arzeder:

"Nemiz kaldi bizim mülk-i Arab'da

Nice bir dururuz Sam u Haleb'de

Cihan halki kamu ays ü tarabda

Gel gel ahi , gidelim Rûm illerine"

Efkâr-i umûmiyenin görüsüne tercüman olan bu türkü, aslinda o anda bizzat Kemal Pasazâde'nin kendi dilinden nakledilmis sözleriydi. Gerçi hükümdar da bunu anlamakta gecikmemisti. Bu sebeple birkaç gün sonraki bir sohbet esnasinda Pâdisah: "Geçen gün söyledigin türkü senin ihtirâin miydi?" diye sorunca, Kadiasker Kemal Pasazâde çok rahat ve cesûrâne bir sekilde "evet" der. Böyle bir cevab karsisinda belki de hiddetlenecegi tahmin edilecek olan Pâdisah, bu itirafa karsilik 500 duka altin ihsan etmekle cevap vermis olur. Kaynaklarda bu olay su ifadelerle nakledilir. Bir gün yine yolda sohbet ederlerken Pâdisah, Kemâl Pasazâde'ye sorar :

Tokat'li Molla Lütfi hocaniz imis, ilim ve irfani yüksek degerli bir ilim adami iken katline sebep ne oldu? Kemâl Pasazâde bu soruya su cevabi verir: " Hased-i akran belâsina ugradi. Tam bir âlim, kâmil, salih ve dindar bir kisi iken düsmani çogalib hased ettiler ve katline sebep oldular. Bu duruma üzülen hükümdar, onun sakaci biri oldugunu, zaman zaman öyle sakalar yaparmis ki, isitenler gerçek zannedermis. Siz de üstâdiniz gibi öyle sakalar yapmazmisiniz ki, gerçek zannedilsin? diye sorunca Kemal Pasazâde:

"Biz, geçen gün siramizi savdik, simdi sira Pâdisahimiz hazretlerinindir." cevabini verince, Yavuz Sutan Selim düsünür ve der ki:

"Yoksa, geçen gün, yeniçeriler agzindan söylenen o kita, öyle bir saka miydi? Yani yeniçeriler agzindan siz mi uydurdunuz?" Bu söz üzerine Kemâl Pasazâde:

"Evet, dogrusu, Pâdisahimizin buyurduklari gibidir" der. Pâdisah, hosuna giden bu açik ve cesurâne sözü karsisinda Kemal Pasazâde'ye yukarida belirtilen ihsanlarda bulunur.

Yavuz Sultan Selim, Misir'da kaldigi süre içinde mahallî bazi islâhatlarda bulundu. Bu meyanda o, Suriye ile Misir'in toprak ve vergi islerini bir sisteme baglayarak düzene sokar. Gerçi Osmanlilar, bir kisim Türk ve Islâm devletlerinden zapt ve ilhak ettikleri devletlerin büyük bir kisminda bazan eski kanunlari hiç degistirmeden ve eski isimleri ile muhafaza ediyorlardi. Bununla beraber, özellikle vergi konusunda halk için bir çesit zulüm niteligini tasiyan vergileri "Fena bid'atlar" addederek ortadan kaldiriyorlardi.

Memlûk Sultanligi'nin ortadan kalkmasi, Osmanli Devleti'ne Asya Kit'asin'da Suriye, Filistin ve el-Cezire ile Hicaz'i, Afrika'da ise Misir gibi stratejik önemi büyük ve mamur bir bölgeyi kazandirdi. Böylece, Kizil Deniz'in karsilikli iki sahiline de sâhip olan Osmanlilar, Hind ve Ak Deniz arasindaki Kizil Deniz ticaret yoluna hâkim olmuslardi. Böylece, Arabistan, Haremeyni's-Serifeyn, Zebid, Aden, Yemen, Habesistan, Said, Nubye, Magrib'e kadar, Umman sahilinden Firat ve Bagdad'a kadar olan memleketlerin emir ve sultanlari Yavuz Selim'in emrine girmis oluyorlardi. Böylece Yavuz Sultan Selim, atalarinin kurduklari devlete büyük bir katkida bulunmus oluyordu. O, Fâtih Sultan Mehmed tarafindan daha iyi bir sekilde gelistirilen orduyu kullanarak, gerek onun ve gerekse II. Bâyezid'in stratejik ve idarî temellerinden yararlanarak Safevîleri yenmekle de kalmamis, ayni zamanda Müslüman devletlerin önemli bir kismini da kendine baglamisti.

Sultan Selim, Istanbul'a hareket etmeden önce idarî bir tedbir olmak üzere Kahire'deki bazi hükümdar ogullariyla, halife ve akrabalarini, nüfuzlu âlim, seyh ve beylerden, ileride tehlike arzedebilecek olanlari Istanbul'a göndermisti. Istanbul'a gönderilenler arasinda Misir'daki Abbasî Halifesi III. Mütevekkil Alallah ile amcasi Halil'in ogullari ve Sultan Kansu Gavrî'nin oglu Mehmed de vardi. Bu arada o, kütüphânelerdeki kiymetli bazi eserler ile mimar ve san'atkârlardan bir kismini da Istanbul'a göndermisti. Bu nakillerin tamami, deniz yoluyla yapilmisti. Selim, bilgili bir kimseden Misir pramitleri ile Nil hakkinda bilgi almisti ki, bu zata karsi büyük bir saygi besleyip ona ikramlarda bulundu.

Daha önce de, biraz temas edildigi gibi, Yavuz Sultan Selim, iyi tahsil görmüs, müsait zamanlarda vaktini okuyup arastirmakla geçiren âlim bir hükümdardi. Kendisi, tasavvufun "vahdet-i vücud" felsefesini begendiginden, bu felsefenin Anadolu'da yayilmasini temin eden ve "Seyh-i Ekber" nâmiyle söhret kazanmis olan Muhyiddin ibnu'l-Arabi'ye karsi büyük bir hürmeti vardi. Merc-i Dâbik zaferinden sonra Sam'a girdigi vakit, "Seyh-i Ekber"in kabrini sormus ve bazilari tarafindan "Seyh-i Ekfer" (en büyük kâfir) diye tahkir edilen bu büyük zâtin kabrini buldurmustu. Misir dönüsünde dört ay kadar Sam'daki ikameti esnasinda seyhin kabrine türbe ve yanina bir de câmi ile her gün fakirlere yemek dagitmak üzere bir de imâret yapilmasini emretmisti. Bu insaat öyle sür'atli yapilmaliydi ki, kendisi henüz buradan hareket etmeden önce bitmeliydi. Filhakika, mimarlarla usta ve ameleden bir kismi, gece çalismak suretiyle bunlari tamamlamislardi. Yavuz bu câmide ilk Cuma namazini kilmis ve vakiflarini tertib ettirerek vaaz ile Kur'an okumaya me'mur görevliler de tayin etmisti.

Sam'dan sonra yoluna devam eden Yavuz Sultan Selim, 22 Safer 924 (5 Mart l5l8) tarihinde Haleb'e gelir. Iki ay kadar Haleb'de kalan Selim, iki ayda da Istanbul'a gelir. Merasim ve tantanai karsilamalardan pek hoslanmadigi anlasilan Yavuz Sutan Selim, törenle karsilanmamak için, gece gizlice Topkapi Sarayi'na gelir. Istanbul'da on (veya yirmi) gün kadar kalan Yavuz Selim, 27 Receb (4 Agustos)'de payitahttan ayrilarak Edirne'ye hareket eder. Pâdisah'in Edirne'ye gelmesinden dokuz gün sonra Sehzâde Süleyman, gelirine 500 bin akça ilave edilmis oldugu halde babasi ile vedalasarak geldigi Saruhan Sancagi'na tekrar döner. Selim, Edirne'de bulundugu sirada Venedik, Macar ve Ispanya gibi Avrupa devletleriyle muâhedeleri yenilemistir. Sultan'in, Avrupa devletlerine karsi sulh siyâseti takib edisi, herhalde yeni bir Iran seferine çikmasi ile izah edilebilir.

Sarax
09-17-2008, 16:09
YAVUZ SULTAN SELIM'IN BATI SIYASETI

Yavuz Sultan Selim'in, Bati devletleri ile olan münasebetleri, onun hükümdarlik makamina geçmesiyle birlikte, cülûsu tebrik için gelen komsu devletlerin elçileri ile baslamisti. Bu münasebetlerin baslangici ise onun, babasina karsi giristigi hareket esnasinda, Rumeli'de bir sancak istemesi ve Hiristiyanlarla mücadele edebilmesi için burada sayilari 25 bine ulasacak bir askerî birlik toplamasi ile olmustu denebilir. Zira onun tahta çikisi esnasinda Avrupa'li hükümdarlar, hem cülûsu tebrik etmek hem de mümkün olursa eski anlasmalari yenilemek üzere elçilerini göndermislerdi. Fakat, Sehzâde Ahmed'in çikardigi isyandan dolayi hemen Anadolu'ya geçmek zorunda kaldigi için gelen veya gelecek olan elçilerle fazla ilgilenemiyordu. Bununla beraber, kendisini selamlamak ve himâyesini taleb etmek üzere gelmis olan Raguza elçilerini fazla bekletmemis ve eskiden beri Osmanlilara vergi veren bu cumhuriyetin temsilcilerine Bursa'da eski imtiyazlarini taniyan bir ahidnâme vermisti. l5l2'de verilen bu ahidnâmede Sultan Selim, Raguza'lilarin verecekleri vergiler için "buyurdum ki, sâbika babam tâbe serâhu zamaninda verdikleri l2500 filori sâl be sâl (her sene) âdet-i kadime üzre elçileriyle dergâh-i muallama göndereler" diyordu.

Pâdisah, diger devlet elçileri ile de gerekli anlasmalari imzalamayi faydali buluyordu. Çünkü Anadolu'da bir müddetten beri Kizilbaslarin çikardiklari karisikliklari ve onlari tahrik eden Safevî Devleti'ni dikkate almadan Bati'ya yönelmek akillica ve dogru bir hareket olmazdi. Bu sebepten dolayi bütün Bati'li devletlerle dostça münasebetlerde bulunmayi lüzûmlu sayan Yavuz Sultan Selim, bu anlayisin bir sonucu olarak onlarin elçilerine karsi mültefit davranmis, bu arada Eflâk ve Bogdan'in gönderdigi hediyeleri kabul ettigi gibi, babasinin zamaninda, Bogdan Beyi ile imzalanmis olan anlasmayi da yenilemisti. Bu muahede ile Bogdan kendisini Bâb-i Humâyun'un tabii ve haraçgüzâri saymisti.

Sarax
09-17-2008, 16:10
OSMANLI - VENEDIK MÜNASEBETLERI

Olaylarin cereyan tarzindan anlasildigina göre, bu dönemde Osmanlilarin önemli telakki ettikleri devlet, Venedik idi. Zira Yavuz Selim, daha tahta çikar çikmaz, Venedik hükümet reisine bir mektup göndermis, bu mektupta özellikle II. Bâyezid'in, kendi istegiyle hükümdarliktan ayrildigini belirtmisti. Pâdisah'in, mektubunu götüren Semiz Çavus, kalabalik bir maiyet ile Venedik'e gidip Sark'a (Dogu) yakisir bir debdebe izhar etmisti. Bu zât, on asilzâde tarafindan senatoya götürülmüstü. Bu durum, Venediklilerin, Osmanli elçisine karsi çok samimi davrandiklarini göstermektedir. Buna karsilik, cülûsu tebrike gelmis olan Venidk elçisi Nicolo Giustianiani'ye de Pâdisah büyük iltifatlarda bulunmus, hatta onu, Sehzâde Ahmed'in isyanini bastirmak üzere Anadolu'ya giderken, Bursa'ya kadar beraberinde götürmüstü. Iste karsilikli dostluk ve itimad belirtileri gibi sayabilecegimiz bu hareketlerin iki taraf için de bir mânasi olmaliydi. Muhtemelen Osmanlilar, bu tarzdaki hareketleriyle, Dogu'ya yapmayi düsündükleri sefer esnasinda, Venedik'ten gelebilecek olan tehlikeleri önlemek, Adriyatik, Ege ve Akdeniz kiyilarindaki topraklarinin güvenligini saglamak istiyorlardi. Venediklilere gelince onlar da, Osmanlilar ile baris halinde bulunmayi, birçok yönden faydali görmüs olmalilar. Çünkü her seyden önce Santa - Maura önündeki Türk gemileri ile Mustafa Pasa idaresinde Apulya'ya göderilecegi söylenen ve Avlonya'da hazirlanmakta bulunan ll0 hafif ve 30 agir gemiden mürekkeb olan filo, onlar için bir endise konusu idi. Ayrica Sultan II. Bâyezid zamaninda Osmanlilara karsi giristigi mücadele, Venedik'i ma'nen ve maddeten o kadar sarsmisti ki, bundan sonra Osmanlilarla dost kalmayi menfaatlarina daha uygun görüyordu. Bu yüzden Venedik, Antonio Giustiniani adindaki bir elçisini Osmanlilara gönderdi. Edirne'ye gelen ve Venedik Cumhuriyeti'nin, Osmanli Devleti hakkindaki saadet temennilerini bildiren bu zat, Pâdisah tarafindan iyi karsilanmakla beraber, yapilmasi düsünülen anlasma, kolayca imza edilemedi. Ayrica, Istanbul'da anlasma müzakerelerinin devam ettigi siralarda Osmanli kuvvetleri, Venediklilerin yardimda bulundugu Hirvat Bani J. Johan'in arazisini bastan basa çigneyip iki bin Hiristiyani alip götürürler. Bununla beraber iki devlet arasinda l7 Ekim l5l3 'de imzalanan anlasma ile Venedikliler bütün isteklerini elde edememekle birlikte, II. Bâyezid zamaninda kendileri için taninmis olan ticarî imtiyazlari yeniden elde ederler. Bu durum, Venedik için çok iyi olmustu. Çünkü devamli savaslardan dolayi bosalmis olan hazinesini ancak bu suretle doldurabilirdi. Bundan baska Osmanlilarin her konuda kendilerine yardim edeceklerini umuyorlardi. Nitekim bundan sonra iki devlet arasinda Napoli aleyhine olmak üzere çok ilgi çekici müzakereler cereyan edecektir. Bu arada Venedik de, Sah Ismail'in israrla istedigi yardimi red eder. Hatta, Papa'nin va'd ettigi büyük ve önemli menfaatleri de dikkate alip Osmanlilar aleyhine harekete geçmez. Aksine Çaldiran zaferinden dolayi Yavuz'u tebrik eder. Böylece, Osmanlilar ile Venedik arasinda uzunca bir süre devam edecek olan dostluk münasebetleri gelistirilmis olur. Bunun üzerine iki devlet arasinda l5l7 tarihinde yeni bir anlasma imzalanir.

Sarax
09-17-2008, 16:10
OSMANLI - MACAR MÜNASEBETLERI

Osmanli Venedik münasebetlerinden bahsedilirken temas edildigi gibi, Venedik elçisinin Edirne'ye ulastigi siralarda, bir Macar elçisi de gelmisti. Bu elçi, II. Bâyezid zamaninda imzalanmis bulunan ve kisa bir zaman önce, Osmanlilarin Sava Nehri kiyilarina yaklasmalarini bahane ile zedelenen mütarekeyi yenilemek için müzakerelere girisecekti. Halbuki bu elçinin yolda bulundugu siralarda Wesprim Piskoposu Peter Berislo, Sava ve Unna arasindaki Türklere hücum ederek 2000 kadar Müslümani öldürmüstü. Bununla beraber daha sonralari da Macaristan'la olan siyasî münâsebetleri ihlal edecek küçük bazi hudud çekismeleri devam ettiyse de bunlar, harple sonuçlanacak bir hâdiseye sebep olmadi. Su kadar varki Macaristan, Osmanlilar'a karsi büsbütün hazirliksiz kalmak da istemiyordu. Bu sebeple Papa'dan hem para hem de Osmanlilara karsi bütün Avrupa devletlerinin müsterek bir harekette bulunmalarini saglamak için ricada bulundu. ll Mart l5l3'te papalik makamina oturan ve Medici ailesine mensub olan Papa X. Leo, kendinden önce bu makami isgal edenler gibi bütün Bati âlemini Türklere karsi ayaklandirmaya çalisan bir insandi. Papa'nin, Türklere karsi duydugu düsmanligin asil sebebini, Tunus'lu veya Türk denizcilerinin hareketlerinden dolayi degil, Osmanli Devleti'nin kurulusundan beri, gittikçe güçlenip kuvvet kazanan ve Bati'yi tehdid eden Müslümanliga karsi duyulan kin, nefret ve bunun sonucu olarak da Osmanlilari Bati topraklarindan sürüp çikarma teskil ediyordu. Onun için bu ise gönül verenlerden birisi olarak görülen Papa X. Leo'nun, papalik makamina geçer geçmez, hemen bütün Hiristiyan prenslere, Alman Imparatoru Maximilian'a, Polonya ve Ingiltere krallarina, Rodos Üstad-i A'zamina ve Liefland'da Alman sövalyeleri reisine gönderdigi bir çok mektup, bu konuda yeterli delilleri teskil etmektedirler. Ayrica, rönesans fikirlerini tasiyanlarin çogu da, bir takim güzel yazilarla, eski Yunan topraklarinin, barbar saydiklari Müslüman Türklerden, kurtarilmasini istiyorlardi. Papa, zaten bütün kuvveti ile bu isin pesinde idi. Kardinallari vasitasiyle yaptigi Haçli propagandasi, özellikle Macaristan'da tesirini gösterir. Bunun sonucu olarak binlerce çiftçi büyük gruplar halinde toplanir. Fakat bunlar, ciddi bir sevk ve idareden mahrum olduklarindan, alt seviyedeki rahiplerin tesvik ve tahrikleri ile etrafa ölüm ve dehset saçarak kendi vatanlarinda bile birçok sato, köy ve bölgeyi harabeye çevirirler. Papa'nin, birçok Avrupa ülkesine çagrida bulunarak bir Haçli seferi düzenlemek istemesi ve l6 Mart l5l7'de Lateran'da toplanan rûhanî meclis (concilium) te önemli kararlar aldirarak, Osmanli Devleti'nin istilasi ile ilgili teferruatli noktalari bile tesbit ettirmis olmasina ragmen, bir netice alinamamisti.

Avrupa'nin içinde bulundugu karisik duruma iyice vâkif olan Sultan Selim, bundanfaydalanmasini bilmis, komsu devletler ile iyi geçinerek Sark'in karisik islerini endisesiz bir sekilde halletmeye muvaffak olmustu. Nitekim bu sebeple Ragusa (Dubrovnik )'ya karsi bile mülayim davranilmis, bir ara gümrük vergisi % 5'e çikarilmis ise de, bilahere eskiden oldugu gibi % 2'ye indirilmisti.

Yavuz'dan önce (l499), Kirim Hani Mengli Giray'in tavassutu ile baslamis bulunan Osmanli - Rus ticarî münasebetleri, bazi tesebbüslere ragmen bu devirde pek inkisaf edememisti. Bununla beraber, mevcud eski anlasmalara riayet edilecegi yeniden tasdik edilmisti.

Yavuz Sultan Selim, karsilikli sinir ihlallerine ragmen Macarlarla savasa girmek istemiyordu. Onun, bazi meseleleri büyütmeyerek barisa meyilli olmasi, Macar Krali ile akrabasi olan Polonya Krali'ni memnun etmis olmali ki, l5l9 yilinda Osmanlilarla Poloyalilar arasinda bir baris antlasmasi imzalanmisti. Bütün dostlarinin bir yil içinde girebilecegi maddesini de ihtiva eden bu antlasma ile Yavuz, takip etmek istedigi baris politikasini bütün bir Bati dünyasina ilan etmis oluyordu. Nitekim bu hükme uyarak l5l9 baharinda Macarlar, Osmanlilarla üç yillik bir mütareke imzaladilar.

Sarax
09-17-2008, 16:10
YAVUZ SULTAN SELIM'IN ÖLÜMÜ

Memlûk Devleti'ni ortadan kaldirip güney ve bir manada da güney dogu cephesini emniyet altina alan Yavuz Sultan Selim, artik Avrupa isleri ile yakindan ilgilenebilirdi. Zira, Papa X. Leo'nun, papalik makamina gelisinden sonra Hiristiyanlik âleminin fikir, düsünce ve hareketlerinde, Osmanlilar aleyhinde büyük bir degisiklik meydana gelmisti. Bu düsmanligin farkinda olan ve aleyhinde meydana geen degisiklik ile ilgili hareketleri çok yakindan takib eden Yavuz Sultan Selim, Papa'nin, kendileri aleyhinde olmak üzere birlesik bir Haçli ordusu hazirlamak için Avusturya, Fransa, Ingiltere ve Ispanya devletlerine birer kardinal gönderdigini biliyordu. O, ülkesinin genis sahillere sahip olmasindan dolayi yapilacak herhangi bir tecavüzü önlemek için donanmaya büyük bir ehemmiyet veriyordu. Bununla beraber onun, Haçli ordusuna karsi alacagi tedbirleri sadece donanma insasiyle sinirli saymamak gerekir. Zira l5l9'da Kamama Kilisesi ile Hiristiyan ziyaretçlerinin vergi muafiyetleri hakkinda görüsmek üzere Istanbul'a gelen Ispanya elçisi ile konusan Pâdisah, elçiye, sayet Ispanya Krali kendisi ile anlasmak istiyorsa murahhaslarini göndermesini beyan etmek suretiyle Papa'nin gerçeklestirmek istedigi ittifaktan onu ayirmak istiyordu. O, bununla da yetinmeyerek Macaristan'la olan mütarekeyi uzatmis, Venediklilerin, Kibris için vermekte olduklari vergiyi getiren elçiyi huzuruna kabul etmis ve alisilagelmis protokolun hilafina elçi ile konusarak, Venedik Devleti'nin antlasmalara bagli kalip bunlara riayet ettigi sürece kendileri ile baris halinde bulunacagini belirtmisti.


Johann Johansson'un meshur Osmanli haritasi

Siyasî çabalari ile Haçli ordusunu durdurmayi planlayan Yavuz Sultan Selim, öteden beri Avrupa'ya karsi girisecegi bir sefer için büyük bir donanmaya ihtiyaç oldugunu biliyordu. Bu sebeple o, askerî faaliyetlerine hiz vermekten geri kalmiyordu. Bu maksatla Haliç'te daha önce Bizans tersanesi olarak kullanilan yerde, Fâtih'in insa ettirmis oldugu eski tersaneyi Kagithâne'ye kadar genisleterek 300 kadar insaat tezgâhini (Göz) ihtiva edecek bir sekilde büyütmüstü. Böyle siki bir çalisma sonunda Istanbul ve Çanakkale'de 250 gemiden mürekkeb bir donanma, savasa hazir hale gelmisti. Anadolu'da ise birçok topla takviye edilmis 60 binden fazla asker toplanmisti. Hiç kimsenin nereye çarpilacagini bilemedigi bu seferin Hiristiyan bir devlet için oldugu zanni uyanmisti. Bu hazirliklar, belki de Roma'da gerçeklesilmesine çalisilan Haçli seferini karsilamak için yapiliyordu. Bununla beraber hazirliklarin bilhassa Rodos için oldugu kanaati yaygin bir hal almisti. Böyle bir kanaatin yayilmasinin hakli sebepleri de yok degildi. Nitekim Rodos'un, korsanlar ile hirsizlar duragi ve barinagi olmasi, bu sebeplerin basinda geliyordu. Osmanli Devleti, Akdeniz'de ticaret yapan Müslüman gemilerine saldiran bu hirsizlarla, Misir'in alinmasindan sonra daha çok ilgilenmek zorunda idi. Zira Rodos, güven altinda bulunmasi icab eden Istanbul - Iskenderiye ticaret yolunun üzerinde idi. Vezirler de "Su Akdeniz, sadece Devlet-i Aliyye'ye bir mersâ (liman) olabilir" demek suretiyle Pâdisah'i Rodos'un fethine tesvik ediyorlardi. Bununla beraber o, Fâtih Sultan Mehmed zamaninda oldugu gibi kötü bir netice ile karsilasmamak için hazirliklarin daha fazla olmasini vezirlerine ihtar ederek: " Benim muradim bir kisver (memleket, ülke) almaktir. Siz beni, bir hirsiz kalesi almaya tergib edersiz" der. Bununla beraber bu sefer için kaç aylik tedarik gördünüz diye sordugunda Pirî Pasa: "Dört aylik" diye cevap verir. O, bunun kifayet etmeyecegini söyleyerek fikrini açiklamak suretiyle kale muhasaralarindan hoslanmadigini , meydan muharebelerinin sonuçlarinin daha büyük ve mesakkatlerinin daha az oldugunu söyleyerek âdeta keramet sahibi gibi " Bizüm simden gerü sefer-i ahiretten gayri seferümüz yoktur" demisti. Bu, birbirinden parlak ve büyük zaferler kazanan bir insanin, bunlari asacak bir sefer yapamayacagi ve tarihteki azametinin gölgelenecegi ihtimalini düsünmesidir ki, Sultan'in, sorumluluk hususunda dahi sahikaya ulastigini gösteren bir delildir. Gerçekten de o, yapilan sefer hazirliklari hakkinda ilgililerden bilgi alip dört aylik barutun bulundugunu ögrenince bunu yetersiz görmüs ve Hoca Sa'düddin'in ifadesiyle "bu gûna tedâbir-i vâhiye ile ben sefer itmem ve kimse sözü ile yola gitmem ve bi'l-cümle bize sefer yok, meger sefer-i âhiret" demek suretiyle, artik maddî ve dünyevî seferler için degil, manevî ve âhiret yolculuguna hazirlanip Allah'ina kavusmak üzere oldugunu, etrafindakilere bildirmek ister gibiydi.

Sultan Selim, Vezir-i A'zam'i Kapikulu askerleriyle Edirne'ye gönderdikten sonra kendisi de Agustos l520'de (2 Saban 926) Edirne'ye dogru yola çikar. Rahatsizdi. Zira iki omuzunun sag tarafina yakin kisminda bir çiban çikmisti. Halk arasinda yanikara olarak isimlendirien bu çiban, "Sirpençe" ismiyle bilinmektedir. Hoca Sa'düddin, Yavuz Sultan Selim'in ölümüne sebep olan çiban hakkinda tafsilatli bilgiler vermekle beraber biz, olayi günümüzün ifadesiyle kisaca nakl etmek istiyoruz:

Yavuz Sultan Selim, Edirne'ye harekete karar verdikten sonra bir gün musahibi Hasan Can'la saray bahçesine inmis, dönüsünde yokusu çikarken Hasan Can'a sirtina bir seyin battigini söyleyince Hasan Can, elini hükümdarin sirtina sokmus ve fakat bir sey bulamamis, ancak ikinci sefer yine ayni seyden sikâyet edilince o zaman Hasan Can, sultanin dügmelerini çözüp sirtinda henüz bas vermis, etrafi kizarmis ve tam olgunlasmamis sert bir çiban görür. Bunu Sultan Selim'e söyleyince o, çibani sikmasini istemisse de Hasan Can: "Pâdisahim, büyük bir çibandir, henüz hamdir, zorlamak caiz degildir, bir münasib merhem koyalim" deyince Sultan Selim "Biz Çelebi degiliz ki, bir çiban için cerrahlara müracaat edelim" cevabini vermisti. O geceyi izdirab içinde geçiren Hünkâr, ertesi gün hamama giderek orada çibani siktirip zedeletmis. Fakat bu da izdirabini artirmaktan baska ise yaramamisti. Bunun üzerine Hasan Can'a "Seni dinlemedik amma kendimizi helâk ettik" deyip çibanin macerasini anlatinca Hasan Can "neredeyse aklim basimdan gidiyordu" diyecektir. Bütün bu sikintilara ragmen Pâdisah, Edirne seferi daha önce kararlastirildigi için geri dönmeyerek hasta oldugu halde 2 Saban 926'da çadira çikar.

Sultan Selim'in hastaligi yüzünden yollarda agir gidiliyor ve bazi menzillerde fazla kaliniyordu. Yavuz, Çorlu'da kirk gün Bashekim Ahmed Çelebi tarafindan tedavi edildi. Yara büyüyüp açilmisti. Pâdisah, hareket edemiyecek kadar takatsiz düsmüstü. Iki aya yakin ( Lütfi Pasa, 284'te 47 gün) devam eden tedaviden ve adeta kendisinden ümidini kesince Edirne'de bulunan Vezir-i a'zam Pirî Mehmed Pasa ile vezir Mustafa Pasa'yi ve Rumeli beylerbeyi Ahmed Pasa (Hain Ahmed Pasa)'yi acele yanina çagirtarak vasiyetini yapar. Daha sonra da Pirî Pasa ile yalniz görüsür. Son demlerini yasadigini anladigindan acele edip yetismesi için Manisa Valisi olan oglu Sehzade Süleyman'a haber gönderdi. Oglu gelmeden 2l Eylül l520 (8 Sevval 926) Cuma günü aksami 5l yasinda iken Çorlu karargahinin bulundugu Sirt köyünde vefat etti. Vefatindan önce yaninda bulunan müsahibi Hasan Can'a, yatakta bulunusunu kast ederek "Hasan Can ne haldür?" demis, o da "Sultanum! Cenâb -i Hakk'a tevecüh edüp Allah'la olacak zamandur" deyince Yavuz: "Ya bizi bunca zamandan berü kimün ile bilürdün? Cenâb-i Hakk'a teveccühümüzde kusur mu fehm ettün?" cevabini vermisti. Bunun üzerine Hasan Can: "Hâsâ ki, bir zaman zikr-i Rahman'dan gufûl müsahede etmis olam. Lâkin bu, gayr-i ezmâna benzemedügü cihetten ihtiyaten cesâret eyledüm" demisti. Bunun üzerine Sultan: " Sûre-i Yâsin tilâvet eyle" diyerek kendisi de Hasan Can'la birlikte okumus. Ayni sûreyi Ikinci defa okuyup "Selâmun kavlen..." diye devam eden 58. âyeti okuyunca teslim-i ruh eyler. Böylece, Islâm tarihinin en büyük hükümdarlarindan birinin, göz kamastirici hayati sona ermis oluyordu. Onun ölümü için tarihler düsürülüp mersiyeler yazildi. Sekiz buçuk sene gibi çok kisa bir saltanat dönemine basarili bir sekilde sigdirilan fevkalade büyük ve önemli islerden dolayi, Seyhülislâm Kemal Pasazâde onun hakkinda:

"Az müddetde çok is etmis idi.

Sâyesi olmustu âlemgîr,

Sems-i asr idi asirda semsin,

Zilli memdûd olur, zamani kasîr.

Girse meydan-i rezme siri delir,

Çiksa eyvan-i bezme mihr-i münir

Hayf, Sultan Selim'e hayf ve dirig,

Hem kalem aglasin âna hem tig."

demek suretiyle onun sekiz buçuk senelik saltanat dönemine sigdirdigi islerinin, çok büyük ve önemli olduguna isaret etmekteydi. Bilindigi gibi ikindi günesinin ömrü kisadir. Fakat bu zamandaki gölge ise çok uzundur. Ayni zamanda büyük bir sair ve edip olan Kemal Pasazâde, bu beyitleri ile Yavuz'un çok kisa bir zamanda büyük isler basardigini söylemek istemistir.

Bir celâdet atespâresi olan Yavuz, bu özelligiyle savas meydanlarini ates tufanlarina bogmus, düsmanlarinin kalbine korku ve dehset salmisti. Ne çare ki, bütün dünyayi dizginine alacak kadar zaman bulamadan sir pençe-i ecel, onun vücudunu, âlemden almis idi.

Sultan selim'in vefati, tek oglu olan Manisa valisi Sehzâde Süleyman gelinceye kadar gizli tutuldu. Ancak yeni hükümdarin, Sevval'in onbirinci günü Istanbul tarafina gelip kadirga ile saraya indigi haber alindiktan sonra, Selim'in vefati ve yeni Pâdisah'in Istanbul'a geldigi ilan olundu.

Devlet erkâni, derhal Istanbul'a gelip yeni Pâdisah'i tebrik ettikten sonra Selim'in naasi, bütün ilgililer tarafindan Edirnekapi haricinde, baglar ucunda karsilanip, hazirlanmis bulunan tabuta konur. Fâtih Sultan Mehmed Câmii'nde cenaze namazi kilindiktan sonra, o tarihlerde, Mirza Sarayi denilen günümüzdeki Sultan Selim Câmii yanindaki mahalle defnolundu. Sultan Selim, vefatindan evvel ara sira gezintilerde bulunarak geldigi ve çok sevdigi bu mevkie câmi temellerini attirip ise baslattiysa da ömrü vefa etmediginden câmi ve türbesi, oglu Sultan Süleyman tarafindan tamamlattirildi.

Selim, Osmanli Devleti'nin hududlarini genisletmis, o zamana kadar sadece iki kit'a üzerinde bulunan devleti, Misir'in ilhakiyla üçüncü bir kit'aya da geçirmisti. Böylece o, üç kit'aya hâkim muazzam bir devlet kurmus oluyordu. Dogu Akdeniz, boydan boya Osmanli sahili hâline gelmisti. Dünyanin yol güzergâhlari, deniz ve kara ticaret yollari, Osmanli topraklarindan geçer hâle gelmisti. Bu durum, devletin ekonomik, sosyal ve askerî gücünün artmasina sebep olmus; tebea, bu büyük devletin nimetlerinden huzurlu bir sekilde faydalanir olmustu. Yavuz'un, bütün çaba ve gayretlerini sadece fütûhât askiyla izah etmeye kalkismak, pek dogru olmasa gerekir. Zira bu seferlerin, dinî, ictimaî, iktisadî, askerî ve jeopolitik noktadan bir zaruretin neticesi oldugu gâyet açiktir. Bu seferlerle ipek yolu, kalay yolu, baharat yolu, samur yolu ve kiymetli madenler yolu Osmanli ülkesinden geçmeye baslamis, devletin Avrupa seferlerinden dolayi gerekli gördügü vâridati bu sâyede epey artmisti. O, Süveys tersanesini kurdurmak suretiyle Kizildeniz donanmasini da artirmis, böylece Hindistan ticaret yolu üzerinde, Portekiz'le mücâdele baslamisti. Bu mücâdele sadece ticarî sahada degil, ayni zamanda siyasî ve askerî sahayi da kapsiyordu. Bütün bunlar, Yavuz'un ne kadar ileri görüslü ve her seyi planlayan biri oldugunu göstermektedir.

Sekiz buçuk sene gibi devlet hayatinda çok kisa sayilan bir sürede, ülkesinin hududlarini iki buçuk misline çikarmis olan Yavuz Sultan Selim'in, Hindistan, Orta Asya ve Türkistan'a yönelmeyi arzuladigi, Iran niyetiyle çikmak istedigi sefer hedefinin buralar oldugu rivâyet edilmektedir. Onun hilâfeti aldiktan sonra, bütün bir Islâm dünyasini birlestirip tek güç haline getirmek istedigi de söylenmektedir. Bu sâyede, Hiristiyan dünyasinin tehlikesini de bertaraf edebilecegi gibi Din-i Muhammedî'nin sesini her tarafa ulastirabilecekti. Yahya Kemal'in deyimi ile:

"Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi cihani, sân-i Muhammedî."

Kisa zamanda dünya haritasini degistiren, bu büyük Sultan'in vefati, oglu Süleyman'in gelmesinden sonra Ordu-yi Hümâyûna bildirildi. Arkasinda zaferden zafere, dünyanin bir ucundan öbür ucuna gitmis olan asker, eski bir Türk an'anesine uyarak, üsküflerini (külahlarini) atip, çadirlarini yikarak aglamaya baslarlar. Harp meydanlarinin en tehlikeli anlarinda sarsilmayan bu gazi ve mücahidler ordusu, kendilerine istedikleri ve tahayyül edebildikleri sekilde sultanlik ve komutanlik yapan bu adamin göçüp gitmesiyle (ufûlüyle) sarsilmis bulunuyorlardi. Gerçekte bu sarsilma, sadece askerde degil, bütün bir tebeada da görülmüstü.

Sarax
09-17-2008, 16:11
YAVUZ SULTAN SELIM'IN HIZMETI

Yavuz Sultan Selim, dedesi Fâtih zamanindaki Akkoyunlu tehlikesi gibi olmayan ve sadece Osmanli Devleti'ni degil, bütün bir Sünnî Islâm âlemini kökünden sarsabilecek olan ve Siî'lik üzerine kurulmus bulunan Sah Ismail tehlikesini zamaninda fark etmisti. Bu kadar büyük bir tehlikeyi ortadan kaldirmak için içeriden ve disaridan vurdugu kuvvetli darbe ile bu nazik ve nazik oldugu kadar da tehlikeli olan durumu bertaraf etmisti. Bu hareketiyle o, bir zamanlar Siî Fâtimî Devleti'ini ortadan kaldirip Islâm dünyasindaki ikilige son vermeyi düsünen Selçuklu Sultani Alparslan'a benzemektedir. Gerçekten o dönemde de Sünnî Abbasî Hilâfeti'ni ortadan kaldirmayi düsünen ve bu sebeple oralara çesitli isimlerle daî (propagandaci) gönderen Fâtimî Devleti'ne karsi, Sultan Alparslan harekete geçmis, bunun için, Haleb'e kadar gelmis ve fakat basgösteren Romen Diojen tehlikesi yüzünden buradan geri dönüp Malazgirt Savasi'na katilmak zorunda kalmisti.

Dogu Anadolu'yu idaresi altina alan Yavuz Sultan Selim, bu taraflarda emniyeti temin etmisti. Onun asil hedefi Siî akide üzerine kurulmus bulunan Safevî Devleti'ni ortadan kaldirmak ve Orta Asya'ya kadar gidip oralardaki Sünnîleri nüfuzu altina almakti. Böyle bir düsünceye sahip oldugu için, Sah Ismail'in, baris için gönderdigi elçilerle hiç bir sekilde anlasmayip isi askida birakiyordu. Fakat bu arzusunun gerçeklesmesine ömrü vefa etmemisti.

Dogu Anadolu'dan baska, Güney Anadolu'da da devletine ilhak ettigi yerler ve Ramazanogullarina ait Adana, Tarsus ve havalisi , Memlûk Devleti'nden aldigi el-Cezire, Suriye, Filistin , Misir ve Hicaz ile Osmanli ülkesine bir misli daha ilavelerde bulunmustur. Bundan baska, o asirlara göre en büyük Islâm Devleti olmasi hasebiyle halifeligi de almis olmasi, gerek kendisinin, gerekse kendisinden sonra gelecek olan bütün Osmanli hükümdarlarinin mevki ve nüfuzlarini yükseltmisti. Bu arada, Islâm'in zuhûr ettigi Hicaz Bölgesi'nin Osmanli idaresine girmesi ve Yavuz'un, bu bölgeye olan saygisini göstermesi bakimindan, mütevazi bir tabir olarak kullandigi "Hâdimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" ünvani, bütün bir Islâm dünyasinda bu devlete karsi bir saygi ve itibarin dogmasina sebep olmustu.

Yavuz Sultan Selim, Avrupa'daki durumu oldugu gibi muhafaza ederek asil tehlikenin Asya'dan gelecegini görmüstü. Bu sebeple, saltanati müddetince, bütün gayret ve enerjisini bu tehlikeyi ortadan kaldirmaya hasr etmisti. Böylece, kendisinden sonra gelecek olan oglunun, Avrupa ve Akdeniz'de daha emniyetli bir sekilde faaliyette bulunmasini saglamisti.

Yavuz Sultan Selim, bir bakima vatan ve iman borcu bildigi prensiplerinin tehlikeye düsmesine riza göstermezdi. Bunun için, bu prensipleri tehlikeye sokan kimselerin canlarina kiymayi veya onlari aninda cezalandirmaktan çekinmezdi. Hükümdar olarak verdigi ölüm kararlari için, insan olarak da gözyasi döküp kahirlanmaktan geri kalmamistir. Gerçekten o, devlet ve milletin menfaatlerini tehlikeye sokmayan konularda çok daha rahat ve insanî kararlar veren bir hükümdardir. Nitekim Misir'in zaptindan sonra, muazzam bir servet terk ederek ölen bir tâcirin metrûkâtindan bir kismina el konulmasi, defterdarlikça uygun görülmüstü. Pâdisah'a gönderilen takrire Yavuz, kendi kalemiyle sunlari yazmisti: " Müteveffaya rahmet, malina bereket, evlâdina afiyet, gammaza lanet." Defterdarlik teklifinin, bu sekilde sert bir cevapla redd edilmis olmasi, onun muhtesem adaletini anlamayan, anlamadigi için de gerek prensipte, gerek tatbikatta sürçüp onun hakkinda su veya bu sekilde konusanlara çok siddetli bir ihtar idi. Ayverdi, onun verdigi kararlara güzel bir yorum getirerek söyle der:

"Dikkat edecek olursak, vazife ve mes'uliyet sinirlarini tayin etmis olmasina ragmen, verdigi idam kararlari onda bir ölüm soku yaratarak bâzan hüzün, bâzan gözyasi, bâzan siir ve çok defa da derin bir izdirap olarak ömrü boyunca arkasini kovalamistir. Fakat kütle selâmeti için kabullenilmis bu sahsî elemleri de yine ayni toplum adina metânetle sineye çekmesini bilmistir."

Sarax
09-17-2008, 16:11
YAVUZ SULTAN SELIM VE OSMANLILARDA HILÂFET

Islâm dünyasinda, Hz. Peygamberin vefatindan hemen sonra ortaya çikan halifelik, asirlarca Islâm cemaatinin dinî, fikrî, idarî, sosyal ve siyasî gelismesinde rol oynayan önemli bir müessese olmustur. Islâm tarihinde, siyasî bazi mezheblerin dogmasina sebep olan bu müessese, ayni zamanda Müslümanlarin bir bayrak altinda toplanmalarina ve daha isin basinda siyasî bir birlik kurmalarina da sebep olmustu. Bu bakimdan hilâfet, 3 Mart l924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafindan ilga edilinceye kadar devamli olarak bütün bir Islâm toplumunun gündeminde kalmaya devam etmistir.

Anlasildigi kadari ile hilâfet, Islâmiyete has bir idare seklidir. Bu, hem dünya, hem de ahiret (din) islerinin halk tarafindan uygulanip bir düzene sokulmasini saglayan bir idaredir. Halife ise bu idarenin basinda bulunan kimsedir. O, Hiristiyan dünyasinda oldugu gibi dinî bir reis olmamakla birlikte her türlü hareket ve davranisinin kaynagini dinden alir. Binaenaleyh onun idaresi, dinî emir ve yasaklarla sinirlandirilmistir. Bu bakimdan o, dünyanin diger hükümdar, sultan, sah, padisah, kral ve imparatorlarina benzemez. O, bütün bunlardan daha farkli bir özellik tasir. Bunun için, hilâfetle diger hükümdarliklar arasinda büyük bir fark vardir. Gerçekten hilâfet, ne kralliklara, ne sultanliklara, ne imparatorluklara, ne de tam anlamiyle cumhuriyetlere benzer. O, nev'-i sahsina münhasir bir özellige sahiptir. Bu bakimdan halifeleri de yukarida belirtilen müesseselerin basinda bulunan birer idareci olarak kabul etmek mümkün degildir.

Uzun tarihî geçmisi içinde, degisik merhaleler geçiren hilâfetin bütün bu merhalelerinden bahs etmek mümkün degildir. Bunun için biz, müessesenin Osmanlilara geçisi ve Osmanlilarin bu müesseseyi nasil kullandiklarina kisaca temas etmek istiyoruz.

Daha önce temas edildigi gibi degisik siyasî sebepler yüzünden, zaman zaman pek dostça olmayan iliskileri de bulunan Osmanlilar ile Memlûk-lerin bu münasebetleri, Osmanli Pâdisahi Yavuz Sultan Selim ile Memlûk Sultani Kansu Gavri dönemlerinde büyük bir muharebe ile sonuçlanir. 25 Receb 922 (24 Agustos l5l6) günü Mercidabik denen yerde baslayan Meydan Muharebesi, Osmanlilarin kesin zaferi ile sonuslanmisti. Ölü olarak muharebe meydaninda bulunan Kansu Gavri'nin ordusu perisan olmustu.

Kansu Gavri'nin ölümünden sonra Kahire'de Memlûk Devleti'nin basina, Sultan Tomanbay getirilmisti. Memlûk idarecileri, Mercidabik Muharebesi'nden sonra Osmanli Pâdisahi Yavuz Sultan Selim'in yaninda bulunan Abbasî Halifesi el-Mütevekkil yerine de el-Müstemsik'i halife olarak tayin ederler. Bu durumdan haberdar olan Osmanli hükümdari, Tomanbay'a iki elçi gönderir. Bunlar, Tomanbay'in, Sultan Selim'in hâkimiyetini tanimak sartiyle baris teklifinde bulunacaklardi. Fakat her iki elçi de Tomanbay'in arzusu hilâfina diger yöneticilerin baskisi ile öldürülür. Elçilerin öldürülmesi, harbi kaçinilmaz bir hâle getirmisti. Böylece, Osmanlilarin zaferi ile sonuçlanacak olan Ridâniye Savasi olmustu. Bu savastan sonra Misir da Suriye gibi bir Osmanli eyâleti haline getirildi. Yavuz Sultan Selim, burada kaldigi müddet içinde Islâm dünyasindan pek çok hükümdar ve idareci, hey'etler göndermek suretiyle bagliligini arzeder. Bunlar içinde en önemli olani Haremeyn Serifi Ebu'l-Berekât b. Muhammed'in, Sultan Selim'i tebrik için oglu Ebû Nümey'i göndermesidir.O, oglu vâsitasiyle Ka'be'nin anahtarlari ile mukaddes emânetlerden bazisini göndermisti. Böylece, Osmanli Memlûk savaslari neticesinde Arabistan, Haremeyn-i Serifeyn, Zebid, Aden, Yemen, Habesistan, Said, Nübye'den Magrib'e kadar, Umman Sahili'nden Firat ve Bagdad'a kadar olan memleketlerin emir ve sultanlari Sultan Selim'in emrine girmis oluyorlardi.

Hilâfetin, Misir'daki son durumu karisik bir hal almisti. Abbasî Halifesi el-Müstemsik billah 905 (l509) da bu makamdan çekilerek yerine oglu el - Mütevekkil getirilmisti. Kansu Gavri ile Mercidabik Savasi'na katilan halife, Sultan Selim'e teslim olmustu. Yavuz'la birlikte Kahire'ye gelen el-Mütevekkil, tekrar makamina getirildi. Daha sonra Sultan Selim ile birlikte Istanbul'a gelen el-Mütevekkil, Yavuz'un ölümünden sonra 927 (l52l)'de tekrar Kahire'ye dönecek ve orada vefat edecektir.

Osmanli sultanlarina hangi tarihte ve ne suretle halife denildigi kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber, "muhakkak olan bir nokta var ki o da Yavuz'un Misir fethi üzerine hilâfet makamini deruhte etmis olmasidir" Islâm dünyasi, Yavuz Sultan Selim'in, Siî Iran'i dize getirmesi, Memlûk Devleti'ni ortadan kaldirmasi, Hiristian Avrupa'ya karsi basari kazanmasi ve o dönemlerde Memlûk idaresinde olmakla birlikte Kizil Deniz'deki Portekiz donanmasinin tehdidi altinda bulunan Haremeyn'i bu tehlikeden kurtarmasi sebebiyle Osmanlilarin gücünün farkina varmisti. Burada suna da isaret etmek gerekir ki, Islâm dünyasi, Haremeyn ile hilâfet arasinda büyük bir bagin bulundugunu kabul ediyordu. Binaenaleyh, gerçek mânada halife olabilmek için, Haremeyn bölgesine hakim olmak gerekiyordu. Bu bölgeye hakim olamayana halife denilemezdi. Bu sebepledir ki, Yezid b. Muaviye ile Abdülmelik b. Mervan zamanlarinda Abdullah b. Zübeyr'in Mekke'de hilâfetini ilan etmesi, Abbasîler zamaninda da 3l8, 338 (m. 930, 950) yillarinda Haremeyn'in Karamita'nin eline düsmesi esnasinda meydana gelen olaylar, bu anlayisin o dönem müslümanlarinca da kabul edildigini göstermektedir.

Osmanlilarin, "halife" sifati üzerinde pek fazla durmadiklari anlasilmaktadir. Zira tarihî kayitlar, hem Misir'in ilhakindan önce, hem de sonra zaman zaman Osmanli hükümdarlarina halife ünvani ile hitab edildigini göstermektedirler. Bununla beraber, Misir'in ilhakindan sonra dahi Yavuz Sultan Selim için "Hadimu'l-Haremeyn", "Sultan" ve "Hakan" gibi ünvanlar kullanildigi halde "Halife" tabiri pek kullanilmamistir. Öyle anlasiliyor ki, buna pek fazla gerek te bulunmuyordu. Zira Osmanli Padisahi, artik tek basina Islâm âleminin en güçlü hükümdari olarak idareyi eline almisti. Çagdas bir arastirici da hilâfetin Osmanlilara geçisi ile ilgili bilgileri verdikten sonra söyle der: " Yavuz Sultan Selim'in, Misir'a yaptigi seferi sirasinda dinî ve siyasî ehemmiyeti haiz büyük bir hadise, Hilâfetin Osmanli hânedanina intikali cereyan etti. Yavuz Sultan Selim zamaninda Imparatorlugun kazandigi büyük söhret ve seref itibariyle, Osmanlilar hilâfetin asil ve hakli iddiacilari oldugunu isbat etmislerdi. Ayrica el-Mütevekkil'in vefatindan sonra halefleri halifelikten feragat ettiler. Böylece, bu boslugu doldurmak Osmanlilara düsmüstü. Fakat ne var ki, hilâfet ünvani o zamana kadar bütün özelliklerini kaybetmis ve sadece sözde kalmis bir ünvandan ibaretti. Osmanlilarin kudreti, böyle bos bir ünvana muhtac degildi. Bu sebepten onlarin, o zamanda bu mesele ile pek ugrasmadigi anlasiliyor. Fakat her seye ragmen hilâfet Islâm âleminde yine saygi ve hürmete deger bir mevkii idi. Osmanli Pâdisahlari da arada sirada bu durumdan istifade etmeye çalismislardir." Gerçekten, Hiristiyan Dünyaya karsi tek basina koyabilen, Islâm âlemini düsmanlarindan koruyup ona karsi bir kalkan vazifesi gören bu devletin, böyle bir sifat ve ünvani kullanmaya ihtiyaci yoktu. Zira o, zaten fiilen bu ünvana hak kazanmisti. Binaenaleyh, Osmanlilardan baska bu sifatla Islâm dünyasinin bayraktarligini yapabilecek güçte kimse mevcud degildi. Bu sebepledir ki Yavuz'a halife diyenler sadece Osmanlilar degildi. Çünkü Ehl-i Sünnet akidesine bagli Sünnî Müslümanlar ve özellikle Iran ile Orta Asya'dakiler, Selim'in sahsinda Iran'da gerçek Müslümanligi ihya etmekle mükellef bir Islâm Halifeligi görüyorlardi. Bundan dolayidir ki, Çaldiran zaferinden sonra Tebriz'e girmis olan Yavuz Sultan Selim'e, Mâveraünnehr ulemasinin ayni fikirleri tasidigi haberi gelir. l5l6'da Muhammed Isfahanî ona "Hilâfet tahtnin Sultani" demekle de yetinmiyor ve "simdiki halde sen kendine has asil vasiflarla Allah'in ve Muhammed (s.a.v.)'in halifesisin" diyordu. Arablar ise, Halife Mütevekkil'in, kendi yetkilerini ve bu yetkilerden dogan hukukunu Yavuz'a terk edip etmedigini arastirmak lüzûmunu bile duymadan Yavuz'a "Halife" demeye basladilar. Gerçekten, Ibn Sünbül, Yavuz Sultan Selim için, dünyada Allah'in Halifesi, Mekke'li Kutbeddin ise "Halifeturrahmanlarin en iyi Halifesi" diyordu. Bütün bunlar, Yavuz'un, Misir'i almasiyle hilâfetin Osmanlilara geçtigini göstermektedirler. Osmanli hükümdarlarinin, halife ünvanini resmî bir kayit olarak ilk defa Silistre'nin güneyinde bulunan Küçük Kaynarca'da 8 Cemaziyelevvel ll88 (l7 Temmuz l774) tarihinde Ruslarla yapilan antlasmada kullandiklari görülmektedir. II. Katerina, Osmanli ülkesindeki Ortodoks Hiristiyanlarin himâye hakkini istedigi zaman, Osmanli murahhasi da muahedeye (antlasmaya) Halife ünvanina istinaden Sultanin tabiiyetinden çikan Türk ve Müslümanlar üzerinde, dinî hüküm ve nüfuzuna dair bir bend koydurdu. Antlasmanin, üçüncü maddesindeki fikra söyledir:

"Ve Cenâb-i Bârîden gayri kimesneye tabi olmamak üzere tâife-i merkume itiraf ve kabul velakin mezhebleri ehl-i Islâm'dan olup zât-i ma'delet simât-i sehriyaranem imâmu'l-mü'minîn ve halifetu'l-muvahhidîn olduguna binaen..."

Sultan II. Abdülhamid ( 1876 -1909 ), 31 Agustos 1876'da, V. Murad'in yerine Osmanli tahtina geçtigi zaman, Osmanli Devleti, Kuzey komsusu Rusya, Balkan ülkeleri ve diger Hiristiyan devletlerle iç açici bir münasebette degildi. Zira tahta geçisten bir sene sonra Rusya savas açmis, Sirbistan ve Karabag bagimsizliklarini kazanmis, Bulgaristan, Osmanlilara bagli görünmekle birlikte bagimsiz bir devlet durumuna gelmisti. Balkanlarda birkaç eyâlet, kan, ates, isyan ve huzursuzluk içindeydi. Tabir caizse bu dönem, azginlasmis Avrupa emperyalizminin Osmanli Devleti için kötü ve büyük emellerinin bulundugu bir dönemdir. Iste bu sebepledir ki Sultan II. Abdülhamid, Halife sifati ile haiz bulundugu mevkie ehemmiyet vermis ve saltanatinin baslangicinda ilan edilen "Kanun-i Esasî"de bu cihet açikça ortaya konularak: "Zât-i Hazret-i Padisahî hasbe'l-hilâfe din-i Islâm'in hâmisi" kaydi konulmustur. Sultan Abdülhamid, halife sifati ile Islâm birligini saglamak için Islâm dünyasinin muhtelif bölgelerine adamlar göndermisti. Avrupa devletlerinin, Islâm âlemine olan hücumlari, oralarda bulunan Müslümanlarin durumlari ve yegane müstakil Islâm devletinin Osmanli Devleti olmasi gibi sebeplerden Sultan Abdülhamid'in bu siyaseti, basarili olmus görünmektedir. Çünkü akli basinda olan bütün Müslümanlar, Avrupa emperyalizminin eline geçirdigi bölgelerde, yerli halka nasil muamele ettiklerini görüyorlardi. Bu da, onlarin, Islâm halifesi etrafinda toplanip kenetlenmelerine sebep oluyordu.

Sultan II. Abdülhamid'den sonra Osmanli Devleti'ndeki siyasî kriz, bunun arkasindan gelen Birinci Dünya Harbi ve nihayet Istiklâl Savasi'ndan sonraki olaylar, son Osmanli Sultani Vahdeddin (VI. Mehemd )'in vazifeden alinmasina ve saltanata son verilmesine sebep olmustu. Osmanli saltanatinin 1922 yilindaki ilgasindan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Sultan Abdülaziz'in ogullarindan Veliahd Abdülmecid Efendi'yi halife ilan eder. Fakat bir müddet sonra, Meclis'teki bazi münakasalar (bk. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabit Ceridesi, VII, 44 - 70.) ve özellikle Ismet Pasa (Inönü)'nin, hilâfetin kaldirilmasi, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin dahilî ve haricî siyaseti üzerine fena hiç bir tesiri görülmez demesi ve bu konuda çektigi nutuktan sonra kabul edilen kanun geregi, 3 Mart 1924 tarihinden itibaren hilâfet, tarihe mal olan bir müessese haline geldi. Konu ile ilgili kanun maddesi: "Halife hal' edilmistir. Hilâfet, hükümet ve cumuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemic oldugundan makam-i hilâfet mülgadir" demektedir. Böylece, Islâm dünyasinin l0l., Osmanlilarin 29. halifesi olan Abdülmecid Efendi'nin hilâfeti, 1 yil, 3 ay 14 gün sürdükten sonra nihayete erdi.

3 Mart l924 tarihinde hilâfetin ortadan kaldirilmasindan sonra, Islâm dünyasinda bir bosluk dogmustu. Bu boslugun doldurulmasi ve imkân dahilinde ise yeni bir halifenin seçilme çalismalari yapilmisti. Bu sebeple kongreler tertiplenmisti. Fakat bütün bunlar, bir sonuca ulasamamisti. Zira kongrelerde ileri sürülen görüsler, herkes tarafindan ittifakla kabul edilemiyordu.

Sarax
09-19-2008, 13:35
KANUNÎ SULTAN SÜLEYMAN DÖNEMI

Osmanli Devleti'nin onuncu pâdisahi olup, Yavuz Sultan Selim'in ogludur. Osmanli hânedanindaki resmî ve mesrû silsileye göre onuncu hükümdar ve bu isimdeki pâdisahlarin ilki sayilmaktadir. Osmanli kaynaklari ve umumî efkâri onu, kanun koyucu (vâzii) vasfidan dolayi genellikle "Kanunî Sultan Süleyman" diye isimlendirirken, bati kaynaklari ile batililar, büyük ve kudretli vasfindan dolayi kendisini "Muhtesem ve Büyük" (Magnificent, Magnifique, Der Practige, çogu zaman da sadece Grand Turc) gibi isimlerle anmislardir.

Batili bir tarihçi, onun dönemi ve sahsiyetinin büyüklügü hakkinda bilgi verirken su ifadeleri kullanir: "Kanunî, "Muhtesem" ve "Büyük" gibi ünvanlarla anilan Süleyman'in sultanlik çagi, Osmanli tarihinin en önemli devresidir. Devlet, kudret, yeni fetihler, medeniyetinin, kanun ve mimarlik anitlarinin en güzel varligini bu pâdisaha borçludur. Osmanlilarin sadece "Kanunî" ünvanini verdikleri, fakat Avrupa tarihçilerinin "Büyük" sifati ile adlandirdiklari Osmanli Pâdisahi sadece Sultan Süleyman'dir. Sultan Süleyman devri, bütün dünyada gelisen büyük olaylar dolayisiyle Yeni Çag tarihinin en dikkate deger safhalarindan birini teskil eder. XVI. yüzyilin baslarinda, Amerika'nin kesfinden sonra, Avrupa politikasinin denge sistemi kurulmus ve kuvvetlenmis; Hiristiyanlikta ortaya çikan Reform, insan esprisine bir yeni yol açmistir. Bundan daha hasmetli çalisma ve büyük sonuçlu zaman, insan tarihinde güç bulunur. Fransa'da I. François ve Ingiltere'de VIII. Henri'nin kurduklari hükümetler; Papa X. Leo'nun kültür, bilim ve sanayinin gelismesine ön ayak olmasi, Sarlken'nin yeni mezhebe karsi bas kaldirisi, Andreas Gritti'nin Venedik Doçu makamini isgal etmesi gibi tarihin önemli olaylarini bünyesinde toplayan bir asra az rastlanir. Iste Kanunî, söhret sahibi bütün bu hükümdarlarla hakkiyle rekabet edebilecek bir hükümdardir. Kanunî, Osmanli Pâdisahlari'nin onuncusudur. Bu rakam, ugurlu telakki edilmistir. Ayrica, Padisahin onuncu hicret asrinin basinda (H. 900 / M.l495 ) dogmus olmasi da mânali sayilmistir."

Muazzam ve âdil bir devletin vatandasi olmakla övünen büyük bir halk kitlesi, tebeasi olmak ve devrinde yasamakla iftihar ettigi Sultan Selim'in vefatina ne kadar müteessir olduysa, meziyetlerini yakindan bildigi Sultan Süleyman'in cülûsuna da o derecede sevindi. Bu cülûs, Kur'an-i Kerim'in en-Neml Sûresi'nde Hz. Süleyman'in Belkis'a gönderdigi mektuptan bahs edilirken temas edilen: " O, Süleyman'dandir. Rahman ve Rahim olan Allah'in adiyla (baslamakta) dir. "Bana bas kaldirmayin, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadir)" âyetleri bir fal-i hayr olarak kabul edildi. Gerçekten de Kanunî Sultan Süleyman, saltanati boyunca bu âyetlerin sirrina mazhar oldugundan onun döneminde Müslüman Türkler ile birlikte bütün bir Islâm dünyasi en bahtiyar yillarini yasadi.

Fiilen l3 sefer harbe katilan ve döneminde 300'den ziyade kalenin fethedildigi Kanunî ile birlikte dünyaya parmak isirtan Osmanli Devleti, fütûhatta olsun, idare, siyaset ve medeniyette olsun, yeryüzünün daha önce benzerini tanimadigi, belki bir daha da taniyip bilemeyecegi bir kemâli zirvelestirmis bulunuyordu. Asya'da Kafkas daglarindan, Acemistan içlerine, Yemen'e, Aden'e, uçsuz bucaksiz Arabistan çöllerine uzarken, Afrika'da Habes, Misir, Tunus, Fas ve Cezayir'i almis, Hind denizlerinde görünmüs, Akdenizde ise kasirga gibi eserek Venedik ve Ceneviz denizciliginin itibariyle beraber, büyük küçük bütün adalari çiçek devsirircesine koparip derleyerek vatanina ilhak etmisti.

Avrupa'da ise Egri ve Estergon kalelerine kadar Macaristan'i itaati altina almis, Erdel Kralligi, Eflâk, Bogdan Beylikleri, Kirim Hanligi ile Lehistan arasindaki genis stepleri ele geçirmis, Avusturya Devleti ve Venedik Cumhuriyeti muayyen vergiler ve peskesler ödemeye mecbur edilmis, Fransa, Italya, Lehistan dize gelmis, Ispanya yedigi bir kaç kuvvetli sille ile hizaya getirilmisti.

Kanunî Sultan Süleyman'in, l520'deki cülûsu esnasinda Osmanli Devleti, Türk tarihinde esine kolay kolay rastlanmayan bir kuvvet ve kudrete sahip bulunuyordu. Babasi Yavuz Sultan Selim'in, dogu ve güneye dogru iki büyük hamlesi, Osmanli Devleti'nin seklini temelden degistirip hakimiyetindeki topraklarini neredeyse iki misline çikarmisti. Bu arada Siîlik, adeta Anadolu'dan atilmis, Iran Safevî Devleti, öyle agir bir darbe yemisti ki, hâla ondan kurtulma çabasi içindeydi. Buna karsilik heybetli Memlûk Devleti artik yeryüzünde mevcud degildi. Bu devletin bütün topraklari ile birlikte Kudüs, Haremeyn, Sam ve Kahire gibi önemli merkezleri Osmanli hâkimiyetine girmisti. Müslüman Türkler, Afrika'nin büyük bir kismina el uzatmislardi. Bu gidisle de pek yakinda neredeyse bütün medenî Afrika'yi ele geçireceklerdi. Cezayir'in, Osmanlilara itaat etmesi ve Barbaros kardeslerin mücadeleleri, Osmanlilari, Bati Akdeniz'in en güçlü kuvveti haline getirmisti. Müslüman Türk nüfuzu, güneyde Mozambik'e kadar uzaniyordu. Tunus, olgun bir meyve gibi Osmanlilarin eline düsmeye hazirdi. Kisaca Osmanli Devleti, üç kita üzerinde hâkimiyetini tesis etmisti. Böylece bir "Cihan Devleti" haline gelmisti. Bu durum, siyasî, iktisadî ve askerî bakimdan kendisini rakipsiz bir hale getirmisti. Böylece, Dogu ve Bati'daki devletlerden hiç biri, bütün bu sahalarda kendisi ile rekabete girisip boy ölçüsecek durumda degildi.

Yavuz Sultan Selim'in takib ettigi Dogu ve Güney siyaseti vasitasiyle büyük bir gelisme ve ilerleme gösteren Osmanli Devleti, her bakimdan rakipsiz bir duruma geldiginden son derece zengin gelir kaynaklarina da sahip olmustu. Güçlü Osmanli deniz armadasinin temelleri de yine bu devirde atilmisti. Bütün bu müsait sartlar, Yavuz'un vefatindan sonra, onun yerine geçen oglu Süleyman devrinin, son derece parlak geçecegini müjdeler nitelikteydi. Nitekim tarihçi Âli, onu "amûd-i neseb-i saltanat" itibariyle ve on rakaminin sayi basi olmasindan dolayi ugurlu saydigi onuncu pâdisah olarak, bununla beraber Emir Süleyman ile Emîr Musa'nin da "Fetret Dönemi"nde bir müddet Osmanli tahtinda bulunmalarindan dolayi ayni zamanda on iki remzinin hikmetlerini sahsinda toplayan bir hükümdar telakki etmekte ve bu mes'ud tesadüfleri, onun büyüklügüne bir isaret gibi göstermektedir. Öyle anlasiliyor ki Âli, bu tesbitlerinde pek de yanilmisa benzememektedir. Zira, Kanunî'nin sâhane talihi, tahtiniYavuz gibi ender yetisen bir harp dehâsindan ve bir islahatçidan devr almis olmasiyla baslar. Öyle ki bir tarafta idare ve askerlik isleri, kili kirk yararcasina inzibat altina alinmis, diger taraftan Türk - Islâm birligine kasteden Siâ bozguna ugratilarak ülkede istikrar saglanmis, öbür tarafta ise Iran ve Misir seferleri yüzünden dolup tasan bir hazine sebebiyle malî ve iktisadî refah son haddini bulmustu. Ve nihayet, bu medeniyet cihazini el ve gönül birligi ile isleten kahraman ve celâdetli büyük adamlar, yeni Pâdisah'in mükemmel ve mücessem talii idiler. Nitekim, Ibrahim Pasalar, Rüstem Pasalar, Sokollular, Iskender Çelebiler, Kara Ahmedler, Turgut Reisler, Molla Cemâlîler, Ibn Kemaller, Ebu's-Suûd Efendiler, Celâlzâdeler, Ramazanzâdeler, Bâkiler, Sinanlar... Bütün bu ve daha önceki idare, siyâset, askerlik, ilim ve irfan ordusu sâyesinde baslangiçta Edirne'de dünya tarihinin en büyük medeniyetini mihraklandiran Osmanli mucizesi, artik bu muazzam yapicilar kadrosunun müsterek sevki ve imani ile en sâhane ve muhtesem çizgilerini verip, arkasindan da Istanbul medeniyetini gerçeklestirmis bulunuyordu. Osmanlilar, Islâm'dan aldiklari ilhamla bütün tebeasi için "saadet ve mutlulugun kapisi" anlamina gelen Dersaadet, yani Istanbul'un temsil ettigi medeniyetlerini öyle emsalsiz bir hâle getirmislerdi ki, bir yazarimiz bunu asagidaki ifadelerle güzel ve o medeniyete yakisir bir ahenkle ifade etmektedir:

Osmanlilarca sadece "Kanunî" ünvani ile anilan Sultan Süleyman, yeni bir hukuk devleti anlayisinin da müjdecisi oldu. Nitekim babasi Yavuz Sultan Selim'in cihan çapindaki icraati sirasinda gerçeklestirdigi bazi uygulamalar, onun döneminde derhal uygulamadan kaldirildi. Kanunî Sultan Süleyman döneminde devlet görevlilerinden her birinin yetki ve sorumluluklari tesbit edilmisti. Bu bakimdan herkes kendi yetkisini rahatlikla kullanabiliyordu. Baska birisinin buna müdahele etmesi pek düsünülmezdi. Özellikle hukuk ve idare gibi halk ile devleti yakindan ligilendiren sahalarda bunu görmek mümkündü. Mesela sadrazamin otoritesi yüksek ve kesindi. Makaminda kaldigi müddetçe pâdisah, sadrazaminin islerine müdahele etmezdi. Nitekim, Kanunî'nin yetistirmesi olan Damad Ibrahim Pasa, Alman elçisine, pâdisahin hükümet islerine karismadigini, hatta kendisi hükümet baskani oldugundan, reyi olmaksizin pâdisahin emirlerinin icra edilmeyecegini açikça söylemekten çekinmemistir. Bu sözleri, kismen Ibrahim Pasa'nin gururu ile tefsir etsek dahi, devrin hukuk anlayisi ve devlet baskani ile hükümetin selâhiyet ayriliklari, meydana çikmaktadir.

Avrupa, Osmanli'nin bir hukuk devleti oldugunu biliyordu. Bunun içindir ki, Ingiltere Krali VIII. Henry, bu siralarda Osmanli Devleti'ne bir hey'et göndererek onlarin adlî sistemini tedkik ettirmisti. Bu hey'etin raporu müvacehesinde Ingiltere adliyesinde islahatlar yaptirmisti.

"Istanbul medeniyeti... Hangi yönden, hangi ucdan, hangi kenar ve kösesinden tutulacak olsa, sanki bir rüya gibi, bir murâkabe, bir tilsim, bir tefekkür, bir ask, bir vecd gibi insani kavrayan, ürperten, derinden derine hükmeden, tasarruf eyleyen bir sihirdi. Bir macera, bir kivam, bir terkip ve essiz bir sahlanisti.

Bu, nasil dengeli ve islenmis bir ruhun yarattigi dünya idi ki, madde ile yek-vücud olup ondan konusan imân, âdeta madde denen kesif varligi billurlastirmis, elle tutulan, gözle görülen her surette kendi söyleyici olmustu. Devletçilikte bu ruh, idârecilikte bu ruh, barista, savasta, cemiyette, ailede, alista veriste, hünerde ve san'atta hulasa, hayatta, ölümde seyreden, hükmeyleyen hep bu ruh idi.

Insafla kahramanligin, adâletle merhametin, merdlikle cengâverligin, takvâ ile ibâdetin ölçülü bir nizâm, barisik bir kaynasma, ahenkli bir is birligi hâlinde tozu dumana katarak zamanin ötesine geçtigini, olmazlari oldurdugunu, târih ilk ve belki de son defa görüyordu."

Sarax
09-19-2008, 13:35
KANUNî SULTAN SÜLEYMAN'IN CÜLUSU VE ILK ICRAATLARI

Yavuz Sultan Selim'in vefatindan sonra akd edilen divanda, Manisa Valisi olan Sehzâde Süleyman'a derhal haber gönderilmesine ve o gelinceye kadar da ölüm haberinin gizli tutulmasina karar verilmisti. Zira Yavuz Sultan Selim'in ölümünün duyulmasi halinde meydana gelecek fitneden korkuluyordu. Bu sebeple Sehzâde'ye yazilmis olan mektup derhal yola çikarilmis, bundan sonra da hiç bir sey olmamis gibi günlük islerin yürütülmesine devam edilmisti. Babasinin ölüm haberi Sehzâdeyi oldukça sarsmisti. Bununla beraber Süleyman "kazaya riza" göstermesini bilmis ve haberi aldiginin ertesi günü Manisa'dan Istanbul istikametine dogru yola çikmistir.

Sultan Selim'in, Süleyman adinda bir oglu ile alti kizi vardi. Sultan Süleyman Istanbul'a gelerek l7 Sevval 926 (30 Eylül l520)'da hilafet merkezinde saltanat tahtina oturup hükümdar oldugu zaman saltanatta kendisine rakib olacak kardesleri bulunmuyordu. Lütfi Pasa, Sehzâde Süleyman'in, Osmanli tahtina geçisinden bahs ederken su ifadeleri kullanir: " Süleyman, cenk ve cidal olmadan geçip tahta oturdu. Selim, bu dünyanin zahmetini çekip dikenlerini temizleyip ortaligi gülistanlik bir hale getirdikten sonra göçüp gitti. Süleyman da zahmet çekmeden o bag, bostan ve gülistanin meyve ile güllerini zahmetsiz bir sekilde devsirdi." Böylece Osmanli Devleti'nin en muhtesem çagi baslamis oluyordu. Onun, 30 Eylül l520 tarihinde Osmanli tahtina cülûsunun duyurulmasi için her tarafa ulaklarla hükümler gönderilmisti. Cülûsunun ertesi günü Selim'in cenazesi de Istanbul'a gelmis bulunuyordu. Fâtih Camii'nde cenaze namazi kilinarak Mirza Sarayi denilen yerde defn edildi. Daha sonra Sultan Süleyman, babasinin temellerini attirdigi ve fakat tamamlamasina imkan bulamadigi bu yerde, onun adina bir câmi ve imâret ile mezarin üzerine bir türbe yaptirdi.

Babasinin defin islerini bitiren Süleyman, bundan sonra vüzera, ümera, dergâh-i âli kullari, yeniçeriler vesair sipaha ihsanlarda bulunmus, her birinin dirliklerini artirmistir. Bu arada hemen her gün akd edilen divanlarla memleket islerinin yürütülmesine çalisilmisti. Divanda alinan kararlar mucibince liyakatli kimselerin mansiplari yükseltildigi gibi mahlûl bulunan mansiblara da yeni tayinler yapilmistir. Öbür taraftan, Yavuz Sultan Selim'in Iran ile olan ipek ticaretinin men'i hakkindaki kararina aykiri hareket etmis olan tüccarin zaptedilmis bulunan mallarinin tazmini cihetine gidilmis ve bunun için hazineden külliyetli miktarda mal çikarilarak herkesin hakki kendisine teslim edilmistir. Öbür taraftan, kaynaklarimizin verdigi bilgiye göre Yavuz Sultan Selim zamaninda, Misir'dan Istanbul'a gönderilen 600 kadar hânenin (Kemal Pasazade'ye göre 800) memleketlerine dönmelerine müsaade edilmistir. Böylece, daha tahta geçer geçmez, degisen sartlara göre yeni faaliyetlerde bulunan ve babasinin dönemine göre bazi degisiklikler yapan hükümdar, halkina karsi adâlet ve merhametle hükm edeceginin ip uçlarini vermis oluyordu. Nitekim bazi sayialar üzerine "Kanli" lakabi ile meshur Gelibolu Beyi olan Kaptan Cafer Bey'i kethüdasi vâsitasiyle teftis ettiren Kanunî, bu teftis sonunda Cafer Bey'in gerek bazi haksizliklari, gerekse halka karsi yapmis oldugu zalimâne muameleleri tesbit edildiginden ilk önce, halka karsi yapmis oldugu haksizliklari kendi "rizkindan" (malindan) ödemeye mecbur birakilmis, daha sonra da Kasim l520 (Zilhicce 926) tarihinde hayatina son verilmistir. Kemal Pasazâde, Kanunî'nin tebeasina karsi gösterdigi adâlet örnegi ile Cafer Bey hakkinda su bilgileri verir:

"Mimar- rûsen -ara-yi himmet-i âlî-sâni bin-yi sara-yi cihan ara-yi insaf u intisafa bünyad urub icra-yi ahkâm-i vâcibu'l-ihkâm-i adl u dâd ile kura vu bilâdi mamur (adaletle köy ve ülkeleri imar) ve esnaf-i benî Âdem'i pür - huzur ve etraf-i âlemi âbâd eyledi. Hima-yi himâyetinde olan vilayetlerden nur-i adl ile deycur-i cevri dûr idüb keff-i kifayetinde olan memleketlerden zalâm-i zulm-i eyyâmi ref' itdi."(yönetiminde bulunan yerlerde adalet nuru ile zulüm karanligini ve haksizligi kaldirip uzaklastirdi.

" Raiyyete ve leskere, nükere ve beylere ayn-i adl ile yeryüzünden nazar eyleyüp ümerayi ve fukarayi insaf u intisafda beraber gördi. Mirliva-yi Gelibolu olan Kapudan Cafer Aga'yi ki, seffâk-i bî - bakidi, zulm ile halkin mal ü menalin alub nâ - hak yere kan döker kattal ü fettak idi."

Hammer de Kanunî'nin adaleti ile ilgili bu ilk icraati hakkinda su bilgileri vermektedir: " Zulümleri yüzünden "Kanli" lakabi almis olan donanma kaptani Cafer Bey'in, tersane kethüdasi tarafindan su-i istimal (görevini kötüye kullanma)'i ortaya çikarildi. Bu haberler üzerine Pâdisah, Cafer Bey'i önce azl ettirir. Yapilan muhakeme sonunda suçu sabit görüldügü için de astirir. Bu sekildeki adâletli hareketleri ve yüceligi Pâdisaha büyük bir sevgi kazandirdi. Bütün Osmanli ülkesinde hududun son noktasina varincaya kadar Asya ve Avrupa'da bulunan eyâlet valilerine, Misir'da Hayri Bey'e, Mekke Serifi'ne ve Kirim Hani'na cülûstan birkaç gün sonra gönderilen ilannâmeler kadar yeni Pâdisahin güzel hareketleri de sür'atle her tarafa yayiliyordu."

Sarax
09-19-2008, 13:36
KANUNî DÖNEMINDEKI OLAYLAR

Osmanli Devleti'nde Kanunî dönemi, idare, kaza, askerlik, kültür ve san'at muhitini teskil eden, son derece degerli aktif unsurlarin is ve el birligi yapip bir araya geldikleri bir devirdir. Bununla beraber bu dönemin daha baslangicinda bazi proplemler çikmis ve saltanatinin ilk yillarinda Avrupa'ya yönelmek isteyen genç hükümdar, tahta cülûsundan hemen sonra, doguda beliren gailelerle ugrasmak zorunda kalmasi, Osmanli tarihi bakimindan fevkalade önemli olan bu dönemi bir manada kronolojik siraya göre takib etmek yerinde bir hareket olacaktir. l. Canberdi Gazalî Hadisesi :Memlûk Sultani Melik Esref Kayitbay'in azadli kölelerinden ve Sultan Gavri ile Sultan Tomanbay'in nüfuzlu beylerinden olan Canberdi Gazalî, Misir'in ilhaki esnasinda Hayir Bey vâsitasiyle af edilmis ve Yavuz Sultan Selim'in, Sam'dan Istanbul'a hareketi esnasinda Sam Beylerbeyligine tayin edilmisti. Yavuz'un ölümü ve yerine Süleyman'in geçmesi üzerine Melik Esref ünvaniyle hükümdarligini ilan ederek isyan etmis, adina hutbe okutup para bastirmisti. O, bununula da yetinmeyerek kendisi ile birlikte hareket etmeleri için Sah Ismail ile Misir Beylerbeyi Hayir Bey'e elçi ve mektup göndererek onlari da yanina çekmeye çalismisti. Zira ona göre çok uygun bir firsat dogmustu. Osmanli tahtina geçen bu genç ve tecrübesiz hükümdarin, kendilerine bir sey yapamayacagina inanmisti. Hatta ona göre devir "eyyam-i fetret ve hengâm-i firsat" devri idi.

Halbuki, böyle bir düsünceye kapilip isyan bayragini açmis olan Canberdi Gazalî, daha önce af edilmis ve kendisine itibar gösterilmisti. Sadece kendisinin degil, arkadaslarinin da rahat ve huzur içinde yasamasi temin edilmisti. Öyle anlasiliyor ki o, Selimin'in ölümünden önce dahi isyan için uygun bir firsat kolluyordu. Zira Yavuz Sultan Selim'in ölümünden önce o, çevreye dagilmak suretiyle hayatlarni kurtarmis olan silah arkadaslarini etrafina toplayarak, yönetimine verilmis bulunan Sam vilayeti dahilinde onlara mevkiler vermisti.

Canberdi Gazalî, Suriye ve Filistin'i ele geçirmek, sonra da Misir'i zapt edip hilâfeti elde etmek gibi büyük emeller pesinde kosuyordu. Bu sebeple Hayir Bey'den de istifadeyi düsünerek ona mektuplar göndermisti. Böyle bir tekliften telasa düsen Hayir Bey, bir taraftan onu oyalarken diger taraftan da deniz yoluyla devleti keyfiyetten haberdar ederek, Gazalî'nin kendisine yolladigi mektuplari Istanbul'a gönderir.

Bu arada, 20.000'e ulasan kuvvetleriyle harekete geçip Beyrut'u zaptetmis olan Gazalî, Cebel-i Lübnan'daki Dürzîleri de isyana tesvik etmisti. Daha sonra Haleb'i kusatip muhasara altina alan Canberdi Gazalî, büyük bir mukavemetle karsilasmisti. Hayir Bey, Gazalî üzerine asker sevki hususunda Istanbul'un fikrini sormus, merkezin verdigi çok isabetli bir cevapla buna lüzum olmadigi ve icab eden kuvvetlerin Anadolu'dan sevkedilecegi bildirilmisti. Nitekim üçüncü vezir Ferhad Pasa ile Anadolu, Karaman ve Sivas eyaletlerinin timarli sipahileriyle kapikulu efradindan dört bin yeniçeri gönderildigi gibi Dulkadiroglu Sehsuvarzâde Ali Bey de isyani bastirmak üzere yardima memur edilmisti. Ferhad Pasa kuvvetleri henüz yetismeden Sehsuvaroglu Ali Bey maiyyetindeki kuvvetlerle Haleb üzerine yürür. Ali Bey'in gelisini haber alan Gazalî, buradaki kusatmayi kaldirarak Sam'a çekilir. Bu arada, Ferhad Pasa'nin kuvvetleri ile birlesen Haleb Beylerbeyi Karaca Ahmed Pasa'nin birlikleri ile Sehsuvaroglu Ali Bey'in kuvvetleri, iki kol halinde Sam yakinlarina gelirler. 27 Ocak l52l'de Mastaba mevkiinde vuku bulan çarpismalar sonucunda Gazalî yenilerek yakalanir. Devletin, gerek kendisine, gerekse arkadaslarina sagladigi bütün imkânlari bir tarafa birakip halife olma sevdasina düsen Canberdi Gazalî'nin bu nankörlügü, ibret-i âlem olmak için basinin kesilip Istanbul'a gönderilmesi ile son bulur.

Canberdi Gazalî isyaninin sür'atle bastirilmasi, bu hadiseden istifade ve Gazalî ile birlikte hareket etmek isteyen Sah Ismail'in isini bozmustu. Gazalî'nin maglubiyetini duyan Sah Ismail, yaylak bahanesiyle Tebriz'den kalkarak Kazvin taraflarina gitmisti. Elindeki kuvveterle Kayseri dolaylarinda bir müddet Iran taraflarini tarassut eden Ferhad Pasa, vaziyetten emin oluncaya kadar o yörelerde kalmisti. Bu hâdiseden hemen sonra Sam Beylerbeyligi'ne Ayas Pasa, Kudüs, Gazze ve Safed sancaklarina da birer sancakbeyi tayin edilmisti. 2. Belgrad'in Fethi Canberdi Gazalî'nin isyani esnasinda Macaristan'a karsi yeni bir seferin açilmasina karar verilir. Çünkü stratejik önemi haiz olan Belgrad, Avrupa'ya karsi girisilecek seferler için bir üs olarak kullanilabilecek durumda idi. Nitekim, bu stratejisinden dolayi Fâtih de daha önce, burayi almak için tesebbüslerde bulunmustu. Ayrica askerî güçlerine güvenen Macarlar, yeni Pâdisahi tebrik için bir heyet göndermedikleri gibi cülûsu haber vermek, iki devlet arasindaki barisi yenilemek ve daha önce taahhüd edilen haraci (vergi) istemek üzere Macaristan'a gönderilen Osmanli elçisini de öldürmüslerdi. Onlar, elçiyi öldürmekleyetinmemis olacaklar ki, onun kulaklari ile burnunu da keserek cevap diye Süleyman'a göndermislerdi. Böylece, insanlik tarihi için yüz karasi olabilecek bir vahset örnegi de sergilemislerdi. Bütün bu olumsuz gelismeler üzerine harp kaçinilmaz hale gelmisti.Downey, böyle bir hareketin karsiliginda Kanunî'nin yaptigi hazirliklari, bu hazirliklar esnasindaki geçit resmini , genç hükümdarin bunlari seyr ederken duydugu memnuniyeti ve ordunun maneviyatinin ne kadar yüksek oldugunu canli birer levha gibi tasvir edip gözler önüne serer. Gerçekten Kanunî, kendisine ve devletine yapilan bu hakaretin cezasinin verilmesi gerektigine inandigi için harp hazirliklarina baslanilmasi için emirler göndermisti. Iran hududunun güvenligi saglanip savas karari alindiktan sonra babasi ve dedeleri II. Bâyezid ile II. Mehmed (Fâtih)'in türbelerini ziyaret ettikten sonra l8 Mayis l52l'de bizzat kendisinin basinda bulundugu Osmanli ordusu, Belgrad üzerine hareket eder. Yol boyunca yapilan müzakerelerde Osmanli kuvvetlerinin, Veziriazam Pîrî Mehmed Pasa'nin görüsü dogrultusunda, dogrudan Belgrad üzerine yürümesi ve Rumeli Beylerbeyi olan Ahmed Pasa'nin önceden hareketle Bögürdelen (Sabacz, Czabacz) hisarini almasi kararlastirilmisti.

Sabacz'i kusatma altina alan Ahmed Pasa, muhasarayi daraltip sikistirmakla birlikte, kaledeki garnizon, kendisini savunuyordu. Sonunda muhafizlar yok edildiler. Bu kusatma esnasinda Osmanlilardan da epeyce sehid verilir. Ahmed Pasa, büyük bir mücadele sonucu (2 Saban) 7 Temmuz'da Sabacz (Bögürdelen)i zapteder. Böylece Kanunî ilk fethini gerçeklestirmis oluyordu. Sultan Süleyman, ertesi gün Ahmed Pasa ile sancakbeylerini huzuruna kabul ettikten sonra kaleye gelir. Pâdisah, sehrin istihkâmlarinin arttirilmasini emr ettikten sonra askerinin Sirmi'ye geçmesi için Sava üzerine köprü yaptirir. Insaatin sürdügü dokuz gün içinde Sultan Süleyman, isçilerin gayretlerini artirmak için nehir kenarinda bir çardak altinda kalip insaatin tamamlanmasini bekler. Böyle manevî bir destek ve etki altinda kalan ordu ve saray agalari can ve basla çalisarak köprü yapim isini çabucak tamamlatmak hususunda elden geleni esirgemezler. Bu sirada daha baska kalelerin feth edildigi haberi gelir. Insaata baslandiginin onuncu günü köprü tamamlanmisti. Ancak nehir birden tastigindan köprü kismen harab olmussa da kisa bir süre içinde yeniden onarilmis ve asker buradan geçmisti.

Bu sirada Belgrad'in kusatilmasi ile ugrasan Pîrî Pasa ise buranin karsisindaki Zemin Kalesi (Zemun, Zemlin)'ni ele geçirmisti. Bu esnada Pîrî Pasa'yi çekemeyen Ahmed Pasa'nin tesiriyle Belgrad muhasarasinin kaldirilip Budin üzerine yürünmesi kararini alan Sultan Süleyman, daha sonra bu karardan vaz geçerek l Agustos'ta Zemin civarinda yüksek bir mevkie otag kurup, kusatmanin bir an evvel sonuçlandirilmasi emrini verir. Siddetle kusatilan Belgrad'in kale muhafizi dayanamayacagini anlayinca eman dileyerek 30 Agustos'ta kaleyi teslim eder. Kale halkindan bir kismi Macaristan'a giderken, aslen Sirpli olan bir kismi da evlad, aile ve mallariyla Istanbul'a nakl olunarak Yedikule civarinda iskan edilirler. Belgrad'dan getirilenlerin yerlestirildikleri mahalleye Belgrad Mahallesi denilmeye baslanir. Fetihten sonra 200 top ile tahkim edilen Belgrad Kalesi, Semendire ile birlikte muhafazasina 900 bin akça has ile Bosna Sancakbeyi Yahya Pasa oglu Bâli Bey muhafazasina tayin edilirken Bosna da Sultanzâde Hüsrev Bey'e verilir.

Belgrad seferi esnasinda Osmanli ordusunda filler de bulunuyordu ki, Lütfi Pasa bunlarin iki tane oldugunu belirtir. Kanunî'nin bu ilk seferine Edirne, Filibe ve Sofya medreseleri talebeleri de istirak etmislerdi. Belgrad, ele geçirildigi tarihten itibaren Avrupa seferlerinde Osmanli ordusunun en mühim üslerinden biri olmus ve "Dâru'l-cihâd" adini almistir.

Kanunî Sultan Süleyman, Belgrad'dan Istanbul'a dönerken l9 Ekim'de iki yasindaki oglu Murad'in, gelisinden iki gün önce de bir kizinin ölüm haberini almisti. Istanbul'a girdikten on gün sonra da dokuz yasindaki oglu Mahmud çiçek hastaligindan öldü (29 Ekim). Vezirler, Pâdisah'in çocuklarinin cenazelerine yaya olarak refakat ettiler. Bunlar, Yavuz Sultan Selim türbesinin yanina defn edildiler.3. Rodos'un Fethi Bilindigi gibi, Kanunî Sultan Süleyman'in Akdeniz'de Osmanli hakimiyetini kurmak için giristigi büyük mücadelede, Rodos seferi ilk, Malta seferi ise son dönemi ifade eder. Dünya tarihinin esine ender rastladigi ünlü Pâdisahin saltanatinin ikinci yilinda Rodos'u ve ona bagli bulunan adalari ele geçirmesi, Dogu Akdeniz'de Osmanli hâkimiyetinin yerlesmesini sagladigi gibi, mücadelenin bundan böyle Orta ve Bati Akdeniz'e intikal ettirilmesi imkanini da saglamisti.

1309'dan beri Saint Jean d'Hospitaliers veya Saint Jean de Jerusalem denilen sövalye tarikatinin elinde bulunan Rodos adasi ile civarindaki adalar, eskiden beri Osmanlilarin ele geçirmek istedikleri önemli yerlerdi. Sultan Süleyman, Belgrad'i almayi basardiktan sonra Osmanli siyasetinin bu ikinci mes'elesini de halletmek istiyordu. Zira fethi zarurî kilan bazi sebepler vardi. Buranin fethi, Osmanli ülkesine yeni ilhak edilmis bulunan Misir, Suriye ve Dogu Akdeniz sahillerinin emniyeti bakimindan önemliydi. Bunun için de Rodos ve ona bagli olan diger adalarin Osmanlilarin elinde bulunmasi gerekiyordu. Nitekim bu zorunlugu takdir eden Yavuz Sultan Selim, saltanatinin son yillarinda, Sövalyeler üzerine yürümek için büyük çapta bir donanma hazirlamaya koyulmus, ancak bu tasavvurunu gerçeklestiremeden hayata gözlerini kapamisti. Hiristiyanligin, Osmanli hac, ticaret ve ulasim yolu üzerinde, bu emniyeti tehlikeye sokabilecek tehlikeli kalesi durumundaki Rodos'ta bulunan sövalyeler, Osmanli ticaret ve hac gemilerine saldirmakla kalmamislar, ayni zamanda Canberdi Gazali'ye de yardimda bulunmuslardi. Bundan baska onlar, Rodos'ta bulunan Cem Sultan'in oglu Murad'i da taht vârisi olarak ortaya sürmüslerdi. Ayrica kalelerinin saglamligina güvenmekte olan Rodos sövalyeleri, korsanlik faaliyetlerine devamla, bir taraftan Müslümanlarin yollarini kesip gemilerini aliyor, öbür taraftan da Osmanli sahillerinde ardi arasi kesilmeksizin bazi fesatliklarda bulunuyorlardi. Bundan baska bes alti bin civarinda Müslüman'i esir alip adalarinda onlara türlü iskenceler yaptiklari da biliniyordu.

Iste Kanunî, bu siyasî ve stratejik sebeplerden dolayi Rodos proplemini halletmek istiyordu. Böylece, bir bakima babasindan miras olarak devr aldigi bir siyaseti devam ettirmek ve babasinin yarida birakmak zorunda kaldigi önemli bir meseleyi halletmek niyetinde idi. Ayni zamanda o, Rodos'u feth etmek suretiyle dedesi Fâtih Sultan Mehmed'in gerçeklestiremedigi bir seyi de yapmis olacakti. Eserimizin, Fâtih'le ilgii bölümünde de görülecegi üzere o, birbirlerini kovalayan zaferleri arasinda sadece iki yerde istedigini ele geçirememisti. Bunlardan biri Belgrad, digeri de Rodos'tu. Tahta henüz geçmis olan genç Süleyman, saltanatinin ilk yilinda Belgrad'i zapt etmek suretiyle Fâtih'in düsüncesini gerçeklestirmis oluyordu. Onun, Belgrad'in hemen arkasindan Rodos üzerine yönelmesinde, nisbeti az da olsa ayni psikolojinin etkili oldugunu söylemek mümkün olsa gerekir.

Rodos'un fethi hususunda Divan-i Hümayûn'da yapilan müzakerelerde ekseriyet, Rodos seferine taraftar görünmüyordu. Zira bunlar, Sövalyelerin söhreti, adanin müstahkem olup uzun süre muhasaraya dayanabilmesi ve bir sefer vukuunda Avrupa'nin derhal buraya yardimda bulunabilecegini düsünüyorlardi. Bunlara göre sonu tehlikeli bir macera ile bitecek sefere girismek dogru degildi. Bu düsünceye karsilik Vezir-i A'zam Pirî Mehmed Pasa ile ikinci vezir Çoban Mustafa Pasa ve denizci Kurdoglu Müslihiddin Reis, Rodos seferine taraftar olup Avrupa tarafindan endise edilmemesi gerektigini ileri sürüyorlardi. Bu arada casuslari vâsitasiyle Rodos hakkinda bilgi toplayan Kanunî, sefere karar verir. Bununla beraber sefere çikmadan önce, Hammer'in ifadesiyle " Kur'an-i Kerim'in emrini yerine getirmek için Üstad-i A'zam'a bir mektup gönderir. Bu mektupta Üstad-i A'zam teslim olmasi isteniyor ve arzusu ile itaati kabul ettigi takdirde sövalyelerin hürriyetleri ile mallarina dokunulmayacagina dair, yerlerin ve göklerin yaraticisi olan Allah, O'nun elçisi olan Hz. Muhammed ve diger Peygamberler adina yemin ediyordu." Fakat bu teklif, Üstad-i A'zam tarafindan red edilir.

Bu sirada Avrupa devletleri de birbirleri ile mücadele halinde bulunduklarindan, Rodos ile ilgilenebilecek durumda degillerdi. Rodos ile ilgilenebilecek tek devlet olan Venedikliler de yapilan ticaret antlasmasi ile pasif hale getirilmislerdi. Divan'da alinan sefer kararindan sonra hazirliklarina baslayan Osmanli ordusunun basina serdar olarak ikinci vezir Çoban Mustafa Pasa getirilir. Öte yandan bu seferi haber alan Rodos Üstad-i A'zami Philippe Villiers de l'Isle Adam, bazi tedbirler alarak kaleyi tahkim ettirmis, yiyecek depolatmis, sehrin önündeki limana zincir çektirmis, ayrica Papa ve Fransa'dan da yardim istemisti.

Osmanli donanmasi, 5 Haziran l522'de 300 gemi ile Çoban Mustafa Pasa komutasinda harekete geçer. Donanmada pek çok mühimmattan baska onbin deniz ve itfaiye neferi bulunuyordu. Sultan Süleyman da 2l Receb 928 (l6 Haziran l522) tarihinde Istanbul'dan hareketle Üsküdar'a geçmis, buradan Kapikulu askerleri ve sefere memur olan diger eyâletlerin timarli sipahileriyle birlikte karadan yola çikmisti. Bu sefere nadir bir istisna olmak üzere, Sadrazam Pîrî Mehmed Pasa'nin amcasi olan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi (l503 - l525) de katilmistir.

Osmanli donanmasi, Rodos yakinlarindaki Gnido adasina varmisti. 24 Haziran'da Rodos önlerine gelen Osmanli donanmasi, Rodos kalesinin dört mil kadar dogusundaki bir limana demir atar. Kaleyi abluka altina alan ordu, Pâdisahin karadan gelmesini bekler. Nihayet Kütahya - Aydin yolu ile Marmaris'e, oradan da 28 Temmuz'da Rodos adasina geçen yüzbin kisilik ordu, surlar boyunca mevzilenir. Bu esnada Ingiliz, Fransiz, Italyan, Ispanyol, Alman ve Portekiz milletlerine mensub sövalyeerden mütesekkil Rodos müdafileri ise kalenin bes ana burcunu müdafaaya basamislardi.

Çarpismalar, l Agustos'ta Alman burcuna top atisi ile baslar. Kanunî, Kiziltepe denen yerde otagini kurdurarak kusatmayi buradan idare eder. Siddetle ve birbiri ardinca süre gelen Osmanli hücumlari, bes ay kadar devam eder. Bu arada zaman zaman kismî basarilar da kazanilmisti. Sonunda dayanamayacaklarini anlayan sövalyeler, kaleyi teslim edeceklerini Kanunî'ye bildirmek zorunda kalirlar. Yapilan müzakereler neticesi 21 Aralik 1522'de bir teslim antlasmasi imzalanir. Buna göre 2l3 yillik sonuncu Haçli Devleti de tarihe karisir. Buna göre Katolik Hiristiyanlarin Yakin Dogu'dan tamaman uzaklastirilmalari da saglanmis olur. Antlasma geregi sövalyelerin adadan çekilmelerine müsaade edildigi gibi, sehirdeki Hiristiyanlarin dinî âyin ve inançlarinda serbest olmalari, ada sakinlerine bes yil kadar vergi vermemeleri ve kendilerinden devsirme alinmamasi gibi imtiyazlar da bahsedilmistir. Bu arada tanassur etmis olan (Hiristiyanligi kabul eden) Sultan Cem'in oglu Murad da yakalanarak iki oglu ile birlikte ortadan kaldirilir. Sövalyelerin Rodos'u terkinden sonra Pâdisah, 20 Ocak 1523'te Câmie çevrilen Saint Jean Kilisesinde Cuma namazi kilmisti. Bu namazda imamligi, sefere istirak etmis olan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi yapmisti. Rodos, Midilli sancagina baglanarak Dizdarzâde Mehmed Bey'in idaresine verilmistir. Osmanlilar, ayrica bu sefer sonrasi Anadolu sahillernde Bodrum, Aydos, Tahtali kalelerini, Leros, Sömbeki, Kalimnos, Limonsa adalarini ele geçirmislerdir. Böylece Rodos kalesi ve adasiyle birlikte Oniki adanin tamami ve Bodrum da teslim olmustu. Bodrum'un fethi, Anadolu tarihi bakimindan da önemlidir. Zira burasi, Anadolu'da Hiristiyanlarin elinde bulunan tek toprak parçasi idi.

29 Aralikta Kanunî, Rodos sehrine girip kaleyi gezer. Bu günlerde Hiristiyanlik âleminde Noel kutlaniyordu Papa Ikinci Hadrianus, Roma'da Saint Pierre'de Noel âyinini icra ederken, kilisenin saçagindan bir tas düsüp Papanin ayagina dogru yuvarlanir. Kardinaller bu hâdiseyi muhasarasi aylardan beri devam eden Rodos'un düsmesine isaret saydilar.

Rodos'un fethi, Türk topçulugunun Avrupa topçulugu karsisindaki üstünlügünü gösterdigi gibi, o çagda alinmasi adeta mümkün görülmeyen ve Hiristiyanligin Islâm âlemine dogru bir kalesi sayilan adanin zapti, Avrupa'da büyük bir hayret ve teessür uyandirmistir. Bu arada Rodos'un fethini müteakib Rodos hapishanelerinde bulunan alti bin kadar Müslüman esir de kurtarilmistir.

Rodos'a derhal Türk göçmenleri yerlesmeye basladilar. Birçok câmi, imâret, mektep, medrese, çesme ve yol yapilip ada imar edilir. Rodos, bir sancak merkezi olur. Buraya devamli olarak bahriye sancakbeyleri (Tümamiral) vali tayin edildi. 2 Ocak günü aksam üzeri Kanunî Yesil Melek kadirgasina binip Rodos'tan ayrilir. Anadolu'da Marmaris'e geçer. 3 Ocak'ta da Marmaris'te idi. Aydin, Midilli, Karasi, Mentese ve Saruhan sancakbeylerine, Anadolu beylerbeyisi Kasim Pasa'nin nezaretinde Rodos'taki insaat , imar ve iskân isleri bitinceye kadar adada kalmalarini emr ettikten sonra Istanbul'a dogru yola çikan Kanunî 26 günde Istanbul'a varir. 29 Ocak l523'te yedi ay on iki gün süren bu ikinci sefer-i hümayûnunu bitirerek Istanbul'a gelmis olur. Bu arada Osmanli donanmasi da Istanbul'a döner.

Rodos'un fethi edilmesi ile ilgili olarak gönderilen zafernâmelere Venedik mukabelede bulundugu gibi Sah Ismail de cülûstan beri ilk defa olarak taziyet ve tebrik vecibesini yerine getirmis, Rodos fethinden dolayi da memnunlugunu bildiren bir mektup ile bir elçi göndermisti.

Rodos'un fethi ile Avrupa'da Kanunî'nin söhreti biraz daha artmis oluyordu. Belgrad ve Rodos'un, Hiristiyan dünyasinin bu iki kilit noktasi sayilan müstahkem kalelerinin Kanunî tarafindan düsürülmesi, Osmanlilarin ileride basaracaklari daha büyük fetihleri için bir isaret sayildi.

5. Ibrahim Pasa'nin Misir'daki IslâhatlariMisir'da, sosyal düzenin saglanmasina önem verdigi anlasilan Kanunî, burada, sarsilan devlet otoritesi ile düzenini yeniden tesis, Osmanli kanunlarni vaz' ve bozulan idareyi islâh etmek istiyordu. Bu maksatla Vezir-i A'zam Ibrahim Pasa'yi Misir'a gönderir. l Zilhicce 930 (30 Eylül l524)'da donanma ile ugurlanan Ibrahim Pasa'ya, bizzat Pâdisah, Marmara adalarina kadar refakat ederek orada kendisine pek dostane bir sekilde veda eder. Uhdesine Misir Beylerbeyligi de havale olunan Ibrahim Pasa'nin maiyetine Rumeli Defterdari Iskender Çelebi, Ulûfeciler Agasi Hayreddin Aga, Çavusbasi Sofuoglu Mehmed ile 30 nefer çavus, Divan kâtibi olarak Celâlzade Mustafa Çelebi ile bazi hazine kâtipleri ve 500 kadar yeniçeri memur edilip on kadirga ile yola çikmisti. Ibrahim Pasa, Sakiz Adasi'na ugrayarak orada Ceneviz idarecileri tarafindan selamlandiktan ve kendisine takdim edilen hediyeleri aldiktan sonra l0 Muharrem ( 7 Kasim )'da Rodos'a yanasir. Osmanli donanmasi Iskenderiye'ye yelken açtigi halde, sonbahar rüzgarlari yüzünden Anadolu sahiline düserek Rodos'tan hareketinden üç hafta sonra Marmaris körfezine girmek zorunda kalir. Yilin bu mevsiminde deniz yolculuguna güvenilemedigi için Ibrahim Pasa karadan gitmeye karar verir. Geçtigi bütün yollarda halka karsi iyi davranan, idarecileri kontrol eden ve onlarin tebeaya karsi daha müsamahali davranmasini saglayan Ibrahim Pasa, bu iyi niyeti ve tarafsizligi sebebiyle halkin duasini alir. Bu uzun ve yorucu yolculuktan sonra 2 Nisan l525'te Kahire'ye giren Ibrahim Pasa, eyâletin ahvalini teftis, islâh ve tanzim etmek üzere maiyetindeki idarecilerle, Misir'daki Memlûklü idarecilerden mürekkeb bir hey'et teskil edip Kal'atü'l-Cebel'de devamli divan akdine baslar. halkin çesitli sikâyetlerini dinler. Kayitbay zamanindaki kanunlari gözden geçirir. O, halkin içinde bulundugu ekonomik ve sosyal durumu ile hazineyi esas alarak kanunlar tasarlar. Fetihten beri sâdir olan fermanlar ve Misir idaresinin geçirdigi safhalari gözönüne alarak tasarladigi bu kanunlar, Misir'in eski kanununu ta'dilen mutedil ve mufassal bir kanunnâme sekline bürünür. Hazirlanan bu tasari, Istanbul'a gönderilir. Pâdisah tarafindan tasvibi alindiktan sonra kanun haline getirilen bu tasari, "düstûru'l - amel olmak üzere" Misir hazinesine teslim edilir.

Ibrahim Pasa'nin, Misir'da geçirdigi üç ayin her günü, bir baska adaletli ve lütufkâr icraatla dikkati üzerinde topluyordu. Sürekli olarak memleketin ihtiyaçlarina uygun kanunlar koyuyor ve eskilerini düzeltiyordu. Eski idarenin açtigi yaralari onarmaya çalisiyordu. Bu arada Beni Havare ve Beni Bakar adiyla anilan ve hainlikle itham olunan asiretlerin reislerini astirmakla cezalandirdi. Bu cezalar, digerleri için de bir manada ibret oldu. Böylece vahalara ve Habesistan'a kadar Asagi ve Yukari Misir'daki öbür Arap asiretleri seyhlerine, Pâdisah'a itaatla bagli kalacaklarina yemin etmeleri ihtar olundu. Sehirlerde tellâllar dolasarak idareden sikâyetçi olanlarin gördükleri zulümleri bildirmeleri ilan olundu. Memlûklü zamanindan beri borçlu oldukarindan dolayi haps edilen fakirlerin borçlari ödenerek saliverilmeleri saglanir. Egitim ve öksüzlerin yiyeceklerinin saglanmasi için özel yönetmelikler konularak bunlara maas baglanir. Ibrahim Pasa, kalede vali konaginin karsisinda, hükümet hazinesini muhafaza için iki kule yaptirir. Ibrahim Pasa, Beylerbeyi sifati ile Misir'da bulundugu sirada öteden beri Kahire'nin ugradigi gaileler sebebiyle yikilmis veya harab olmus câmi, medrese ve diger hayrat eserleri kendi hesabindan ve kendi masrafi ile tamir ettirmisti ki, Ömer Câmii bunlardan biridir. Vergi defterleri Sultan Kayitbay ve Kansu Gavri zamanlarindaki hallerine konuldu. Gerçekten o, tatbik edilen mevzu ve muhdes nizami, özellikle sikâyet konusu olan vergi hususunu, âmil, mübasir, urban seyhi ve sair a'yândan istisfar etmis (sorusturup ögrenmis), Memlûklü devrine ait eski defterleri buldurup Kayitbay devri nizami ile Gavri ve Hayirbey zamanindaki muamelati inceletip, bu sonuncularla, Hain Ahmed Pasa'nin ihdas ettigi haksizlik, zulüm ve bid'atleri ortadan kaldirmistir.

Pâdisah, Malî ve idarî islâhatlar için üç ay kadar Misir'da kalan Ibrahim Pasa'nin eyâlette yaptigi islâh ve düzenlemesine kani olunca istedigi kimseyi Beylerbeyi olarak tayin etmesi hususunda kendisine selâhiyet vermisti. O da, Defterdar Iskender Çelebi'nin tavsiyesine uyarak eyaleti, Sam Beylerbeyi olan Süleyman Pasa'ya verip Misir Beylerbeyligi'ne, Hamzavî'yi de defterdarliga tayin ederek 22 Saban 93l (l4 Haziran l525)'de Kahire'den ayrilir. Sam yolu ile Anadolu'ya hareket eder. Maras'tan Kayseri'ye gitmekte iken bazi Türkmen boylarinin agirliklarini vuracaklari haberini alir. Bunlarin ileri gelenlerini çagirtarak, Sehsuvaroglu Ali Bey'in, Ferhad Pasa'nin tesiriyle öldürülmesi sonucu Dulkadir ülkesinde timari hazineye aktarilan Türkmen sipahîlerinin timarlarini iade ettirir. Daha sonra da l525 senesi Eylül'u basinda Istanbul'a varip Pâdisahin huzuruna çikan Ibrahim Pasa, Misir'daki icraati hakkinda ona bilgi verir. Pâdisah, onun Misir'daki icraatindan memnun olarak kendisine ihsanlarda bulunur.

Sarax
09-19-2008, 13:37
MACARISTAN SEFERLERI

Osmanlilarin Rumeli'ye ayak bastiklari günden itibaren bir buçuk asirdan daha fazla bir sürede karsilarinda ya hasma yardimci veya hasim olarak Macarlari gördükleri bilinmektedir. Bundan dolayi Türkler'in Macarlar'a, Macarlar'in da Türkler'e karsi olan düsmanliklari, Macaristan'in zaptina kadar devam etmistir. Belgrad ile birlikte bir kaç kalenin Osmanlilar'ca alinmis olmasi, Macarlar için büyük bir darbe olmustu. Gerçekten Belgrad'in zapti, Avrupa fetihlerine yol açan önemli bir âmil olmustu. Nitekim Belgrad'in alinmasindan sonra Macaristan, Hirvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya gibi yerler, daha rahat ve güvenli bir sekilde Osmanli akinlarina hedef oldular. Bu arada Gazi Hüsrev, Sinan ve Bâli Beyler'in akinlari Mohaç savasina kadar devam edecektir.

Macarlar'in, Eflâk islerine karismalari, Osmanlilar aleyhine Bogdan'la ittifak yapmalari, Sarlken'in bir Avrupa Imparatorlugu kurma tehlikesi ve Safevîler'le anlasma yapmasi gibi hadiseler üzerine Üngürüs seferine karar verilir.l. Mohaç Meydan Muharebesi Belgrad'in fethi, Osmanlilar'in tabii yayilma sahasi olarak gördükleri Orta Avrupa üzerine yürümek yolunda önemli bir adim olmustu. Bu arada hudud bölgelerinde de bazi karisikliklar çikmis, Tuna boylarinda Macarlar'la küçük çapli çarpismalar olmustu. Bununla beraber, Kanunî'nin sefere karar vermesi, Papalik, Macaristan ve Lehistan münasebetlerinin neticesi olarak ortaya çikan birçok âmile dayanmakta ise de, bu kararda Fransizlar'in da önemli sayilabilecek bir rol oynadiklari belirtilmektedir.

Kanunî Sultan Süleyman'in saltanat yillarinin basinda Fransa ile Almanya birbirlerine karsi hasim duruma geldikleri gibi birbirleriyle mücadeleye de baslamislardi. Fransa Krali I. François'nin, Alman imparatorluk seçiminde Sarlken (Charles Quint)'e rakip olarak adayligini koymus olmasi, iki devletin siddetli bir mücadeleye girmesine sebep olmustu. I. François'nin, l5l9'da imparator seçilen Habsburg hânedanina mensub Sarlken ile yaptigi mücadelede esir düsmesi üzerine, I. François'nin annesi ve saltanat nâibesi Angouleme düsesi Louise de Savoie, Kanunî Sultan Süleyman'a bir mektup göndererek kendisinden yardim talebinde bulunmus, Pâdisah da Macaristan üzerine yürümek suretiyle fiilî bir yardimda bulunacagini va'd etmisti. Kanunî, Sarlken'in kurmak istedigi Avrupa Imparatorlugu'nu, Osmanlilar için büyük bir tehlike olarak görüyordu. Bu tehlike sadece Bati'dan degil, l524 Mayis'i sonlarinda vefat etmis olan Sah Ismail'in yerine geçen Tahmasb vesilesiyle Dogu'dan da kendini gösteriyordu. Zira Sarlken ile Tahmasb, Osmanlilarin aleyhindeki bir ittifak içinde idiler. Iran, Çaldiran'i bir türlü unutmamisti. Buna ragmen tek basina Osmalilar'la basa çikmalari da mümkün görünmüyordu. Bu sebeple Avrupa'nin en büyük gücü haline gelmis ve bütün bir Bati tarafindan desteklenen yeni Imparator Sarlken ile Osmanlilar aleyhine bir ittifak kurma gayretinde idi. Hem Iran'in hedeflerini, hem de Sarlken'in kendisine karsi meydana sürecegi büyük kuvvetin farkinda olan Kanunî, bu sebeple Fransa'yi himaye etmek istiyordu. Böylece Bati'yi siyaseten bölmeyi hedefliyordu.

Öyle anlasiliyor ki, bu siralarda Macaristan'in iç durumu da pek iyi degildi. Macar Krali'nin kötü yönetimi devam ettiginden, Erdel Beyi Zapolyai hem krala, hem de krallik üzerindeki Habsburg nüfuzuna karsi çikiyordu. Kötü bir yönetimin altinda âdeta ezilen Macar köylüleri, memnuniyetsizliklerini belirtmek gayesiyle Protestanlik hareketlerine katildiklari gibi, paralarini alamayan birçok Macar askeri de Osmanli Akinci Beyi Bali Bey'e siginiyordu. Kanunî'nin, gerek akinci, gerekse diger kaynaklardan istihbarat ettigi bu durum, onun sefer kararini çabuklastirmisti. Ayrica Macaristan'in ele geçirilmesi ile Osmanlilar, Habsburglarla aralarindaki engeli kaldirmis olacaklar ve böylece Viyana kapilarina varilmasi için büyük bir mania asilmis bulunacakti.

Macaristan seferinin hazirliklari tamamlandiginda Kanunî, bir yil önce vefat etmis olan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemali Efendi'nin yerine, Osmanli dünyasinda hukuk, edebiyat, dil ve tarih alanlarinda hakli bir söhrete sahip olan Kemal Pasazâde'yi tayin ederken, kendisinin bulunamayacagi sirada Pâyitaht (baskent) in idaresi için de Misir'in eski valisi olan Kasim Pasa'yi Kaymakam (Kaim-i makam) olarak görevlendirir.

Sefer hazirliklarini tamamlayan Pâdisah, ll Receb 932 (23 Nisan l526)'de yüz bin kisilik bir ordu ile yeni dökülmüs ve Avrupa'nin hayalinden geçiremeyecegi derecede mükemmel 300 top ile birlikte Istanbul'dan hareket eder. Bu üçüncü "Sefer-i Hümâyunu"na çikmadan önce hükümdar, Eyyub Sultan, Ebu'l-Vefa ile babasi Yavuz, dedesi II. Bâyezid ve Fâtih'in türbelerini ziyaret ederek dua eder. Bütün bu mekânlarda, Allah'in kendisine yardim etmesini diler.

Gerçekten Islâmî anlayisa göre savasin gerçek mahiyeti, körü körüne bir kirma ve kirilma hâdisesi degildir. O, presipler adina yapilan bir cihaddir. Cihad için de her seyden evvel ordulara mânevî güç gerektir. Iste Kanunî de Mohaç Meydan Muharebesi'ne girismeden evvel gözlerinden yaslar akitip, yüzünü yerlere sürerek mânevî kuvvetlerden istimdad ediyordu. Öyle ki, önüne düstügü ordulari, gittiklere yerlere tevhidi de beraber tasiyacaklari için devleti dinin, dini de devletin yardimcisi ve tamamlayicisi görerek, ecdadi gibi maddî kuvvetlerinin ikmali kadar, mânevî kuvvetlerinin yardimini da ihmal etmiyordu.

23 Nisan'da Istanbul'dan hareket edip Halkali Pinar denen menzile varan ordunun, büyük bir düzen ve disiplin içinde bulundugu anlasilmaktadir. Zira Kanunî'nin emrine göre ekilmis tarlalara girmek, hayvan otlatmak ve toprak sahiplerinin hayvanlarini almak, ölüm cezasini gerektiriyordu. Pâdisahin emri hilafina hareket eden birkaç kisinin ya basi kesildi veya asildilar. Hammer'in ifadesine göre, Pâdisahin emrine uymayan bir kaç kadi bile cezanin siddetinden kurtulamadi. Pâdisahin, reâyâsinin menfaatlerini korumak ve onlara her ne sekilde olursa olsun bir zararin gelmemesi için gösterdigi bu çaba, onun tebeasini ne kadar düsündügünün bir isaretidir. Iyi bir Müslüman hükümdar olan Kanunî'nin anlayisina göre, kendisinin idare ettigi halkindan yine kendisi sorumludur. Gerek Kur'an-i Kerim, gerekse Hz. Peygamber'in hadislerinde bu konuda pek çok emir bulunmaktadir. Bütün bunlari bilen Pâdisah, elbetteki bu emirlere riayet etmekle kendini vazifeli biliyordu. Iste bunun içindir ki o, halkinin malina en ufak bir zararin gelmesini istemiyordu. Harp içinde dahi olsa, böyle bir zarara tahammül edemiyen hükümdar, aksine davranislarin, en büyük ceza olan idamla sonuçlanacagini ilan etmekten çekinmiyordu. Onun, kanunsuz davranislari affetmeyisi, orduda büyük bir disiplinin meydana gelmesine sebep olmustu. Gerçi bu disiplin sadece Kanunî döneminde degil, hem daha önce, hem de daha sonra vardir. Zira bütün Osmanli hükümdarlari, yönetme bakimindan kendilerini Allah'a karsi sorumlu tutuyorlardi. Bu sorumluluk anlayisi onlarda, baska dinden olan hükümdarlara benzemeyen hasletler meydana getirmisti. Bunun içindir ki Kanunî dönemi Osmanli dünyasinin sosyal hayati ile birlikte ordusundan da bahs eden ve Osmanli ülkesinde senelerce kalmis olan Avusturya elçisi Busbecq, kendi arzusu üzerine üç aya yakin bir süre karargaha yakin bir köyde kalarak Müslüman Türk ordusunu yakindan görmek ve takib etmek firsatini bulduktan sonra görgü ve müsahedelerine dayanarak asagida özetleyecegimiz su bilgileri verir.

"Yanimda bir iki arkadas oldugu halde kendimi belli etmeden her tarafta dolastim. Dikkatimi çeken ilk nokta, muhtelif teskilâtlara mensub askerlerin kendi karargahlarindan disariya çikmamalari oldu. Bizim karargahlarimizda meydana gelen olaylari bilenler, buna inanmakta zorluk çekerler. Fakat hakikat su ki, her tarafta tam bir sükût ve sükûnet hüküm sürüyordu. Asla kavga ve münakasaya rastlanmiyor, herhangi bir cebir ve siddet hareketi görülmüyordu. Sarhosluk, öfke veya hiddetten ileri gelen yüksek sesler bile yoktu. Bundan baska her taraf öylesine temizdi ki, ne süprüntü, ne gübre yiginlari, ne de göze ve buruna fena gelen bir seye tesadüf imkani vardi." Busbecq, Müslüman - Türk dünyasina dis biledigi halde su ifadeleri kullanmaktan da kendini alamaz. " Simdi benimle beraber geliniz ve sarikli baslardan meydana gelen bu büyük kalabaliga gözlerinizi çeviriniz. Türlü türlü, renk renk parlak esvablar (elbiseler)... Her tarafta altin, gümüs, lâal, ipek ve atlas piriltisi... Bu manzarayi dil ile anlatmak imkan disi bir is. Yalniz sunu söyleyelim ki, gözlerim simdiye kadar bundan güzel bir manzara görmemistir. Mâmafih, bütün bu servet ve ihtisam içinde yine de büyük bir sadelik ve iktisad göze çarpiyor. Herkesin elbisesi ve mevkii ne olursa olsun, ayni biçimde. lüzumsuz islemeler ve kenar süsleri yok. Halbuki bizde bu âdettir. Pek çok masrafa mal olur ve üç günde de bozulup gider."

Elçi bunlari anlattiktan sonra, kumar ve sarhosluk bilmeyen askerin çalgi ve türkülerle eglendigine, çagirip söyledikleri havalarin da gazâ ve sehâdet (sehidlik) temlerini isleyen hamâset destanlari bulunduguna isaret ettikten sonra, ordunun, hayvanî gidalardan ziyade nebatî, basit ve sihhî gidalarla beslendigini, Ramazan ayini karsilamak için ise mutad yiyeceklerini daha da sadelestirdiklerini, fakat Ramazan arefesinde yalniz yiyip içmede degil, haram ve yasak zevklere karsi da, oldugundan daha çekingen davranarak oruca kendilerini hazirladiklarini söyler. O, Hiristiyanlarin perhize girmeden önce sanki bu imsakin acisini pesin olarak çikarmak ister gibi, kendilerini çilginca eglenceye, dans ve sarhosluga verdiklerini, senenin bu günlerinde memleketlerini ziyaret eden yabancilarin, Hiristiyanlarin çildirmis olduklarini söylemelerine sasilmamasi gerektigini uzun uzun anlatip, sonunda Türkler'de üstünlügün ve basarinin sirrina temas ederek: "Türkler'de seref ve makam, idarî mevkiler, sadece liyakat ve bilginin mükafatidir.Tenbel ve agir olanlar, hiç bir zaman yükselemezler. Iste Türkler'in, her neye tesebbüs ederlerse muvaffak olmalari, hâkim bir irk haline gelmeleri ve her gün devletlerinin hududlarini biraz daha genisletmelerinin hikmetini liyakat, kabiliyet ve çaliskanliga verdikleri bu ehemmiyette aramalidir."

"Bizim askerî sistemimizle Türk sistemini karsilastirinca gelecegin bize neler hazirladigini düsünüp korkudan titriyorum. Karsilasan iki ordudan biri galip gelecek -ki bu herhalde Türk ordusu olacak- digeri ise mahv olacaktir. Çünkü Türk ordusu sirtini kuvvetli bir imparatorlugun genis kaynaklarina dayamis, zinde, tecrübeli ve sarslmamis bir kuvvet. Askerleri zafere alismis, zor sartlara dayanma kabiliyetine sahip, intizam ve disipline riayetkâr, uyanik ve kanaat ehlidirler. Bizimkilerde ise umumi bir fakirlige mukabil hususi israf, yipranmis kuvvet, mâneviyat bozuklugu, tahammül yoklugu ve idmansizlik var. Serkes askerler, aza kanaat etmeyen subaylar. Disiplin kavramiyla alay ederiz. Basibosluk, sarhosluk, serkeslik ve zevke düskünlük bizde alabildigine vardir. Bu durumda neticenin ne olacagi gün gibi asikârdir. Herhalde simdilik Iran lehimize bir durum yaratmakla beraber, Türkler Iran'la bir anlasmaya vardiklari zaman onlardan ve diger Sark devletlerinden de yardim görerek bütün güçleriyle bogazimiza sarilacaklardir. Bu büyük tehlikeye karsi ne kadar gevsek ve hazirliksiz oldugumuzu düsündükçe içim ürperiyor."

Avusturya elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq'in dedigi gibi, gerçekten de Osmanli medeniyeti âbidesi örülürken bu âbideyi yükselten her tas, mutlaka kendi mevziine ve kendi mevkiine konmus bulunuyordu. Son derece titiz bir inzibat fikri ile yapilan vazife ve selahiyet taksimi ise, devlet düzeninin aksamadan dönmesinde en büyük rolü oynamakta idi.

Devletin bu mevzuda en göze deger örnegi olan ordusu, Belgrad'in fetinden bes sene sonra Mohaç ovasina konarak Macaristan'in karsisina çiktigi zaman , ezici kuvveti, essiz intizami ve ibâdet derecesine varmis cengaverligi ile sanki bir ordu degil, efsanevî bir heybet ve azamet örnegi idi.

Daha önce, sefer hazirliklarini tamamlayan Pâdisah'in, 23 Nisan l526'da yüz bin kisilik ordu ve 300 top ile birlikte Istanbul'dan hareket ettigine temas edilmisti. Yol boyunca orduya yeni yeni kuvvetler katilmis, Istanbul'dan hareket edildikten iki buçuk ay sonra Belgrad'a varilmisti. Ibrahim Pasa'nin basinda bulundugu öncü kuvvetler, Tuna Nehri üzerinde bulunan Petro Varadin (Petervaradin)'i karadan ve nehirden sikistirarak alir. Bundan baska, Bosna beyleri tarafindan Sirem mintikasindaki kaleler zapt edilir. Son derece muntazam yürüyen ve etrafa hiç bir hasar vermeyen asil kuvvetler de Ilok (Illok, Ulak) ve Ösek (Ösiyek, Eszek)'i almisti.

Osmanlilar'in, Macaristan üzerine yürüyecekleri haberini alan Macar Krali II. Layos (Lui) bir taraftan harbe hazirlanirken, diger taraftan da Avrupa kral ve prenslerine müracaat ederek yardim istemisti. Bu arada Macar meclisi, kiralin bizzat savasta hazir bulunmasina karar vermisti.

Ösek kalesinin alinmasindan sonra Tuna'yi takib için iki üç gün içinde gemiler üzerine kurulan köprüden Drava Nehri geçilecegi sirada Macarlar karsi koymak istedilerse de muvaffak olamazlar. Nihayet Macar ordusunun Mohaç ovasinda bulundugu da ögrenilmisti. Osmanli ordusu hem agir yürüyor, hem de harp tertibati aliyordu. Sag kolda Vezir-i A'zam ve Rumeli beylerbeyi Ibrahim Pasa, sol kolda Anadolu Beylerbeyi Behram Pasa, merkezde de Pâdisah, yeniçeri agasi ve kapikulu askerleri mutad olan yerlerini alacaklardi.

Macar Krali II. Layos, Osmanli kuvvetlerini Mohaç ovasinda beklemeye baslamisti. 26 Agustos'ta Mohaç'a gelen Osmanli ordusu muharebe düzeni alir. Osmanlilar, büyük hücuma baslanacagi gece, muhtesem bir mum donanmasi yaparak, yedi gögün yildizini bir yere toplamis sanilan büyük bir gazâ senligi tertib ettiler. Mes'alelerin meydana getirdigi aydinlik ile kizil bir sevk ve heyecan kiyameti yasayan ovada kösler vuruluyor, davullar, zurnalar çaliniyor, atlar kisniyor, sancaklar dalgalanip kiliçlar sakirdiyordu. Aylardan beri siddetle yagan ve araziyi yer yer bataklik haline getiren yagmur, hizini kesmekle birlikte çiselemeye devam ediyordu. Mohaç ovasinin bir tarafi zaten Türklerin "Karasu" dedikleri bataklika çevrilmisti. Kanunî, sabah namazini kildiktan sonra askere belig bir hitâbede bulunmustu. Bundan sonra Pâdisah, gözleri yasli oldugu halde ellerini göge dogru kaldirarak:

"Ilahî, kudret ve kuvvet senden, imdad ve himaye senden. Ümmet-i Muhammed'e yardim et. Müslümani yerindirme, kâfiri sevindirme " diye dua eder. Bu güzel davranisi gören Osmanli saflarindaki bütün askerlerde cesaret ve din sevki artar. Birlesik bir duyguya kapilan süvariler, atlarinin üzerinden siçrayip yapraklarin agaçtan düstügü yere atladilar. Yüzlerini topraga sürüp secde ettiler ve Allah'tan kendilerine zafer nasib etmesini dilediler. Sonra yeni bir sevk ile atlarina bindiler.Ve Pâdisahlarinin ugrunda canlarini vereceklerine and içtiler.

Bu düzenin bir geregi olarak Pâdisah, cenk elbisesi, yani zirhli harp elbisesi giymis ve beyaz bir ata binmis olarak merkezdeki yerini almisti. Sabah namazi üzerinden saatler geçtigi halde iki taraf da taarruza geçmiyordu. Kanunî, düsmanin iyice yaklasmasini bekliyordu. Nihayet Kanunî'nin bekledigi an gelir. Ikindi vaktiine dogru, Osmanlilarin yerlerinden kimildamadigini gören Macarlar taarruza geçerler. Böylece savas, 29 Agustos l526 (20 Zilkade 932) Çarbamba günü ikindi zamani Macar hücumuyla baslamis olur. Osmanlilar'in son savas planina vâkif olmayan Macarlar, altmis bin kisilik zirhli süvarileriyle eski Osmanli plani zanniyle asil merkeze hücum ile isi halledeceklerini ümit etmislerdi. Buna karsilik Osmanlilar da planin geregi olarak Macarlar'i merkeze çekip çenbere almak suretiyle imha etmek istiyorlardi. Macar komutanlarindan Piyer Pereney ile Papas Pol Tomori, bütün kuvvetleriyle Vezir-i A'zam komutasindaki Rumeli askeri üzerine hücum ettiler. Osmanli kuvvetleri plan geregi olarak geri çekilip düsmani içeriye aldilar. Bunun üzerine yandan Anadolu kuvvetlerinin sikistirmasi ile Macar kuvvetleri daha içeri alinip toplarin önüne getiriliyordu. Bâli Bey kuvvetleri, sür'atle düsmanin arkasini çevirerek Macar süvarilerini ikiye ayirdilar. Bundan baska Macarlarin bizzat Kral Layos komutasindaki ikinci kolu, Anadolu kuvvetlerinin üzerine yüklendi. Bu kuvvetler de mukavemet edememis gibi hareket ettiginden bunlar da merkez üzerine yani Pâdisah'in bulundugu ordunun kalbine dogru hücum ettiler. Kendisini muvaffak olmus gören düsman iyice içeri girdi. Bu siralarda 35 (veya 32) Macar sövalyesi Kanunî'ye sokulmaya çalisiyordu. Bunlar, Pâdisah'i esir veya öldürmeye yemin etmislerdi. Bunlar, Marczali ismindeki birinin komutasinda bulunuyorlardi. Yeniçerilerin siddetle çarpistigi ve Pâdisahin etrafinda küçük bir maiyyet kuvvetinin kaldigi bir anda Marczali ile iki arkadasi, Kanunî ile bizzat karsi karsiya gelirler. Diger arkadaslari, Pâdisaha sokuluncaya kadar imha edilmislerdi. Kanunî, tek basina bu üç sövalye ile dögüsür. Bu esnada bir kaç ok yediyse de bu oklar, zirhi delip vücuduna nüfuz edemedi. Sonunda Kanunî, üç sövalyeyi de bizzat kendi kiliciyla öldürür.

Macar kuvvetleri içeriye alinip toplarin önüne getirildikten ve daha önce de belirtildigi gibi gerileri de "akinci" ve "deli" kuvvetleri tarafindan çevrildikten sonra 300 topa birden ates verilir. Macar ordusu bu atesin dehsetiyle neye ugradigini sasirir. Bu saskinlik üzerine panige kapilip darmadagin olurlar. Bu atesten sonra savasta komutan olan kral bir daha görünmez. Ordunun dönüsünden sonra bataklikta ölüsü bulunmustu. Osmanlilarin kilicindan kurtulan askerler de gece karanliginda bilmeyerek batakliga düsüp bogulmuslardi. Mohaç Muharebesi iki saat sürmüstü. Bu muharebede Osmanli ordusunun mevcudu 300 bin, Macarlarinki ise l50 binden fazla idi. Öyle anlasiliyor ki, sayi itibariyle Macar kuvvetleri Osmanli kuvvetlerinden pek az degildi. Nitekim, Mohaç olayini birçok kimseden dinleyip gerçegi ögrendigini anlatan tarihçi Peçevî, "Mohaç gazâsinda ikiyüz bin kâfir katl ve esir olundu denilse belki noksani var, mubalagasi yoktur" derken, iki tarafin kuvvetlerinin denk oldugunu belirtmek ister. Keza Lütfi pasa da Macar askerlerinin sayi ve durumunu su ifadelerle dile getirir: "Ve 200 bin atli ve otuz bin piyade tüfenk endâz her nereye ki atalar, hata etmezlerdi." Bu ifadelerden anlasildigina göre Macar Krali'nin kuvvetleri 230 bin civarinda idi. Lütfi Pasa, Macar askerlerinin sayilarini verdigi gibi savasin, Osmanli planina uygun bir sekilde nasil cereyan ettigini de anlatir. Ona göre Kral Layos, askerini üç kola ayirmis, bizzat kendisi merkezden Pâdisah üzerine yürümüsse de, yeniçerilerin önünde bulunan ve zincirlerle birbirlerine bagli olan toplara karsi, geçmek üzere bir gedik bulamamistir. Bununla beraber Rumeli kolunu geri çekilmeye mecbur etmisler, sonra plana göre Anadolu kolu da geri çekilerek Macarlar'in çenbere alinmasi saglanmistir. Böylece Osmanlilar, Allah Taala'nin: âyet-i kerimesi'nin isaret ettigi gibi galip gelmislerdi. Macar Kralinin komutasi altinda Macarlar'dan baska Alman, Leh, Çek, Italyan ve Ispanyollar'dan meydana gelen büyük bir ordu bulunmakta idi.

Mohaç zaferinin ertesi günü akincilar, düsman ülkelerinin içlerine dogru akinlara gönderilmisti. Macar ordusu ise tamamen imha olunmustu. Böylece Osmanlilarin önünde bir engel kalmamisti. Mohaç ovasindaki üç günlük istirahattan sonra Osmanli ordusu Macaristan'in baskenti olan Budin üzerine yürür. l0 Eylül l526'da sehir teslim olur. Ordu sehre gelmeden önce Hiristiyan olan yerli halkin bir kismi kaçmisti. Bu yüzden, buradaki Yahudiler çogunlugu meydana getiriyorlardi. Bunlarin reisi olan Salamon oglu Yasef, Budin kalesinin anahtarlarini Sultan Süleyman'a teslim etmisti. Böylece sehir, herhangi bir mukavemetle karsilasilmadan Osmanli hükümdarina teslim edilmis olur. Pâdisah, sehir halkinin can ve malina karsi yapilacak bir tecavüzü en büyük cezalarla tecziye edecegini bildirir. Pâdisah, burada on dört gün kadar kalip Kurban Bayramini burada geçirir. Osmanli ordusunun Budin'den Istanbul'a dönüsü esnasinda Segedin ve Baç (Bacs) sehirleri de ele geçirilir. Ayrica Beçne mevkiinde direnis gösteren Macar kuvvetleri de bozguna ugratilarak dagitilir. Öyle ki, asil orduyla vurusacak hiç bir düsman kuvveti kalmamisti. Mohaç'tan sonra Macarlarin elinde, Erdel voyvodasi, yani Transilvanya genel valisi Zapolyai'nin 30 bin kisilik askerinden baska hiç bir kuvvet kalmamisti.

Yaka yakaya ve bogaz bogaza cenk edilen Mohaç Meydan Muharebesi, Kral Layos ile beraber bütün bir Macar ordusunun imhasina mal olmus ve müstakil (bagimsiz) Macar Devleti'nin hayatina son vermisti. Bundan sonra tarih, Osmanli himayesinde bir Macaristan taniyacakti.

Osmanlilar tarafindan Macar tahtina Zapolyai Janos'un seçilmesi, Alman Imparatoru Sarlken'in kardesi ve ölen Macar Kirali'nin hem enistesi hem de kayinbiraderi olan Avusturya Arsidük'ü Ferdinand'i harekete geçirir. Macar Kiralligi üzerinde hak iddia eden Ferdinand'a, Istoni Belgrad'da bulunan Macar kirallik tacinin giydirilmesi ile Macaristan'da iki krallik ortaya çikmis oluyordu. Buna göre Macaristan'in bati ve kuzey batisi Ferdinand'in idaresinde, Orta Macaristan ile Erdel ise Zapolyai'nin hâkimiyetin-de bulunuyordu. 2. Ikinci Macaristan Seferi ve Viyana KusatmasiOsmanlilar sayesinde Macar krali seçilen Zapolyai, Osmanlilar'in kendisine hazirladigi bu imkani geregi gibi degerlendiremez. O, Osmanlilar'a yaklasmak söyle dursun, l527 baharinda toplanan Regensburg Imparatorluk meclisinde Osmanlilar'a karsi yardim dahi istemisti. Öbür yandan Macar beylerinin çogunlugu tarafindan kralliga seçilmis bulunan Ferdinand'in, Osmanli ordusunun geri dönmesini firsat bilip büyük bir ordu ile Budin üzerine yürüyüp onun kuvvetlerini Tokaj'da maglup etmesi üzerine kayinpederi olan Lehistan Krali'nin yanina siginmak zorunda kalan Zapolyai, Osmanlilar'dan tekrar yardim istemeye mecbur olur. Bu yardim için de Istanbul'a bir elçi gönderir. Gerçi Zapolyai böyle bir yardim talebinde bulunmasa dahi Osmanlilar'in bu duruma müsaade edecegi düsünülemezdi. Bununla beraber onun yardim talebi, Osmanlilar'in daha sür'atli bir sekilde harekete geçmesine sebep olmustu. Böylece durum, Zapolyai'nin müdafaasi seklini almisti. 29 Subat l528 tarihli antlasmaya göre Osmanli Devleti, Zapolyai'yi tâbi bir hükümdar olarak tanimaktaydi. Öbür taraftan, Osmanli Devleti'nin kendisini burada birakmayacagini anlayan Ferdinand da elçi göndererek vergi vermek sartiyla Macar Krali olarak taninmasini teklif ettiyse de bu teklif kabul edilmeyerek Budin'in Zapolyai'ye iade edilmesi istenir. Böylece, 29 Mayis l528'de Istanbul'a gelen bu ilk Avusturya elçilik heyeti, herhangi bir sonuç alamadan geri dönmek zorunda kalir.

Kanunî, Vezir-i a'zam Ibrahim Pasa'ya II. Macaristan seferinin serdarligini tevcih ederek büyük yetkiler vermisti. Aslinda Macaristan'in yönetimi için asker ve kaynak kullanmak yerine, simdilik Zapolyai'nin idaresinde yari bagimli bir Macar Devleti'ni Habsburglar'a karsi tampon bir devlet olarak birakmayi tercih eden Kanunî Sultan Süleyman, l0 Mayis l529'da iki yüz bin kisilik bir ordu ile sefere çikar. Macar topraklarina girildigi sirada, Zapolyai, Istanbul'a gelen elçisi Lasczky ve Macar asilzâdeleri itaatlerini arzedip huzura kabul olunurlar. Lütfi Pasa, Zapolyai'nin Kanunî tarafindan nasil karsilandigini ve tercüman vâsitasiye ikisi arasinda geçen konusmalari da verir. Buna göre Zapolyai, diger kullari gibi kendisinin de Pâdisah'in kulu olmak istedigini bildirerek söyle der: " Ey Pâdisah-i âlem penah, Müslümanlardan ve kâfirlerden (gayr-i müslim) kullarinin nihayeti yoktur. Ben dahi ol kullarinin silkine münselik olmaga geldim (onlarin meslegine, yani senin tebean olmaya geldim). Ve hem Pâdisahtan bir muradim vardir, emr olunursa hizmet-i seriflerine diyelim." Tercümanin anlattigi bu sözleri begenen Kanunî: "Muradin desin, elimizden geldikçe bitirmesine sa'y edelim (çalisalim) der. 3 Eylül'de Budin önlerine gelen ordu, kusatma hazirliklarina basladigi sirada, sehirdekiler teslim olurlar. Böylece sehir, yarim günlük bir mukavemetten sonra tekrar ele geçirilmis olur. 7 Eylül'de sehre giren Kanunî, senelik belli bir vergi karsiliginda burayi Zapolyai'ye vererek merasimle ona Macar Kralligi tacini giydirir. Hammer'in ifadesine göre onu, merasimle krallik tahtina oturtan ne pâdisah, ne vezir-i a'zam, ne diger vezirler, ne beylerbeyiler, ne de yeniçeri agalarindan biri degil, "aganin ikincisi demek olan Sekban basi marifetiyle" olmustur. Bununla beraber, Kanunî, Zapolyai'yi ayakta karsilamis, elini öptürmüs, altin tahtinin karsisina iki altin sandalye koydurmus, birine Ibrahim Pasa'yi, digerine de Zapolyai'yi oturtmustur. Böyle bir uygulama, Osmanli protokolona göre Macar Kralligi'nin durumunu göstermektedir. Gerçekten, Küçük Bali Bey'in, Ferdinand için kaçirilirken ele geçirdigi tac, Yeniçeri Sekbanbasisi tarafindan Zapolyai'nin basina konmustu. Günümüzün ifadesiyle bir Yeniçeri generalinin, Osmanli protokolunda ancak sancakbeyi (Tümgeneral) derecesinde olan bir sahsin Macaristan Krali'na tac giydirmesi, Türk tarihinin unutulmaz hadiselerinden biri olarak kalacaktir.

Bu siralarda Macar krallik taci, Ferdinand'in casuslari tarafindan çalinip Viyana'ya kaçiriliyordu. Bunu haber alan Osmanli istihbarati, derhal harekete geçer. Bosna eyaletinin Izvornik sancakbeyi Küçük Bali Bey, 20 Agustos'ta Viyana yolunda tarihî taci ele geçirip 4 Eylül'de Kanunî'ye gönderir. Kanunî ise taci Zapolyai'ye gönderir. Bu meshur tac, Macarlar tarafindan kutsal sayiliyordu. Bu sebeple onlar, bu taci giymeyen hükümdara mesru krallari nazari ile bakmiyorlardi. Ferdinand da Macaristan Krali olma iddiasinda oldugu için bu tarihî taci ele geçirmek istiyordu. "Korona" denilen bu tarihî tac, üst üste geçmis iki tactan mütesekkildir. Asil taci l000 yilinda Papa, sonradan aziz mertebesine çikarilan ve Arpadlar'dan ilk defa Samanligi birakip Hiristiyanligin Katolik Mezhebi'ne giren Büyük Istvan'a göndermisti. Sonradan Bizans Imparatoru olan VII. Mikhail Dukas'in, Malazgirt Savasi'indan iki yil sonra (l073), gönderdigi altin çelenk, iste bu Papa'nin yolladigi tacin üzerine geçirilmek suretiyle tarihî Korona son seklini almistir.

7 Eylül'de Budin'e giren Kanunî, burada alti gün kadar kaldiktan sonra, Ferdinand ile karsilasmak niyetiyle Viyana'ya dogru harekete geçme karari alir. Yoluna devam eden ordu, Avusturya - Macar sinirindaki Ovar kasabasini ele geçirdikten sonra Viyana önlerinde toplanmaya baslar. Bu arada Ferdinand'in Viyana'da olmadigi anlasilir. Zira o, kuvvet toplamak için Avusturya içlerine dogru çekilmisti.

Çok iyi tahkim edilmis olan Viyana sehrinin muhasarasi ise 27 Eylül'de baslar. Fakat Osmanli ordusu muhasara için gerekli büyük toplar ile malzeme getirmedigi için hazirliksiz sayilirdi. Filhakika, Belgrad, Mohaç ve Budin'de birakilan agir toplar olmaksizin, orta ve hafif toplarla kalede istenilen büyüklükte gedikler açilamadi. Almanlar, kaleyi büyük bir fedakârlikla savnuyorlardi. Surlarin önünde iki taraf da agir zayiatlar veriyordu. Surlar altindan lagim açma tesebbüsleri de basarili olamiyordu. Yine de araliksiz süren çalismalar sonucunda surlarda yeni gedikler açilip buralardan hücumlarda bulunuldu ise de, havalarin sogumaya baslamasi, kisin yaklasmasi ve erzak sikintisinin had safhaya ulasmasi, askerin gücü ile dayanikliligini etkiliyordu. Kanunî, l7 günlük muhasarayi kâfi görmüs olmali ki, bu kadar kisa bir müddet içinde böyle müstahkem bir mevkiin düsürülmesi, kusatan ordu ne kadar kuvvetli olursa olsun imkânsizdi. l4 Ekim l529'da yapilan umumi hücum da basariya ulasmayinca, muhasaranin kaldirilmasina karar verilir. Halbuki bu son hücum sirasinda birçok gedik açilmis ve müdafilerin dayanma güçleri de tükenmek üzere idi. Lütfi Pasa ile Peçevî'nin ifadelerine göre kisin vakitsiz gelip kar ve yagmurun yagmasi üzerine "Pâdisah-i Islâm emriyle leskere (askere) zarar ve ziyan müretteb olmasin diye "bir adami on bunun gibi hisara vermezen" deyip ândan dis varosu yaktirip ve yiktirip ve etraflarini yagma ve talan ettikten sonra Muharremu'l-Haram'in yirmi ikisinde Beçten (Viyana) göçüp Budim'e gelüb". Benzer ifadeleri yabanci kaynaklarda da gördügümüz için, bu konuda Kanunî'nin ne denli hakli oldugunu ve yerinde bir karar aldigini anlamak mümkün olmaktadir. Kis ve soguklarin erken bastirmasi üzerine Osmanli hakani, kusatmayi kaldirma karari alir ki, bu kararda kendi askerini düsünme payi büyüktür. Kusatmaya son verme kararinin alinmasi üzerine l5 Ekim'de orta büyüklükte toplar, gemilere bindirilerek Tuna üzerinden Belgrad'a dogru yola çikarilir.

Gerçekten, bölgede kar yagisi basladigindan siddetli kis soguklari bir felaket getirebilirdi. Bu arada Sarlken (Charles Quint) bütün Avrupa'dan topladigi kuvvetleri Linz'e yigiyordu. Bununla beraber Viyana ancak iki hafta daha dayanabilirdi. Ancak kale feth edilse bile sonra ne olacakti ? Kanunî çekilir çekilmez, Linz'deki Alman ordusu gelip sehri muhasara edecekti. Bu muhasaraya dayanabilmek için Viyana'da çok büyük bir askerî güç birakmak icab ediyordu. Sehirde, Türk topçu atesinden yikilmadik bir yer kalmamisti. Böylece Charles Quint, imparatorluk taht sehrinin tahribi ile cezalandirilmisti. Kanunî, bu kadarini kâfi gördü. Bu seferde l4 bin kadar Osmanli askeri ya sehid olmus veya yaralanmisti. Buna karsilik Almanya ise tamamen perisan olmustu. Bu seferden sonra Istanbul'a dogru yola çikan Pâdisah, Ordu-yu Hümayûn ile l6 Aralik'ta Istanbul'a gelir. Böylece bu sefer-i hümayûn 7 ay, 7 gün devam etmisti. Bu sefer sayesinde Macaristan'daki Osmanli hakimiyeti saglamlasmis, Avusturya ve Kuzey Macaristan tahrib edildigi için karsi saldiri ihtimali ortadan kalkmisti. 3. Üçüncü Macaristan Seferi (Alaman Seferi) Kanunî, Istanbul'a döndükten sonra, Macaristan'da yeniden bazi olaylar cereyan etti. Ferdinand, Budin'i tazyike baslar. Bununla beraber Istanbul'a bir elçilik heyeti göndermekten geri kalmayarak Macaristan'in kendisine verilmesini ister. Bu arada Budin, Ferdinand kuvvetleri tarafindan kusatilmis olmakla birlikte alinamaz. Peçevî'nin (veya Peçuylu) ifadesine göre basta Ferdinand olmak üzere bölgedeki diger bazi kral, kont ve dük gibi ünvanlari tasiyan kimseler, bizzat Kanunî Sultan Süleyman'in emri üzerine Macaristan tahtina getirilmis olan Yanos'u (Jan Zapolyai')yi tanimak istemiyorlardi. Onu kralliktan düsürmek için çesitli bahaneler ariyorlardi. Kanunî, Budin'in kusatildigindan haberdar olunca krala verdigi söz üzerine sefere çikmaya karar verir. Böylece Osmanli hükümdari l9 Ramazan 938 (25 Nisan l532)'da sefere çikar. Bu arada o, Alman Imparatoru Sarlken ile de hesaplasmak istiyordu. l00 bin kisiyi asan bir kuvvetle sefere çikan Kanunî, Nis'e vardigi zaman Ferdinand'in elçileri ordugâha gelerek önceki tekliflerini tekrarladilar. Buna göre Macaristan Ferdinand'a verildigi takdirde her sene 25.000 - l00.000 duka kadar vergi verecegini kabul ediyordu. Böyle bir teklifi reddeden Kanunî, Ferdinand'in topraklarinda ilerlemeye devam eder.

Bu bölgedeki pek çok kasaba, Yahya Pasa oglu Bali Bey ile onun oglu Mehmed Bey ve Bosna Beyi Hüsrev Bey tarafindan zapt edilir. Osmanli ordusu zorlu bir muharebeden sonra Köseg (Guns, Köszeg)'i ele geçirir. Bu sirada Ferdinand'in elçileri bir daha gelirler. Bunlara, Ferdinand'i harbe davet eden mektuplar verilir. Ancak Ferdinand ile Sarlken, Osmanlilarla bir meydan muharebesi yapmaktan çekindikleri için oyalama ve yipratma taktigi kullaniyorlardi. Fakat onlarin bu taktikleri pek fazla ise yaramamis olmali ki Osmanli ordusu ileri harekâta devamla bazi sehirleri zapteder. Bu arada Gratz gibi bazi sehirlerin etrafi yakilip yikilmakla yetinildi. Osmanli ordulari, Macaristan'da Ferdinand'a ait topraklar üzerinde bir müddet ilerleyip, birçok sehir ve kasabayi ele geçirmisti. Kanunî'nin bütün çabalarina ragmen Sarlken ile Ferdinand ortaya çikamiyorlardi. Mevsimin geçmis olmasindan dolayi güney yolu ile geri dönüldü. Bununla beraber bu sefer sonunda Ferdinand, Pâdisah'in arzularina uygun bir antlasma istemeye mecbur olmustu.

Bu sefer esnasinda yine sulh veya mütareke talebiyle gelen Alman elçilerine, Charles - Quint'e hitab eden hakaretâmiz bir mektup verilerek teklifleri reddedilip geri gönderilirler. Bu mektubunda Kanunî, bu kadar zamandir erlik ve imparatorluk dâvasi ettigi halde kaç kere üzerine geldigini, mülkünü diledigi gibi tasarruf ettigini, buna ragmen ne kendisinden, ne de kardesinden nâm ve nisan göremedigini, Hak Teâlâ'nin takdiri ne ise yerine gelmesi için Beç sahrasinda meselelerini halletmelerini, kendisinin tabiiyeti altinda bulunan reâyâ fukarasina yazik oldugunu, aksi halde avretler gibi ig ve çikrik alip pâdisahlik tâci giymemesini bildiriyordu.

Alman veya Alaman seferi denilen bu seferde ordu mevcudu ikiyüz binden fazla olup "Çekaloz" denilen ve kaz yumurtasi seklinde gülle atan 300 kadar küçük top da vardi. Akinci ve deli kuvvetleri 80 bin kadardi. Bu sefer yedi ay kadar sürmüstü. Pâdisah, l532 senesi Kasim ( 939 Rebiülahir ) ayi sonlarina dogru Istanbul'a gelmisti. Bu son seferin basarili bir sekilde sonuçlanmasi üzerine bes gün üst üste senlik yapildi. Istanbul, Üsküdar, Eyyub ve Galata bes gece kandiller ile donatildi. Bu arada pazarlar, dükkanlar, bezazistan ve çarsilar geceleri dahi açik tutuldu. Halk, hemen her gün birbirlerine ziyafetler çekerek eglendi.

Bu arada, daha önce II. Bâyezid döneminde feth edilmis olan Mora yarimadasindaki Koron kalesi, Osmanli hükümdarinin Alman seferiyle Sarlken'i aradigi sirada ona intisab etmis olan Andrea Doria komutasindaki filo tarafindan bir hile ile alinmisti. Kalenin alinmasindan sonra Iç kaleye Frenkler, dis kaleye de yerli Rumlar yerlestirilmislerdi. Bu durumda, burasi birlikte müdafaa edilecekti. Koron'dan sonra Patras ve Inebahti da ele geçirilmisti. Alman seferi sonunda Istanbul'a gelen Avusturya elçisi Cornelius, bu yerleri koz olarak öne sürecek ve sayet Macaristan kralligi Ferdinand'a verilirse Koron kalesi ile Afrika sahilinde Barbaros'a ait olan Arcel adasinin iade olunacagini bildirmisti. Bu teklife Vezir-i A'zam Ibrahim Pasa'nin cevabi " Biz, harple almayi tercih ederiz" olmustu. Nitekim, Semendire Sancakbeyi olan Bâli Beyzâde Mehmed Bey'in Mora Sancakbeyligine atanmasi ile 940 Ramazan (l534 Mart) tarihinde burasi yeniden ele geçirilmistir. Peçevî, Mehmed Bey'in Koron kalesini ele geçirisini su ifadelerle günümüze ulastirir: " Kalenin içinde, biri Frenk, ikincisi o bölgenin âsi Rumlari, digeri de inatçi Arnavutlar olmak üzere üç kisim kâfir vardi. Sancakbeyi, her birine ayri ayri va'dlerde bulunup kolaylik göstermek suretiyle (istimâlet) aralarina anlasmazlik soktu. Böylece, bir kismi, köyleri talan etmek üzere disari çikan kâfirleri kirar. Bundan sonra kâfirler iki gruba ayrilirlar. Dis kaleyi ellerinde tutan Rum ve Arnavutlar, burayi Mehmed Bey'e teslim ederler. Iç kaledeki Frnekler de canlarina emân verilmek sartiyla savas yapilmadan teslim olurlar."4. Osmanli - Avusturya Barisi ve Sonuçlari Osmanli seferleri karsisinda bunalan ve kardesi Sarlken'in yardimi sayesinde ayakta kalabilen Ferdinand'in, Macaristan Krali olabilmek için giristigi bütün tesebbüsler, hep bosa gidiyordu. Osmanli Devleti'nin Jan Zapolyai'yi tutmasi, onun bu emeline ulasmasina engel oluyordu. Bati Avrupa'da görülecek bir takim isleri bulunan Alman Imparatoru'nun tavsiyesi üzerine Ferdinand, Osmanlilarla anlasmaktan baska çare bulamamisti. Bu sebeple o, Istanbul'a elçi göndermisti. Ferdinand'in müracaati, Osmanlilarin da isine gelmisti. Zira Macaristan üzerine yapilan seferler büyük masraflara sebep oldugu gibi sadece bu tarafla ugrasilmasi, memleketin dogu hududlarinin ihmal edilmesine sebep oluyordu. Bu durum, doguda bazi olaylarin çikmasina da sebep oluyordu. Nitekim Sah Ismail'in l524 yilinda meydana gelen vefati üzerine yerine geçen oglu Tahmasb Han, Dogu Aanadolu'da yikici bazi faaliyetlerde bulundugundan iki devlet arasinda bazi hâdiseler cereyan etmisti. Bu sebeple Osmanli Devleti Ferdinand ile bir barisa sicak bakiyordu.

l4 Ocak l533'te Pâdisah tarafindan kabul edilen Avusturya elçilik heyetinden, kesin bir baris için Ferdinand'in itaat alâmeti olarak Estergon kalesinin anahtarlari istenmistir. Kanunî, ancak bundan sonra barisa riza gösterebilecegini ima etmisti. Bundan baska 5 veya 7 senelik bir sulha hazir oldugunu da bildiren Kanunî, Estergon (Esztergom Gran) kalesine karsilik Macaristan'daki bazi kaleleri de verebilecegini belirtmisti. Öyle anlasiliyor ki, iki taraf arasinda geçen görüsmeler, epey çekismeli olmaktaydi. Nitekim Kanunî'nin bu sartlarini bildiren mektubu ile Avusturya elçisinin yanina katilan bir Osmanli elçisi, l Subat l533'te Ferdinand'a gönderilmisti. Hammer'in ifadesine göre Viyana sehrinin gördügü bu ilk Osmanli elçisi, büyük bir tantana (merasim) ile kabul edildi. Ferdinand, elçiyi sirmali kumasla süslenmis bir taht üzerinde oturmus oldugu ve basinda kiymetli bir tac bulundugu halde kabul etti. Mütareke sartlari, Bohemya'lilari epey korkuttu. Fakat Ferdinand, Gran anahtarlarinin istenilmesinin sadece bir baglilik isareti oldugunu belirtmeye çalisti. 29 Mayis'ta Estergon (Gran )'un anahtarlari ile Ferdinand'in iki mektubunu getirecek olan elçi Cornelius, Osmanli elçisi ile Istanbul'a hareket eder. Böylece çavus (Osmanli elçisi) elverisli bir cevapla geri gönderilmis oluyordu. Istanbul'da yapilan görüsmeler ise 22 Haziran l533'te antlasma ile sonuçlanmisti. Bu antlasmaya göre Ferdinand, Macaristan üzerindeki veraset iddialarindan vaz geçecekti. Sadece Macaristan'da fiilen hakim oldugu topraklar kendisine ait sayilacakti. Elindeki bu topraklar için de her yil 30.000 altin verecekti. Ayrica protokol geregi Ferdinand, Osmanli Vezir-i A'zami Ibrahim Pasa ile müsavi (esit, denk) sayilacakti. Kaynaklar, elçilerin Pâdisah'in huzurunda yaptiklari konusma hakkinda dikkat çeken bilgiler vermektedirler. Buna göre Pâdisah'in huzuruna kabul edilen elçiler, Ibrahim Pasa'nin kendilerine verdigi tâlimat dairesinde konusarak, Sultan'a "Oglun Kral Ferdinand, senin mâlik oldugun seyleri kendi mali ve kendisinin sahip oldugu memleketleri senin mülkün addeder, çünkü o, senin oglundur" dediler. Buna karsilik Pâdisah, oglu Ferdinand'in dostlarinin dostu ve düsmanlarinin düsmani olacagini bildirir. Bu antlasmadan sonra Ferdinand ile Zapolyai'nin hâkim olduklari yerler, bir sinir hatti ile Osmanli temsilcileri nezâretinde belirlenecekti.

Bu antlasma geregince biri dogrudan dogruya Osmanli Devleti'nin himayesi altinda Jan Zapolyai'ye, digeri de vergi vermek sartiyla Ferdinand'a ait iki Macaristan ortaya çikiyordu. Bu antlasma, Macaristan meselesini bir müddet için halletmis ve Osmanlilarin dogu proplemi ile ilgilenmelerine firsat vermisti.

Görüldügü gibi Osmanli kilicindan gözü yilan Ferdinand, Macar tahti üzerindeki hakkini da kayb ederek baris istemek zorunda kalinca, Orta macaristan'da kendisine birakilan bir kalenin idaresine razi olarak protokol geregince Pâdisah'a "Pederim", Vezir-i A'zam'a da "Birâderim" diye hitab etmek zorunda kalir. Fakat yillarca sonra Zapolya'nin ölümüyle taht vârisi küçük Sigismund'u tanimak istemeyerek tekrar ayaklanacak ve ana Kraliçe Isabella'nin yine Osmanlilari yardima çagirmasiyle, Macaristan'in durumu yeniden gözden geçirilerek Budin tamamen Osmanli idaresine geçecektir.

Jan Zapolyai'nin l540 yilindaki ölümü üzerine Macaristan isleri yeniden karismaya baslar. Zapolyai'nin esi kocasinin ölümünden önce bir erkek çocuk dünyaya getirmisti. Kraliçe Isabella (veya Elizabet), Istanbul'a bir elçilik heyeti göndererek oglu Sigismund'un Macar Krali olmasi istirhaminda bulunmustu. Bu istirham üzerine Osmanli Devleti, kendisine teminat vermisti. Fakat, Zapolyai'nin öldügünü duyan Ferdinand ile Sarlken'in kuvvetleri, Budin'i muhasara ederler. Bununla beraber herhangi bir basari elde edemezler. Bu durum karsisinda Macaristan'a yeni bir sefer yapilma mecburiyeti dogar.

Osmanli hükümdari, l54l senesinin Ilkbahar'indaki hareketinden evvel, Budin'in Ferdinand'in eline geçmemesi için derhal Rumeli Beylerbeyi, arkasindan da üçüncü vezir Sokullu Mehmed Pasa'yi 3 bin yeniçeri ve süvari kuvvetleriyle gönderir. Bundan sonra da bizzat kendisi sefere çikar. Budin'i kurtarmaya giden kuvvetler, bir aydan fazla ugrastiklari halde düsmani tarda (kovmaya) muvaffak olamamislardi. Bu arada Budin'i almaktan ümidini kesen ve asil ordunun yaklasmakta oldugunu duyan Ferdinand kuvvetleri, bir gece gizlice kaçmak istedilerse de muvaffak olamayarak tamamina yakin bir kismi imha edillir. Ordugâhlari da Türklerin eline geçer. Baskomutanlari olan Rokendorf yakalanarak Komaran mevkiinde öldürülür. Pâdisah'in komutasindaki ordu Budin'e yaklastigi sirada böyle basarili bir haber alinir.

Bu savas esnasinda Avusturyalilar, ordugahlarinin etrafina hendekler kazip manialar koyduklari ve "Istabur - Tabur" adi verilen istihkâmlari yapmislardi. Macarlarca bu tahkimata verilen "Tabur" adi, tarihlerimizde "Istabur" seklinde ifade edildiginden, Kanunî'nin bu dördüncü Macaristan seferine "Istabur seferi" adi verilmistir.

Budin'e gelindikten sonra küçük kral, Pâdisah'in sehir disindaki karargâhina getirilir. Daha önce verilen karar geregi piyade kuvvetleri Budin'e girerler. Kraliçeye küçük Kral Sigismund büyüyünceye kadar Budin'in Türk idaresinde kalacagi söylenir. Sigismund, altin ve lâciverd damgali ahidnâme ile kendisine nâib olan annesiyle birlikte Zapolyai'nin eski beylik mahalli olan Erdel (Transilvanya )'e gönderilir.

Bu ugulama ile daha önce Zapolyai'nin idaresinde bulunan Macaristan dogrudan dogruya Osmanli topraklarina ilhak olunup on iki sancaklik Budin Beylerbeyligi tesekkül ettirilmis oldu. Bu Beylerbeylige de Bagdad Valisi olup aslen Macar olan Süleyman Pasa tayin olunur. Bundan sonra Macaristan'da derhal arazi tahriri yaptirilmistir. Böylece Macaristan, Osmanlilara, Ferdinand'a ve bir de Erdel'de Sigismund'a ait olmak üzere üç kisma bölünmüs olur.

Böylece, bir buçuk asir Türk hâkmiyetinde kalacak olan Macar topraklarinin yönetimi hususunda son derece akillica hareket eden Osmanlilar, Budin'e tayin edilecek Pasalari devamli olarak birinci derecede degerli kimseler arasindan seçiyorlardi. Onlar, bu insanlarin hem muktedir bir serdar, hem siyasî kuvveti olan bir diplomat, hem de ahlâkça son derece mazbut, mert, dürüst ve faziletli kimseler olmasina bilhassa dikkat ediyorlardi.

Artik Osmanli idaresinde gelisme imkâni bulan bir Macar medeniyeti ve bu medeniyet ile yaris ve baris halinde olan bir Müslüman Türk dünyasi, ayni cografya üstünde yasiyorlardi. Bir taraftan Macarlar'dan devr alinan kültür ve medeniyet mirasi diyebilecegimiz eserler muhafaza edilirken, bir taraftan da sehrin bir Müslüman Türk ülkesi haline gelmesi için garet sarfedilmistir. Bu gayret hareketi, sür'atle inkisaf etmistir. Böyece Budin, yüz yila varmadan saraylar, câmiler, mescidler, medreseler, sebiller, türbeler, tekkeler, imâretler, köprüler, hanlar, çarsilar, pazarlar, ziyâret ve mesirelerle tipik bir Müslüman Türk beldesi oluvermisti. Öyle ki, Macar topraklarindan fiskirircasina bu kültür ve medeniyet müesseselerinin yalniz isimleri üzerinde durup düsünmek bile idarî, askerî, ictimaî, hukukî ve kültürel mânada sâbit olmus Türk kasesini göstermeye kâfidir. Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, Budin'i önemli bir merkez olarak kabul ediyorlardi. Bilhassa Ila-yi kelimetullah için burayi hem maddî görüntü olarak hem de mânevî bakimdan bir Islâm sehri haline getirmeyi önemli ve vazgeçilmez bir hedef olarak görüyorlardi. Bu sebepledir ki, l54l'de Osmanli Devleti'ne ilhak olunan Macaristan topraklari, vaktiyle pâyitahtlik etmis sehirler gibi (Bagdad, Misir), devletin en mühim beldelerinden biri sayilan Budin merkez olmak üzere, yeni bir eyâlet teskil edilmis ve bütün diger eyâletler gibi bir beylerbeyinin idaresi altina konulmustur. Bu sebeple Budin beylerbeyi olan pasanin protokol bakimindan önemli bir yeri bulunmakta idi. Koçulu kayiga binmek, rikâbta peyk ve solak yürütmek ve bazi tevcihatlarda bulunabilmek selâhiyetine sahip olmak ilk akla gelenler olarak belirtilebilir. Nitekim Budin Beylerbeyligi uhdesinde kalmak üzere 1574 yilinda vezir olan Sokullu Mustafa Pasa'ya gönderilen hükümde kendisinin, eskiden oldugu gibi mahlûl timar tevcihi, hisar müstahfizlari ve kethüda yeri tayini haklarina sahib oldugu açik bir ifade ile belirtilmistir.(BOA. MD. nr. 26, s. 97.) Budin beylerbeyileri, meydana gelecek önemli hudud muharebelerinde toplanan kuvvetlere komutan olarak tayin edilir. Bu arada civar eyâletlerin komsu devletle olan ihtilaflari, diger mahallî makamlar tarafindan bir çözüme baglanamazsa o zaman Budin beylerbeyinin hakemligine müracaat olunurdu. Bundan baska, Budin'deki Pasa Sancagi haslarinin miktari, buradaki cebelîler ile diger görevlilerin sayisi da bize Osmanlilar tarafindan bu eyâlete ne denli önemin verildigini göstermektedir.

Bütün bu gelismelerden sonra Kanunî'nin Macaristan fütûhati ile ilgili siyasetine baktigimiz zaman, onun bir tek hedefinin oldugunu görürüz. O da ilâ-yi kelimetullah için buralara gitmek ve bu vasita ile Islâmiyeti daha uzaklara götürmektir. Gerçi özellikle günümüzde, zaman zaman, Kanu-nî'nin Macaristan ve Bati seferlerine sarf ettigi kudreti, emek, gayret ve masrafi tenkid edilerek bu gücün, Iran ile Türkistan taraflarina, baska bir ifade ile Türk ve Müslümanlarla meskûn sahalara harcanmasi ve bu sayede bunlarin önemli bir kisminin tek bir bayrak altinda toplanmasina çalismasi daha iyi olmazmiydi? denilmektedir. Muhtemelen Mustafa Nuri Pasa da ayni sorulara muhatab olmus olmali ki, bu konuda çok güzel ve detayli bilgiler vermektedir. M. Tayyib Gökbilgin de kaynak belirtmeden büyük ölçüde bu görüsleri aynen kullanarak bu tenkidlere söyle cevap verir:

a) O dönem, günümüzden oldukça uzaktir. Binaenaleyh o devrin zihniyeti ile deger ölçülerini tamamen ve dogru bir sekilde kavramak mümkün olmayabilir. Bunun içindir ki, tarih ilmi ile ugrasanlar, ilgilendikleri dönemin olaylarini incelerken mümkün mertebe o günün sartlarini, anlayislarini, fikir ve düsünce akimlarini hesaba katmak zorundadirlar. Ancak bu sâyede dogruya yakin bir sonuca ulasabilirler.

b) Gerek Arap, gerekse diger Müslüman devletlerden zapt edilen topraklari, uzun zaman idaresi altinda tutmayi basaran Osmanli Devleti, bir mânada bu basarisini muazzam bir disiplin altinda yetistirdigi askerî gücüne borçludur. Halbuki bu ordunun kaynak ve çekirdegini "devsirme" dedigimiz sistemle gayr-i müslim tebeanin çocuklari teskil ediyordu. Devlet, Avrupa seferlerinde kayb ettigi nüfusun çok daha fazlasini bu yolla almak ve onlari müslümanlastirmak suretiyle kendi nüfusuna katarak kazançli çikiyordu. Bu sistem sâyesinde hem Kur'an'a muhalefet edilmiyor, hem de savaslarda ölen veya yaralanmak suretiyle savasamayacak duruma gelen kendi asil Müslüman nüfusunu korumus oluyordu. Böylece Osmanli Devleti, Islâm'in intisarini (yayilmasini) saglamis oluyordu. Halbuki elde edilen Müslüman ülkelerin çocuklari için böyle bir sey söz konusu olamazdi. Bu bakimdan Osmanli, Bati Hiristiyan dünyasi ile savasmakla dinî mânada daha kârli çikmis oluyordu.

c) Cihâdin faziletlerini de burada zikr etmek gerekir. Müslüman olmayan bir devletle cihâd yapmanin, diger yerlerdeki gibi olmayip çok hayirli ve sevapli bir mücadele olmasi. Gerçekten, ilâ-yi kelimetullah için yapilan bir mücadele, baska bir ifade ile Islâm'in sesini, bundan haberdar olmayan yerlere ulastirmanin ne kadar hayirli bir is oldugu gerek Kur'an-i Kerim'de, gerekse Hz. Peygamber'in hadislerinde açikça belirtilmistir. Bu sebeple Müslümanlar, cihâdla ilgili müjdelere nail olmak için devamli olarak Müslüman olmayanlarla mücadeleye önem vermislerdir.

d) Ganimet elde etme arzusu. Fethedilen memleketlerin maddî imkânlarindan istifade etmenin de bu konuda etkisi düsünülebilir. Bu düsünce bir bakima dogrudur. Çünkü savasmak isteyen bir devlet veya ordunun paraya ihtiyaci olacaktir. Bu da nisbeten zengin yerlerden elde edilebilir. Orta Avrupa ve Macaristan için sefer yolu hem kisa, hem de ulasilmasi bakimindan kolaydir. Bütün bunlara ilaveten sunlari da söylemek mümkündür:

XVI ve hatta daha sonraki asirlarda günümüzde oldugu gibi milliyet mefhumundan söz edilemez. Bu bakimdan Türklük diye bir sey de pek düsünülmüyordu. Binaenaleyh Türkmenistan'daki Türklerle bir birligin saglanmak istenmesi, milliyet bakimindan degil, onlarin da Müslüman ve özellikle Sünnî olmalarindan dolayi olabilirdi.

O zamanki Safevîler Iran'inda Siî Mezhebi hâkimdi. Etnik bakimindan bunlarin büyük bir ekseriyeti Türk ve Türkmen kabilelerinden (Kaçarlar, Afsarlar, Türkmenler vs.) olmakla beraber, mezheblerinin farkli (Siî) olmasi onlari, Osmanli Türklerinden derin bir uçurum ile ayiriyordu. Nitekim hem Sah Ismail, hem de oglu Sah Tahmasb Türk idiler. Bununla beraber Iranlilik adina, Siî Mezhebi savunuculari olarak Sünnî Osmanlilarla kiyasiya mücadele ediyorlardi. Binaenaleyh bir birlik söz konusu olamazdi. Safevîler, Keyhüsrev'lerin, Dârâ'larin tahtinda âdeta eski Iranliligi temsil ediyorlardi.-

Bütün bu ifadelerden anlasildigina göre Kanunî Sultan Süleyman, Islâm birligine zarari dokunacak ve onu tehlikeye sokacak bir harekette bulunmadiklari müddetçe, Müslüman devletlerle ugrasmayi pek istemiyordu. Zira böyle bir ugrasma, ayni dine mensub insanlari birbirlerine düsürecek, bu da Islâm ümmetinin zayiflamasina sebep olacakti. Keza böyle bir savasta cihâd da söz konusu olmayacakti. Zira cihâd, gayr-i müslim devletlere karsi yapilan bir mücadele idi. Bu sebeple Kanunî, Müslüman Dogu ile ugrasmak yerine, Hiristiyan Bati ile ugrasmayi yeglemisti. Bununla beraber Islâm birligini tehhlikeye düsürecek veya kendi topraklarinda Sünnî Islâm akidesi yerine, Siî akideyi yerlestirmeye çalisanlara karsi harekete geçmekten de çekinmemistir. Nitekim Siî Mezebi akidesini yerlestirmeye çalisan Safevî Iran'la yapilan muharebeler ve bu muharebelerin basariya ulasip zaferle sonuçlanmasi için bas vurulan çareler bunu göstermektedir.5. l543 Macaristan SeferiBudin'den dönen ve kisi Edirne'de geçiren Kanunî, Istanbul'a geldiginde Ferdinand'in elçileri gelerek eski isteklerini tekrarladilar. Buna göre Avusturya elçisi, Macaristan'in terk edilip kendilerine verilme karsiliginda senede l00.000 duka altin vergi vermeyi taahud ediyordu. Fakat Osmanli Pâdisahi Kanunî böyle bir teklife sicak bakmadigindan elçi, 9 Ekim l542'de geri dönmüstü. Bu arada Ferdinand, degisik milletlerden mütesekkil ve takriben 80.000 kisilik bir ordu topamis bulunuyordu. Ferdinand'in bu büyük hareketini Fransiz elçisi vasitasiyle haber alan Osmanlilar, Budin'e yardim göndermek için derhal hazirliklara baslarlar. Tuna'yi takiben Peste önlerine gelen bu büyük ordu, 8.000 kisilik bir kuvvet tarafindan müdafaa edilen kaleyi muhasara altina alir. Osmanli kuvvetlerine göre sayica kat kat üstün olan bu ordu, yedi günlük bir kusatmadan sonra Kanuni'nin büyük bir ordu ile gelmekte oldugu haberini alinca bozguna ugrayip geri çekilmek zorunda kalir.

Peste muhasarasinin duyulmasi üzerine gerekli hazirliklarini tamamlayan Kanunî Sultan Süleyman, yaninda oglu Sehzâde Bâyezid oldugu halde 18 Muharrem 950 (23 Nisan 1543)'de Istanbul'dan Macaristan üzerine hareket eder. Bu sirada önden gönderilen Osmanli kuvvetleri ile hudud beyleri, Pojega civarindaki bazi kaleleri , Nana ve Valpo gibi önemli iki kaleyi zaptettikten sonra Siklos'u kusatirlar. Bu siralarda Ösek'e gelmis bulunan Kanunî, Siklos'un kusatilmasina yardima gider. Böylece kale 8 Temmuz l543'te alinir. Bu arada Pecs (Peçuy) sehri de teslim olmustu. Bundan sonra Kanunî Budin'e gelir. Gerekli malzemelerin yetismesi üzerine daha önce Osmanlilar tarafindan feth edilen ve bilahere tekrar Avusturyalilar tarafindan zaptedilen Estergon üzerine varilir. Kusatma altindaki kalenin müdafileri teslim teklifini kabul etmediklerinden siddetli bir muharebe baslar. Dayanamayacaklarini anlayan kaledekiler, bir heyet göndererek l0 Agustos l543'te teslim olurlar. Estergon'un fethi ile sonuçlanan bu seferde Ferdinand'in elinden eski Macar kirallarinin merkezi olan Gran (Estergon) ve Budin'in güney - batisinda Macar kirallarinin kabirlerinin bulundugu Istoni Belgrad (Stulvaysenburg) ile Drava nehri üzerindeki Valpo, Siklos ve Tata gibi yerler alinir. Böylece bu harekât sonucunda Budin'in emniyeti için civardaki kalelerin zapti ve eyalete ilhaki gerçeklesmis olur. Kanunî, Istanbul'a dönüs sirasinda Saruhan sancakbeyi olan oglu Mehmed'in Manisa'da vefat ettigi haberini alarak büyük bir üzüntü ile sarsilir. Bu yüzden mateme bürünür. Istanbul'a gedikten sonra da oglunun nâsinin Manisa'dan Istanbul'a getirilmesini emrederek l8 Saban'da Bâyezid Camii'nde bütün Istanbul halki ile birlikte cenaze namazini eda eder. Yine Pâdisah'in emir ve arzusu üzerine cenaze, Sehzade Camii yanindaki hazireye defn olunur. Kanunî'nin zafer sevincini yasayamamasinin sebebi olan Sehzâde'nin ölümü ile ilgili belge, onun ölümünü su ifadelerle nakleder: "Sehzâde-i saidu'l-baht Sultan Mehmed, Estergon Belgrad ve nice kal'alar fethi için müjdegâneye gelen aga ki, sene 950 ve Saban'in gurresinde (ilk günü) vaki olan Çarsamba günü gelüp donanma oldugu gün hasta olup alti gün sahibfiras (yatakta yatip) yedinci sülesa (Sali) gecesi fevt olup azim matem olup mah-i mezburun (belirtilen ay) dokuzuncu Çarsambasi günü Lala Pasa, Defterdar Ibrahim Çelebi ve nice agalar Islambol'a maiyyetin alip gittiler. "

Bütün çabalarina ragmen Osmanlilarla basa çikamayacaklarini anlayan ve her seferde ellerindeki mühim sehir ve kalelerin bir kismini kayb eden Ferdinand ile Sarlken, baslangiçta bir mütareke, daha sonra da bes yillik bir baris antlasmasi yaparlar. Haziran l547'de bes yil için imzalanan bu muahede (antlasma), bir mütareke mahiyetinde kalir. Zira meydana çikan Erdel hâdisesi, harbin yeniden baslamasina sebep olur.

Daha önce de temas edildigi gibi Erdel Kiraliçesi yani eski Macar Kirali Jan Zapolyai'nin zevcesi Izabella, Osmanlilarin himayesinde idi. Kiraliçenin maiyetindeki müsavirlerden birisi Ferdinand taraftari olup Erdel'in buna verilmesine çalisiyordu. Bu duruma vâkif olan Osmanli Devleti, Ferdinand'i tehdid ettiyse de Ferdinand buna aldiris etmez. Zira bu siralarda Osmanli ordusunun Iran seferinde oldugunu bildiginden kendisine bir sey yapamayacagindan emindi.

Kanunî, Avusturya kuvvetlerinin Erdel'e girdigine kani olunca Avusturya elçisinden durumu sordurtarak onu haps ettirdigi gibi Rumeli Beylerbeyi Sokullu Mehmed Pasa'yi Erdel üzerine yürümekle görevlendirmisti.

10 Temmuz l55l'de Sofya'dan areket eden Sokullu, bir müddet sonra 7 Eylül'de Slankamen'den ayrilarak Beçe önlerine gelip burayi ele geçirir. Ayrica, Beçkerek ve Çanad'dan baska oniki kaleyi daha zaptederek Osmanli hâkimiyetine katar. Lipva'yi da kolaylikla ele geçirdikten sonra Timisvar'i kusatir. Fakat iklim sartlarinin müsait olmamasi üzerine Belgrad'a döner.

Sokullu Mehmed Pasa'nin çekilmesi üzerine Avusturya ordusu Erdel'e girerek lipva'yi geri aldigi gibi Segedin'i de muhasara eder. Bu sirada Segedin sancakbeyi olan Mihal oglu Hizir Bey'in iç kaleye kapanip, Budin Beylerbeyi olan Hadim Ali Pasa'yi keyfiyetten haberdar etmesi üzerine Segedin önlerine gelen Ali Pasa, Avusturya ordusunu imha etmisti.

Iki taraf arasindaki savas 970 ( 1562 ) yilina kadar sürer. Bu tarihte Ferdinand, Busbecq adindaki elçisini anlasmak üzere Istanbul'a gönderir. Yine bu sirada Sarlken'in çekilmesinden dolayi Ferdinand bes seneden beri Alman Imparatoru bulunuyordu. Böylece en son olarak Ferdinand, Erdel (Transilvanya)'den vaz geçmis ve eskisi gibi elinde bulunan Macaristan için 30.000 duka altini kabul ile sekiz senelik bir muahede imzalamisti(l562).6. Bogdan SeferiBogdan, II. Bâyezid döneminden beri Osmanlilar'a bagli bir voyvodalik haline getirilmisti. Bogdan voyvodaligi, Kili ve Akkirman kaleleri alindiktan sonra siki bir sekilde devletin nüfuzu altina girmislerdi. Bunlar, yarim asirdan daha fazla bir süre devleti ugrastiracak hareketlerde bulunmamislardi. Her ne kadar voyvodalik zaman zaman vergisini vermekte ihmal göstermisse de buna Iran, Misir ve Macaristan seferleri münasebetiyle göz yumulmus ve sadece ikaz ile iktifa edilmisti.

Kanunî, Macaristan seferi sirasinda Voyvoda Petru Rares'e bir berat göndererek, burayi onun idaresine birakmisti. Voyvodalik, her yil Osmanli Devleti'ne 4000 duka altin, 40 kisrak ve 20 tay göndermekle yükümlü tutulmustu. Bunun içindir ki Voyvoda Petru Rares, Viyana seferi esnasinda orduya elçisini göndererek sadakatini te'yid ile bu seferinden avdette de vergisi olan 4000 duka altin ile 40 kisrak ve 20 taydan ibaret olan vergisini bizzat takdim etmisti. Hammer, Rares'in Osmanlilar'a getirdigi vergiler konusu ile onun, Kanunî tarafindan karsilanisi ve kendisine yapilan muameleyi su ifadelerle nakletmektedir: "Sultan Süleyman, Viyana'dan dönüsünde kararlistirilan hediyeleri bizzat Rares'ten alarak karsiliginda bir samur kürk (vezirlere mahsus elbise), iki tug (sancakbeyi alâmeti), bir kuka (yeniçeri ortabasilarinin serpusu) hediye eder."

Petru Rares, Kanunî'nin teveccühüne mazhar olmakla birlikte hariçten yapilan tesirlerle gizlice Osmanli Devleti'nin aleyhine çalismaya baslamisti. Nitekim gizlice Ferdinand ile muhabere ve müzakerelere baslamis bulunan Petru Rares, o siralarda karisikliklar içinde bulunan Erdel'e tecavüz ettigi gibi, Zapolyai'ye karsi Ferdinand ile gizlice temasa geçmisti. Bundan baska göndermekle yükümlü oldugu vergileri de göndermemeye baslamisti. Keza, Osmanli Devleti'nin o taraflardaki mutemed adami olup Osmanlilar'a bagli bir hükümet kurmak üzere Erdel'e gönderilmis bulunan Venedikli Gritti'yi de öldürtmüstü.

Iste Rares'in bu neviden faaliyeteri ve Lehlilerle iyi geçinmeyip onlar tarafindan voyvodanin azledilmesi hususunda vaki olan müracaatlar sonrasi Kanunî l538 Mayis'inda Bogdan üzerine yürümeyi kararlastirir. Ancak bu kararini gizli tutar. Barbaros'un donanma ile denize açildigi (7 Temmuz)'nin ertesi günü Istanbul'dan hareket eden Osmanli ordusu, Edirne'ye ulasip oradan hareket ettigi zaman Kanunî "Seferimiz Bogdan üzerinedir" diyecektir. Ordu, Sultançayiri denen mevkide iken Rares'ten gelen bir elçi, emre itaat edilecegini bildirmis, ancak Kanunî, ona verdigi mektupta, Rares'in hirçirlik ve azginliga son vermesi ve gelip itaat arzetmesi halinde ona karsi merhametli davranacagini bildirmisti. Bununla beraber alinan haberlerden Rares'in samimi olmadigi anlasilmis oldugundan sefere devam edilmistir. Osmanli ordusunun harekâti karsisinda dehsete düsen Rares, Transilvanya içlerine dogru kaçmaktan baska bir çare bulamamisti. Osmanli ordusu ise Yas sehrini yakip yiktigi gibi l6 Eylül l538'de Voyvodanin merkezi olan Suceva sehrini de alir. Bu sehrin fevkalade müstahkem bir kalesi olmasina ragmen sehir halki, mukavemet edemiyecegini anladigindan, kale anahtarilarini getirip Osmanli kuvvetlerine teslim eder. Bunun üzerine Kanunî, sehirde umumi af ilan ederek beylerin kendi aralarindan bir voyvoda seçmelerini ister. Seçilen voyvoda ise Kanunî tarafindan intihab olunur ki bu, muhtemelen Petru Rares'in kardesi olan Stefan Lacusta'dir. Kanunî, bu yeni voyvodaya bir de berat verir.

Bu seferin sonunda Osmanlilar, Prut ile Diniester nehirleri arasinda kalan yerleri ellerine geçirmislerdi. Elde edilen bu yerler, bir sancak haline getirilmisti. Bundan baska yiktirilan Kili kalesi yeniden insa edilmis, Akkirman ise müstahkem bir hâle getirilmisti. Yine bu esnada Bender sehri de ele geçirilmisti. Bogdan meselesinin hallinden sonra Osmanli ordusu geri dönmüs, sefere katilmis bulunan Kirim Hani Sahib Giray'a da geri dönme izni verilmisti. Osmanli ordusunun dönüsünden sonra, beylerin seçtigi ve Kanunî'nin göreve getirdigi yeni voyvoda ile yeni idareciler, vaziyete hâkim olamazlar. Bunun üzerine Kanunî Sultan Süleyman, Rares'i Istanbul'a davet ederek ikinci defa voyvodaligi ona verir.

Sarax
09-19-2008, 13:37
ANADOLU'DAKI IÇ ISYANLAR

Kanunî döneminin önemli iç olaylarindan biri de Bozok bölgesinde ortaya çikan Siî karekterli iç isyanlardir. Bu isyanlardan biri, Kanunî'nin, Mohaç seferine çikip Budin'e dogru ilerlemekte oldugu bir sirada patlak vermisti. Genel olarak bu isyanlar, Safevîlerin, II. Bâyezid ile Yavuz Sultan Selim devirlerinden beri Anadolu'daki tahrikleri sonucunda Siî temayüllü Türkmen gruplarinin çikardiklari isyanlarin devami mahiyetinde idiler. Yavuz Sultan Selim devrinde siddet ve güçlükle teskin edilebilen Safevî propagandasi, Sah Ismail'in oglu Tahmasb'in tahta geçmesi ile yeniden hiz kazanir. Oldukça genis cephelerde cereyan eden bu isyanin baslica kiskirticisi ve müsebbibi, Safevîlerin mezheb organizasyonuna bagli olarak yürüttükleri, sistemli propaganda ile gizli ve isyankâr faaliyetleri idi. Bunlar tek merkezden idare ediliyor ve her tarafta, hemen hemen her zaman görülebilecek mahallî bazi haksizlik ve uygulamalar büyütülerek , türlü sekillerle muayyen zümreler tahrik ediliyordu. Bir çok yerde birden patlak veren ve bir plan dahilinde oldugu, müsterek hareketlerinden anlasilan bu isyan tesebbüslerinin Safevîler tarafindan idare edildigini gösterecek pek çok sebep vardir. Osmanli Devleti'nin, Budin'deki harple mesgul olmasi, Iran'i harekete sevketmisti. Böylece Iran, Sarlken ile Ferdinand'a yardim etmis oluyordu. Isyan hareketini büyüten islerin basinda, yapilan Iran propagandasi ile birlikte timar ve tahrir sebebiyle gayr-i memnun bir sinifin ortaya çikmasiydi. Nitekim Bozok sancagi tahriri esnasinda tahrir memurlarinin yaptiklari haksizlik, kisa zamanda bölgede bir ayaklanmaninin baslamasina sebep olmustur.

Bu ayaklanma, Süglün Koca ve oglu Sah Veli ile Safevî halifesi (ajani) Zünnûn adli kimselerin birlesmek suretiyle etraflarina Bozok Türkmenlerini toplayarak harekete geçmeleri ile baslamisti. Onlar, bölgede bulunan Müslihiddin adindaki kadi, onun katibi Mehmed ve Hersekzâde Ahmed Pasa'nin oglu olan Sancakbeyi Mustafa Bey'i öldürürler. Beyleri Sehsuvar oglu Ali Bey'in ölümünden dolayi kirgin olan Dulkadir Türkmenleri'nin katilmasiyle isyan daha da büyümüs, Kayseri civarinda Karaman Beylerbeyi Hurrem Pasa'yi yenen âsiler, Tokat taraflarina hâkim olmuslardi. Nihayet Höyüklü mevkiinde sikistirilan âsilerle yapilan mücadelede (26 Eylül l526) âsilerin ele basilari öldürülmüstü. Bununla beraber dagilan âsi guruhu yeniden toparlanarak ani bir saldiri ile Rum (Sivas) Beylerbeyi olan Hüseyin Pasa'yi agir yaralayip, ölümüne sebep olurar. Fakat güçsüz âsiler, Diyarbekir Beylerbeyisi Hüsrev Pasa'nin kuvvetleri karsisinda dagilmaktan baska çare bulamazlar.

1527'de Adana taraflarinda çikan isyan ise Adana Beyi Pîrî Bey tarafindan bastirilmistir. Ancak bu iki isyanin hemen akabinde, Karaman'dan Maras'a kadar uzanan bölgede büyük bir isyan daha çikar. Bu isyan hareketinin liderligini, Haci Bektas Veli sülalesinden oldugunu iddia eden ve Haci Bektas Zâviyesi Post-nisini Kalender Çelebi yapmaktaydi. Sah ünvani da verilen Kalender'in, mevkii sebebiyle kisa zamanda yaninda 30 bin kisi toplanmisti. Bunlar, Siîligin iyice nüfuz ettigi, siki kayitlar yerine nisbeten serbest yasamaya alismis, devletin birtakim mükellefiyetlerinden gayr-i memnun konar göçer Türkmen gruplari idi. Kalender'in isyani haberi, Mohaç'tan dönmekte olan Kanunî'ye ulasinca derhal tedbir alinmasi için emirler göndermis, Istanbul'a vardiginda da Vezir-i A'zam Ibrahim Pasa'yi isyani bastirmakla görevlendirmisti. Ibrahim Pasa, üç bin yeniçeri ve iki bin sipahiden mürekkeb bir kuvvetle tenkil için sevk olunmustu.

Anadolu Beylerbeyi Behram Pasa ve Karaman Beylerbeyi Mahmud Pasa'nin eyâlet askerleri ile Cincife mevkiinde âsilere maglub olmalari üzerine Ibrahim Pasa, birtakim ön tedbirler alma geregini duyar. Bu cümleden olarak o, daha isin basinda, Kalender'in önünde maglub olan askeri, henüz harbe girmemis olan kendi kuvvetleri ile temas ettirmez. Bundan sonra sadece Kapikulu askerlerini yaninda tutar. Yenilgi haberini Dulkadir Eyâleti'nde alan Ibrahim Pasa, sür'atle Elbistan'a gider. Pasa, bu isyan kuvvetlerinin üzerine yürüyüp bosu bosuna Müslüman kani dökmektense, siyasî tedbirlerle hareketin sebebini ortadan kaldirmak yolunu tutarak adâlet uygulamaya baslar. Zulüm ve gadrleri görülen ümerâyi cezalandirir. Haksiz olarak zaptedildigi görülen timarlari sahiplerine iade edip, bunlarin merkezî hükümetin rizasi olmadan yapildigini göstermeye çalisir. Kalender Sah'in etrafindaki kimseleri, kaçak olarak giden casuslari vâsitasiyle bundan haberdar edip, dehâlet edeceklerin affedilerek eski vazifelerine iade edileceklerini ilan ettirir. Gelenlere iltifat göstererek âsinin etrafindaki Türkmen asiretlerini kendi tarafina çeker. Sadrazamin bu sekildeki âdil davranisi, Kalender Sah'in etrafindaki kuvvetlerin derhal çözülmelerine sebep olur. Böylece o, Dulkadir Türkmenleri'ni kazanarak onlarin, Kalender'in yanindan ayrilmasini saglar. Bunun sonucu olarak kuvvetleri büyük ölçüde azalan âsiler üzerine çok itimad ettigi adamlarinin komutasinda küçük birer müfreze göndererek 22 Ramazan 933 (2l Haziran l527)'de Bas Sariz (veya Bassaz mevkii) Yaylagi'ndaki Kalender'i Iran'a kaçmadan yakalatip basini kestirir.

Ibrahim Pasa, bu isyanin bastirilmasindan sonra Istanbul'a döner. Bu isyan hâdiseleri merkezî hükümeti ciddi tedbirler almaya sevkeder. Bunun için her tarafa tahkik heyetleri gönderilir. Bu heyetler sâyesinde halkin sikâyet ettigi konular düzeltilir. Böylece gayr-i memnunluk zorla degil, hüsn-i tedbirle giderildi ki, bu, Osmanli idaresinin karekteristik vasiflarindan birini teskil eder. Herhalde asirlarca Devlet'in varligini devam ettirmesini saglayan prensiplerin mahiyeti bu neviden davranislar sayesinde mümkün olmustur.

Yukarida zikredilen isyanlardan iki sene sonra yani H. 935 (M.l529)'de Adana civarinda basina 5 bin kisi toplayan Seydi ve sonradan ona iltihak eden Inciryemez adli Kizilbas âsilerinin çikardiklari isyan da, Ramazan ogullarindan Adana Beyi Pîrî Bey tarafindan siddetle bastirilarak ele basilari ele geçirilip öldürülmüslerdi.

Anadolu'da cereyan eden bu isyanlar sirasinda Istanbul'da Molla Kabiz adinda birisi, câmilerde, Hz. Isa'nin Hz. Muhammed'den daha üstün oldugu seklindeki görüslerini, âyet ile hadisleri kendine göre te'vil ederek halka yaymaya baslamisti.

Çagdas tarihçi ve devlet adami Celâlzâde Mustafa'nin "erbab-i ilimden" oldugunu söyledigi Molla Kabiz, Kanunî devrinin ilk yillarinda bir zindiklik yoluna sapmis görünmektedir. Celâlzâde'nin ifadesine göre, Molla Kabiz'in itikadina fesad gelmis, dalalet yoluna saparak harabatî bir hayat yasamaya baslamistir. Hâdiseyi sadece dinî münakasa degil, ayni zamanda milli bir emniyet meselesi olarak gören Osmanli hükümeti, fikir ve görüsleri, Seyhülislâm Kemal Pasazâde tarafindan ilmî delillerle bu fikirleri çürütülmesine ragmen, yine de iddiasindan vaz geçmeyen Molla Kabiz'i ölüm cezasina çarptiracaktir.

Dönemin fikir, düsünce ve anlayisini ortaya koymasi; gerek devlet adamlarinin, gerekse hükümdarin benzer olaylara bakisi açisindan önemli bir hâdise olan Molla Kabiz olayina ana hatlariyla temas etmek gerekir.

Biraz önce belirtildigi gibi Hz. Peygamber aleyhinde konusan Molla Kabiz, 8 Safer 934 günü bazi kimseler tarafindan Divan-i Humayûn'a getirilir. Çünkü o, "daire-i ser' ve edebten hurucuna ulemadan bazi sahib-i gayret kimesneler tahammül etmeyüp bi'l-fiil Server-i kâinat üzerine (s.a.s.) Hz. Isa'yi tafdil edüp mezkuru Divan-i Humayûna getirirler." Divan'da bulunan pasalar, bu meselenin bir "ser'-i serif" isi oldugunu düsünerek olayi Divan üyesi olarak orada hazir bulunan kadiaskerlere havale ederler. Bu sirada Fenarîzâde Muhyiddin Çelebi Rumeli, Kadirî Çelebi de Anadolu kadiaskeri bulunmakta idiler. Dâvasini açiklamasi istenilen Molla Kabiz, inandigi seyleri oldugu gibi anlatinca, her iki kadiasker de gazaba gelerek katlini emrederler.

Gerek Kabiz'in, gerekse kadiaskerlerin buradaki davranislari ilgi çekici bir mâhiyet arzediyor. Kabiz, iddiasini ortaya koyduktan sonra bunu destekleyen bazi âyet ve hadisleri nakledip bunlarin açiklamalarini yapiyordu. Bu yolla delillerini ortaya koyduktan sonra, israrla dâvasinin dogru oldugunu söylüyordu. Halbuki, Molla Kabiz'in açiklamalari ile ilgili bazi ser'î meselelerin kadiaskerlerin hatirinda bulunmadigi anlasiliyordu. Bu sebeple her ikisinin de ser'î icaplara göre cevap vermekten âciz bulunduklari görülüyordu. Bundan dolayi itidal yolunu terk edip gurur ve gafletin istilasina ugramislardi. Böylece bu iki kadiaskerin, isgal etmekte olduklari mevkilerin tam mânasiyle ehli olmadiklari meydana çikiyordu. Celâlzâde'nin ifadesine göre Molla Kabiz'in iddialarina makul cevaplar veremeyen bu iki kadiasker, derhal katlini isterler. Buna karsilik Vezir-i A'zam Ibrahim Pasa "...bu sahsin müddeasi, ser'-i serife muhalif olup hata ise ol hatayi gösterüb..." bu konudaki süpheleri gidermek gerekir, "ser' ile cevabini verin..." kizmak ve gazaba gelmek suretiyle edeb hududlarini asan bir durum meydana getirmek ilim ve akil erbabina lâyik degildir" seklinde konustugu halde onlar Molla Kabiz'i inandigi fikirlerden döndürecek bir sey söyleyememislerdi. Böylece Molla Kabiz'in kadiaskerler karsisindaki ilmî üstünlügünü dikkate alan pasalar, Divan'i tatil edip Molla Kabiz'i da serbest birakirlar.

Ancak bu durumu, pasalarin oturdugu "tasra divanhâne üzerinde" kafes arkasindan takib etmekte olan devrin hükümdari Kanunî Sultan Süleyman, vezirler huzuruna girer girmez, onlara hitab ile "...bir mülhid, Divânimiza gelüp Peygamberimiz iki cihan fahrina tafdil-i Hz. Isa eyleyüp müddeasi isbatinda ekavil-i bâtili tezyil eyleye, süphesi zâil olmayup ve cevabi verilmeyüb, niçin hakkindan gelinmedi...?" demistir. Bunun üzerine tekrar Divân'a getirtilen Molla Kabiz'in iddialarini çürütmek üzere dönemin mümtaz bir simasi olan Seyhülislâm Kemal Pasazâde ile Istanbul kadisi Mevlâna Sa'deddin Divâna dâvet edilirler. Müfti'l-müslimîn olan Kemal Pasazâde Hazretleri büyük bir "hilm" ve "edeb" üzre Kabiz'in iddiasini sorup ögrenir. Kabiz, okudugu bâzi âyet ve hadislere dayanarak eski iddiasini tekrarlar. Bunun üzerine Seyhülislâm onun okudugu âyet ve hadislerin mânalarini açiklayip gerçegi ortaya koyar. Celâlzâde Mustafa burada su ifadeleri kullanir: " Tamam itikadini beyan ve ayân edicek kaide-i ilmiye üzre kendisinin su-i fehm ve idrakini gösterüp süphelerini tamam izâle eylediler. Böylece hak (gerçek) zâhir ve bâhir oldu. Bu açiklamalar karsisinda Molla Kabiz, dili tutulurcasina susmak zorunda kalir. Kaynagimizin dili ile "Kabiz'a sukût âriz olup tekellüm ve nutka mecali kalmayup melzûm ve mebhût oldu." Kabiz susunca Kemal Pasazâde ayni yumusaklikla ona hitab ederek "...iste hak ne idügü zâhir olup malum oldu, dahi sözün varmidir..." bâtil inancindan vazgeçerek "hakki kabul edermisin?" dedi. Molla Kabiz iddiasinda israr ederek bu teklifi kabul etmez. Bundan sonra Müftü (Seyhülislâm) Istanbul Kadisi'na dönerek "fetva emri tamam oldu. Ser' ile lâzim geleni siz hükm idün..." teklifinde bulunur. Istanbul Kadisi da, Kabiz'a hitab ile Ehl-i sünnet mezhebi üzerine, temiz inanç yoluna dönüp dönmedigini tekrar sorar. Fakat Kabiz inancinda israr etmekte idi. Bunun üzerine katline hüküm verilir.

Sarax
09-19-2008, 13:38
IRAN SEFERLERI

Yavuz Sultan Selim'in vefati üzerine yeni umutlara kapilan Sah Ismail, Anadolu'daki propaganda faaliyetlerini artirdigi gibi Kanunî'nin tahta çikisini da tebrik etmemisti. Bununla beraber Osmanlilar'in Avrupa'daki basarilari ve kendisinin Iran'daki mesguliyeti, onu zahirî bir dostuk gösterisine itmisti. Sah Ismail'in ölümü ve çocuk yastaki (onbir yasinda) I. Sah Tahmasb'in tahta geçmesi, Iran'da karisikliklara sebebiyet vermis, bu arada Gilan hükümdari ve Iran'daki Sünnî ulema Osmanlilar'dan yardim istemisti. Kanunî'nin niyeti ise Türkistan'a varincaya kadar bütün Türk illerini bir bayrak altinda toplamak ve Kizilbas-Safevî tehlikesinin kökünü kazimakti. Bu maksatla daha Mohaç seferine çikmadan önce Dogu'ya bir sefer yapmayi düsünmüstü. Nitekim o, Gilân Hâkimi'ne mektup yollarken, Sah Tahmasb'a da bir "Tehdidnâme" göndererek söyle diyordu:

"Niçin dergâh-i cihanpenâh ve bargah-i felek istibahimiza adam gönderub arz-i ubûdiyet ve can sipari ve izhar-i rikkiyet ve hâksarî etmedin? Bu noksan akilla tamam gururun ve daire-i dalaletten adem-i udûlun (sapiklik yolundan dönmeyisin) olmagin "insaalluhu'l-eazz ve'l-ekrem" benim dahi an karîb diyar-i sarka teveccüh-i humayûn ve azimet-i meymunuma mûcib ve bais oldu. Otag-i gerdûn nitak, arazi-i Tebriz ve Azerbaycan ve belki Memâlik-i Iran ve turan vesair vilâyet-i Semerkand ü Horasan sahralarinda kurulmak mukarrer oldu."

Avusturyalilar'la yapilan antlasma üzerine Bati'dan nisbeten emin olan Kanunî , Dogu ile ciddi bir sekilde ilgilenmeye karar verir. Nihayet meydana gelen iki önemli hâdise, Iran'a harbin açilmasina sebep olur.

Bunlardan birisi , Bagdad'i ele geçiren Zülfikar Bey'in, Osmanlilar'a müracaatla sehrin anahtarlarini Istanbul'a göndermesi idi. Bu siralarda Osmanlilar, Viyana kusatmasi ile mesgul olduklarindan Tahmasb, yeniden Bagdad'i ele geçirmisti. Bölgede cereyan eden bu hâdiseler, çagdas bir arastirmada teferruatli bir sekilde anlatilir. Bununla beraber biz, fazla teferruata girmeden olaylari kisaca vermek istiyoruz. Öyle anlasiliyor ki, Kanunî'nin çikacagi I. Dogu seferinden önce, Bagdad ile Bitlis'te meydana gelen hâdiseler, ilk firsatta böyle bir seferin yapilmasini gerektiriyordu. Türkmen Musullu oymagina mensub Nohud Ali Sultan'in oglu olan Zülfikar Han, 934 ( l528 ) yilinda Kelhur Hâkimi idi. Bu sirada Bagdad Beylerbeyisi olan amcasi Ibrahim Hân'in, yaninda asker bulundurmadan yaylaga çikmasini firsat bilerek l0 Ramazan 934 ( 29 Mayis l528 ) günü bir baskinla onu öldüren Zülfikar Han, 40 gün kusattigi Bagdad sehrini öldürdügü amcasinin ogullarinin elinden alarak kendisini Bagdad Beylerbeyi ilan etmisti. Tebriz'in böyle bir oldu bittiyi tanimayacagini ve kendisini cezalandiracagini kestiren bu Türkmen Beyi, Sünnî sehir halki ile de anlasarak Bagdad'in anahtarlarini Kanunî'ye gönderdigi gibi onun adina Bagdad darphânesinde sikke kestirip hutbe okutmustu. Böylece buranin Osmanlilar'a bagliligini ilana baslamisti. Pâdisah, meshur Viyana seferi ile ugrastigindan, Irak'a yardimci gönderemedi. Sonradan Sah Tahmasb, bir ordu ile gelerek Bagdad'i günlerce kusatmis ve sonunda 3 Sevval 935 (l0 Haziran l529) günü, yine Muslu boyundan Ali Bey'in, Zülfikar Han ile kardesi Ahmed Bey'i uyurken öldürmesi ile, Bagdad kalesini ele geçirir. Böylece, Irak merkezinin kendiliginden Osmanlilar'a tabi olusuna Istanbul'dan zamaninda yardim gelememesi, Pâdisahi manevî bir borç altina sokmus oldu.

Iran'a karsi harbin açilmasina sebep olan ikinci hâdise ise Iran beylerinden Ulama Han'in Osmanlilar'a, Osmanli ümerâsindan olan Bitlis Hâkimi Seref Han'in ise Safevîler'e siginmalaridir. Esasen, Osmanlilar'in Teke (Antalya) Türkmenlerinden olan ve l5ll "Sah - Kulu isyani"na katildiktan sonra Sah Ismail'in yanina kaçarak Safevîler'e iltica edip mansib alan Ulama Han, Azerbaycan Beylerbeyi olarak önemli bir siyasî mevkie sahipti. Bu sirada, Sah Ismail'in basveziri bulunan ve kendisi gibi Tekeli boyundan olan Çuha Sultan'in, Isafahan'in Kendiman yaylaginda Samlu Hüseyin Han tarafindan öldürülmesini firsat bilerek kendisini vezir tayin ettirmek istemisti. Bu maksatla Sah'in yanina gitmek isterken, rakipleri onu âsi göstererek gözden düsürdüler. Samlu ve öteki Türkmen beylerinden ve bu arada Tekelülerin ezilmesinden ürken Ulama Han, kendi eyâletindeki sancaklardan Van'a gelerek, buradan, Osmanlilar'in hizmetine girecegini, Diyarbekir Beylerbeyisi araciligi ile Istanbul'a bildirir. Istanbul'dan gelen buyrukta, Bitlis Ocakli Beyi (IV.) Seref Bey'in "Ulama'nin aile fertleriyle birlikte Pâdisah dergâhina gönderilmesi "ne gayret etmesi bildirilmisti. Bitlis Hâkimi Seref Han vâsitasiyle Istanbul'a gelen Ulama, kendisine delâlet eden Seref Han aleyhine birtakim sözler sarfederek, onun Sah'a meyli oldugunu söylemisti. Köszeg muhasarasindan önce huzura kabul edilen Ulama Han'a, ocaklik statüsü kaldirilarak beylerbeyilik haline getirilen Bitlis tevcih olunmustu. Böyle bir haberi alan Seref Han, Sünnî olmasina ragmen Bitlis'in Iran topragi oldugunu ilan etmis ve Sah Tahmasb'dan Osmanlilar'a karsi yardim istemistir. O, Osmanlilar'in, birçok Anadolu hânedanina yaptiklari gibi, kendisini de atalarindan kalma topraklarindan mahrum edeceklerini saniyordu. Bunun üzerine Dulkadir ve Diyarbekir vilâyetleri askeri ile Diyarbekir Beylerbeyi olan Fil - Yakup Pasa yardimiyla Bitlis'i kusatan Ulama, Safevî ordusunun yardima geldigini duyunca Diyarbekir'e çekilmistir. Bu arada Ahlat'ta Sah'a büyük bir ziyafet çeken Seref Bey, ona agir armaganlar sunarak, kendisi de murassa kiliç kemeri ve altin sirmali kaftanla taltif edilir. Tahmasb, 20 Safer 939 (2l Eylül l532)'da ona bir ferman vererek kendisine "Eyâlet penâh" diye hitab eder.

Bu davranisi ile Tahmasb, Osmanlilar'a bagli bir uç beyligini kendi himayesine almis oluyordu. Bu hâdise, Iran'a savas açilmasina sebep olmustu. Bu, bir Osmanli toprak parçasinin baska bir devlete geçmesi demekti ki, böyle bir sey, Osmanli siyasetinin kabul edemeyicegi bir keyfiyetti. Iste bunun üzerinedir ki, Iran'a karsi bir sefer açmak elzem hâle gelmisti. Almanya'ya bas egdirilmis olmasi, böyle bir sefere imkân veriyordu. Çünkü Iran gibi bir devletin üzerine bizzat hükümdarin gitmesi icâb ediyordu.

Yukarida belirtilen bu iki önemli hâdise karsisinda Surhser (Kizilbas) Iran'a sefer açmayi düsünen Kanunî, daha l525 Temmuz'unda Sah Tahmasb'a gönderdigi "tehdidnâmesi"nde böyle bir fikri tasidigini ima ediyor, ancak Bati'daki isleri yüzünden buna imkân bulamiyordu. O, Iran beliyesini ortadan kaldirip, Sünnî Türkistan'la birleserek, kendisini arkadan vuran ve Avrupa'daki, yani diyar-i küfürdeki Islâmî ve insanî hamlesini yavaslatan köstegi kaldirmak arzusunda idi. Gerek dedesi, gerekse babasinin zamaninda meydana gelen ve Anadolu'yu isyanlarla karistiran Siîlige karsi onun düsünce ve tutumunu gösteren bir gazelini burada zikretmek istiyoruz. Bu gazel, Sultan II. Mahmud'un kizi Âdile Sultan tarafindan h.l308 (m. l890) yilinda Istanbul'da bastirilmis ve dört tertip Türkçe divanindan birisi olan 236 sahifelik"Divan-i Muhibbî", s. l20'de bulunmaktadir.

"Allah, Allah diyelüm, Sancak-i Sâhî çekelüm,

Yürüyüp her yanadan Sark'a sipahî çekelüm,

Iki yerden kusanalum yine gayret kusagin,

Bulasup toz ile topraga, bu râhi çekelüm.

Pâyimal eyleyelüm Kisveri'ni Surhser'ün,

Gözüne, sürme deyü dûd-i siyahi çekelüm.

Bize farz olmus iken : olmamiz Islâm'a zahîr,

Nice bir oturalum, bunca günahi çekelüm,

Umarum rehber ola bize Ebûbekr ü Ömer,

Ey Muhibbî, yürüyüp Sark'a sipahî çekelüm.

l. Irakayn SeferiSinir bölgelerinde cereyan eden bu hâdiseler üzerine zaten Iran'a sefer açmaya kararli olan Kanunî, hem Osmanli Pâdisah'i hem de Islâm Halifesi adina hutbe okunan ve kale anahtarlari da gönderilmis bulunan Bagdad'i "Kizilbas zulmünden" kurtarmak ve Irak'i almak üzere harp hazirliklarini baslatmisti. Bu maksatla 2 Rebiülahir 940 (2l Ekim l533) tarihinde Vezir-i A'zam Damad Ibrahim Pasa'yi önden gönderir. Ibrahim Pasa, Kasim ayi sonlarina dogru Konya'ya varmak üzereyken Ulama Han (Pasa)'nin Bitlis'e girdigi ve IV. Seref Han'in basinin kesildigi haberi gelir. Zira bu sirada Ulama Han ile Diyarbekir Beylerbeyi olan Fil Yakup Pasa birlikte, Seref Han'in Hizan'i kusattigi sirada ikinci defa onun üstüne yürüyerek maglub etmislerdi. Bunun üzerine Seref Han'in oglu III. Semseddin, basina topladigi kuvvetlerle mukabele ettiyse de karsi duramayacagini anladigindan Ibrahim Pasa'ya müracaat eder. Bunun üzerine Ibrahim Pasa, Bitlis'i yeniden ocaklik hâline getirip Seref Han'in oglu III. Semseddin'e verir. Böyle siyasî bir manevrada bulunmakla Ibrahim Pasa, yerinde bir hareket sergilemis oluyordu. Zira bu bölgede Seref Hanlar'in nüfuzu büyüktü. Nitekim bu zat, Osmanlilar'in Bitlis Valisi olarak l574'e kadar 4l yil idarede bulunmustu.

27 Aralik l533'te Haleb'e gelen Ibrahim Pasa, burada kislamisti. Kisin Van taraflarinda bulunan Ulama Han "istimâlet" tarikiyla Ahlat, Adilcevaz, Ercis ve Van'i Osmanlilar'a itaat ettirmisti. Bütün bu faaliyetleri haber alan Sah Tahmasb da harb hazirliklarina baslar. Bu esnada öncelikle Bagdad'a yürüyüp orayi ele geçirmek isteyen Ibrahim Pasa, daha sonra Ulama'nin tesiriyle Tebriz üzerine yürümeyi kararlastirir. Bunun için Birecik üzerinden Firat geçilerek l4 Mayis l534'te Diyarbekir'e varilir. Burada bir müddet kalinarak yeni siyasî tesebbüslere girisilir. Böyle bir niyetle Van önlerine gelen Ibrahim Pasa, Bingöl üzerinden Tebriz'e hareket eder. Sadrazam'in ordusu Sa'dabad civarinda konakladigi zaman, Tebriz halkinin ileri gelenleri, Safevî pâyitahtinin bagliligini arzederler. Böylece Ibrahim Pasa, l Muharrem 94l (l3 Temmuz l534)'te savasmaksizin Tebriz'i ele geçirir. Pasa, burada müstahkem bir ordugâh insa ettirerek buraya l000 kisilik bir kuvvet koyar. Sehre bir kadi tayin eder. Böylece her türlü yagma ve kanunsuz hareketleri yasaklayip önlemis olur. O, kimseyi incitmemeye ve halki memnun etmeye son derece dikkat ediyordu. Ibrahim Pasa'nin bu sekildeki hareketi kisa zamanda meyvesini verip tesirini gösterecekti. Bununla beraber daha önce Sah Tahmasb'in muhtemel bir harekâtina karsi Ibrahim Pasa tarafindan acele yetismesi arzulanan Kanunî, ll Zilhicce 940 (23 Haziran l534)'te Üsküdar'dan hareketle Iran sinirlarina dogru yola çikar. Ibrahim Pasa'nin bu istegine Sah Tahmasb'in muhtemel bir harekâtinin sebep olabilecegi endisesi ile birlikte asker arasinda meydana gelen huzursuzluk ta vardi. Nitekim Peçevî'nin ifadesine göre düsman topraklarina girildigi zaman "asker içine gûna gûn fisiltilar düsüp Sah'a Sah gerek imis, mahall-i zarûrette askere penâh gerek imis, Sah gelürse mukabelesine kim gelür ve asker-i Islâm'in hali ne olur deyü bir havf ve hasyet (korku) târi oldu. Tedbir sahibi vezir bu hâle vâkif oldugu gibi bilâ te'hir musta'cel ulaklar ile ahvali tekrar cânib-i Pâdisahî'ye yazar" Iznik, Kütahya, Aksehir ve Konya'dan geçilir. Pâdisah, Konya'da bulundugu sirada Van ile birlikte elde edilen diger sehirlerin anahtarlari gelir. Ordusunun zaferlerine çok sevinen Pâdisah, Allah'a hamd ve senâ ile büyük sair ve mutasavvif Mevlana Celâleddin-i Rûmî'nin türbesini ziyâret edip bir semâ âyininde bulunur. Burada Kur'an-i Kerim tilâveti ve Mesnevî'den parçalar okunduktan sonra, dervislerin kudûm ve ney sesleri arasinda semâa baslamalari onu pek memnun etmisti.

Sultan Süleyman, 27 Eylül'de Tebriz'e girerken hemen hemen bütün sehir halki tarafindan tezahüratla karsilanmisti. Ertesi gün Pâdisah'la seraskerinin ordulari Ucan'da birlestiler. 29 Eylül'de Pâdisah tarafindan büyük bir divan toplanarak bunda seraskere, beylerbeyilerine, agalara, Defterdar Iskender Çelebi'ye, Nisanci Seydi Bey'e ve Reisü'l-Küttâb Celâlzâde Mustafa Çelebi'ye tesrif hil'atleri giydirildi. Ordunun degisik siniflari da durumlarina göre ihsanlara kavustular.

Ordu, Sultaniye'ye dogru yoluna devam eder. Buraya gelindigi zaman, Sah Tahmasb'in memleketinin içlerine dogru geri çekildigi ögrenilir. Bu esnada, daha önce Sah tarafinda bulunan bazi beylerin Osmanli bayragi altina kostuklari görülür. Dulkadir Hânedanindan Mehmed Bey, Sahruh Bey'in oglu ve Iran'in bes taninmis sahsiyeti burada zikredilebilir.

Gerçekten, Sah Tahmasb, Osmanli ordusunun önüne çikmaktan çekindigi için yipratma taktiklerini kullaniyordu. Bu maksatla Osmanli ordusunun geçecegi yerleri tahrib ettiriyordu. Irak-i Acem'e giren Osmanli ordusu da halki göçürülmüs, issiz ve harab bir arazide çok güç sartlar altinda Sultaniye'ye gelebilmisti. Havalarin sogumasi, kar yagisinin baslamasi ve erzak darliginin basgöstermesi yüzünden ordunun Bagdad'a yürümesi karari alinmisti. Zira bu tabiat sartlarina göre güneye inmek ve orada kislamak gerekiyordu. Bu sebeple Hemedan'a teveccüh edildi. Binbir zorlukla yapilan bu yürüyüs, dünya tarihinde esine ender rastlanan bir vak'aydi. Zira birçok yük hayvani yolda telef olmus, toplar ise yagmurdan büyük zarar görmüslerdi. Bu arada yollarda birçok esya kayip ve zayi' oldu. Bazi toplar da nakledilme imkansizligi sebebiyle yolda birakilip topraga gömüldü.

Bu isler, serasker kethüdasi olarak, Basdefterdâr Iskender Çelebi'yi alakadar ediyordu. Basdefterdârla Serasker olan Ibrahim Pasa arasinda bir anlasmazlik vardi. Bu intizamsizliga ve yollardaki telefata çok kizan Pâdisah'a, isin sorumlusu olarak Iskender Çelebi gösterildi. Bunun üzerine Basdefterdar azledilerek uhdesindeki zeâmetler geri alinir.

Bununla beraber birçok güçlükler yenilerek ordu Bagdad önlerine varir. Bagdad önlerine varildiginda kale muhafizi Tekelü Mehmed Han'in maiyetindeki askeri alip sehri terk ettigi görülür. Aslen Tekeli olan Mehmed Han, Siraz'a kaçtigi için Bagdad, mukavemetsiz olarak 2l Camaziyelevvel 94l (28 Kasim l534) teslim olur. Bundan iki gün sonra da Pâdisah sehre girerek dört ay kadar burada kalir. Böylece Bagdad, Osmanli ülkesine ilhak edilmis olur. Kanunî Sültan Süleyman, bütün bu basarilarindan dolayi Ibrahim Pasa'yi ihsanlara bogar. Diger devlet erkânina da derecelerine göre terakkiler verir. Celâlzâde ise nisancilik mevkiine terfi ettirilir.

Böylece Bati'da "Dâru'l-cihad" adi ile anilan Belgrad'a karsilik, Dogu'da da "Dâru's-selâm" denilen Bagdad, Osmanli ülkesine katilmis olur. Birçok evliya türbesini koynunda bulundurdugu için "Burc-i evliyâ", Abbasî halifelerinin baskenti oldugundan "Dâru'l-hilâfe", kapilari dis kapilarla örtülü oldugundan da "Zevrâ" isimleriyle aniliyordu.

Kanunî, Bagdad'da bulundugu müddet içinde birçok mübarek yeri ziyâret ile insa ve tamir ettirmisti. Bu arada, Imam A'zam Ebû Hanife Numan b. Sâbit'in, Gulat-i Siâ tarafindan yagmalanan kabrini buldurup ziyâret ederek burayi temizletir ve üzerine çini ile müzeyyen türbe ve câmi yapilmasini emreder. Sonra Imam Musa Kâzim'in ve diger Islâm büyüklerinin türbelerini de ziyâret eder.Böylece hem Sünnî, hem de Siîleri memnun eder. Bundan baska, Seyh Abdülkadir Geylanî'nin kabri üzerinde bir türbe yaptirdigi gibi, yanina da bir imâret yaptirir.

Asil hedefinin Kanunî degil, Ulama oldugunu söyleyen Sah Tahmasb, bu arada Tebriz üzerine hareket ile Ulama'yi takibe baslamis ve onun Van kalesine kapanmasi üzerine de burayi muhasara etmisti. Bu hâdiseeri haber alan Kanunî, 3l Mart l535'te Bagdad'dan ayrilarak 30 Haziran'da Tebriz'e varir. O sirada Tahmasb'in Sultaniye'de oldugu haberinin alinmasi üzerine Derguzin'e kadar gelen Kanunî Sultan Süleyman, Tahmasb'in izine rastlamayinca ordu tekrar Tebriz'e döner. Kanunî daha sonra Tebriz'den Ahlat'a, oradan da Diyarbekir'e gelir. Osmanli ordusunun çekilmesiyle yeniden harekete geçen Tahmasb, bosaltilan yerleri alarak tekrar Ulama'nin üzerine yürür. Van'i ele geçiren Tahmasb, oradan Tebriz'e döner. Osmanli ordusu ise 8 Ocak l536'da Istanbul'a ulasir.

Irak-i Arab ve Irak-i Acem'e girilmesi sebebiyle "Irakayn Seferi" olarak anilan bu harekâtin, Osmanlilar bakimindan gözle görülür faydasi, Bagdad ve çevresinde, hâkimiyetlerinin kurulmus olunmasidir. Bu sefer sonucu, Osmanlilarin karsisina çikamayan Safevîler'in tamamen ortadan kaldirilamayacagi anlasildigindan, bundan sonraki Osmanli seferlerinin asil gâyesi, Safevîleri belirli bir sinir bölgesinin disinda tutmak olmustu. Askerî nokta-i nazardan ve Ceziretu'l-Arab'in elde bulunmasi için elzemdi. Böylece Osmanli Halifeleri, Haremeyn-i Serifeyn, Sam ve Bagdad'a sâhip olmakla Emevî ve Abbasî hilâfetlerinin taht sehirlerini de memleketlerine katmis oluyorlardi.

Bu sefer sonrasinda büyük bir san ve söhret kazanmis olan Vezir-i A'zam Ibrahim Pasa, l5 Mart l536'da idam edilecektir. Irakayn seferi sirasinda yaptigi hatalar, gurura kapilip kendisine verilen yetkileri sinirsiz bir sekilde kullanmasi ve Defterdar Iskender Çelebi'nin öldürülmesinde rol oynamasi gibi sebepler, Kanunî'nin bu çok sevdigi vezirini devletin selâmeti için gözden çikarmasina yol açmisti.

Pâdisah, Bagdad'da bulundugu dört ay içinde bütün bölgenin kadastrosu mâhiyetinde tahririni yaptirarak, timar ve zeâmet sistemini buraya da tesmil ettirir. Bu arada kadilar nasb ettirerek adâlet ve dogruluk prensibine bagli bir adlî sistem gelistirir. Bu arada Basra Emîri Râsid itaatini arzettiginden buraya dokunulmadi. Keza o, dinî âbide ve türbeleri ziyâret edip Kerbelâ ve Necef'e dahi giderek buralari da ziyaret eder.2. Ikinci Iran SeferiKanunî'nin, Irakayn seferinden sonra on iki yil gibi uzun bir süre Avrupa ve Akdeniz hâkimiyeti ile mesguliyeti, Sah Tahmasb'in Gürcistan ve Sünnî Sirvan'a hakim olmasina sebep olmustu. Bu bosluk ona Özbekleri geri püskürtme imkâni da saglamisti. Bu arada, Azerbeycan ve Irak-i Acem'de güçlü bir sekilde Siîlik tesis edilmisti. Sah Tahmasb, bununla da yetinmeyerek Anadolu'ya ajanlar (halife, daî) göndermek suretiyle Türkmen asiretlerini Erdebil ocagina bagli tutmaya çalismisti. Bununla beraber Safevî hanedan üyeleri arasindaki tefrika ve Safevîler'in dayandigi Türkmen gruplarinin birbirleriyle olan irtibatsizliklari, Iran'i içten içe sarsmaktaydi. Nitekim Sah'in kardesi Elkas Mirza, Safevîler'in Sirvan hâkimi iken bagimsizlik davâsina kalkistigi için kardesi tarafindan takibata ugramisti. Elkas Mirza, bu takibattan kurtulmak için önce Derbend ve Kipçak taraflarina kaçacak, daha sonra Azak ve Kefe'ye geçerek oradan bir gemi ile Istanbul'a gelip Osmanli Pâdisahina siginacaktir.

Münasebetlerin, Iran'la ii olmamasindan dolayi Elkas Mirza iyi karsilandigi gibi kendisine fevkalade ikramda da bulunulur. Zaten Elkas gelir gelmez Pâdisah'i Sark seferi için tahrik ediyordu. Gerek bunun tesviki, gerekse Sah'in eline geçen yerlerin tekrar alinmasi bakimindan böyle bir sefer gerekliydi. Bu esnada Avusturyalilar ile bir antlasma imzalandigindan Iran üzerine bir sefer açilmasina karar verilir. Böylece Tahmasb'in Sünnîler'e tasallutu, Rüstem Pasa'nin Gürcistan üstüne gidilmesi yolundaki telkini ve Özbeklerin yardim istemeleri sebebiyle kaçinilmaz hâle gelen Dogu seferi, Elkas Mirza'nin da ilticasiyle kesinlesmis bulunuyordu. Bu seferin gerçeklesmesi için l547 - l548 kisi hazirliklarla geçirildi. Bu esnada Bosna valisi olan Ulama Han (Pasa), Iran halkinin durumnu iyi bildigi için Erzurum Beylerlebligine getirilerek Elkas'a lala tayin edilir. Elkas, maiyetindeki kuvvetlerle 2l Mart l548'de, Pâdisah ise 29 Mart'ta Istanbul'dan hareket eder. Bu gelismelerden haberdar olan ve kardesi Elkas'in, Osmanlilar tarafindan tahta geçirileceginden korkan Tahmasb da ordusunu toplamaya baslamisti. Öyle anlasiliyor ki, Tebriz'den Senb-i Gazan'a gelerek burada bir ay konaklayan ve bütün ordusunu eli altinda toplayan Sah'in, âdeti oldugu üzere Osmanlilar'in karsisina çikmak gibi bir niyeti yoktu. O, Osmanli ordusu ugraginda (menzil) ve çevresindeki bütün yiyecek ve yemlikleri, hatta içme sularini yok etmek, Anadolu içlerine Kizilbas ajanlarini göndererek oradaki mezhebdaslarini ayaklandirmak suretiyle karisikliklar çikarmak siyasetini güdüyordu. Böylece Osmanlilar, kuvvetlerinin bir kismini kendi tebealari ile ugrasmak üzere geride birakmak zorunda kalacaklardi. Bununla beraber olaylar, Sah'in arzuladigi sekilde gelisme göstermiyorlardi. Zira, Osmanli Pâdisahi'nin Erzurum'a ulastigi siralarda, propaganda için Anadolu'ya gönderilmis olan dört Safevî casusu, ellerindeki mektuplarla birlikte yakalanmislardi.

Önce Van'i Safevîler'in elinden kurtarmak isteyen Kanunî Sultan Süleyman, Ulama ve Pîrî Pasalar'i burayi zapta memur ettikten sonra kendisi Tebriz üzerine hareket eder. Pâdisah'in komutasindaki Osmanli ordusu üçüncü defa olarak tebriz'e girer. l5 Agustos'ta Van'a gelen Pâdisah, dokuz günlük bir çarpismadan sonra (24 Agustos l548)'de Van'i Iranlilarin elinden tekrar almaya muvaffak olur. Defterdar Sari Ilyas Çelebi'yi Van Beylerbeyligine tayin eden hükümdar, geri dönmek üzere harekete geçer.

Sah Tahmasb, Van'in kaybedildigini ve Osmanlilar'in, kisi geçirmek üzere Diyarbekir'e gittigini ögrenince Ercis, Ahlat ve Âdilcevaz taraflarina tahripkâr akinlarda bulunur. Bu arada Kars kalesini tamir ve insa ile görevli isçileri koruyan Pasin mirlivasi muhafizlarini kiliçtan geçirip öldürtür. Kaleyi de yerle bir eder. Bu arada Tercan ve Erzincan taraflarina sarkan Sah, Erzincan'i atese vermekten de çekinmez. Bu haberler, Diyarbekir'de bulunan Kanunî'ye ulasinca, vezir Ahmed Pasa'yi büyük bir kuvvetle Sah'in üzerine gönderir. Bu arada, kendi arzusu üzerine Elkas Mirza'yi da Kâsan, Kum ve Isfahan taraflarini vurup yagmalamak üzere gönderir. Kuvvetlerinin mühim bir kismi imha edilen Sah Tahmasb, sür'atle geri çekilerek Karabag'a gider. Kanunî ise Haleb'e gelip kisi orada geçirir.

Sah Tahmasb'in, yeniden harekete geçmesi üzerine Kanunî l549'da ordu ile tekrar Diyarbekir'e gelir. Bu arada iki devlet arasinda bulunan Gürcistan'in bazan Osmanlilara, bazan da Iranlilar'a yanasmak suretiyle iki yüzlü hareketleri ve Osmanilarin, Avrupa ile Akdeniz'deki mesguliyetleri esnasindaki tecavüzleri sebebiyle bu isin saglam bir sonuca baglanmasi gerekiyordu. Zira Gürcüler, Livane (Artvin) sancagina girip Ispir'e kadar dayanmislardi. Bu sebeple Pâdisah, Diyarbekir'de kalip III. Vezir Ahmed Pasa basbuglugunda Erzurum, Karaman, Dulkadir (Maras) ve Rum (Sivas) Beylerbeyileri ile Sancakbeyleri ve bir miktar tüfekçi yeniçeri kendi Kethüdalariyla, ayrica Pâdisah'in otagina hizmet eden Garipler bölügü de Agalari ile bu seferle görevlendirilirler. Gürcü Atabegi II. Keyhüsrev'in merkez ittihaz ettigi Tortum üzerine yürüyen Ahmed Pasa, l8 Saban 956 ( ll Eylül l549 )'da burayi kusatir. Kalede mahsur bulunan Corci Aga teslim teklifini reddettigi için savasa girisilir. Toplarla dövülen kale surlari yikildigi için burasi 20 Saban'da feth olunur. Ahmed Pasa, burayi zapt ettigi gibi bütün Tortum Çayi boyunu da ele geçirir. Fethedilen bu yerler, dört sancak itibar edilmislerdi. Bu arada Kanunî, Adana - Konya yolu ile 2l Aralik l549'da Istanbul'a döner.

Iran'a yapilan bu ikinci sefer sonucunda Hakkari'yi de içine alan Van eyâleti kuruldugu gibi, Atabeglerin yurdu da dört sancak haline getirilmisti. Sirvan ülkesi ise, Osmanlilar'in yardimi ile bir müddet için bagimsizligini kazanmisti.3. Nahcivan Seferi Osmanli ordulari çekildikten sonra Sah Tahmasb, l550 yili baslarinda Sirvan'i yeniden ele geçirmisti. Ayni yilin Mayis'inda Özbek hükümdari Abdüllatif Han ile Sehzâde Barak Han'in Amuderya'yi geçip Horasan'a akin etmeleri üzerine Tahmasb, Kazvin'den Sultaniye yaylaklarina vararak hazirliklara baslamisti. Bu arada Ubeyd Han oglu Abdülaziz Han'in ölüm haberini alan Özbek Hanlari, onun ülkesi Buhara'yi ele geçirmek üzere geri dönmüslerdi. Bu yüzden Özbekler'den yana ferahlayan Sah, Tebriz'e ve oradan kislamak üzere Karabag'a gelir. 958 (M. l55l) yazinda Sirvansahlardan Hasan Bey'in oglu Dervis Mehmed Han'in ülkesi olan Seki'yi de istila eder.Bu siralarda Erzurum Beylerbeyligine getirilen eski Van Beylerbeyi Iskender Pasa, Gürcü Atabeylerinin elinde kalan son yerlere akinlar düzenleyerek l55l Mayis'inda Ardanuç'u almis ve burayi bir sancak merkezi haline getirmistir. Iskender Pasa, Ardanuç'ta Akkoyunlulardan kalma eski bir câmiin kalintilarini onarttirarak, buraya bir boyahane ile 6l dükkâni vakfeylemistir. Böylece sancak merkezi haline getirilen bu kasabanin kisa zamanda Islâmlasmasini da saglamisti. Iskender Pasa'nin Ardanuç'u fethettigini duyan II. Keyhüsrev, Sah Tahmasb'dan yardim isteyince o da Iskender Pasa üzerine yürür. Bununla beraber kisin yaklasmasi üzerine bir sonuç alamadan Karabag'a döner. Tahmasb, daha sonra ordusunu dört kola ayirarak Osmanli topraklarini isgale baslar. Erzurum'da Iskender Pasa'yi sikistiran Tahmasb, Ahlat ve Van civarini yakip yikar. Bu arada Ahlat'i ele geçiren Sah, burada büyük bir katliam yaptirir. Ercis ve Bargiri (Muradiye) de zapteden Safevîler, l553 baharina kadar Dogu Anadolu'da tahrip ve öldürme faaliyetlerine devam ederler. Bu hâdiseler Kanunî'yi, Erdel harekâtini durdurup, yeniden dogu seferine çikma zorunda birakir. Bu sebeple derhal sefer hazirliklarina baslayan Kanunî, Rumeli askerini Sokollu Mehmed Pasa komutasinda Anadolu'ya gönderir. Vezir-i A'zam Rüstem Pasa da yeniçeri ve bölük halkiyla Istanbul'dan hareket eder.

Rüstem Pasa, Ankara'ya geldiginde Kanunî'nin büyük oglu ve tahtin en kuvvetli adayi olan Amasya Sancakbeyi Sehzâde Mustafa hakkinda bazi haberler gönderme ihtiyacini duyar. O siralarda 38 yasinda bulunan Sehzâde Mustafa, Kanunî'nin büyük oglu olmasi hasebiyle taht vârisi olabilecek durumdaydi. Halbuki ogullarindan birinin veliahd olarak tahta geçmesini arzu eden Hurrem Sultan, ona karsi pek iyi düsünmüyordu. Bu yüzden Sehzâde Mustafa gözden ve tevccühten uzak tutuluyordu. Ilim ve marifette de kudretli olan Sehzâde Mustafa diger sehzâdeler tarafindan da kiskanilmakta idi. Buna karsilik asker de kendisini çok seviyordu. Sehzâde Mustafa da, artik babasinin yaslandigini, sefere iktidarinin bulunmadigini, bu sebeple Rüstem Pasa'yi Dogu seferi ile görevlendirdigini, bunun da kendisine düsman oldugunu, sâyet bunu yok ederse kendisine taht yolunun açilacagi gibi telkinlere kapilarak saltanat davasina sürüklenmisti. Rüstem Pasa ise sevmedigi ve muhalif oldugu Mustafa hakkinda Kanunî'ye mektuplar göndermisti. Bunun üzerine Rüstem Pasa'yi geri çagirtan Kanunî, bizzat sefere çikmaya karar verir.

l2 bin civarindaki yeniçeri, l8 Ramazan 960 (28 Agustos l553) 'ta Istanbul'dan Üsküdar'a geçen Kanunî'yi, büyük bir merasimle karsilar. Kanunî, yaninda oglu Cihangir bulundugu halde 22 Eylül'de Bolvadin'e gelir. O, kendisine âsi rakip olacak diye tanitilan büyük oglu Amasya Sancakbeyi Sehzâde Mustafa'yi da sefere katilmak üzere yanina çagirtir. 26 Sevval 960 (5 Ekim l553) günü Konya Ereglisi civarinda babasina yetisen Mustafa, sairlerin tarih ibâresinde belirttikleri "mekr-i Rüstem" ( = 960 yili) yüzünden o gün Pâdisah'in emriyle çadirinda bogdurularak cenazesi Bursa'ya gönderilir. Rüstem Pasa da sadaretten azledilerek yerine Kara lakapli II. Vezir Ahmed Pasa getirilir. Hurrem Sultan ve Rüstem Pasa'nin isbirligi ve hileleri ile 6 Ekimde meydana gelen bu elim hâdise, halk arasinda büyük bir infiale sebep olmustu. Bunun için Kanunî, sefer arifesinde nahos bir olaya sebebiyet vermemek için Rüstem Pasa'yi azletmek zorunda kalmisti.

Sehzâdenin ölümü, kendisini candan seven Anadolu halkini yaraladigi gibi, nimetleriyle perverde olan yüzlerce bilgin, sair, san'atkâr ve seyh de bu beklenmedik ölüme agliyorlardi. Bu arada Kanunî'nin süt kardesi olan Mehmed Çelebi, olaydan iki sene sonra Pâdisah Iran seferinden Istanbul'a dönünce, Sehzâde Mustafa'ya kiydigi için yüzüne karsi agir sözler söylemisti. Sehzâde'nin, iftiraya kurban gittigi kanaati, devletin tamaminda ve hatta bütün dünyada hâkim olmustu. Burada suna dikkat çekmeliyiz ki, Nahcivan seferinden önceki 2. Iran sefer-i hümayûnunda Kanunî ile Sehzâde, karsilikli görüsüp dertlesmislerdi. Bu mülakatta Kanunî, oglunun yüzüne karsi hakkindaki ithamlari siralamis, fakat Sehzâde'nin cevaplari karsisinda kendisine hak vermisti. Ama bu sefer, yani ölümünden önce meydana gelecek olan son karsilasmada Sehzâde, daha babasiyle görüsme imkâni bulamadan öldürülmüstü. Gerçi Sehzâde Mustafa, aleyhindeki havanin agirligini biliyordu. Hatta ikinci vezir Ahmed ile üçüncü vezir Haydar Pasalar, bir bahane uydurup Amasya'dan gelmemesi için kendisine haber göndermislerdi. Fakat Sehzâde böyle bir yolu tutmaya tenezzül etmedi. Zira babasi ile yüz yüze geldiklerinde onu ikna edecegine kani idi.

Halk ve asker tarafindan sevilen Sehzâde Mustafa'nin katli, halkin üzüntüsüne sebep olmustu. Bu bakimdan birçok sair Rüstem Pasa, Hurrem Sultan ve hatta Kanunî'yi yeren siirler kaleme almislardir. Bu mersiyelerden en çok bilinen ve yaygin olani sancakbeyi rütbesinde bir asker olan büyük mesnevi sairi Taslicali Yahya Bey'indir. Yahya Bey, 7 bend ve 42 beyit tutan ve klasik Türk siirinin mersiye vâdisindeki saheserlerinden biri olan bu çok cesurca yazilmis olan manzumesinde Rüstem Pasa'ya siddetle çatmaktadir. Esasen "Mekr-i Rüstem = Rüstem'in hilesi" terkibi de Sehzâde'nin katline tarih (H. 960 = M. l553) olarak düsürülmüstü. Bu eserinde Yahya Bey, bütün ordunun hislerine tercüman olarak Rüstem Pasa'nin idamini açiktan açiga istemisti. Büyük tarihçi Âlî (Gelibolulu Mustafa Âlî) Yahya Bey'e: "Gazab-i pâdisahîden havf etmedin (korkmadin mi) mi ki, böyle nazma cür'et ettin?" diye sorunca o da: "Sehzâde'nin firaki beni mecnun ve mecbur etmis idi" der. Yahya Bey, Türk fikir hürriyetinin âbidelerinden olan bu eserinde Pâdisahi da tenkid etmekle beraber "nizâm-i âlem"i muhafaza etmek için hükümdarin aleyhinde daha fazla ileri gitmemistir. Bununla beraber Rüstem Pasa, gerek kendisine, gerekse Kanunî'ye çatildigi için sikâyette bulunarak Yahya Bey'in cezalandirilmasini istemisti. Fakat Kanunî "Bu makulelere kulak tutma ve intikam kasdin etme" diyerek kendisini dahi tenkid etmis olan Yahya Bey'i, himaye etmis ve makul tenkid hürriyetine saygisini göstermistir. Bundan baska, birçok sair, halkin bu konudaki hislerine tercüman olacak sekilde siirler kaleme almislardir.

8 Kasim'da Haleb'e ulasan Kanunî, burada ikinci bir aci ile sarsilir. Bu aci, agabeyinin öldürülmesinden müteessir olan Cihangir'in hastaliginin iyice ilerlemesinden sonra 20 Zilhicce (27 Kasim)'da vefat etmesiydi. Peçevî'nin ifadesine göre Cihangir, sehzâdelerin en küçügü oldugundan dolayi Pâdisah tarafindan çok seviliyordu. Doktorlarin bütün gayret ve çabalari, Sehzâdenin hastaligina ve sonunda da ölümüne mani olamadi. Cenaze Namazi Haleb'de kilindiktan sonra na'si Istanbul'a gönderilir. Kanunî, iki oglunun verdigi aciyi hafifletmek ve biraz olsun avunabilmek için, Haleb, Sam ve Kudüs'te bozulan düzeni yeniden tanzim edip yerine getirmek ve vakiflari gelistirmekle ugrasir.

Kisi Haleb'de geçiren Kanunî, 6 Cemaziyelevvel 96l (9 Nisan l554) günü Haleb'ten çikip sehrin önündeki Gökmeydan'da ordugaha geçen Kapikulu çerisi ile ilerleyen Kanunî, 23 Cemaziyelevvel (26 Nisan)'da daha önceden gönderilen usta ve isçiler tarafindan kurulmus bulunan Birecik köprüsünden geçerek Urfa'ya, oradan da Diyarbekir'e gider. Burada yapilan divanda askerin Erzurum'da toplanmasi kararlastirilir. Kendisi de Erzurum'a dogru yola çikar. Tahmasb ise, daha önce yaptiklarini bir bakima tekrarlayarak pasif savunmasini sürdürür. Ayrica, daha Kanunî ve ordusu yetismeden Hakkari, Gevas, Van ve Adilcevaz taraflarini yagmalattigi gibi yollarin üstündeki her seyi de yakip yiktirir. 5 Temmuz'da Kars ovasina gelen Kanunî, Tahmasb'a bir mektup göndererek onu savasa davet eder. Mektubunda, Rafizîlik'ten ve halkin mallarini yagmalamaktan vazgeçmesini, sayet bütün korkusu top ve tüfek ise bunlari birakabilecegini, savasmak için sadece kilicin da yeterli olacagini bildirmisti.

Bu siralarda Tahmasb, Nahcivan bölgesinde bulunuyordu. Kanunî'nin mektubunu aldigi zaman ülkesi yer yer Osmanli kuvvetleri tarafindan tahrib ediliyordu. Kanunî, mektubunda Osmanli ulemasinin verdigi fetvalari nakl ederek onu Hz. Peygamberin seriatina davet ediyordu. Bu arada Kanunî, l7 Saban 96l (l8 Temmuz l554)'da Revan'a, daha sonra Nahcivan'a ulasir. Ancak çevrenin âdeta çöle dönmüs oldugunu görür. Çevredeki saray ve konaklar da Osmanli ordusu tarafindan yagma edilir. Böylece Safevî tahribinin öcü alinmis oluyordu. Tahmasb ise yine Osmanli ordusunun önüne çikmaktan çekiniyordu. Kanunî daha ileri gitmeyerek geri dönme karari alir. Hazirliklar basladigi sirada Osmanlilarin bazi kuvvetleri ile Safevî kuvvetleri arasinda çarpismalar meydana gelir. Bu çarpismalar sonunda Safevî kuvvetleri dagitilir. Bundan sonra Osmanli ordusu geri dönerek 6 Agustos'ta Beyazit'a gelir. Bu esnada Sah'in mektubunu tasiyan bir elçi gelir. Tahmasb'in, Vezir-i A'zam Ahmed Pasa'ya hitaben yazdirdigi bu mektupta Pâdisah, Sark'a on defa gelse bile karsisina çikilmayacagi belirtiliyordu. Bundan sonra gelen mektuplarda da baris isteniyordu. Osmanlilar'in karsi cevabi, kendi ülkesinde rahat oturup, fitne ve fesada karismamasi seklinde idi. Bundan baska Kanunî, Safevîler'in kutsal sayilan yerlerinden olan Erdebil ve Tebriz'i tahrib tehdidinde bulunmustu ki bu, Safevîler'i büyük bir telasa düsürmüstü. Gerçekten, Osmanli hükümdarinin kuvvetlerini dagitmadan serhadde kislayip ertesi sene Safevîler'in mukaddes sehri ve aile ocagi olan Erdebil üzerine yürüyüp tahrib edecegi yolundaki tehdidi, Tahmasb'i barisi saglayip sulh yahmak üzere kesif bir siyasî faaliyet göstermeye zorlamisti. Nitekim Osmanli ordusu, Elesgirt'e vardigi zaman Tahmasb'in elçisi ile yeni bir mektubu gelir.

Aradaki düsmanligin kaldirilmasi ve barisin gerçeklesmesini saglayacak olan bir mütarekenin kabulünü uygun karsilayan Kanunî, Sah'in elçisine ayrica cevabî bir mektup verir. Kanunî'nin kisi geçirmek üzere Amasya'ya hareketi ve burada beklemesi, baharda Osmanli ordusunun tkrar harekete geçecegini ve Erdebil ile Tebriz'in tahribi yolundaki tehdidin ciddi oldugunu isbatlamis; Tahmasb'i baris hususunda yeniden harekete geçmeye mecbur birakmistir.4. Amasya Antlasmasi Kanunî Sultan Süleyman'in kisi Amasya'da geçirdigi siralarda, Sah Tahmasb'in esik agasi (saray nâziri) Ferruhzâd Bey, 9 Cemaziyelahir 962 (l0 Mayis l555)'de çesitli hediyeler ve sahin mektubu ile Amasya'ya gelir. Elçi ve maiyeti, Osmanli vüzerasi ile görüstükten sonra 2l Mayis'ta divana kabul edilir. "Elçiler Divân-i Hümayûna gelüb" vezirlerin karsisinda iskemlelerde oturdular. Sah, bu mektubunda, Pâdisah'in gönderdigi mektubu sanki "Süleyman Nebi"den geliyormusçasina aldigini, kendisine büyük saygi duydugunu, haberlesme kapisinin devamli surette açik bulundurulmasi gerektigini ifade ederek halk arasinda da iyi münasebetlerin kurulmasina temas ediyordu. Peçevî'nin aynen naklettigi bu mektubunda (Peçevî, I, 329 - 336) Sah, dostluk teminati verdigi gibi Siîlerden Ka'be ve diger mukaddes yerleri ziyaret etmek isteyenlere izin verilmesini de taleb etmekteydi. Büyük iltifatlara nail olan Ferruh Bey'e, 8 Receb 962 (l Haziran l555) günü, Kanunî tarafindan, Sah Tahmasb'a hitaben yazilmis bir mektup verilir. Osmanli - Iran devletleri arasindaki barisi tasdik eden bu muhtasar mektupta, arzu edilen baris " sulh u salâh-i umûr ki, mutazammin-i âsâyis-i halk ve müstelzim-i intizâm-i ahvâl-i cumhurdur" ifadeleri ile hüsn-i kabul gördügü belirtildigi gibi, arada dostluk kurulup, asagidaki su üç maddenin de müvafik görüldügü belirtilmekteydi:

a) Iran'da ashab-i güzin ve hulefa-yi mehdiyyine sebb etmek (sövmek, küfr etmek) olan Teberrâiligin men'i, yani taskin Siîler'in, üç halife (Hz. Ebu Bekr, Ömer ve Osman) ile Hz. Aise'ye sögüp saymalarinin ve bunu bir merasim haline getirmelerinin yasaklanmasi hususunda elçinin verdigi teminatin gerçeklesmesinin umuldugu;

b) O taraftan herhangi bir fitne (kiskirtma) ve taarruz olmadikça Osmanli hudud ümerasinin tecavüz ve taarruzunun men edilecegi;

c) Hacilarin refah ve itminanla hacci edâ etmelerine izin verlimesi ki bu madde mektupta su ifadelerle yer almaktadir: "Huccac-i Beytu'l-Haram ve züvvar-i merkad-i Hazret-i seyyidu'l-enâm aleyhi's-salâtu ve's-selâm refahiyet ve itminan ile ol saadete faiz olmalaridir."

Amasya antlasmasi ile Basra, Bagdad, Sehrizor, Van, Bitlis, Erzurum, Kars ve Atabegler yurdu üzerindeki Osmanli hâkimiyeti Safevîlerce taninmis oluyordu. Böylece Gürcistan'da iki taraf arasinda nisbî de olsa nüfuz bölgeleri tesis edilmistir. Bu antlasmadan sonra, Tahmasb'in l576'da vefatina ve Iran'da karisikliklarin çiktigi zamana kadar Osmanli - Safevî münasebetleri dostâne bir sekilde devam etmistir. Böylece, Osmanlilarla Safevîler arasinda otuz yedi seneden beri araliklarla devam eden harblere son verilir. Bunun sonucu olarak taraflar, her vesile ile aradaki sulhun te'yidine gayret sarfetmeye baslarlar. Bu sebeple olsa gerek ki, Tahmasb, Süleymaniye külliyesinin açilisi (l5 Agustos l556) münasebetiyle tebrikte bulundugu gibi kiymetli hediyeler de göndermisti. Bundan baska bu antlasma sartari, ileride yapilacak olan Osmanli - Safevî antlasmasinin temel unsurlarini teskil edecektir.

Sarax
09-19-2008, 13:39
IÇ OLAYLAR VE SEHZÂDELER ARASINDAKI MÜCADELE

Kanunî dönemi, Osmanli Devleti'nin askerî, siyasî, kültürel ve medenî faaliyetler gibi hemen her sahada zirveye ulastigi bir devirdir. Bununla beraber bu dönemde de bazi iç karisikliklar oldugu gibi taht kavgasi için sehzâdeler arasinda da mücadeleler olmustu. Hatta yine bu dönemde baba ile ogul arasinda da böyle olaylara rastlandigi için bizzat Kanunî kendi oglu Mustafa'yi feda etmek zorunda kalmisti. Bu sebeple biz de dönemin bu neviden olaylarina kisaca deginmeye gayret edecegiz.

l. Kirim HâdiseleriKanunî döneminde Osmanli Devleti'ne bagli Kirim'da aile kavgalari ve kardesler arasindaki mücadeleler artmisti. Osmanlilar, bu mücadeleyi dikkatle takip ediyorlardi. Islâm Giray'in yerine hanliga tayin edilen Sahib Giray, Istanbul'dan Kirim'a gidince kendini ister istemez mücadelenin içinde bulmustur. Zira eski han Islâm Giray, Sahib Giray'in Osmanlilar'in destegi ile hanlik makamina oturmasini ve otoritesini kuvvetle tesise çalismasini hos karsilamamisti. Sahib Giray ise muhaliflerini yok etmek ve otoritesini saglamlastirabilmek için çalismalara baslamisti. Bu sebeple önce Nogaylar'a yaklasarak onlari kendi taraffina çekmis ve Islâm Giray'in, Mangitlar'in basi olan, Kirim asilzâdeleri arasinda sahsî cesaret ve cür'etiyle sivrilen Baki Bey tarafindan öldürülmesinden sonra da bu defa Nogaylar'a karsi cephe almistir. Sahib Giray, siyasî bir manevra ile ayni zamanda yegeni olan ve kendisine karsi muhalefette bulunan Baki'yi kendi saflarina çekmisti. Birlikte giristikleri Moskova seferi sonrasi onu da ortadan kaldirmaya muvaffak olmustur. Daha sonra basi bos ve otorite tanimayan Nogaylar'a karsi Sirinler'le birleserek l546 - l547'de Kirim tarihinde "Nogay Kirimi" adi verilen olay cereyan etmistir. Han'in, atesli silahlari önünde Nogaylar, büyük bir bozguna ugramislardi.

Kabile aristokrasisine karsi Kirim'da, Osmanli modeline göre bir hâkimiyet tesisine çalisan Sahib Giray'in, Kanunî'nin teveccühüne mazhar olmasi, Osmanli vezirleri arasinda aleyhine bir faaliyetin baslamasina sebep oldu. Sahib Giray da bu faaliyeteri tahrik edici bazi hareketlerde bulunmaktan çekinmiyordu. Nitekim Kanunî'nin Iran'a yaptigi sefere yardimci kuvvet göndermemesi, gözden düsmesine yol açmis ve onun müstakil bir hanlik kurmak için çalistigi yolundaki söylentileri kuvvetlendirmistir. Bu arada Sahib Giray, Kazan Hanligi'nda vefat eden Safâ Giray'in yerine Istanbul'da yetismis ve bir ara Saadet Giray zamaninda "kalgay" olmus olan Mübarek Giray'in oglu Devlet Giray'in intihab ve tayinini Pâdisah ve Divan'dan istemis, muhtemelen bu suretle bir rakipten kurtulmayi ümid etmisti. Fakat aleyhinde kurulan bir tertiple kendisi azlolunur. Bundan sonra Osmanli Devleti tarafindan Kirim'a gönderien Devlet Giray, askerleri yanindan ayrilan Sahib Giray'i yakalayarak üç oglu ile birlikte öldürür. Ruslarin büyük bir düsmani olan Sahib Giray ortadan kalktiktan sonra Ivan Vasili, Kazan ile Ejderhan'i zaptederek çar ünvanini almisti. Bununla beraber, Devlet Giray'in hanligi zamaninda Ruslarin eline düsen Ejderhan H. 96l (M. l554)'de geri alindigi gibi Moskova'ya akinlar yapilarak Ruslar vergiye baglanmisti.

Devlet Giray, Zigetvar seferinde Mirzalar komutasinda Tatar askeri göndermisti. Bu kuvvetler, Erdel Beyi Sigismund Zapolyai ile birlikte bir sene önce Avusturyalilar'in eline geçmis bulunan bazi yerlerin geri alinmasinda büyük hizmetler görmüslerdi.2. Düzme Mustafa OlayiDevleti bir müddet mesgul eden bu olay, Osmanli tarihinde ayni isimle ortaya çikan ikinci vak'adir. Kanunî, 2l Haziran'da Amasya'dan hareket edip Istanbul'a dogru ilerlerken, Rumeli'nin muhafazasi için biraktigi Sehzâde Bâyezid'den bir haber alir. Bu habere göre, Sehzâde Mustafa'ya çok benzeyen bir adam, genis kapsamli bir isyan hareketinde bulunmaktadir.

Kimligi ve nesebi pek bilinemeyen bu adam, seklen maktul Sehzâde'ye benzediginin birçok kimse tarafindan söylenmesinden cesaret alarak saltanat sevdasina düser. Bu sebeple kendisinin Sehzâde Mustafa oldugunu söyleyerek Selanik ve Yenisehir taraflarinda ortaya çikar. O, Silistre ve Nigbolu sancaklarinda Simavna softa ve dervislerinden de bir hayli taraftar toplamisti. Bu isyanin, özellikle Dobruca çevresindeki Seyh Bedreddin taraftarlari arasinda gelismesi dikkat çekicidir. Saltanatini ilan eden ve kendisine bir vezir ile Simavna softalarindan iki kadiasker tayin eden Düzme Mustafa, etraftaki zenginlerin çiftliklerini basmaya ve vergi toplamaya baslar. Bu yolla gasb ettigi mal ve parayi fakirlere dagitarak etrafina l0.000'e yakin adam toplamaya muvaffak olur. Peçevî, bu anarsik olayi tafsilatli bir sekilde günümüze aktarmaktadir. Bununla beraber biz, konuyu fazla uzatmadan kisaca özetlemek istiyoruz:

"962 ( M. l555 ) senesi, Yenisehir ve Selanik dolaylarinda nesebi meçhul kötü yaratilisli biri ortaya çikar. Bazi serseri ve asagilik kimseler, kendisine rahmetli Sehzâde Mustafa'ya benziyorsun diye onun fesad dolu kafasina bir saltanat sevdasi soktular. Böyle diyenlere o : " Aman, Allah rizasi için sirrimi ifsa etmeyin, celladin pençesinden kurtulan basima kast etmeyin" diye fesad ve kötülüklerle dolu isini sürdürür. Bu is o kadar ileri vardi ki, birçok serseri ve hatta akli basinda kimseler, onun gerçekten Sehzâde Mustafa olduguna kandilar. Güya rahmetli Sehzâde Mustafa katlolunacagi sirada, celladin elinde Mustafa'ya benzer baska bir suçlu bulunuyormus, o öldürülmüs ve Sultan Mustafa serbest birakilmisti."

Durumun, gittikçe nezâket kazanip ehemmiyet arz etmesi üzerine Rumeli'nin asayisi ile görevli Sehzâde Bâyezid, gerekli tedbirleri almaya çalismisti. Bu cümleden olarak Nigbolu Beyi olan Dulkadirli Mehmed Han, âsileri te'diple vazifelendirilmisti. Mehmed Han, çesiti vaadlerle Düzme Mustafa'nin vezirini elde etmisti. Bunun üzerine bu adam da Düzme Mustafa'yi yakalayip Nigbolu Beyi'ne teslim eder. Düzme Mustafa, daha sonra Istanbul'a gönderilerek idam edilmis ve cesedi, Sehzâde Mustafa olmadiginin isareti olarak halka teshir edilmistir.3. Sehzâde Bâyezid Olayi Kanunî döneminin önemli olaylarindan biri de, süphesiz ki sehzâdeler arasinda saltanata geçip tahti elde etme mücadelesi idi. Bilindigi gibi Kanunî Sultan Süleyman'in ogullarindan Sehzâde Mustafa ve Cihangir'in vefatlari üzerine taht vârisi olarak iki sehzâde kalmisti. Bunlar, Selim ile Bâyezid idi. Saray, gayr-i memnun sinif ve diger bazi insanlarin tesvikleri ile bu iki kardes âdeta rakip duruma gelmislerdi. Kanunî'nin, yaslanmaya baslamasi, kendisinden sonra tahta kimin geçecegi konusunu gündeme getirmisti. Kendi ogullarindan birini tahta geçirmek isteyen Hurrem Sultan, tahtin kuvvetli vârisi Sehzâde Mustafa'nin katlinde müessir oldugu gibi, kendi ogullari arasinda dahi bir tercih yapma durumuna gelmisti. Hurrem Sultan, iki oglundan Bâyezid'i tercih etmekle birlikte öz ve büyük oglu Selim'e karsi cephe aldigi da söylenemez. Sehzâde Selim'in Nahçivan seferinde babasinin yaninda bulunmasi ve yumusak huylulugu ile babasinin üzerinde müsbet bir tesir birakmasina karsilik, Hurrem Sultan da Bâyezid üzerine kanat germis, hakkinda duyulan ufak tefek itimatsizliklari gidermis, hatta onu, Konya'dan daha iyi bir mevki gibi telakki edilen Kütahya sancagina naklettirmisti. Bu esnada (l558) Bâyezid, Kütahya'da Mekke emîri tarafindan elçilikle Istanbul'a gönderilen Kutbeddin el-Mekkî'yi kabul etmis ve ona, kendisine saltanat müyesser oldugu takdirde her sene kanun geregi Haremeyn-i Serifeyn'e gönderilmekte olan "Sürre -i Hümayûn" vesilesiyle, gerçeklestirmek istedigi bazi arzularindan bile bahs etmisti. Gerçekten Bâyezid, sahsiyeti, kültürü ve yasayisi bakimindan tahta en yakin aday olarak görülüyordu. Selim'in, Manisa'da nedimeri ile eglenceye dalmasina karsilik Bâyezid, Kütahya'da bir ilim ve irfan muhiti kurabilmisti. Fakat Hurrem Sultan'in ayni sene vefati üzerine Bâyezid, büyük bir hâmisini kaybetmis oluyordu. Bundan sonra Selim ile Bâyezid arasinda birçok anlasmazliklar çikar. Her iki sehzâdenin taraftarlarinin tutumlari gittikçe aradaki soguklugu artiriyordu. Bu arada her iki sehzâdenin de hizmetinde bulunan Lala Mustafa Pasa'nin çevirdigi entrikalar, taraflari tam anlamiyla birbirine düsürdü. Kardesler arasindaki münaferet ve çekismenin artmasi üzerine vaziyeti dikkat ve titizlikle takip eden Kanunî, duruma müdahele eder. Sehzâdelerden her birine 300.000'er akça terakki vermek suretiyle onlarin sancaklarini degistirir. Selim'i Manisa'dan Konya'ya, Bâyezid'i de Kütahya'dan Amasya'ya tayin eder. O, bununla da kalmayarak Selim'in sehzâdesi Murad'a Aksehir, Bâyezid'in büyük oglu Orhan'a da Çorum sancaklarini tevcih eder.

Fakat bu tahvil, Sehzâde Bâyezid'i memnun etmemisti. Zira o, pâyitahttan uzak bir yere yapilan bu tayini, bir hakaret olarak kabul ediyordu. Nitekim Bâyezid, bir mektubunda, bu tayin isinde Selim'in parmaginin bulundugunu, bunun da Selim'in kendisine tercih edildigi anlamina geldigini yazarak "bu hakaretten ölmek yeg idi" diyerek hissiyatini belirtmisti. Bu sebeple Amasya'ya gitmek istemiyordu. Bâyezid'in, Kütahya'dan ayrilmamak için ileri sürdügü mâzeretleri kabul etmeyen Kanunî, bu sehrin imari hususunda pek çok para sarf ettigini, bu bakimdan nakil için paraya ihtiyaci oldugunu bildirmesine karsilik hükümdar, onun, Kütahya'dan hareketini bildirir bildirmez kendisine para gönderilecegi cevabini vermisti. Bâyezid, bundan sonra da bazi bahaneler ileri sürdüyse de nihayet l5 Muharrem 966 (28 Ekim l558)'de Kütahya'dan ayrilmak zorunda kalmisti. Bununla beraber çok yavas yol aliyor ve konaklarda gerekenden fazla kalarak babasinin vaadlerini yerine getirmesini bekliyordu. Esasen çok kalabalik bir kafile ile hareket edip yola çikan Sehzâde Bâyezid'e, yol boyunca birçok kimse iltihak ettigi için gittikçe kuvveti de artiyordu. Bu vaziyet karsisinda endiseye kapian Kanunî, Bâyezid'e sözünü geçirebilecek ve onu yatistirarak bir an önce Amasya'ya gitmesini saglayacak bir nasihatçiyi gönderme zaruretini duymustu. Bununla birlikte tarafsiz hareket etmis olmak için ayni anda Sehzâde Selim'e de bir baskasini göndermeye karar verir. Su kadar var ki kendi emirlerine itaat eden Selim'e gönderilen sahis bir nasihatçidan ziyade bir müsavir gibi vazife görecektir ki bu, üçüncü vezir Sokollu Mehmed Pasa'dir. Bâyezid'in yanina gönderilen dördüncü vezir Pertev Pasa ise sehzâdeyi yatistirmaya çalismis, fakat yatismis gibi görünen Bâyezid, babasina ve Selim'e karsi olan tutumunda bir degisiklik yapmamistir. Bu arada Bâyezid, babasina karsi tehdid unsurlari ihtiva eden mektuplar göndermekten de çekinmemistir. Nitekim bir mektubunda o, "Bendenizi sorarsaniz rûz-u seb (gündüz - gece = her zaman) hayir duaniza mesgul bilesüz, amma ki gam ve gussadan ve gayretten helâk bilesüz. Ah bilmem ne idem bana karindasimin hatiri içün acîb zulm eyledünüz, beni yerümden yurdumdan ayirdiniz" diordu. Gerek davranislari, gerekse gönderdigi mektuplar yüzünden Kanunî, tamamen Selim'e meyletmistir. Tarihçilerin bildirdigine göre Bâyezid, yevmlü adiyla birçok eskiyayi yanina toplayip onlari kapikulu, sekbân ve tüfekçiyan yazdirip 20.000 civarinda bir kuvvete sahip odugu haberinin gelmesi üzerine iki taraf artik yavas yavas geri dönülmesi mümkün olmayan bir yolun esigine gelmisti. Bâyezid'in, ister silah zoru ile saltanat tahtini ele geçirmek, ister nefsini müdafaa gayesiyle etrafina kuvvet toplayarak bir ordu meydana getirmesi, Selim'i de harekete geçirmisti. Bu sebeple o da askerî hazirliga koyulmustu.

Bâyezid'in asker toplayip kendi basina hareket etmesine karsilik Selim, babasinin direktifleri dogrultusunda askerî hazirliga baslamisti. Bâyezid, Selim'in, merkezden gönderilen emirler uyarinca Anadolu Beylerbeyi, Dulkadir, Karaman Beylerbeyleri ve Adana Sancakbeyleri ile müstereken hareket ettikleri haberini alinca, takriben l5.000 kisilik bir kuvvetle Ankara istikametine dogru harekete geçer. Bu haberin Istanbul'a ulasmasi üzerine bizzat Kanunî tedbirlerin alinmasi gerektigine karar verir. Bu kararin bir sonucu olarak o, Sokollu Mehmed Pasa ile Rumeli Beylerbeyisini Konya'ya gönderir. Bu arada Kanunî, Selim'e müdafaa muharebesini Konya'da kabul etmesini emretmisti. Ayni zamanda Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den, âdil bir sultanin evlatlarindan birinin itaattan ayrilip bazi kalelere saldirmasi, zorla halktan para alip asker toplamasi halinde ve onu bu hareketlerinden baska bir sekilde çevirmeye imkân olmadigi takdirde "cemiyetleri dagilincaya kadar kitâle" cevaz oldugu hakkinda bir fetva alir. Kanunî, bundan sonraki olaylari daha yakindan takib edebilmek için 28 Saban 966 (5 Haziran l959) 'da otagini Üskürdar'da kurdurarak Selim'e de savunma savasini Konya'da yapmasina dair emirler göndermisti. Bâyezid, babasinin hareketini ögrenince Konya üzerine yürümüs, böylece iki kardes arasinda Konya yakinlarinda 22 Saban 966 (30 Mayis l559) günü çarpismalar vuku bulmustu. Ilk gün sabahtan aksama kadar devam eden çarpismalar sonucunda taraflar birbirlrine üstünlük saglayamadilar. Savasin ikinci günü Lala Mustafa Pasa'nin tedbiri ile Bâyezid'in kuvvetleri bozguna ugratilmisti. Bunun üzerine Amasya'ya çekilen Bâyezid, af isteginde bulunduysa da bu istegi, sözü ile hareket ve davranislari birbirlerine uymadigi gerekçesiyle Kanunî tarafindan red edilmisti. Bunun üzerine çareyi Iran'a iltica etmekte bulan Bâyezid, çocuklari ile birlikte Iran'a siginmisti. Onun ilticasi, iki devlet arasinda karsilikli müzakerelere sebep olmus ve nihayet Sah Tahmasb, para karsiligi onu, gelen Osmanli heyetine teslim etmisti. 23 Temmuz l562'de bu talihsiz sehzâde, ogullari ile birlikte hemen orada bogdurulmak suretiyle hayatlarina son verilmisti. Tahnit edilen cesetleri, Sivas'a getirilip orada defnedilmistir.

Sehzâde Bâyezid hâdisesi, Anadolu'da bazi iç karisikliklarin çikmasina sebep oldu. Bu bakimdan devlet, bir müddet onun taraftarlarina karsi mücadele etmek zorunda kaldi. Bundan sonra benzer olaylarla karsilasmamak için umumi bir teftis yapildi. Bu arada birtakim idarî degisikliklere lüzum görüldü. Bundan sonra yeniçeriler muhafiz olarak Anadou'ya yayildilar. Sehzâdelerin sancaga çikarilmalari usûlünde de degisiklikler yapildi.

Bu esnada, Kanunî üzerinde müsbet ve menfi derin tesirler birakan Rüstem Pasa l2 Temmuz l56l'de vefat etti. O, sahsiyeti ve icraati ile gerek Pâdisah, gerekse bu devir üzerinde müsbt veya menfi olarak derin bir te'sir birakmis olan iki vezir-i a'zamdan biri sayilabilir. Hatta Kanunî'nin saltanatini, Ibrahim ve Rüstem Pasalar'in birbirlerini tamamlayan basica iki büyük sadaret devri olarak mütalaa etmek mümkündür. Bunlardan ilki nasil devletin büyüklük, zindelik ve ihtisam devrini temsil etmisse, ikincisi de devlet hazinesinin en zengin, askerî kudretinin en parlak bulundugu zamanin mümessilidir. Bu devir icraatinda, Pâdisah'in karar ve hareketleri üzerinde en tesirli rol oynayan sahsiyet, her türlü hâdisenin seyir ve gelismesinde damgasi görülen adam Rüstem Pasa'dir. Busbecq'in müsahedesine göre, keskin ve uzagi gören zekâsiyle Pâdisah'in san ve söhretini te'siste onun büyük hizmeti vardi. Bununla beraber Rüstem Pasa'nin, Pâdisah üzerindeki nüfuzu ve kayin validesi ile zevcesi Mihrimah Sultan sâyesinde hükümdara bazi yolsuz tutumlari da kabul ettirmis olmasi, Kanunî döneminin sosyal yapisinda olumsuz sonuçlar da dogurmustu. Hakkindaki bir sikâyetten anlasidigina göre, Eflâk voyvodalarindan biri, sadrâzama rüsvet vermek suretiyle voyvodaligi kendisine temin etmis, fakat bu yüzden devlet hazinesi büyük bir zarara ugramisti. Iste böyle bir sadrâzamin yerine, karekter bakimindan onun tam ziddi olan ikinci vezir Semiz veya Kalin lakaplari ile taninan cömert, iyi kalpli, halk adami, nüktedan ve baris sever bir insan olan Semiz Ali Pasa getirilmisti.

Sarax
09-19-2008, 13:39
KANUNî DÖNEMI DENIZCILIGI VE DENIZ SEFERLERI

Kanunî Sultan Süleyman döneminde, ordunun karadaki basarilarina parelel olarak Osmanli armadasi da Akdeniz, Kizildeniz ve Hind Okyanusu'nda faaliyet göstermekteydi. Gerçi, Kanunî döneminden önce ve bilhassa Sultan II. Bâyezid ile Yavuz Sultan Selim zamanlarinda da Osmanli donanmasi, teknik ve yetismis insan gücü bakimindan büyük bir gelisme göstermis ve Avrupa'li denizci devletlerin filolari ile mücadele edebilecek güce ulasmisti. Bilindigi gibi, Kanunî devrinin savas ve zafer meydani, sadece karalar degil, belki onlar kadar önemli olan denizlerdi de. O denizler ki, aslan gibi kükreyen dalgalarin üstünde yelken açan levendler ile sehbazlarin olmazlari oldurdugu, erlik, yigitlik meydani, ugras ve savas mahalli idi. Nitekim Kanunî'nin ilk hükümdarlik yillarinda, Belgrad'in fethi esnasinda Osmanli donanmasi, Tuna nehrinin agzindan girerek büyük isler basardigi gibi, Rodos'un zaptinda da büyük rol oynamisti. Bundan sonra teknik ve askerî güç bakimindan daha da güçlendirilen donanma, o dönemde yetisen yürekli, tecrübeli ve üstün yetenekli denizcilerin elinde zaferden zafere kosmaya baslayacakti. Bu zaferlerde en büyük pay sahibi olan kisi ise Osmanli denizciligine yeni bir ruh ve anlayis kazandiran Barbaros Hayreddin Pasa olacaktir.

Döneminin en büyük ve muhtesem hükümdari olan Kanunî'nin bahti, Zenbilli Ali Cemalî Efendi, Ibn-i Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi ile Sinan ve Baki gibi fikir ve san'at kahramanlarinin kanunlari, fetvalari, Süleymaniye'leri, gazelleri, kasideleri ve te'lifleri yaninda kiliç ve cenk erlerinin gözle görülebilen âbidelesmis eserleri yoksa da, tarihin dünya durdukça zihinlere ve hâfizalara haykiran sesi vardir. Iste bu ses, naklettigi nice hikayenin arasinda memleketler zaptedip devletlere omuz silken asîl ve feragatli bir sehbaz levendin kissasini söyler.

Savas ve mücadeleyi karadan denizlere tasiyan Kanunî döneminin deniz savaslarinin meydana geldigi sahalari, Akdeniz ve Hint Okyanusu sulari olmak üzere genellikle iki grupta toplamak mümkündür.

Sarax
09-19-2008, 13:39
AKDENIZ SULARI

Bulundugu cografya itibariyle bir Akdeniz ülkesi olan Osmanli Devleti, daha kurulus yillarindan itibaren Akdeniz'le ilgilenmek zorunda kalmisti. Nitekim, Orhan Gazi dönemi siyasî ve askerî faaliyetlerine bakildigi zaman, Akdeniz'in burada önemli bir sahne oldugunu görüyoruz. Gerek Trakya'daki yerlesimi saglamlastirip vatan edinme, gerek Istanbul'un fethi ve gerekse Hac yolu üzerinde bulunan bazi adalardaki korsanlarin Müslüman hacilara karsi giristikleri faaliyetlere son vermek için bu deniz ve kollarinda harekete geçmek zorunlugu bulunmaktaydi. Buradaki faaliyetlerin basarili olabilmeleri için de icab eden bütün tedbirlere bas vurmak gerekiyordu. Kanunî dönemi ise bu tedbirlein en iyi sekilde alindigi bir dönemdir. Biz, Kanunî döneminde Osmanli Devleti'nin bu faaliyetlerinden ana hatlariyla bahs etmek istiyoruz.

l. Barbaros Hayreddin'in Ilk Faaliyetleri Asil adi Hizir olan Barbaros Hayreddin, Vardar Yenicesi'nden gelip Midilli Adasi'nin fethinden sonra buraya yerlesen Yakub adli bir sipahinin ogludur. l478 yili civarinda dogdugu tahmin edilmektedir. Batililar, havuç rengine çalan kirmizi sakalindan dolayi agabeyi Oruç'a verdikleri "Barbarossa" adini daha sonra Hizir için de kullandiklarindan Barbaros diye taninmisti. Hayreddin lakabini ise kendisine Yavuz Sultan Selim takmistir.

Dört kardesin en küçügü olan Hizir, gençliginde yaptirdigi bir gemiyle Midilli, Selanik ve Egriboz arasinda ticarete baslar. Rodos sövalyelerine esir düsen agabeyi Oruç'un kurtarilmasindan sonra iki kardes, Sehzâde Korkud'un himayesine girerler. Bu siralarda Ispanyollar'in Bati Akdeniz'e hâkim olma gayretleriyle Endülüs'te yaptiklari zulümler yüzünden buradan ayrilmak zorunda kalan Müslümanlarin göçleri, bölgedeki eski dengeyi bozar. Bunun üzerine Oruç ve Hizir kardesler, Bati Akdeniz'e yönelerek l504'ten sonra Kuzey Afrika sahillerinde görünmeye baslarlar. Iki gemilik küçük filolari için emin bir liman arayan iki kardes, Tunus Hafsî Sultani Ebû Abdullah Muhammed b. Hasan ( l493 - l526 ) ile anlasarak Halkulvâdi'ye yerlesirler. Gemilerinin sayisi artinca da Cerbe adasina geçip orayi üs edinirler. Buradan sürdürdükleri akinlarini Italya kiyilarina kadar uzatirlar. l5l3 yilinda bir yarimada üzerinde bulunan Cicelli ( Djidjelli)'yi ele geçirirler. Kendi baslarina bir sehir yönetimi kurmus bulunan Cicelli halki, Oruç'u sultan ilan eder. Böylece Barbaros kardeslerin Kuzey Afrika'da kuracaklari devletin temelleri atilmis olur. Kisa zamanda büyük söhret kazanan iki kardesin etrafinda Kurdoglu Muslihiddin ve Kemal Reis'in yegeni Muhyiddin gibi pek çok Türk denizcisi toplanir. Dönemin Osmanli Pâdisahi Yavuz Sultan Selim ile de temasa geçen Oruç ve Hizir Reisler, Cezayir kiyilarinda tutunmaya muvaffak olmuslardi. Kaynaklarin ifadesine göre Barbaros kardesler, Katolik Ferdinand'in ölümünden (l5l6) faydalanarak Ispanyol isgalinden kurtulmak isteyen Cezayir sehrinin yardimina kosarlar. Böylece Cezayir ve onun batisindaki Sersel'in ele geçirilmesinden sonra Oruç Reis Sersel ve Cezayir sultani ilan edilir. Bunu l5l7'de Tenes ve Telemsen sehirlerinin zapti takib eder. Ancak yerlilerle anlasan Ispanyollar'in l5l8'de Telemsen'i geri aldiklari savasta Oruç Reis sehid olur. Agabeyinin sehâdetinden sonra yalniz kalan Hizir, artik onun desteginden de mahrum kalir. Ispanyollar ile Telemsen emîrinin birleserek kendisini Cezayir'den atmak istedikleri Hizir Reis, Avrupalilar'in verdikleri "Barbaros" adi ile söhret kazanmaya baslamis ve bunlara karsi basarili savaslar vermisti. Ancak siddetli tazyik karsisinda Osmanli Deveti'ne bas vurmayi uygun görmüs olacak ki, l5l9 yilinda dört gemiyi hediyeler ile Istanbul'a göndererek Yavuz'a bagliligini arzettiginden Yavuz Sultan Selim de kendisine askerî yardimda bulunarak beylerbiyilik hil'ati yollamisti. Nitekim, Osmanli destegini güçlendirmek üzere adamlarindan Haci Hüseyn'i, Cezayir halkinin Ekim l5l9 tarihli "arîza"si ve kirk esirle birlikte Osmanli Pâdisahi'na gönderir. Böylece Afrika'da olup bitenleri ögrenen Yavuz Sultan Selim, "Hizir Reis nasruddindir, hayrüddindir" diye memnuniyetini ifade ederek onun Cezayir hâkimi olarak tanindigini belirten bir hatt-i serif gönderir. Ayrica kendisine Anadolu'da gönüllü asker toplama imtiyazi taninarak yeniçerilerle topçulardan olusan 2000 kisilik bir yardimci birlik gönderilmesi kararastirilir. Böylece hutbenin Pâdisah adina okundugu Cezayir, Osmanli topraklarina katilmis oldugu gibi Hizir da bundan sonra Hayreddin diye anilmaya baslanir. Bundan sonra Cezayir'e iyice yerlesmek için mücadele veren Barbaros, bir ara oradan çekilmek zorunda kalmis, ancak üç senelik bir aradan sonra yeniden Cezayir'e hâkim olmustu.

Barbaros'un, Akdeniz'deki faaliyetleri ile kazandigi basarilar, Imparator Sarlken'i oldukça rahatsiz etmekteydi. Sarlken, Akdeniz'deki bu proplemin bertaraf edilmesi için dönemin meshur kaptanlarindan Ceneviz'li Andrea Doria'yi görevlendirmisti. Bu tecrübeli amiral, altmis gemilik bir donanma ile Barbaros'u aramaya baslar. Ancak daha önce düsman sahillerini vurmus bulunan Barbaros, büyük bir ganimet ile Cezayir'e döner. Barbaros, bu hareketi esnasinda elde ettigi esirlerden, Andrea Doria'nin hazirliklari hakkinda bilgi alir. Bunun üzerine haziriklarini tamamayan Barbaros, Cerbe adasindaki Sinan Reisi de yardima çagirir. Bu esnada Ispanya adina hareket eden Andrea Doria, Çerçel adasina hücum eder. Ancak siddetli bir mukavemetle karsilasir. Bu sirada da Barbaros'un geldigini duyunca geri çekilip kaçmak zorunda kalir. Böylece, iki taraf birbirlerine tesadüf edemediginden bir çarpisma meydana gelmez.

Kanunî, tahta çiktigi andan itibaren Barbaros'un faaliyetlerini dikkatle takip eder. Buna karsilik Barbaros da yaptigi isler ve kazandigi zaferler yaninda Avrupa'da gelisen olaylar hakkinda ona bilgiler veriyordu. Kanunî, l532 yilinda Alaman seferine çiktigi zaman Sarlken, Andrea Doria'yi Mora üzerine göndermisti. Doria'nin yoklugundan istifade eden Barbaros, onbes gemi hazirlayarak Ispanyol sahillerindeki Endülüs Müslümanlarini Afrika yakasina geçirmek üzere gönderir. O, bu Müslümanlari gerek bu gemilere, gerekse Ispanyol sahilerinden elde etmis oldugu ve böylece toplam sayilari otuzalti parçaya yükselen gemilere bindirerek yetmis bin Endülüs Müslümanini Cezayir taraflarina tasir. Bu kadar Müslüman'in zorla din degistirip Hiristiyanlastirilmasina mani olmak suretiyle onlari büyük bir zulümden kurtarir. Din ve insanlik tarihi bakimindan fevkalade önemli bu isi basarmasi, yedi sefer sonunda mümkün olmustu. 2. Barbaros'un Osmanli Hizmetine Girmesi Kanunî Sultan Süleyman, Andrea Doria komutasindaki düsman donanmasinin kazandigi basarilar üzerine, bir memleketin güçlenmesi ve düsmanlariyla basa çikabilmesi için deniz kuvvetlerinin ne denli önemli oldugunu daha iyi kavrar Her ne kadar iyi yetismis insan gücü ve mükemmel tersaneleri bulunan bir imkâna sahipse de Kanunî, devletinin bulundugu cografya ve stratejik konumu itibariyle en az kara kuvvetleri kadar basarili bir deniz gücüne olan ihtiyaci farketmisti. Bunun için donanmaya yön verecek, tecrübeli ve kabiliyetli bir denizciye ihtiyaci oldugunu düsünüyordu. Karadaki basarilarin, denizde de sürdürülmedikçe tam bir hâkimiyetin kurulamayacagi inancinda olan Kanunî, basindan beri faaliyet ve basarilarini dikkatle takib ettigi Barbaros'u bu vazifeye layik görüyor ve onun Sarlken'in donanmasina karsi çikabilecek yegâne kisi olduguna inaniyordu. Bu sebeple Barbaros'a bir hatt-i humâyûn göndererek onu Istanbul'a çagirir. Kanunî'nin davetini alan Barbaros, yanindaki söhretli denizcilerle birlikte (Agustos l533) Istanbul'a dogru yelken açar. l533 senesinin Aralik ayinda Istanbul'a gelen Barbaros, büyük bir senlik ve merasimle karsilanir. Istanbul'a gelisinden bir gün sonra yani ll Cemaziyelahir 940 (28 Aralik l533) günü on sekiz arkadasiyla birlikte Pâdisahin huzuruna çikmis olan Barbaros'a Kanunî, Akdenizdeki faaliyetlerinden endise ettigi Andrea Dodia hakkinda bazi sorular sormus, Barbaros'un endise etmeden ve bir bakima pervasizca verdigi cevaplar Kanunî'nin hosuna gitmisti. Bunun üzerine Kanunî, beylerbeyilik rütbesiyle bütün tersane islerini tam bir yetki ve selâhiyete sahip olarak bu yeni amirale verir. Bundan sonra onu, Irakayn seferine çikmis bulunan Vezir-i A'zam Ibrahim Pasa'nin (Makbul) yanina gönderir. Haleb'te bulunan Vezir-i A'zam, Hayreddin Pasa'yi kabul edip Gelibolu Kaptanligi ile Cezayir-i Bahr-i Sefid Beylerbeyligi pâyesini tevcih ederek hil'at giydirir ve kendisini Kemankes Ahmed Pasa'nin yerine "Kaptan-i Derya"liga tayin eder (6 Nisan l534). Böylece o zamana kadar Gelibolu Sancakbeyligi pâyesiyle verilen Kaptan-i Deryalik, Beylerbeyilik derecesine yükseltilmis olur.

Bir Italyan yazar, onun Kanunî tarafindan karsilanisi ve kendisine yapilan ihsanlar hakkinda epey bilgi verir. Buna göre Kanunî, sadece onun Cezayir hâkimi olmasini tasdikle kalmaz, ayni zamanda kendisini devetinin dördüncü derecedeki pasasi ve donanmanin bas komutani olarak tayin eder. Daha sonra da amiral gemisine çekmesi için devlet sancagini, Kaptanpasa kilicini ve elbisesini, diger masraflari için de 80.000 sultanî ve nihayet sahsî muhafizlari olarak da yeter sayida yeniçeri verir. Filhakika Barbaros, sifahî olarak kendisine genis yetki verilen bir divan toplantisinda, Osmanli donanmasinin zayif noktalarini ciddi bir sekilde tenkid etmisti. Ona göre Ispanyol donanmasina yetismek, hatta onu geçmek için, Osmanlilarin sahip olduklari az sayidaki fakat agir gemilere ilaveten küçük ve kolayca hareket edebilen gemiler insa etmek gerekiyordu. Deniz savaslarindaki yeni teknik karsisinda bu eski kadirgalar ve bu agir kürekler, gemilerin hareketi aninda hafif kadirgalarin güçlükle manevra yapmalarina sebep olduktan baska, sür'atli düsman gemilerine karsi kolay bir hedef teskil ediyorlardi. Gerçi ates kudreti olan kadirgalar ihmal edilemezdi, fakat onlari himaye etmek için kalyon ve fustalar lazimdi.

Ibrahim Pasa, Haleb'de icra edilen bu merasimden sonra onu tekrar Istanbul'a gönderir. Pâdisahin, Hayreddin Pasa'yi Haleb'e göndermesi, serasker olmasi itibariyle bütün azil ve tayinlerin vezir-i a'zamin selâhiyeti dahilinde olmasindan ileri gelmistir. Bu olay, Osmanli idare sisteminde vazife ve selâhiyetlerin taksimi ile bunlara nasil riayet edildigini göstermektedir. Devletin basi olmasi hasebiyle sinirsiz yetkilere sahip oldugu zannedilen hükümdar, baskalarina ait olan yetkileri kullanmayi aklindan bile geçirmemektedir. Bu sebeple beylerbeyilik tayin ve hil'atini almak için Barbaros'u, Istanbul'dan Haleb'e göndermektedir.

Kanunî'nin, kendisini Istanbul'a davet eden hatt-i humâyûnunu alan Barbaros, Cezayir'de gereken tertibati aldiktan sonra yerine evlatligi Kara Hasan Aga'yi vekil ve Ramazan Çelebi ile Haci isminde birini ona müsavir birakarak on (veya 20) çektiriden mürekkeb bir filo ile yola çikar. Deniz yolunda rastladigi Deli Yusuf komutasindaki on alti çektiriyi de beraberine alip Sardunya ile Korsika adalari arasindaki Bonifaçyo Bogazindan geçip Sicilya adasina bugday götüren on sekiz gemiyi zapt ile yükünü ve mürettebatini aldiktan sonra gemileri atese verir. Bu muharebe esnasinda Deli Yusuf sehid olmustu. Ele geçen esirlerden Andrea Doria'nin elli parça gemi ile Koron'a gittigi ögrenilince sür'atle hareket edilerek Preveze'ye gelindiginde Andrea Doria'nin alti gün önce Italya'ya kaçtigi haberi alinir. Onun gerçek büyüklügü ve fedakârligi ile Istanbul'a dogru yelken açisi ve yoldaki faaliyetleri özetle su ifadelerle nakedilir:

" O zamanlar bir zamandi ki, Barbaros denen bu namli yigit, çocuk yasinda adim attigi kalyonundan, "Daldi Rahmet Denizine Kaptan" tarihinin düsürüldügü ecel gününe kadar hemen hemen altmis sene, çikmadan yasadi. Gece demeden, gündüz demeden evsanevî bir su kusu gibi karalara vurdu, dalgalar ile güresti. Ufuktan ufka yelken açip, yâre de agyâre de karsisinda el baglatti.

Onun büyük kudreti, büyük söhreti ve insan gücünün üstündeki kahramanlik hikâyelerinin en asîl ve en hürmete sayan olani, süphe yok ki, Cezayir gibi bir ülkeyi ele geçirip müstakil bir devlet reisi olmusken, tahtini da, bahtini da bir Türk - Müslüman birliginin agirlik merkezi olan Osmanli Imparatorlugu emrine verip, ölünceye kadar kendini bu birligin hizmetine adamis olmasidir.

Ama, bir ülke teslim etmek üzere taht sehrine gelen Barbaros'un Pâdisah'a hediyesi, sadece Cezayir degildi. Önüne katip getirdigi iki bin esirin ellerinde bir devlet hazinesi tutarinda hediyeler de bulunmakta idi.

Esâsen muzaffer ve hamiyetli kaptanin Istanbul'a gelisi, devlet tarafindan paha biçilmez sanina ve insanligina lâyik olan bir senlik ve zafer alayi ile kutlanacakti. Cezayir'den kirk kadirga ile hareket ederek yol boyunca, kahramanliginin tomarina yeni yeni zaferler ilave ede ede gelmek isteyen Barbaros, Italya sahillerini hizalayarak, Elbe ve Sardunya adalarini vurduktan sonra Cenova'ya da ihrac yaparak kiyilari yagmalayip Sicilya'ya geçti. Sanki daracik Mesina Bogazi, sarayinin bir dehlizi imis gibi tasasizca ilerlerken, bu arada karsilastigi bir Ispanyol kalyonunu da imha etmis bulunuyordu."

Barbaros, Kaptanpasaliga getirildikten sonra Ispanyollar'in öncülük ettigi Avrupa ittifakini yenip, Akdeniz'de Osmanli üstünlügünü kurabilmek için bir yandan güçlü ve düzenli bir donanmanin kurulmasina çalisirken, öte yandan da V. Charles'a karsi Fransa ile isbirligi yapilmasina önem vermistir.

Barbaros, Istanbul'a döndükten sonra tersanede gemi insasiyle mesgul olur. Bundan sonra l534 senesinin Agustos ayinda 80 (veya 84) parçalik bir donanmanin basinda Istanbul'dan ayrilip denize açilan Hayreddin Pasa, Italya'nin güney sahillerindeki Reggio, Sperlonga ve Fondi gibi sehirlere baskinlar düzenler. Onun bu hareketi, Andrea Doria'yi kendi üzerine çekmek içindi. Ancak Doria'dan bir ses çikmayinca Tunus üzerine yönelir. Bu esnada Tunus'u elinde bulunduran Beni Hafs Hânedani'na mensub Mevlay Hasan kaçmak zorunda kalir. Osmanlilarin Tunus'a hakim olmalari, Akdeniz hâkimiyeti için önemli bir adim idi. Akdeniz'in Türk hâkimiyetinde olmasi, Avrupa deniz ticareti için büyük bir darbe idi. Bu sebeple Akdeniz'deki denizci devletler Sarlken'e müracaatla onu Osmanlilar'a karsi kiskirtmaktaydilar. Bunlara, Rodos Adasi'ndan kovulan Saint Jean sövalyeleri de katilmisti. Öbür taraftan Mevlay Hasan da Sarlken'e müracaatta bulunmustu. Bunun üzerine bizzat Sarlken'in de bulundugu ve Doria komutasindaki büyük Haçli donanmasi Halkulvad'i ele geçirmeyi basarir. Lütfi Pasa (Tarih, 356), Tunus Hâkimi'nin Sarlken'e müracaatini anlatirken "Memleket senin, ben dahi senin, iste Rumiler gelüp hile ile memlekete müstevli oldular. Ve sizin komsulugunuza geldiler, bugün bize ittiler, irte size iderler" diye sekva idicek Ispanya dahi nice yüz pâre gemiler donadup ve binefsihi kendisi binüp gelüp" ifadelerini kullanir. Halkulvad'dan sonra Tunus alinir. Bu esnada her taraf yagmalandigi gibi büyük bir katliam yapilir. Bu harpte Mevlay Hasan Sarlken ile birlikte bulunmustu. Onun, Tunus halkina gönderdigi mektuplar, kalenin düsmesinde büyük rol oynamisti. Sarlken sayesinde Tunus sultanligini tekrar elde eden Hasan, bes sene daha Ispanyollar'in himayesinde kalmis, bes sene sonra oglu tarafindan hal'edilmistir. Bu sirada Barbaros sehri terkederek Cezayir taraflarina çekilmis bulunuyordu. Bu olayin akabinde Barbaros karsi taarruza geçerek Balear adalarini basar. Bundan hemen sonra da Irakayn seferinden dönmüs olan Kanunî, kendisini Istanbul'a çagirir. Daha sonra donanmanin basinda Kaptanpasalik ile Pulya sahillerine gönderilir. Zira bu dönemde Venedik ile olan münasebetler bozulmaya baslamisti.3. Korfu SeferiVenedik Cumhuriyeti, devamli olarak iki tarafli bir siyaset takib ediyor, firsat buldukça da Osmanlilarin aleyhine ittifaklara girmekte bir sakinca görmüyordu. Bilhassa deniz savaslarinda Sarlken ile ittifak ediyor ve zaman zaman da Türk ticaret gemilerini vuruyordu. Bu arada, ahidnâme hükümlerinin yerine getirilmesi için elçi olarak Venedik'e gönderilen Tercüman Yunus Bey, Sarlken'e karsi I. François ile ittifak yapmalari tavsiyesinde bulunmus, ancak bu teklif Venediklilerce kabul edilmemisti. Onlar, Kanunî'nin teklifini kabul etmemekle kalmadiklari gibi gemileri ile geri dönmek üzere yola çikan Yunus Bey'e tecavüze yeltenirler. Bu hareket , Venedik'in düsmanca olan tavrini açikça ortaya koymustu. Aradaki dostluk antlasmasina ragmen Venedik'i Osmanlilar'a karsi hasmâne bir tavir takinmasina, Papa III. Pol'un faaliyetleri sebep olmustu. Zira Papa, Türkler'e karsi Hiristianlari bir araya topamak isteyerek Sarlken ile Fransa Krali I. François'in arasini bulup on senelik bir mütareke yaptirmisti. Venedik te l537 yilinda bu ittifaka dahil olmustu.

Kanunî'nin, Irakayn seferinden dönüsünden sonra Istanbul'daki tersanelerde yeni gemilerin insasina baslanir. Bu arada gerekli asker ve malzeme temin edilir. Nihayet l Zilhicce 943 (ll Mayis l537)'de Vezir Lütfi Pasa ile Barbaros Hayreddin Pasa idaresindeki donanma denize açilir. Bir hafta sonra da Kanunî, yaninda iki oglu Selim ve Mehmed bulundugu halde ordu ile karadan hareket eder. Donanma Otranto civarina çikarma yapmakla mesgul iken Andrea Doria'nin Osmanli bandirali on ticaret gemisinden mütesekkil bir filoya hücum ettigi haberi alinir. Barbaros derhal onun üzerine hareket ettiyse de Doria'yi yakalayamaz. Zira Ispanya emrindeki bu Cenevizli Amiral, Barbaros'un karsisina çikmaktansa kaçmayi tercih ederek kurtulabilecektir. Doria'yi yakalamakatna ümidini kesen Barbaros idaresindeki Osmanli donanmasi, Pulya sahillerinden dönmüs olan Lütfi Pasa ile birleserek Preveze'ye gelir.

Beri taraftan kara ordusu Avlonya'ya varmis, ardindan da sefer Venedik üzerine çevrilmisti. Kanunî, Lütfi Pasa'ya Venedikliler'e ait Korfu'nun muhasara edilmesini emr eder. Bunun üzerine Lütfi Pasa, Korfu adasi üstündeki müstahkem San Angelo kalesini kusatmakla mesgulken, Kanunî de Korfu adasi karsisindaki Bastia'da karargâh kurmustu. Mücadele bütün siddetiyle sürerken Pâdisah, Ayas Pasa'yi göndererek kusatmanin kaldirilmasini emreder. Lütfi Pasa ve Barbaros'un, kalenin her an düsebilecegi ve kusatmasinin kaldirilmamasi yolundaki itirazlari kabul edilmez. Kaynaklar, Pâdisahin bu ani kararinin sebebini havalarin sogumasi ve kusatma zamanin geçmis olmasi ile izah etmeye çalisirlar. Ancak burada baska bir noktaya da temas ederler . Buna göre kusatma esnasinda bir top mermisi askerin içine düser. Bu yüzden dört gazi sehid olur. Bunun üzerine Pâdisah: " Bir mücahid kulumu böyle bin kaleye vermem" diyerek kusatmayi kaldirir. Kusatmanin kaldirilmasindan sonra ordu 22 Kasim l537'de Istanbul'a döner. Bununla beraber Barbaros, Akdeniz'de Venedikliler'e karsi harekâta devam ederek bazi adalari vurdugu gibi bazilarini da zapt eder. 4. Preveze Zaferi Barbaros Hayreddin Pasa'nin, Adalar seferinden döndükten sonra tersanedeki gemi insasina hiz verdigi bir sirada Kanunî de Bogdan seferine çikmak üzere hazirliklara baslar. Preveze zaferinin kazanildigi l538 senesinde Osmanlilar, karada ve denizde üç ciddi harekâti birden baslatmislardi. Bir taraftan Kaptan-i Derya Hayreddin Pasa ikinci adalar seferine hareket ediyor, öbür taraftan Misir valisi Hadim Süleyman Pasa Hind seferine çikiyor, beri taraftan da Kanunî, ordu-yu humâyunla Bogdan'a yürüyordu. Ayri ve birbirinden çok uzak sahalarda icrâ edilen bu büyük tesebbüsler, Osmanli Devleti'nin iktisadî ve askerî gücünün ne kadar büyük oldugunu gösterir.

l538 senesi kisinin sonlarina dogru Kanunî, vezirlere kendi masraflari ile hazirlayip techiz etmelerini emreyledigi l50 gemi henüz hazir degilken, Barbaros Hayreddin Pasa'ya denize açilmasini emreder. Bu arada Andrea Doria'nin Girit'e geldigi haberini alan Barbaros, 40 gemi ile 9 Muharrem 945 (7 Haziran l538) günü Istanbul'dan hareket edip Akdeniz'e açilir. Kendisine 3.000 yeniçeri ile deniz ümerâsindan olan bazi sancakbeyleri (Kocaeli Beyi Ali Bey, Teke sancagi Beyi Hurrem Bey, Sayda sancak Beyi Ali Bey ve Alaiye Beyi Mustafa Bey) katilmislardi.

Bilindigi gibi, Ege Denizi'nin kontrolü bakimindan oldukça önemli olan Girit, o dönemlerde Venediklilerin elinde bulunuyordu. Barbaros komutasindaki Osmanli donanmasi, Ege'de bazi hareket ve fetihlerde bulunduktan ve Istanbul'dan bekledigi 90 gemi ile Salih Reis'in Misir'dan getirdikleri de kendisine iltihak ettikten sonra Girid'e ugrayarak adanin bazi mevkilerine asker çikarir. Donanma daha sonra Preveze'ye yönelmek için buradan ayrilir. Bu esnada Rodos civarindaki bazi adalara da ugrar. Donanma Modon açiklarinda iken Andrea Doria'nin Preveze'yi zapta çalistigi, fakat sonradan kusatmayi kaldirarak müttefik Haçli donanmasinin harekat üssü olarak kararlastirdigi Korfu'ya çekildigi haberi gelir.

Gerçekten, Barbaros'un Ege ve Akdeniz'deki faaliyetleri, Sarlken'i harekete geçirmisti. Papa da Osmanlilar'in aleyhinde ittifak yapilmasi hususundaki çalismalarina hiz vermisti. Osmanlilar'in, Ege'deki bu harekâti üzerine Korfu'da toplanan Venedik donanmasina, Alman, Ispanyol, Portekiz, Malta, Ceneviz ve Papalik gemileri de yardima gelecekti. Bu ittifaktan dolayi öyle bir donanma toplanmisti ki, tarih, o zamana kadar bu büyüklükte bir donanmaya sâhid olmamisti. Bu durumu haber alan Barbaros, bir kesif kolu göndererek düsmanin durumunu ögrenir. O, bu kadarla da etinmeyecek gönderdigi bir iki gönüllü gemisi ile "kâfir yakasina gönderip dil (esir)" aldirmis ve bunlari Bogdan seferinde bulunan Pâdisah'a göndermisti. Müttefik bir donanma meydana getiren düsmanin durumunu ögrenen Barbaros, Preveze'ye dogru hareket eder. Emrinde l22 kadar gemi vardi. Andrea Doria'nin idaresindeki Haçli donanmasinin savas yapabilen (savas gemisi) gemi mevcudu ise 302 idi. Bunlardan l62'si kadirga idi. Bu gemilerde 2500 top ve 60.000 asker vardi. Su halde sayi itibariyle Osmanli donanmasi düsmana nazaran üçte bir oldugu gibi top itibariyle de onaltida birdi. Bundan baska Barbaros idaresinde bulunan Osmanli donanmasinda 8.000 cenkçi askere karsi müttefiklerin gemilerinde forsalar hariç altmis bin asker bulunuyordu. Asker, silah ve gemi üstünlüklerine magrur olan Haçli reisleri, kudretlerinin azameti karsisinda zaferden o kadar emindiler ki, kisa bir müddet sonra gerçeklesecek olan galibiyet ve basarilarinin meyvelerini pesin olarak yani daha savas baslamadan önce paylasmislardi.

24 Eylül l538'de Preveze önlerine gelen Barbaros, harp vaziyeti alir. Bir gün sonra Preveze önlerine gelen Doria da Barbaros'un bulundugu yerin iki mil açigina demir atar. Andrea Doria, Barbaros'u Preveze'den çikarip savasa girmeye mecbur etmek için 27 Eylül'de Inebahti'ya hücumda bulunmak üzere harekete geçer. Ayni günün sabahi Osmanli donanmasi da Korfu istikametinde harekete geçmisti. Günes yükseldiginde müttefik Haçli donanmasinin komutani olan Doria, Osmanli donanmasini arkasinda görüp sasirir. Bu saskinligi ile savasa girip girmeme hususunda tereddüdler geçirir. Bu saskinligindan biraz kurtulduktan sonra harp vaziyeti alir. Iki taraf Ayamavra Adasi'nin bati kiyisinda üç dört mil açikta karsi karsyia gelirler. Bunun üzerine Barbaros, alinacak tedbirleri kararlastirmak üzere harp meclisini toplar. Sonra da donanmaya harp nizami aldirir.

Bu muharebede Osmanli donanmasi hilâl seklinde tertibat alir. Arkada Turgut Reis idaresinde ihtiyat kuvvetleri bulunuyordu. Osmanlilar'in hilâl nizamina karsilik Haçli donanmasi, borda nizami almis ve birbiri arkasinda üç saf teskil etmisti. Bu sirada rüzgârin güneyden esmesi, Osmanlilar için büyük bir tehlike meydana getiriyordu. Bunun üzerine Barbaros Hayreddin Pasa, Kâtib Çelebi'nin ifadesine göre Kur'an-i Kerim'den âyetleri yazdirdigi varaklari (sayfalari) derya yüzüne serptirip Cenab-i Hakk'a tazarru ve niyazda bulunur. Duasi ind-i Ilâhî'de kabul olunmus oacak ki, rüzgâr hafifleyip yön degistirir. Kâtib Çelebi, Tuhfetu'l-Kibâr fi Esfari'l-Bihar adli eserinde yukaridaki ifadelerine sunlari da ilâve eder: " Bu kissadan hisse sudur ki, serdar olanlar, yalniz esbab-i cismaniye itibar etmeyüp, kadir olduklari kadar ruhanî sebeplere de riâyet etmelidirler." diyerek muharebelerde mânevî kuvvetin ihmal edilmemesi gerektigine isâret eder. Rüzgârin bu sekilde yön degistirisi, manevra kabiliyeti az olan düsman gemilerinin hareketlerini yavaslatir.

Barbaros, gemilerini kivrik bir hançer (hilâl) seklinde yan yana dizerek savas düzeni alir. Sag kanat komutanligini Turgut Reis'e, sol kanadinkini de Sâlih Reis'e vererek kendisi ortada yer alir. Düsmanin sayica üstünlügü karsisinda bir yarma harekâtina girisen Barbaros, müttefik Haçli filosunun gerilerine kadar ilerler. Büyük bir hayret ve saskinlikla Osmanli donanmasinin kendisini çevirdigini gören Doria, ancak ertesi gün (28 Eylül) donanmasini harekete geçirebilir. Böylece, büyük bir bozguna ugratilan müttefik donanmasinin otuz alti teknesi ele geçirildigi gibi 2l75 de esir alinir. Bu savasta Türk donanmasinin kayiplari ise oldukça azdi.

Doria'nin her türlü savas taktigine, ayni sekilde karsilik veren Barbaros, küçük bir kuvvetle büyük bir zafer kazanir. Gece karanliginin basmak üzere oldugu bir sirada Doria, bir donanma için hem serefsizlik, hem de ugursuzluk alâmeti olan fener söndürme emrini vermisti. Böylece o, gecenin karanligindan istifade ederek kaçmayi basarir. Barbaros'un bu muharebede cesaretle tatbik ettigi yarma harekâti, daha sonra pek çok meshur amirale örnek olur. Gerçekten, Hiristiyan Avrupa'nin çikarabilecegi en büyük deniz gücü, bes saat içinde tamamen tahrib edildigi gibi, Akdeniz hâkimiyeti de Osmanlilarin lehine olarak kesin bir sonuca baglanmisti. Preveze zaferiyle Dogu Akdeniz'den sonra Orta Akdeniz bölgesinde de Osmanli hâkimiyeti saglanmis olur.

Anlasildigi kadari ile Avrupa'li bazi yazarlar, bu savasi küçümsemeyi bir âdet hâline getirmislerdir. Böylece, Doria'i düstügü durumdan kurtarmaya gayret ederler. Bununla beraber Osmanlilarin bu zaferle denizlerde nasil bir prestij kazandiklarini da söylemeden edemezler. Nitekim, "Muhtesem Süleyman" diye bir eser yazmis bulunan Renzo Sertoli Salis, Osmanlilarin denizlerdeki basarisindan bahs ederken: "Türklerin stratejik ve taktik zaferi, onlarin denizlerdeki prestijini bir parça artirmisti. Süleyman, adam seçme hususundaki kabiliyeti sâyesinde, o zamana kadar Osmanli sultanlarinin ihmal etmis olduklari bu prestiji kazanmasini bilmisti" der.

Bogdan seferinden dönmekte olan Kanunî, Barbaros'un gönderdigi zafer haberini Yanbolu konaginda iken almisti. Bu haberi müteakip Kanunî, Divan-i Humâyûnu fevkalade bir toplantiya çagirarak zafernâmeyi okutturmustu. Sultan, bu zaferi, bir kita büyüklügünde olan ülkesinin her tarafina duyurarak senlik ve dualarla kutlanmasini emretmistir. Barbaros Istanbul'a dönünce halkin coskun tezâhüratiyle karsilanmisti. Bizzat kendisi Sultan'a bütün detaylari ile muharebeyi anlatmisti.

Bilhassa yabanci kaynaklarin dili ve bakis açilariyla bize Preveze Zaferi hakkinda bigi veren ve onun, Akdeniz tarihinde açilan yeni bir dönemin baslangici olduguna isaret eden A. Büyüktugrul, bu konuda sunlari söylemektedir:

"Muharebenin uzak sonuçlarina bakacak oursak; Preveze'den kaçmak, Ispanyollara otuz yillik mahcubiyet, agir zararlar ve deniz yenilgilerine mal olmustu. Tam da Akdeniz egemenligini kazanacagi bir anda V. Charl, Andrea Doria vâsitasiyle pek rezil bir halde bunu kaybedip Türklere birakmisti. Bu davranisin üzücü tepkileri Cezayir'de bizzat görüldügü gibi ayni rezilligi halefi de Cerbe muharebesinde görmüstü.

Preveze günü Ispanyol armadasi için, yüz serefli yenilgiden baska mes'um bir gün oldu. Düsünülerek yapilan bu kaçisin tepkileri Lepanto muharebesine kadar pek çok yillar ve hatta daha sonralari da görüldü.

Kendi konularina büyük bir askla bagli bulunan ve bu askin etkisinde olaylari büyük mübalagalarla anlatan Kardinal Guglielmotti, olaylar arasindaki baglantilari da açik biçimde görerek, Preveze muharebesini söyle özetlemisti: O ana kadar denizlerde belirli bir noktaya kadar korkak ve asagi yukari ümitsiz bulunan Türkler, bu kadar büyük olan basarinin kusurlu taraflarini baskalarina yüklemeyi asla düsünmediler. Fakat sadece kendi muazzam üstünlüklerinden söz ederek sonradan, asla büyüklügü görülmemis biçimde haddini bilmemezlik ederek küstahlasmislar ve Hiristiyan adina karsi muazzam istihfaflar sürdürmüslerdir. Bundan sonra biz, Hiristiyan filolarinin Türklerin önünden daima kaçtiklarini fazlasiye görecektik." dedikten sonra Cerbe'deki yenilginin sebebini de böyle bir korkakliga baglar.

Preveze zaferinden sonra, Hersek'e bagli olan ve daha önce Doria tarafindan ele geçirilen Adriyatik kiyisindaki Nova (Castelnuova) l0 (veya 24) Agustos l539'da kolaylikla ele geçirilir. Bu zaferden sonra Haçli ittifakindan ayrilmak isteyen Venedikliler, Osmanlilar'la bir baris antlasmasi yapma zemini aramaya basladilar. Zira ittifaka dahil olduklarindan beri pek çok zarara ugramislardi. Bu durumdan kurtulmak ve Osmanlilar ile yeniden bir antlasma yapmanin mümkün olup olmadigini ögrenmek için gizlice Istanbul'a bir ajan gönderirler. Ajanlarinin, müsbet bir cevapla Venedik'e dönmesi üzerine Kanunî nezdine evvela Pietro Zen, onun yolda ölmesi üzerine yerine Tomaso Contarini Istanbul'a gönderilir. Ancak Kanunî tarafindan kabul edilmekle birlikte iyi muamele görmeyen bu elçiye Vezir-i A'zam Lütfi Pasa, bir antlasma yapilmasinin genis selâhiyet ve mezuniyete sahip olmakla mümkün olabilecegini anlatmak isteyerek, simdi Venedik'e dönmesini, fakat sehzâdelerin sünnet ve sultanin izdivaci dügünlerinde bulunmak üzere Eylül'de yeniden Istanbul'a gelmesini tavsiye etmisti. Bu sirada Venedik, Avrupa'nin siyasî durumu ve Imparator (Sarlken)'la Fransa Krali arasinda bir konferansin akdi karari sebebiyle Osmanlilar'la barismanin akillica bir hareket olacagini anladigindan, birçok fedakârliklarla barisi kazanmak istemekteydi. Bu gaye ile Istanbul'a gelen Venedik elçisi ile 20 Ekim l540'da imzalanan antlasma sonucunda Mora'daki Malvasia (Monemvasia) ile Anabolu (Napoli di Roma) Osmanlilar'a terkedildi. Dalmaçya ve Ege'de ele geçirilmis yerlerde Osmanli hâkimiyeti tanindi. Bu antlasmaya göre Venedikliler, 300.000 altin vermeyi de kabul ettiler. Buna karsilik kendilerine yeniden ticarî bazi imtiyazlar tanindi.5. Barbaros'un Fransa'ya yardim SeferiKanunî Sultan Süleyman, l54l yilinda Macaristan seferine çikarken Barbaros'u da yetmis gemiden mütesekkil bir donanma ile Adriyatik sahillerinin muhafazasi ile görevlendirmisti. Bu siralarda Sarlken, Cezayir üzerine yürümek niyetinde idi. Daha önce de temas edildigi gibi Barbaros Hayreddin Pasa, Osmanli donanmasi kaptan-i deryasi olmakla birlikte ayni zamanda Cezayir Beylerbeyligini de uhdesinde bulundurmaktaydi. Istanbul'da bulundugu siralarda yerine evlatligi Hasan'i vekil olarak birakmisti. Hasan, Sicilya'dan Cebelitarik'a kadar Avrupa sahillerini tehdid ediyor ve yeni dünyadan tasinan kiymetli mallari ele geçiriyordu.

Bu tehdid ve tehlikeye bir son vermek isteyen Sarlken, bizzat kendisinin basinda bulundugu ordusu ile Cezayir üzerine yürüme karari alir. 65 parça kadirga, 400'e yakin nakliye ve yelkensiz gemi ile Cezayir üzerine hareket eder. Imparatorun da yer aldigi Doria idaresindeki donanma, 20 Ekim l54l'de Cezayir sahillerine gelir. Böylece yirmi bes bin kisilik bir kuvvetle Cezayir kusatilir. Ancak Cezayir kalesindeki Hasan Aga'nin, az sayidaki kuvvetinin büyük direnisi ve hava sartlarinin elverissizligi yüzünden Sarlken, Cezayir önlerinde büyük bir hezimete ugrar. Imparator, firtina yüzünden çogu batmis bulunan donanmasini güçlükle toparlayarak Ispanya'ya dönebilir.

Lütfi Pasa'nin, "Mel'un Ispanya Krali" diye isimlendirdigi Sarlken'in bu seferinde 80 pâre kadirga ile 200 parça karavele, kalyete ve kayiklarla toplam 500 kadar gemi ile Cezayir'e gelip Hasan Aga'ya teslim olmalari için bir mektup gönderdigini ve fakat bunun reddedildigini nakleder.

Cezayir'de basina gelen bu bozgundan sonra Sarlken, Fransa Krali I. François ile yeniden mücadeleye girisir. Zaten tek basina Sarlken ile basa çikamayacagini anlamis bulunan François, Preveze Zaferi'nden sonra yeniden Osmanlilar'a yaklasmak istiyordu. Bu sebeple Osmanlilar'dan yardim talebinde bulunur. Basindan beri Fransizlar'la is birliginden yana olan ve l532'de I. François ile iliski kurmus bulunan Barbaros'un da uygun görmesiyle Akdeniz'de Sarlken'e bagli bulunan yerlere karsi ortak bir harekete karar verilir. Böylece, Fransa'ya yardim karari alinir. Bu karardan sonra Barabors, Fransiz donanmasi ile birlikte müstakil bir harekâta memur edilir. 28 Mayis l543'te yaninda Fransiz elçisi oldugu halde Istanbul'dan hareket eden Barbaros, ll0 gemilik filosuyla Messina, Reggio ve Ostia gibi Italyan sahillerini vurduktan sonra 20 Temmuz'da Marsilya önlerine geldiginde burada törenlerle karsilanir. Burada, Fransiz donanmasinin hazirliklarinin tamamlanmasindan sonra 30 gemilik Fransiz donanmasi ile müstereken Sarlken'in müttefiki ve Savoi Dükü olan Charles'in elinde bulunan Nice'i muhasara eder. Sehir, 20 Agustos'ta ele geçirildigi halde, Fransizlarin gevsekligi ve iki yüzlü davranmalarindan dolayi iç kaleyi fethe lüzum görmedigi ve Fransizlarin bu tavrina çok kizdigi için Barbaros, kusatmaya son verir. Bundan sonra Türk donanmasinin kisi Toulon'da geçirmesi uygun görülür. Fakat alti ay kadar Güney Fransa'da kalan Barbaros, François'in, Sarlken ile anlasmasi karsisinda Istanbul'a dönmek zorunda kalir. Dönüs sirasinda da Cenova'da esir bulunan Turgut Reis'le birlikte orada esâret hayati yasayan birçok Müslüman ve Türk esiri de kurtarir. O, Cenova'daki Müslüman esirleri kurtardiktan baska, oradan da birçok esir ve ganimet alip l544 senesinin yaz aylarinda Istanbul'a döner. Kanunî tarafindan büyük deniz gazasinin kahramani sifatiyle kabul edilerek iltifatlara mazhar olur.

Sarax
09-19-2008, 13:40
NICE SEFERI

Barbaros'un son büyük seferidir. Bundan sonra daha çok tersane isleriyle mesgul olan Barbaros, 6 Cemaziyelevvel 953 (5 Temmuz l546 )'da kisa bir hastaliktan sonra vefat eder. Cenazesi, sagliginda Besiktas'ta yaptirdigi medresenin yanindaki türbesine defnedilir sözü ölümüne tarih olarak düsürülmüstür.

Tabir yerinde ise çekirdekten yetisme diyebilecegimiz bir denizci olan Barbaros Hayreddin Pasa zamaninda Osmanli denizciligi, gücünün zirvesine ulasmisti. Onun mektebinde (ekol) yetisen degerli denizciler ve teskilâtli tersane sâyesinde bu güç varligini bir süre daha devam ettirmistir. Nitekim Piyale Pasa'nin kaptan-i deryaliga getirilmesi ile Turgud, Uluç Ali, Hasan ve Salih Reis'lerin de bulundugu Osmanli donanmasi Akdeniz'de güç ve varligini devam ettirdi. 6. Fransa'ya Ikinci Yardim Seferi l55l senesi baharinda hazirlanan 90 kadirgalik bir Osmanli donanmasi, Sinan Pasa idaresinde Egriboz'da bulunan Turgud Reis ile birleserek l4 Temmuz'da Malta önlerine gelip oradan da Trablusgarb'a hareket eder. Buranin, l530'da Malta'ya yerlesmis bulunan Saint Jean sövalyelerinin elinde bulunmasi, çevredeki Müslüman halkin mücadelesine sebep olmus, hatta bunlar, Kanunî'ye müracaatla yardim bile istemislerdi. Bunun üzerine Kanunî, Enderûn agalarindan Murad'i buraya göndermisti. Sinan Pasa, Trablusgarb önlerine gelince Murat Aga ile irtibat kurarak sehri kusatir. Nihayet l3 Agustos'ta sehir teslim olarak idaresi Murad'a verilmisti. Turgut Reis ise Karlieli Sancakbeyligine getirilmisti.

Osmanli donanmasi l552 senesi ilkbaharinda Kaptan-i Derya Sinan Pasa komutasinda Bati Akdeniz seferine çikar. Donanma, Fransa Krali II. Henri'nin, Sarlken ile aralarinda meydana gelen düsmanlik yüzünden Osmanlilar'dan yardim istemesi üzerine ikinci defa olarak Fransa'ya yardima gidiyordu. Bu sefere Karlieli sancakbeyi Turgud Reis de katilmisti. Fransa elçisi Daramon da üç gemi ile Osmanli donanmasi ile beraberdi. Baslangiçta Fransa'nin yardim talebini kabul etmeyen Kanunî, daha sonra Avusturya ile aralarindaki nazik durum karsisinda Fransa'ya yardima karar verir. Karlieli Beyi Turgud Reis, Sicilya kiyilarini vurmaya memur edilmisti. Donanma Italya sahillerini dolasarak Napoli'ye gelir. Orada Fransiz donanmasi beklenir. Fakat beklenilen donanma gelmeyince yolda rastlanilir diye bir müddet kuzeye dogru seyredilir. Bu sirada Andrea Doria'nin Napoli tarafina geçecegi haber alinarak Turgud Reis'in tavsiyesiyle Ponza adalari tarafinda pusu kurulur. Pusuya düsürülen Andrea Doria yenilerek Sardunya adasina dogru kaçar. 5 Agustos l552'de cereyan eden bu hadisede Doria'nin 7 gemisi zaptedilir.

Bundan sonra gerek Sinan Pasa'nin, gerekse onun vefati üzerine yerine gelen Piyale Pasa'nin deniz seferleri vardir. Bunlardan biri, 966 (M. l558 )'de Ispanya sularinda dolasan Kaptan Piyale Pasa'nin, Minorka adasinin önemli sehirerinden olan Siüdadela'yi zaptetmesidir. Bundan baska yine Piyale Pasa maiyetinde Turgud ve Salih Pasalar bulundugu halde Italya sahillerini vurup Reçyo sehrini zapt etmis ve Afrika sahilindeki Oran'i, Ispanyollar'in elinden alip basarili bir sekilde geri dönmüstü. Bu olaydan sonra Ispanya ve Papa basta omak üzere Italya yarimadasindaki devletlerin tamaminin Osmanlilar aleyhine meydana getirdikleri ittifak, l559'daki Cerbe muharebesini dogurmustur.7. Cerbe Muharebesi Preveze'den l3 yil gibi kisa bir müddet sonra Trablusgarb'i zapteden Osmanlilar, Orta Akdaniz havzasina kesin olarak yerlesmislerdi. Kanunî Sultan Süleyman'in, Kuzey Afrika sahillerini takib ederek Cebelitarik'a kadar tirmanmasi ve dolayisiyle Türk hâkimiyetinin Bati Akdeniz'de de hissedilmeye baslanmasi, bu defa da babasindan Akdeniz siyasetini devr amis olan Ispanya Krali II. Philippe ( l556 - l598 )'i harekete geçirmisti. Fakat Türkleri Bati Akdeniz kiyilarindan uzaklastirmak gayesini güden bu tesebbüs, Ispanyol ve müttefiklerinin l560'da Cerbe'de agir bir yenilgiye ugramalari ile sonuçlanmisti. Fernand Braudel'in deyimi ile Ispanyol askerleri Türkler karsisinda "boylarinin ölçüsünü" almislar ve Akdeniz'de "Türk deniz üstünlügü" kurulmustu.

Biraz önce ifade edildigi gibi, Trablugarb'in alinmasi ile Osmanlilar Dogu Akdeniz'den sonra Orta Akdeniz'e de kesin olarak yerlesmislerdi. Trablusgarb'in, Osmanli idaresine geçmesi ve hâkimiyet mücadelesinin Bati Akdeniz'e kaymasi, Malta'daki Saint Jean sövalyelerini oldukça rahatsiz ediyordu. Zira burasi onlar için stratejik ve ekonomik degeri hâiz önemli bir mevki idi. Bundan baska yavas yavas siranin kendilerine geleceginden de korkuyorlardi. Bu sövalyelerin gayretleri ve babasinin siyasetini sürdürmek isteyen Ispanya Krali II. Philippe ile Papa'nin tesvikleri sonucu Ispanya, Papalik, Cenova, Floransa, Sicilya, Malta, Napoli ve Monaco gibi Akdeniz'deki Hiristiyan devletler, bir ittifak kurmuslardi. Basi sikistikça Osmanlilar'dan yardim isteyen Fransizlar ve Osmanlilar ile bir baris antlasmasi imzalamis bulunan Venedikliler, fiilen bu ittifaka girmemekle birlikte, gizlice müttefikleri desteklemeye devam ediyorlardi.

Akdeniz'deki Hiristiyanlar tarafindan meydana getirilen bu ittifakin duyulmasi üzerine Piyale Pasa Istanbul'a çagrilir. Hazirliklarini tamamlayan Piyale Pasa, 20 parça gemi ile baslangiçta müttefik donanmayi Malta istikametinde aradiysa da onlarin Cerbe sularinda oldugunu ögrenince Turgud Reis kuvvetleriyle birlesmek üzere buraya gelir. Bu arada 200 gemiden mütesekkil müttefik donanmasi, 2 Mart l560'da Cerbe'ye asker çikarmisti. Bu esnada Trabusgarp'ta bulunan Turgud Reis adina adayi idare eden yerli bir seyh, adayi müttefik donanmaya teslim eder.

l3 Mayis l560'da Cerbe önlerine gelen Osmanli donanmasini gören düsman, bir hayli telaslanir. Bununla beraber Cerbe adasindan 7 - 8 mil uzakta bulunan birlesik düsman donanmasi ile Osmanli donanmasi arasinda l6 Mayis l560'da büyük bir deniz savasi meydana gelir. Bizzat Piyale Pasa'nin bildirdigine göre 3 gün 3 gece devam eden savas sonunda düsmanin 20 kadirgasi alinmis, bunlardan biri yakilmis, 26 gemisi ele geçirilmis, bir kismi da kaçip kurtulmustu. Osmanli donanmasinin top atesine baslamasi üzerine heyecanlanan Giovanni Doria, gemilerine demir aldirtarak derhal denize açilir. Denize açilan müttefik donanmasi, Osmanli gemilerince bir hayli yipratilir. Bu hengamede genç amiral Giovanni Doria, karaya sürünmekle birlikte canini kurtararak Sicilya'ya dogru kaçabildi. 60 kadar gemisini kaybeden müttefik donanma müthis bir bozguna ugramisti. Bu bozgun haberi Ispanya ve Italya'da derin bir teessüre yol açti.

Genç Doria'nin kaçmasi üzerine Don Alvaro, saglam surlari bulunan Cerbe kalesine siginmak zorunda kalir. Bu deniz zaferinden sonra Osmanli kuvvetleri kaleyi kusatirlar. Turgud Reis'in de katildigi ve Trablus Eyâleti'nin, Trablus, Kayrevan, Sfeks gibi sehirlerin piyade ve süvari kuvvetlerini de beraberinde getirerek yaptigi kusatma 80 gün sürer. Böylece üç aya yakin bir kusatmanin sonunda 3l Temmuz l560'da Don Alvaro bir gemiye atlayarak kaçmak istediyse de Turgud Reis tarafindan takib edilir. Kurtulus imkâni bulamayan Don Alvaro, esir olarak teslim alinir. Büyük bir zaferle sonuçlanan bu savas, müttefiklere 20.000 kadar ölü ve 5000 kadar da esire mal olur. Bu zafer sonunda ada Turgud Reis'e verilir. Piyale Pasa ise Trablus'a ugradiktan sonra tekrar Istanbul'a döner.

Türk denizcilik tarihinin sanli muharebelerinden biri olan Cerbe Zaferi, Akdeniz'deki Osmanli hâkimiyetini perçinleyip kuvvetlendirmistir. Filhakika, XVI. asirda Osmanli donanmasinin kazandigi büyük ve kesin zaferlerin basinda gelen Cerbe Savasi, Osmanlilarin, Bati Akdeniz'den çikarilamayacagini isbatlamis görünmektedir. Bunun içindir ki II. Philippe, ugradigi yenilginin intikamini almak yerine, aradaki anlasmazligi ortadan kaldirmak ve barisa kavusabilmek için Istanbul'a elçiler göndermeyi tercih edecektir.

Cerbe'de gâlib gelen Osmanli donanmasi, Avusturya elçisi Busbecq'in müsahedelerine dayanarak belirttigi gibi esirler, ganimetler ve yedeginde düsmandan zaptolunan gemilerle Piyâle ve Turgut Pasalarin emrinde Dersaâdet (Istanbul)'e gelmis ve burada merasimle karsilanmisti. Ilk Osmanli kadirgasi, Salîb ( Haçli ) donanmasinin, Hz. Isa'nin çarmiha gerilmis tasvirini tasiyan büyük bayragini denizde sürüyerek ilerliyor ve bunlari diger Hiristiyan bayraklarini ayni tarzda sürükleyen gemiler takip ediyordu. Düsmandan zaptolunan kadirgalarin direk ve küpesteleri alinarak basit birer tekne haline sokulduklarindan Türk gemilerinin yaninda küçük ve adi seyler gibi görünüyorlardi. Kaptan Pasa gemisinin arkasinda esir alinan düsman komutanlari ve asilzâdeleri görünüyordu. Toplarini atesleyerek alay köskündeki Pâdisah'i selâmlayan donanma-yi hümâyûnun hasmeti ve kazanilan zaferin büyüklügü, Sultan'in üzerinde en ufak bir gurur isareti dogurmamisti. Bu duruma hayret eden Avusturya elçisi Busbecq, Kanunî'nin vezirlere " Iste insan bunlari görüp te tekebbüre kapilmamali, her seyin Cenâb-i Hakk'in inâyetiyle oldugunu fikredip , Allah'a sükürler etmelidir" dedigini nakleder. Yine Busbecq, Kanunî'yi dinî vazifelerini ifâya ve câmiye namaza giderken gördügünü, hâlinde ayni husû ve hüzün isâretini müsahede ettigini yazmaktadir. Bu ifadeler, Kanunî'nin, ne derece yüksek bir Islâmî ve manevî olgunluga sâhip oldugunu göstermektedir. Gerçekten bu hal, degil hükümdarlarda velilerde de çok az rastlanilan manevî bir kemâl tezahürüdür.8. Malta KusatmasiOsmanlilarin zaferi ile sonuçlanan ve onlarin Bati Akdeniz'den çikarilamayacagini bir kere daha ortaya koyan Cerbe muharebesinden sonra dikkatler Malta'ya çevrilir. Zira Misir, Trablusgarb, Cezayir ve diger bazi mühim yerlerin idare ve emniyeti, Malta'nin Osmanli idaresinde bulunmasini gerektiriyordu. Daha önce temas edildigi gibi Rodos Adasi'nin Osmanlilar tarafindan fethini (l522) muteakip Malta Adasi, Sarlken tarafindan buradan çikarilan Saint Jean sövalyelerine verilmisti. Ada, kisa bir zaman içinde sövalyeler tarafindan pek mustahkem bir hale getirilmisti. Cezayir yolu üzerinde bulunan adadaki sövalyeler, korsanlik faaliyetlerini sürdürüyor, Türk ticaret gemilerini vurmak suretiyle Osmanli ticaretine zarar veriyor ve nihayet Osmanliar aleyhine olan savaslara (Preveze ve Cerbe gibi) istirak ediyorlardi. Ayrica Hiristiyan korsan gemileri de burada kendileri için çok güvenli bir siginak buluyorlardi. Iste bütün bu sebepler gözönüne alindigi zaman Osmanlilar bakimindan Malta'nin fethi kaçinilmaz bir gereklilik olarak ortaya çikiyordu. Ispanyollar ise Malta'nin fethinin sonunda Osmanli donanmasinin Sicilya, Napoli ve havalisine gelecegini bildiklerinden, Malta'nin savunmasina büyük bir önem veriyorlardi. Bütün bu diplomatik ve stratejik düsüncelere ragmen Osmanlilar, Malta seferi konusunda pek istekli görünmüyor veya en azindan acele etmiyorlardi. Fakat bu siralarda saray için alinan esyayi getiren bir Türk gemisinin Zanta ve Kefalonya adalari arasinda 7 (yedi) Malta korsan gemisi tarafindan zaptedilmesi, adanin, Osmanlilar tarafindan zapti hakkindaki tasavvur ve düsünceyi meydana çikardi.

Yillardan beri "ahali-i Islâm-i nüsret encâma zarar ve hasaretten hâli olmayan" Malta sövalyelerine ait "kila' ve buka'in kal' ve kam'ina" karar verilince yani Malta'ya sefer karari alininca, büyük bir hazirliga girisilir. Haliç, Gelibolu ve Sinop tersanelerinde yeni gemiler insa ve mevcudlar tamir edilip kalafatlanirken, bazi gönüllü reisler için Rodos'ta l8 oturakli kalitalar yaptirilmasi yoluna da gidilir.

Malta üzerine gönderilecek kuvvetlere Besinci Vezir Kizilahmedlü Mustafa Pasa serdar tayin edilerek seferin bütün selâhiyeti kendisine verilmisti. Donanma ise Cerbe gâlibi Cezayir Beylerbeyi Kaptan-i derya Piyâle Pasa'nin emrine verilmisti. Ayrica Beylerbeyi Turgud Pasa (Reis)'ya da emirler gönderilerek Piyâle Pasa'ya yardimda bulunmasi istenmisti. Mühimme Defterlerindeki kayitlardan anlasildigina göre bu konuda Turgud Reis'e biri 25 Rebiülevvel 972 (3l Ekim l564), digeri de bundan dört gün sonra 29 Rebiülevvel 972 (4 Kasim l564)'de gönderilmistir.

Osmanli donanmasi, 29 Mart l565'te 300'e yakin irili ufakli gemi ve 40-50 bin kisiden mütesekkil muazzam bir ordu ile Malta'ya hareket eder. l9 Mayis'ta adaya varilarak karaya asker çikartilir. Kanunî'nin emir ve tavsiyelerine ragmen çok tecrübeli bir denizci olan Turgud Reis gelmeden kusatmaya baslanarak yanlis mevkilere hücuma geçilir. Bununla beraber Turgud Reis'in aldigi önlemlerle bu hatalar düzeltilir. Ancak Turgud Reis, hücum yapildigi sirada (l8 Haziran) Sant Elmo burçlari önünde, atilan bir top güllesinin çarptigi kayadan firlayan bir tasin basina isabet etmesiyle yaralanir. Dört gün ve gece kendini bilmeden (koma hali) yatar. Burçlarin feth edildigi besinci günü (23 Haziran) vefat eder. Cesedi bes parça kadirgasiyle Trablus'a gönderilip orada yaptirdigi câmi ve medresesinin yanindaki türbesine defnedilir.

Saint Helen kalesi on yedi günde (24 Haziran l565) alinmakla beraber asil maksat olan Malta muhasara edilir. Bundan sonra siddetlenen çarpismalar, Osmanli ordusunda büyük zayiatlara yol açar. Sicilya genel valisinin Ispanya, Fransa ve Papa'nin destegiyle 72 kadirga ve on bin askerle yardima gelmesi ve deniz mevsiminin geçmekte oldugunun görülmesi üzerine kalenin alinamayacagi anlasilarak kusatmaya son verilir. Serdar Mustafa Pasa, Turgut gibi büyük bir denizci ile takriben 20.000 askerin sehâdetine mal olan bu kusatmayi kaldirarak ll Eylül'de asker ve malzemeyi gemilere yükleyerek denize açilir. Bu muvaffakiyetsizlik üzerine Malta seferi için Serdar tayin edilen Mustafa Pasa vezirlikten azl olunur.

Fethi için büyük hazirliklar yapilan ve maalesef büyük zayiatlara sebebiyet veren bu kusatmanin kaldirilmasina, kalenin hem müstahkem bir mevkide bulunmasi, hem de saglam surlarla çevrili olmasinin yaninda ada, geregi gibi abluka altina alinamiyordu. Bu da kaleyi müdafaa edenlere disardan devamli yardimlarin gelmesine sebep oluyordu. Bu arada kusatma planinda yapilan büyük hatalar, kusatmanin uzamasindan dolayi donanmanin maruz kaldigi erzak ve malzeme sikintisi ile orduda hastaligin bas göstermesi gibi durumlar, adanin fethine imkân vermemisti.

Kanunî Sultan Süleyman, bu basarisizligi hazmedemeyecek ve yeni bir seferin açilmasi için hazirliklara baslanmasini emredecektir. Ancak Avrupa'ya yeni bir kara harekâtinin yapilma mecburiyeti, bu seferi ikinci plana itmistir. Bununla beraber Kanunî, son seferi olan Sigetvar'a çikmadan önce donanmaya denize açilma emrini vermisti. Bu sefer sonunda Sakiz Adasi bütünüyle Osmanli hâkimiyetine geçecektir.9. Sakiz Adasi'nin Alinmasi Donanma, Kanunî'nin emri üzerine harekete geçip denize açilmisti. Gerçi Sakiz Adasi, daha Fâtih Sultan Mehmed zamaninda vergiye baglanmisti. Ancak bura sakinleri, firsat buldukça Osmanlilarin askerî harekâtlari ile donanmanin durumu hakkinda disariya bilgi sizdirmaktan geri kalmiyorlardi. Zaman zaman da vergilerini aksatiyorlardi. Bundan baska Malta kusatmasi sirasinda da bazi Sakizlilar, Osmanlilar'a karsi savasmislardi. Öte yandan, tamamen Osmanli hâkimiyetindeki Ege Denizi'nde böyle bir adanin bulunmasi, Osmanli menfaatlerine zarar verebilirdi. Kâtib Çelebi'nin ifadesiyle Kanunî, bütün bu durum ve sebepleri su sözlerle ifade ediyordu:

"Misir diyarina giden hacilarin yol üzerinde kiyiya yakin Sakiz Adasi hisarinda oturan kâfirler görünüste haraca bagli iseler de savasçi kâfirlerle iyi dostluk üzere olup her daim devlet kapisinda olan isleri yazip bildirmektedirler. Ve donanma-yi humâyûn gemileri çiktikça kaç gemidir ve ne yana gidecektir hep bildirip ufak Islâm gemilerine zarar eristirmekten geri durmadiklarini biliyorum. Ne yoldan olursa bu adayi tutup almaya dürisesin. diye buyurmuslardi." Bunun üzerine 973 baharinda ( Mart - Nisan 1566 ) Kaptan Piyâle Pasa 70 parça kadirga ile denize açilip, adanin karsisindaki Çesme'ye gelir. Donanmanin Çesme'ye geldigini gören Sakizlilar, bazi hediye ve armaganlarla Kaptan Pasa'ya geldilerse de bu, kalenin zaptina mani olamadi. Zira Pâdisah'in bu konudaki emri kesindi. Bu sebeple 24 Ramazan 973 (14 Nisan 1566 )'da Sakiz'a gelen Piyâle Pasa, kan dökmeden adayi zapt edip onu bütünüyle Osmanli hâkimiyetine alir. Buraya muhafizlar koyan Piyâle Pasa, büyük kiliseyi de câmi haline getirmisti. Böylece Ceneviz, Ege'deki son kolonisini de kaybetmis oluyordu. Türklerin adayi ele geçirmesi, Katolik Cenevizlilerin tazyiklerinden sikâyetçi olan yerli Rumlar tarafindan sevinçle karsilanmisti. Böylece Sakiz Adasi da diger komsu adalar gibi Osmanli hâimiyetinin sagladigi müsamaha havasindan faydalanmistir.

Sakiz Adasi'nin artik bütünüyle Osmanli hâkimiyetine girdigi haberini alan Kanunî, "eyü tedarük olunmus" diyerek memnuniyetini izhar etmisti. Piyâle Pasa'ya gönderilen hükümde ise, Sakiz'in bir sancak halinde Kaptanpasa eyâletine ilhaki uygun görülmüs ve buranin sancakbeyligi Kirsehir Beyi Gazanfer Bey'e 50.000 akça terakki ile tevcih olunmustu. Ayrica Sakiz'in tahriri yapilarak buranin gelirleri ile nüfusu tesbit edilmisti. Bu esnada Sakiz'in ileri gelenleri Istanbul'a gönderilmisti.

Sarax
09-19-2008, 13:41
HIND OKYANUSU SULARI

Bilindigi gibi Kanunî dönemindeki deniz harekâti, sadece Akdeniz'le sinirli kalmamis, ayni zamanda Hint Okyanusu ve kollarinda da devam etmistir. Bu dönemde, Isâm dünyasinin mümessili olarak bir cihan devleti haline gelmis bulunan Osmanli Devleti'nin, o günün ulasim ve teknik imkânlarina göre çok uzak olan bu sularda bulunmasinin bazi önemli sebepleri vardi. Bunun için burada hem bu sebepleri, hem gelismeleri, hem de bu seferlerin sonuçlarini gözler önüne sermeye çalisacagiz. Böylece Osmanlilarin o kadar uzak olan bölgelere niçin ve hangi gâye ile gittiklerini daha iyi kavramis olacagiz.

XV. asrin meshur denizcileri olarak bilinen Ispanyol ve Portekiz gibi iki Hiristiyan devletin, dayanikli gemiler insa ettikleri ve cografî kesiflerde önemli adimlar attiklari bilinmektedir. Bu kesifler, Osmanli Deveti'ni yakindan ilgilendiriyordu. Gerçekten, Portekiz'in Hind Okyanusu'na açilmasi bir tesadüf eseri olmayip, Rahib John'un ülkelerini ve baharat memleketlerini kesfetmek gâyesiyle 7 Mayis l487'de bu bölgelere seyahata çikan Portekizli maceraperest Joâo Peres de Covilhâo'nun raporlarinin bir sonucudur. Bu bakimdan Portekizlier'in Hind denizine açilmalarini basit tesadüflere baglamamiz mümkün degildir. Onlarin bu hareketleri, Müslümanlara karsi "Haçli Ruhu", Afrika'daki "Guinea" altinina erisme ve Dogu'da Hiristiyanligi temsil eden efsanevî Joâo Peres de Covilhâo ile Dogu'daki baharatin menseini bulma gibi sebeplere dayaniyordu. Bu dönemde Hindistan sularina gelen Portekizliler, Gao'yu ele geçirerek Kizildeniz'de faaliyete geçtikleri gibi Mekke'nin limani durumundaki Cidde'yi de tehdid etmeye baslamislardi. Bu esnada onlar, Dogu mallarinin Akdeniz'e ulasma merkezlerine hâkim olmuslardi. Hatta, ticaret gelirlerinin azalmasi yüzünden Memlûk Devleti ile Portkizliler arasinda mücadeleler baslamisti. Bu mücadelede esnasinda Memlûk Deveti'nin, Osmanlilar'dan yardim talebinde bulundugu ve Sultan II. Bâyezid'in yardim için buraya Selman Reis'i gönderdigine daha önce temas edilmisti.

Memlûk Devleti'nin merkezi durumundaki Misir'in, Osmanli hâkimiyetine girmesi üzerine Portekizliler ile Osmanliar, bu uzak denizlerde karsi karsiya gemis oluyorlardi. Osmanlilarin hedefi, hem Cidde'yi Portekiz tehdidinden kurtarmak hem de neredeyse tamamen kapanma durumuna gelen klasik baharat yolunu yeniden eski durumuna getirmekti. Bu hedefe ulasabilmek için de Portekiz nüfuzunun kirilmasi gerekiyordu. Bu da ancak Süveys'te güçlü bir donanmanin kurulmasi ile mümkündü. Iste bunun içindir ki, Ahmed Pasa'nin isyani üzerine Misir'a gelen Ibrahim Pasa, Süveys limani merkez olmak üzere l525'te bir Misir kapudanligi kurmustu. Daha önce Yemen'e gidip burada Osmanli hâkimiyetinin yerlesmesinde mühim bir rol oynamis bulunan Selman Reis, Misir'a gelen Ibrahim Pasa'ya, Yemen'in ahvali hakkinda tafsilatli bilgiler verir. Bundan sonra l525'te Süveys'te yeni Cidde Beyi Hüseyin er-Rumî ( = Anadolu'lu ) tarafindan hazirlanan 20 kadirgadan ibaret bir Türk filosuyla Yemen ve Aden taraflarina gider. Ayni zamanda iyi bir gözlemci olan Selman Reis, l0 Saban 93l (l0 Haziran l525) de Kizildeniz'deki limanlar ile Portekizlilerin Hindistan'da sahip olduklari kalelerin, -Sumatra ve Malaka dahil- bütün bu bölgenin ticarî durumunu belirten bir layiha da kaleme alir. l. Hadim Süleyman Pasa'nin Hind Seferi Peçevî (Peçuylu) tarihinde buunan bir kayda göre Süleyman Pasa, Misir'daki ilk valiligi esnasinda Yemen ve Aden'e sefer yapmayi tasarliyor ve bunun için hükümeti iknaya çalisiyordu. 937 ( l530 )'de kendisine bu müsaade verilerek malzemesi, Misir haricinden getirilmek suretiyle Süveys'te 80 kitalik bir donanma hazirlanir. Fakat Bagdad seferi sirasinda baska göreve tayin edilerek yerine Hüseyin Pasa getirildiginden sefer akamete ugrayip basarisiz olur.

Gerçi Ibrahim Pasa, Portekizlilerin faaliyetlerine engel olmak için daha önce Yemen ve Hind denizlerine kuvvet gönderme karari alarak Selman Reis'in idaresine verdigi l9 gemilik bir Osmanli filosunu Hind denizine göndermisti ki bu, Osmanlilarin ilk fiili Hind seferi oluyordu.

Kanunî'nin, Irakayn seferinden sonra ikinci defa Misir valiligine getirilen Süleyman Pasa, Kizildeniz ve Hind ticareti ile yakindan ilgilenmekte idi. Bu esnada Hindistan'da bulunan Gücerat ve Kalküta gibi Müslüman hükümetler, Portekizliler'e karsi Osmanlilar'dan yardim istemislerdi. Bunun üzerine Hind denizinde rol oynamaya namzed bulunan Osmanlilar, bu talebi bir vesile saydilar. Bunun içindir ki, Hadim Süleyman Pasa ikinci sefer Misir valisi olunca, Süveys tersanesinde Cenovali deniz insaiye mühendisleri nezaretinde insa edilmis olan 74 gemiden ibaret bulunan donanma, Gücerat üzerine hareket etmek üzere 22 Haziran l538'de Kizildeniz'e açilir. Önemli bir ticaret merkezi oldugu kadar stratejik konumu itibariyle de mühim bir sehir olan Aden, 27 Temmuz'da ele geçirilip Osmanli hâkimiyetine idhal edilir.

Aden'den hareket eden ve Akdeniz sartlarina göre hazirlanmis yelkenli gemilerden ziyade kürekli "galley"'lere dayanan Osmanli donanmasi, l9 günlük bir yolculuktan sonra Hindistan sahillerine varir. Gokala ve Kat kalelerine hücum edilerek buralar kolayca zaptedilir. Portekizlilerin bu kitadaki en büyük ve müstahkem kalelerinden biri olan Diu (Dev) kalesi önüne gelinerek karaya asker ve toplar çikarilarak kale muhasara edilir. Bu esnada Süleyman Pasa, yerlilerin kendisini destekleyecegini ümid ediyor ve kaleyi onlarin da yardimiyla kolayca zaptedebilecegini düsünüyordu. Halbuki hükümdar Bahadir'in halefi olan Gücerat'in yeni hâkimi Mahmud Sah, böyle düsünmedigi gibi Osmanlilara karsi samimi hisler de beslememekteydi. Bununla beraber karadan ve denizden sikistirilan Diu, toplarla dövülmeye baslanir. Diu'yu savunanlar iç kaleye siginmak zorunda kalirlar. Tam bu sirada Süleyman Pasa, gerekli yardimi görmedigi ve Portekiz donanmasinin gelmekte oldugu haberini alinca kusatmayi kaldirir. Bunda Mahmud Sah'in da büyük rolü olmustu. Bu arada geri dönen Süleyman Pasa, Yemen taraflarinin asayisi ile mesgul olur.

Misir'in ilhaki üzerine Osmanli hâkimiyetini kabul eden Zebid hâkimi Barsbay'in ölümünden sonra yerine geçen Iskender Bey ve onu öldüren Nâhuda Ahmed, Osmanli hâkimiyetini tanimamislardi. Hadim Süleyman Pasa, Muha önlerine gelir gemez Nâhuda Ahmed'i yanina çagirir. Fakat o, yapilan bu dâveti bazi bahaneler ileri sürerek nazikçe reddeder ve " Biz bu memleketi kilicimizla feth ettik. Elimizden almak isteyen varsa gelsin kilici ile alsin" der. Bununla beraber Süleyman Pasa'nin Nâhuda Ahmed'e göndermis oldugu kethüdasi Süeyman Aga, onunla bir anlasma yapar. Buna göre Nâhuda Ahmed her yil l.000.000 akça vergi vermek sartiyla Zebid Beyligi'nde kalacaktir. Böylece Hadim Süleyman Pasa'nin direktifi geregince Nâhuda'yi güzellike Osmani hâkimiyeti altina sokan Süleyman Aga, ona hil'at, sancak ve berat vererek geri dönüp Muha'ya gelir. Fakat çok geçmeden Nâhuda Ahmed, Süleyman Pasa kuvvetlerinin Yemen'den ayrilir arilmaz anlasmayi bozacagini söyler. O, bununla da kalmayacak Aden kalesini bile alacagini söyleyecektir. Bunu haber alan Süleyman Pasa, donanma ile Kamaran adasina gelip Salif iskelesine asker çikarir. Bu esnada Nâhuda Ahmed, Türk, Arab ve Habeslilerden meydana gelen ordusunu Süleyman Pasa üzerine sevk ettiyse de bir sey yapamayarak Zebid'e çekilir. Hadim Süleyman Pasa 5 Sevval 945 (24 Subat l539)'da müsait sartlar altinda kolayca Zebid'e girer. Nâhuda'yi Divan-i Âlî'de muhakeme ettikten sonra idam ettirir. Böylece l9 Sevval 945 (6 Mart l539) Cuma günü Pâdisah adina hutbe okutturarak Zebid vilayetini ve bütün mülhakatini Osmanli topraklarina kattigini ilan eder.

Osmanli donanmasinin kudretini göstermesi bakimindan bu ilk Hind seferi, Portekizliler'e büyük bir korku salmisti. Hadim Süleyman Pasa, Özdemir Bey'i Habesistan'a göndermis, böylece buraya (Habesistan) ait olan kisim hariç, Bâbu'l-mendeb'e kadar olan denizin iki tarafina hâkim olunarak, Dogu ticareti için Portekizliler'le yeni bir mücadele sahasi açilmis oluyordu. 2. Habesistan Seferi Osmanlilar, Aden ve Zebid'in zaptindan sonra Yemen'deki hâkimiyet sahalarini genisletmeye çalisirlar. 952 senesinin Zilkade ( Ocak l546) ayi ortalarinda Mustafa Nessar Pasa'nin yerine Yemen'e tayin olunan Üveys Pasa, Zeydiyye ailesi arasindaki ihtilaftan istifade ile Taiz'i zapteder. Sehrin muhafazasi için adamlarindan birini burada birakip kuvvetleriyle San'a üzerine yürür. Bu esnada yolu üzerinde bulunan kale, iskele ve geçitleri de ele geçirir. Bu basarili harekât esnasinda Mutahhar'dan da yardim görür. Böylece bölgeyi kontrolü, halki da hâkimiyeti altina alir. Ancak yerliler bu disiplinden sikilirlar. Bu yüzden ondan kurtulmayi düsünürler. Pehlivan Hasan adindaki levendin tahrikleriyle ve ulûfelerini istemek bahanesiyle meydana gelen isyan esnasinda, San'ay'i almaya giden Pasa, Habban vadisinde konakladigi ve gece yatip uykuya daldigi zaman katledilir. Bu olaydan sonra Üveys Pasa'nin yerine tayin edilen Ferhad Pasa, Aden ve çevresindeki isyanlari bastirip sükûneti tesis edecektir. Bu arada Yemen'e gelen Özdemir Pasa da l547'de San'a'yi ele geçirerek Ferhad Pasa'nin yerine Yemen Beylerbeyi olur. Özdemir Pasa, Yemen'de önemli isler basarmis, Üveys Pasa'nin katillerini bulup cezalandirmistir. l554 yilinda azledilince Istanbul'a gelen Pasa, Pâdisah ile görüstükten sonra Habesistan'a gönderilmistir.

Misir'a gelir gelmez asker toplayan Özdemir Pasa, l555'te harekete geçerek Nil nehrinden güneye dogru ilerler. Bu hareketinde o, Said bölgesindeki Sallal mevkiine kadar gelir. Bu arada tekrar Istanbul'a dönerek Habes beylerbeyligi'nin kurulmasini saglar. Bunun üzerine Resmen Habes Beylerbeyi olan Özdemir Pasa, Misir'da toplanan kuvvetlerle önce Sevakin'e oradan da Massava'ya hareket eder. Burasi l557 yilinda alinmis, bunu takiben Habes Kralligi'nin önemli limanlarindan biri olan Arkiko da ele geçirilmistir. Bundan sonra iç kesimlerde önemli bir merkez olan Tigre l558'de zaptedilmistir. Debrava adli mevkii üs yapan Özdemir Pasa, l560 yilinda burada vefat eder. Böylece, Özdemir Pasa'nin çabalari sonucunda bugünkü Eritre ile Habesistan'in kuzeybati bölgesi Osmanli hâkimiyetine girmis oluyordu.>3. Umman Denizi'nde Osmanli - Portekiz Mücadelesi ve Pîrî Reis Hadim Süleyman Pasa'nin Hind seferinden sonra Portekizlilerle olan mücadele devam etmisti. Bu arada, Haci Mehmed adinda birinin oglu olan Pîrî Reis, Kemal Reis'in yegenidir. Denizcilige nasil basladigi kesin ve tam olarak bilinemeyen Pîrî Reis, l547 yilinda Hind kaptanligina getirilir. Pîrî Reis, amcasi (veya dayisi) Kemal Reis'in vefatini muteakip bir müddet Barbaros'un yaninda bulunduktan sonra, Ibrahim Pasa ile birlikte Misir'a gider. Kaptanliga getirildigi sirada yasi bir hayli ilerlemisti. Bu siralarda Portekizliler Cidde'yi isgal etmek istedilerse de buna muvaffak olamazlar. Bununla beraber Aden'i ele geçirip Kizildeniz'in çikisini kontrol altinda bulundurmak istiyorlardi. Fakat Pîrî Reis komutasindaki Osmanli donanmasi 3 Subat l549'da Aden'i tekrar geri alacaktir. Gerçi Portekizliler, Yemen'deki Osmanli tahkimatindan ve Basra ile Lahsa bölgelerinin Osmanli hâkimiyetine girmesinden de endise ediyorlardi. Keza onlar, Basra körfezine giris ve çikisi kontrol eden Hürmüz'ün de Osmanli idaresine girmesinden korkuyorlardi. Bu arada Katif'in Osmanli idaresine geçmesi,Portekizliler'i harekete geçirir. Bunun üzerine l550'de Katif'i sikistirip aldilarsa da Basra üzerine tertipledikeri sefer tam bir hezimetle sonuçlanir.

l552 senesi Nisan'inda 24 kadirga (veya 30 kadirga ), 4 kalyon (barça) ve 850 askerden mütesekkil donanma ile Süveys'ten hareket eden Pîrî Reis, önce Cidde'ye ve Babu'l-mendeb'ten Aden'e, oradan da Maskat limanina gelir. O esnada Portekizlilerin elinde bulunan Maskat, alti günlük bir kusatma sonucunda ele geçirilir. Maskat'in alinmasindan sonra l9 Eylül l552'de Hürmüz kalesi kusatilir. Bununla beraber, Portekiz Genel Valisi'nin büyük bir donanma ile geldigini ögrenen Pîrî Reis, muhasarayi kaldirip Basra körfezine çekilir. Portekiz donanmasi, Basra körfezinin agzini kapatarak onun çikmasina engel olmaya çalisir. Pîrî Reis, elindeki askerlerin dagilmasi üzerine emrindeki üç gemi ile Portekiz ablukasini yarmaya çalisir. Bu yarma hareketini basarili bir sekilde gerçeklestiren Pîrî Reis, iki gemi ile Misir'a ulasir. Ancak aralarinda anlasmazlik bulunan Basra Beylerbeyi Kubad Pasa'nin, onun hakkinda çikan söylentileri Istanbul'a bildirmesi üzerine basarisizligi bahane edilerek Kahire'de idam edilir. Bazi kaynaklar onun ölüm tarihini 962 (l554 - l555) yili olarak kabul ederlerse de, bu tarihin 960 (l552 - l553) olmasi daha büyük bir ihtimaldir. Ölümünden sonra Pîrî Reis'in pek çok serveti çikmisti. Bütün serveti devlet hazinesi adina alinmisti. Onun ölümünden sonra Hürmüz'den bir hey'et, Istanbul (veya Misir)'a gelerek, Pîrî Reis'in bura halkina eziyet edip mal ve servetlerini müsadere ettigini, bu yüzden onun malini almalari gerektigini ileri sürmüs ise de hey'etin bu iddialari kabul edilmemistir.

Pîrî Reis, büyük bir deniz komutani oldugu kadar, devrinin mühim haritacisi ve denizci müelliflerinden biridir. Açik fikirli ve ögrenme arzusuna sahip bir kimse oldugundan, daha ilk dönemlerinden itibaren gördüklerini kaydetmis, deniz haritaciligi ve cografyasina dair eline geçen eser ve haritalardan da istifade etmekten geri kalmamistir. Böylece topladigi bilgilerin önemli bir kismi ve bunlara dayanarak yazdigi eser (Kitab-i Bahriye) ile yaptigi haritalar, ilim tarihinde mühim bir yer isgal eder. 4. Seydi Ali Reis'in Hind Kaptanligi Mâcerali Hindistan seyahati ve deniz cografyasina ait eserleriyle söhret kazanmis bir Osmanli denizcisi olan Seydi Ali Reis, Galata'daki "Dâru sina-i Âmire" kethüdasi olan Hüseyin'in oglu olup XVI. asrin baslarinda dogmustur. Aslen Sinop'lu olan büyük babasi da Fâtih Sultan Mehmed zamaninda Galata tersanesi kethüdaligi yapmisti. Seydi Ali, bu aile meslegini devam ettirerek küçük yasta tersane hizmetine girmis, Rodos'un zaptindan (l522) baslayarak, donanmanin Akdeniz'deki bütün faaliyetlerine katildigi gibi, Barbaros Hayreddin'in maiyetinde savaslara da istirak etmisti.

Murad Reis'in kaptanligindan sonra Basra'da mahsur kalan Süveys donanmasini getirmek için kaptan olarak tayin edilen Seydi Ali Reis, 960 (l553)'da Haleb yolu ile Basra'ya gelir. Tecrübeli bir denizci olan Seydi Ali Reis, burada l5 gemiden mürekkeb donanmanin hazirlik ve ikmali ile mesgul olur. Portekiz donanmasinin durumunu arastirdiktan sonra 2 Temmuz l554'te Basra'dan hareket ederek Katif (Bahreyn)'e gelir. Donanma Basra'dan hareketinin kirkinci günü Umman sahillerinde yirmi bes veya yirmi sekiz mevcudlu bir Portekiz donanmasi ile karsilasir. Meydana gelen muharebede Portekizliler bir gemilerini kaybederler. Bunun üzerine gecenin karanligindan istifade ile kaçan Portekiz donanmasi Hürmüz'e çekilir.

Yoluna devam eden Türk donanmasi, Maskat limanina yaklastigi sirada otuz iki (veya otuz dört) gemiden mürekkeb baska bir Portekiz filosu ile karsilasir. Iki taraf arasinda meydana gelen siddetli çarpismalara ragmen kesin bir sonuç alinamaz. Iki ordu savastan sonra birbirlerinden ayrilirlar. Bu esnada Seydi Ali Reis'in donanmasi firtina yüzünden rotasindan çikarak Iran ve Belücistan sahillerine dogru sürüklenir. Firtina yüzünden sürüklenen donanma, Müslüman bir levend gemisinin kilavuzlugunda Güvader limanina gelir. Buranin hükümdari olan Celâleddin b. Dinar bunlara ikramda bulunup ihtiyaçlarini karsilar. Kendilerine çeki düzen veren Seydi Ali Reis'in donanmasi batiya dogru hareket etmek üzere buradan ayrilir. Bu sefer de kuvvetli bir firtina çikarak donanmayi Hindistan sahillerine dogru sürükler. Günlerce deniz üzerindeki tehlikelerden sonra Diyu, Gücerat ve Surat taraflarina gelinir. Donanmada artik harb edecek kudret kalmamisti. Seydi Ali Reis, karaya çikip harp gemileri ile techizatindan kalmis olanlari ve birkaç topu Surat limaninda Gücerat Sultani'nin valisi bulunan Receb Han'a biraktiktan sonra arzu eden askerleri de onun hizmetine vererek kendisi elli kadar arkadasiyla Istanbul'a gelmek üzere karadan yola çikar. Sind, Hind, Zabulistan, Bedahsan, Maveraünnehr, Harezm, Horasan ve Iran'dan geçerek Anadolu üzerinden üç senede Istanbul'a ulasir. O sirada Pâdisah'in Edirne'de bulunmasindan dolayi oraya giderek Kanunî'nin katina çikan Seydi Ali Reis, Kanunî ile Rüstem Pasa'nin iltifat ve ihsanlarina mazhar olur. Seksen akça yevmiye ile hünkâr müteferrikasi oldugu gibi arkadaslarina da ikramlarda bulunulur. O, bu seyahattan bahs ile kaleme aldigi "Mir'atu'l-Memâlik "isimli eserini Kanunî Sultan Süleyman'a takdim eder.

Bir denizci olarak hakli bir söhret kazanmis olan Seydi Ali Reis, telif ettigi eserlerle de bir ilim adami oldugunu göstermistir. Nitekim, gemilerin sevk ve idaresi, deniz cografyasi ve astronomiye dair olan eserleri kendisine bu sahada hakli bir söhret kazandirmislardir.

Görüldügü gibi Seydi Ali Reis de donanmayi geri getirememis, bir taraftan Portekizliler'le diger taraftan da Hind Okyanusu'nun firtinalariyla mücadele etmek zorunda kalmisti.

Seydi Ali Reis'ten sonra Süveys kaptanligi Kurdoglu Hizir Reis'e verilmisti. Bu siralarda Portekizliler, Hind denizindeki adalari ele geçiriyor ve özellikle dogudan gelecek telikelere karsi Hind Okyanusu'ndaki adalari zapt ediyorlardi. Bu adalardaki devletler içinde en güçlüsü Açe Islâm Devleti olup Sumatra adasiyle Malaka yarimadasinda hüküm sürüyordu. Açe hükümdari Sultan Alaeddin, Portekizliler'in, buralari almak istemeleri üzerine, o siralarda donanmalari Hind sularina kadar gelmis olan Osmanli Devleti'nden yardim istemek üzere 972 ( l565 )'de Istanbul'a elçi göndermisti.

Sultan Alaeddin, Osmanli hükümdarindan top, tüfek ve askerle kendisine yardim edilmesini diliyordu. Elçinin gelisi, Sultan Süleyman'in Sigetvar seferine ve ölümüne tesadüf etmisti. Elçilik heyeti iki sene kadar Istanbul'da kalir. Osmanli Devleti, bu Müslüman devletin müracaatini kabul edip Süveys'teki donanma ile yardima karar verir. Böylece yirmiden fazla gemi ile Süveys kaptani Kurdoglu Hizir Reis bu ise memur edilir. Istenilen malzeme ile gemi yapan ve top döken ustalar da gemilere bindirilerek denize açilmak üzere iken Yemen'de bir ayaklanma olur. Zeydî Mezhebi'nin imami Mutahhar isyan ederek San'a ile birlikte Yemen'in önemli bir bölümünü ele geçirdiginden Kurdoglu Hizir Bey, Yemen serdari Sinan Pasa'nin maiyetinde Yemen'deki isyani bastirmakla görevlendirildiginden Açe seferi geri kalmis olur. Bununla beraber Açe Devleti'ne gönderilmesi gereken harp levazimi ve gemi insa edip top dökebilen san'atkârlar iki gemi ile sevkedildiler. Bunlar, Açe Islâm Devleti'nin hizmetine girip orada yerlestiler.

Osmanlilarin, XVI asrin ikinci yarisinda bu uzak denizlerdeki faaliyetleri, Portekizlilerin bölgedeki hâkimiyetlerine karsi büyük bir engel teskil etmistir. Hatta bu faaliyetler sonucunda baharat ticaretinde bir canlanma oldugu gibi Kizildeniz ile limanlari, Portekiz hegemonyasindan da kurtulmuslardi. Bu da Osmanlilarin Kizildeniz ve Basra körfezinde önemli noktalara hâkim olmaya basadiklari l540 tarilerinden itibaren baslamisti. Basra ve Kizildeniz'e gelen sayisiz kervanlar, Akdeniz ticaretini canlandirmis, Haleb, Trablussam, Iskenderiye ile Kahire gibi liman ve sehirler gittikçe gelisme göstermislerdir. Portekiz baharat ticareti ise çok gerilemis, buna karsilik Osmanli gümrük gelirlerinde büyük artislar meydana gelmistir. Bu esnada Sumatra'daki Açe Sultanligi'ndan bol miktarda baharat Kizildeniz'e akmis, Portekizlilerin buna mani olmak için l554 - l559 yillarinda Kizildeniz'de faaliyet göstermeleri onlar açisindan önemli bir sonucun saglanmasina yetmemistir.

Sarax
09-19-2008, 13:41
KANUNî'NIN SON DÖNEMLERI

Saltanat hususunda kendisi ile rekabet edecek kardesleri bulunmayan Kanunî Sultan Süleyman, hükümdarigini yarim asra yakin bir sürede zaferlerle süslemis, ordusunun basinda hem batiya hem de doguya seferlerde bulunmus ve son seferinde ordusunun komutani olarak muharebe sahasinda vefat etmistir. O, söhretini sadece seferleri ve bunlarin sonucu olarak kazandigi zaferleriyle degil, ayni zamanda tedvin ettirip vaz' ettirdigi kanunlarinin, devlet teskilâtini ve ordusunu zamanin ihtiyaçlarina göre tanzim etmesiyle de kazanmisti. Bu bölümde biz, onun son seferi, vefati ve sahsiyeti hakkinda kisaca bilgi vermeye çalisacagiz.l. Kanunî'nin Son Seferi ve Ölümü 970 (l562) Osmanli - Avusturya muahedesinden hemen sonra iki devlet arasindaki hudud boylarinda yeni karisikliklar çikar. Avusturyalilar'in Seçen'e karsi hücuma geçmeleri üzerine Budin ve Timasvar beylerbeyleri de Samos nehri civarindaki bazi sehirlere karsi harekete geçerler. Bu esnada Avusturyalilar l563'te Kostanoviç'e kadar ilerlerler. l564 'te Imparator Ferdinand ölünce yerine oglu II. Maximilien geçince Osmanlilar anlasmanin yenilenip yenilenmeyecegini anlamak ve cülusu tebrik etmek için Bali Çavus'u gönderirler. Bu esnada Erdel'de yine karisikliklar bas gösterir. Avusturyalilar Erdel'e asker gönderirler. Buna karsilik Budin Beylerbeyi Yahya Pasazâde Arslan Pasa, Erdel'e 6.000 kisilik bir yardim kuvveti gönderir.

Harp taraftari olmayan Semiz Ali Pasa'nin vefati üzerine 27 Haziran l565'te Sokullu Mehmed Pasa'nin vezir-i a'zam olmasi, Avusturya'ya karsi harp ilani fikrini kuvvetlendirir. Sokullu, Avusturya elçisine, Tokaj ile Szerencz'in iade edilmesini ve verginin ödenmesini, barisin yenilenmesinin bunlara bagli oldugunu bildirir. Bütün bu görüsmeler bir sonuç vermediginden 9 Sevval 973 ( Nisan sonu l566 )'da Avusturya'ya karsi harp ilan edilir.

Sarax
09-19-2008, 13:41
SIGETVAR SEFERI

Bu sefer, artik iyice yaslanmis bulunan Kanunî Sultan Süleyman'in baskomutan olarak ordusunun basinda istirak ettigi on üçüncü ve sonuncu seferidir. Pâdisah, Sigetvar ve Egri kalelerinin fethi ile Macaristan'daki mukavemet yuvalarini dagitmak istiyordu. Ayrica yeni vezir Sokullu'nun tesiriyle bu sefere bizzat çikmak ve böylece l0 yildir sefere çikmamasini tenkid edenleri de susturmak niyetinde idi. Bu siralarda Sultan Süleyman'in yasi yetmis üçü (73) bulmustu. Hem yasli, hem bazi hastaliklara duçar olmus, hem de ayaginda aileden gelen bir hastalik olan "Nikris" vardi. Bu sebeple yürümekte zorluk çektigi için bazi yerlerde araba, bazi yerlerde de tahtirevan ile gidiyordu. Fakat kasabalara girilecegi sirada dinçlik ve zindelik gösterip halk üzerinde iyi bir tesir birakmasi için ata biniyordu.

Hükümdar bizzat sefere çikmadan iki ay evvel Ikinci vezir Pertev Pasa'yi Timisvar hududunda bulunan Gyula (Göle)'yi zaptetmek üzere gönderir. Harp planina göre, Erdel ve Hirvatistan taraflarina taarruzla bütün bir Tuna bölgesi zaptedilerek, Komarom üzerine yürünecek ve Avusturyalilar Viyana'ya dogru çekilmeye zorlanacakti.

l Mayis l566'da son seferi için Istanbul'dan hareket eden Kanunî, biraz önce temas edilen yürüyüs sekli ile l9 Haziran'da Belgrad'a, oradan da Zemlin (Zemin, Zemun)'e geldigi sirada Janos Zsigmond, kuvvetleriyle birlikte orduya katilir. Bu arada Budin Beylerbeyi, Palota kalesi üzerine basarisiz bir harekâtta bulunurken Avusturya kuvvetleri de Tata ve Vesprim'i alarak büyük bir katliam yapmislardi. Osmanli ordusu dogru Sigetvar üzerine yürür. Kale muhasara edilerek toplarla dövülür. Kaleyi savunan Kont Zirinyi Miklos, bütün gücü ile müdafaada bulunur. Arka arkaya yapilan ve bir sonuç alinamayan basarisiz hücumlar karsisinda yasli hükümdar üzülmekte ve "... bu kal'e benüm yüregüm yakmisdur, dilerüm Hakk'dan ateslere yana..." diye hislerini izhar etmekteydi. Nihayet 2l Safer 974 ( 7 Eylül l566 )'de kale alinmis, Kont Zirinyi de yakalanarak idam edilmisti. Bu arada Vezir Pertev Pasa komutasinda Erdel beyi'ne yardim etmek üzere gönderilen kuvvetler de bazi kaleleri feth etmislerdi.b) Kanunî'nin Vefati Sigetvar kalesi hücumlari devam ederken yetmis üç yasinda ordusunun basinda on üçüncü seferini yapmis olan Gazi Sultan Süleyman, 6 Eylül'ü 7 Eylül'e baglayan gece (20 Safer 974) sabaha dört saat kala vefat eder. Sigetvar'in fethini büyük bir sabirsizlikla bekleyen Hünkâra bu fethi görmek nasib olmayacakti. Bununla beraber onun vefatinin ertesi günü kale feth olunmustu. Sokullu Mehmed Pasa, henüz düsman karsisinda bulunulan bir zamanda ölüm haberinin açiklanmasini tehlikeli bulmustu.

Sokullu, Pâdisa'in ölüm haberini alir almaz, diger vezir ve yetkilileri haberdar etmeden sadece kendi kâtibi olan Feridun Bey'e (Münseâtu's-Selâtin müellifi) haber vermis ve derhal Kütahya Valisi Sehzâde Selim'e, Hasan Çavus adinda bir divan çavusu ile mektup gönderip acele ordugâha yetismelerini bildirmisti.

Hasan Çavus giderken gerçekte asil meselenin ne odugunu bilmiyordu. Sadece Haleb beylerbeyligine tayin olunan bir pasaya müjdeci olarak gönderildigini ve geçerken de bu mektubu Sehzâde Selim'e vermeye memur oldugunu zannediyordu. Bu esnada Selim, Siçanli sahrasinda yaylada bulunuyordu. Hasan Çavus buradan geçerken vezir-i a'zamin mektubunu sehzâdeye verip agizdan da Sigetvar fethi haberini ile Pâdisah'in sihhat ve afiyette oldugunu söyleyip geçecekti.

Vezir-i A'zam bir taraftan Otag-i Humâyunda, yazisi Pâdisah'in yazisina benzeyen Silahtar Cafer Aga'yi oturtup onun yazisiyla degisik islerle ilgili Hatt-i Humayûnlar gönderterek Pâdisah hayatta imis gibi hareket ederken, diger taraftan merhum Pâdisah'in na'sini Otag-i Humayûn'da yikatip vefat haberine vâkif olan tabip Keysûnîzâde, Pâdisah imami Dervis ve rikabdar Mustafa, Musa ve Hasan Aga'lar ile tamami l2 kisiden mürekkeb bir cemaatla namazini kildirir. Bundan sonra iç organlarini çikartip orada gömdürmüs, cesedi de ilaçlatir. Bu ameliyeden sonra, cesedi kokulu bez ve musambalara sarip bir tabuta koyar. Bu tabutu da Otag-i Humayûn'daki tahtin altina gizler.

Sokollu Mehmed Pasa, Sigetvar'in fethinden sonra vezirleri Kanunî'nin vefatindan haberdar eder. Böylece Pâdisah'in vefat haberinden belli ve muayyen bir zümrenin haberi olur. Vezir-i A'zam, bu tehlikeli durumun yayilmasini önlemek için elde edilen zaferden dolayi etrafa fetihnâmeler gönderiyor, kaleyi tamir ettirip içine asker ve silah koydurtuyor, fetih münasebetiyle ilk gün Otag-i Humayûn'da ikinci gün de kendi çadirinda mevlidler okutturuyor, senlikler tertipliyor ve Sigetvar kilisesini tamir ettirerek câmie çevirdikten sonra Pâdisah'in Cuma namazina çikacagini ilan ettiriyordu. Birkaç gün sonra da nikris illetinden fazla rahatsiz olan Gâzi Hünkâr'in namaza çikamayacagini yaydiriyordu. Bu arada asker arasinda henüz fisilti halinde dolasan söylentileri de bertaraf etmek için sanki hiç bir seyden haberi yokmus gibi orduda dellallar gezdirip Divan-i Humayûn toplantisinin yapilacagini ilan ettirirmek suretiyle dedikodulara son verdirir. Bu konuda da Yeniçeri Agasi ile görüsen Vezir-i A'zam, o ve diger üyelerle söz birligi ederek sanki gerçek divan toplanmis gibi askere verilecek terakkilerden ve Pâdisah'in onlara yaptigi hayir dualardan onun agzindan söylüyormus gibi tekrarlar.

Sokollu, ordunun Belgrad'a hareketi esnasinda da Kanunî'nin ölümünü gizlemis, hatta arabaya ona çok benzeyen birini bindirerek, pâdisahmis gibi saga sola selam verdirerek askerin süpelerini gidermeye çalismisti. Nihayet, hafizlarin arabanin etrafinda Kur'an okumaya baslamalari üzerine hükümdarin vefat ettigi anlasilarak feryadlar baslamistir. Sokollu, askeri yatistirmaya muvaffak olmustu. Ordu, Belgrad'a ulastiktan sonra babasinin yerine Osmanli tahtina geçmis bulunan II. Selim'in otagi önünde cenaze namazi kilindiktan sonra tabut Istanbul'a gönderilmis ve buradan da 28 Kasim l566'da cenaze namazi tekrarlanmistir.2. Kanunî Sultan Süleyman'in Sahsiyeti ve

Yaptigi Hayir Eserleri 26 Yasinda tahta geçip 46 yil hüküm süren Kanunî Sultan Süleyman'in bu uzun saltanati sirasinda Osmanli Devleti, üç kitada hâkimiyet tesis eden bir cihan devleti haline gelmisti. Onun döneminde Osmanli ordulari Asya, Avrupa ve Afrika kitalarinda birçok muharebeler yapmis, kazanilan zaferlerle devlet arazisi üç kita üzerinde büyük bir genisleme kaydetmistir. Bizzat kendisi birçok sefere istirak ederek ordunun yüksek komutasini üzerine aldigi gibi devletin genisleme ve yükselmesinde de büyük bir hisseye sahiptir. Onun döneminde kazanilan siyasî basarilar, ekonomik ve sosyal yapiyi belirlemis, hukuk ve adalet prensipleri ön plana çikmistir. Ordunun intizami, teknik gücü ve disiplini gibi bütün müesseseleriyle devlet, çaginin en büyük devleti haline gelmistir. Hak ve adâlete verdigi önemden dolayi halk tarafindan sevilen Kanunî, ordusu tarafindan da ayni nisbette sevilmekte idi. Nitekim, ordusunun intizamina ve askerin terakkisine dair mühim ve esasli kanunlar koymus olmasi da onun ordu tarafindan sevilmesine sebep olmustu. Eyyûbî, onun tebeasi olan bütün insanlar için sergiledigi adâleti su ifadelerlerle nazmen günümüze ulastirmaya çalismistir:

"Adâletle görür âlemde dâdi

Cihan halkina hem oldur muradi

Cihan halkina adlidur sifa-bahs

Cemâli âlemde oldi safa-bahs



Saâdet tacinun sâhib kemâli

Adâlet mihri sen göster cemâli

Geçelden tahta ol sâhib saadet

Reâyâ hayli gördiler riâyet



Deminde yokdurur hiç kibr u kine

Meger Müslimle kâfir birbirine

Reâyâ adlün ile bagladi üns

Cemâlin cilve-gâh-i gül-sen-i kuds."

Hareket ve davranislarinda vakar sahibi olan Kanunî, uzun boylu, uzunca boyunlu, yuvarlak yüzlü, ela gözlü, siyah kirpikli, kaslarinin arasi biraz açik, dogan burunlu, seyrek disli, genis omuzlu, mevzun ve yakisikli, söz ve hareketleri ölçülü, aheste yürüyüslü, arslan heybetli ve mert sözlü idi. Âlim, sair ve hakimlerle bulunmaktan hoslanir, hos sohbet, maddî ve manevî bütün iyi hasletleri sahsinda toplamis bir pâdisah idi.

Kanunî Sultan Süleyman, göreve getirdigi insanlarin kabiliyet ve derecelerini iyi bilip takdir ederdi. Bundan dolayi kendisine gelisi güzel adam tavsiye edilemezdi. O, adam yetistirmesini de bilirdi. Nitekim oglu Selim ve torunu III. Murad dönemlerinde ileriyi gören devlet adamlari onun zamaninda yetismis olanlardir.

O, vakur, azim ve irade sahibi, yaratilis itibariyle çok konusmadigi gibi, verecegi kararlarda da acele etmezdi. Bir konuda karar vermek istedigi zaman çok düsünür, gerekenlerle istisarelerde bulunur, çikan sonuca göre verdigi karardan geri dönmezdi. Devlet nüfuz ve haysiyetine halel getirecek konularda müsamaha göstermezdi. Kendisiyle görüsenlerin kapali mütalaalarindan ne demek istediklerini anlar ve ona göre cevap verirdi.

Sultan Süleyman'in, fevrî bir yaratilisa sahip olmamasi, kararlarini düsünüp tasinarak ve ekseriya vezirlerine de danisarak vermesi, temkin ve itidali elden birakmamasi, onun basari yolunu açan ve kendisini büyüklüge götüren hasletlerden sayilmaktadir. Devlet kudret ve nüfuzunu her seyin üstünde tuttugu, devletin yüksek menfaatlerine aykiri saydigi hareketlere tevessül eden kimseleri, en sevdikleri bile olsa, feda etmekten çekinmedigi bir vâkiadir.

O, son seferi olan Sigetvar'a giderken adeta ölüm seferine çikiyordu. Baska bir ifade ile ölecegini bile bile bu sefere çikmistir. Bunun bütün emâre ve delilleri bilinmekteydi. Bununla beraber atalari gibi harp meydaninda ve ordusunun içinde otag-i humayûnunda ölmek istemisti. Bu davranisiyla o, son nefesine kadar devletinin selâmetini ve yüceligini düsünmüstü. Gerçekten de o, gittigi bu seferinde ordusu içinde iken otag-i humayûnda vefat etmis ve bu olay, dönemin dirayetli veziri Sadrazam Sokollu Mehmed Pasa tarafindan 48 gün gizli tutulmustu. Bâki, Kanunî için yazdigi "Mersiye-i Hazret-i Süleyman Han" adli terkib-i bend seklindeki siirinde bunu su misra ile belirtir:"Halk-i cihana kirk sekiz gün duyurmadi"

O, memleketin birçok yerine oldugu gibi Istanbul'un imarina da ehemmiyet verip hizmet eden bir hükümdardir. Memleketin kültür ve maarifine hizmet eden Süleymaniye külliyesinden baska, babasinin adina yaptirdigi Sultan Selim Câmii ile müstemilati, ogullari Sehzâde Mehmed ve Cihangir namina yaptirdigi Sehzâde (Sehzâdebasi Câmii) ve Cihangir câmileri ile tesisleri, kizi Mihrimah Sultan nâmina yaptirdigi Edirnekapi ve Üsküdar Câmileri, zevcesi Hürrem Sultan adina insa ettirdigi Haseki sultan Câmii, medrese ve Dârussifa, Istanbul'un görütüsünü çok degistirmislerdir. Sonuç olarak o, hayir eserlerine büyük bir önem vererek eserlerinin birçogunu Mimar Sinan'a insa ettirdi ki, Süleymaniye Câmii bunlarin basinda gelmektedir. Ayrica Istanbul'a su getirtilmesi yolunda da büyük çabalar sarf etti. Nitekim Istanbul'daki kirk çesme denilen su yollari da Kanunî'nin büyük ve önemli eserlerindendir. Keza 0, Büyük Çekmece Köprüsü'nü de yaptirmistir. Onun hayir eserleri sadece Istanbul'da degil, ülkenin pek çok yerinde vardir. Nitekim Bagdad'da Siîlerin uzun bir süre önce yikmis olduklari Imam A'zam Ebû Hanife türbesini imar ve bunun yaninda bir câmi ile bir imâret insa ettirdigi gibi , yine Bagdad'da Kadirîye Tarikati'nin kurucusu Seyh Abdülkadir el-Geylanî türbe ve camisini tamir ile bunlara yeteri kadar vakiflar tahsis etmisti. Konya'da Mevlana Celâleddin Rumî türbesi yaninda iki minaleri bir cami ile bir semahâne, bir imâret ve dervisler için hücreler yaptirmisti. Kefe ve Iznik'te önceleri kilise iken, sonradan câmie tahvil edilen mabedleri harab olmaktan kurtarmis, Sam'da (Dimask) câmi, medrese, imâret ve mektep yaptirmistir. Kudüs'teki Kubbetu's-sahra denilen mukaddes mekânin duvarlarinin içini ve disini nakisli çinilerle süslettirmistir. Ka'beyi, daha önceki halifeler gibi tamir ve tezyine çalisan ilk Osmanli Pâdisahidir. Bu tezyinatin cevazi hakkinda Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den fetva almis ve insaatin Mekke fukahasi ile Hanefî, Safiî, Malikî ve Hanbelî mezheblerinin imamlari huzurunda yapilmasini emretmistir. Bu dört mezheb için 4 medrese yaptirip bunlara Osmanli medreseleri usûlüne göre talebe ve muid tayin ettirmistir. Müderrislere yevmiye olarak 50, muidlere 4, talebeye de 2'ser akça tahsis etmistir. Bu arada Mekke'nin en büyük ihtiyaci olan su yollari için tahsisat ayirmistir. Kanunî Sultan Süleyman'in Istanbul, Haremeyn ( Mekke - Medine), Bagdad ve diger sehir ile bölgelerde yaptirdigi hayir eserlerini tafsilatli bir sekilde veren Eyyûbî de, bu konuya su beyit ile baslar:

"Gel imdi gûs-i câni eyle hazir

Diyem hayrat-i sâhi sana bir bir"

Islâm'dan alinan ilhamla meydana getirilen Osmanli medeniyeti, bir dis medeniyeti oldugu kadar ayni zamanda bir iç ve ruh medeniyeti idi. Iste bu müsterek faaliyetin verimleri, taht sehri olan Istanbul'u, yeryüzünün efsaneler ile boy ölçüsen cenneti hâline getirmisti. Kanunî tarafindan imar edilip genisletilen sehir, baglar, bostanlar ve tarlalardan gayri Galatasaray'daki Acemioglanlar kislasi ile Venedik ve Lehistan elçilikleri saraylarindan baska bina bulunmayan Beyoglu'na ve Galata'ya dogru tasarak, Kasimpasa, Piyâle Pasa, Ayaz Pasa ve Pîrîpasa mahallelerini kazanmisti. Bununla beraber Istanbul'a bir Müslüman Türk sehri karekterini kazandiran baslica hususiyetler, sehri büyük - küçük dinî ve milli merkezler etrafinda toplayan site fikri idi. Öyle ki, câmii, mescidi, sebili, imâreti, hani, hamami, tekkesi, türbesi, medresesi, kütüphânesi, çesmesi, meydanlari ve çinarlari, kestaneli, asmali, salkimli bahçeler içindeki evleri,konaklari ve saraylari ile her semt, her mahalle, müsterek bir kültür ve medeniyetten sagilip akan millî ruhun tâ kendisi idi.

Hele medreseler, yesilliklerle yazilmis siirler gibi idi. Bahçe zevkini o kadar agirbasli, zarif ve asîl çizgilerle halletmis bahçe mimarligi, san'at ile tabiati birbirinin emrine vermis bir tarz ve tanzim saheseri sayilabilirdi. Bu dönem öyle bir dönemdi ki, toplum neyi isteyecegini tayin edebilecek kivamli seviyeyi yakaadigi için ne yaptigini da biliyordu. Bu sebeple yapici olan hareketlerinde yanilmiyordu. Gözün gördügü, elin degdigi, kulagin duyup dudagin söyledigi her sey, millî ve dinî bir özellik tasiyordu.

Sehrin göbeginde hesaba gelmez saraylar, câmiler, hanlar ve hamamlar vardi. Ami kiyilarda köselerde, bir sebili, bir mescidi, bir türbesi, hatta bir çinari ortasina almis öyle sokaklar, mahalleler bulunuyordu ki, bu kurulus ve istifteki vakar, iffet, hicab ve edep motiflerinin kaynasmasindan çikar siirli terkib, ölüm tehdidi karsisinda dahi dogruyu söyleyen bir dudak gibi yerliye de yabanciya da kendisinin Müslüman Türk oldugunu söylerdi.

Böylece sehrin yükü , asla bir semte yigilmamisti. Zevk ve san'at, her tarafa birden dagilmisti. Bu cemiyet, çiçegi, agaci ve hayvani âdetâ ailesinin birer ferdi imis gibi derecelendirdigi bir muhabbetle seviyor, onlara, hayati içinde yer ve kiymet veriyordu. O devrin Istanbul'unda, bahçesiz bir ev, agaçsiz bir bahçe düsünülemezdi. Bogaziçi ormanlarini teskil eden çinarlar, meseler, ardiçlar, erguvanlar, çitlenbikler, sehrin içine girince ismi degisir ve koru adini alarak saltanatina devam ederdi. An'ane, nebatin da hayvanin da gönülü hâmisi idi. Hayatinin içinde yeri olan bu masum yoldaslara saygisizligi, ictimaî suçlardan daa da agir kabul ederek kestirmece "günah" der ve zarurete ona el vuran tahribçiye kötü gözle bakar ve umumi bir nefret agi içine düsürerek kendinden uzaklastirirdi. Bugün dahi baltasinin yüzünü çaputla örterek odun kesmeye giden köylü ve kurban edecegi hayvanin evvela gözlerini baglayan adam, o devirlerin saygi mirasindan duygu dagarciginda artiklar kalabilmis bahtiyarlardandir.

Emrinde ve hizmetinde olan yaratilmislara âzamî sefkat ve nezâketi imaninin geregi kabul eden an'ane, agaç sevgisi ile hayvan sevgisini at basi takib eder. Bunlara karsi saygisizlik ve lâubaliliklere cephe almayi da yine o imanin icabi sayarlardi. Kanunî devrinde bir Venedik'li kuyumcunun, tuttugu kusa eziyet ettigini görenler tarafindan sürüklenerek kadi'nin uzuruna götürülmesi,toplumun bu konuda gösterdigi bitmez tükenmez hassasiyetten alinmis basit bir örnektir.

Sultan Süleyman, Osmanli hükümdarlari içinde "Kanunî" lakabini tasiyan tek pâdisahtir. Bilindigi gibi Osmanli devleti'nin kurulusu ile birlikte ülkede müdevven olsun veya olmasin "Ser'î" ve "Örfî" kanunlar uygulanmakta idi. Ancak "Kanun-nâme" seklinde bir codification ameliyesini ilk defa küçük ve eksik olmasina ragmen Fâtih Sultan Mehmed zamaninda ve esasli olarak da Sultan Süleyman zamaninda görüyoruz. Onun, Kanunî sifatini almasina sebep olan bu kanun-nâme, süphesiz ki o zamana kadar yavas yavas tekevvün eden huhukî, idarî, malî, askerî ve diger mevzuatin islâh edilerek en mütekâmil sekline kavusmasi bu pâdisah zamaninda olmustur. Bu kanun-nâme üç ana bölüm ve bunlarin tali kisimlarindan mütesekkildir. Burada, ceza kanununu, vergi kanunlarini, bir de reâyâ ve bazi askerî siniflarla ilgili kanunlari görmek mümkündür. Kanun-nâmedeki maddeler, Ebu's-Suûd Efendi'nin fetvalari ile kanuniyet kesbederek "Sultan Süleyman Kanun-nâmeleri" adi ile asirlarca mer'iyette kalmistir. Bu kanun-nâme, Kanunî'yi dünya tarihinin büyük hukukçulari arasina sokmaktadir. Gerçekten, Kanun-nâme'nin l. bâbinin birinci faslinda, ceza hukuku bakimindan devletin bütün tebeasinin (vatandaslarinin) birbirlerine esit oldugu , hepsinin ayni cürümden ayni cezayi görecegi, su ifadelerle nakledilir:

" Cinayat mukabelesinde olan cürmü siyaset bâbinda vaz' oundu ki, sipahî ve raiyyet ve serif ve vazi' ve deni ve refi' arasinda müsterektir. Söyle ki: Her kim bu cerâimden birisi ile mücrim ola, mukabelesinde ta'yin olunan ukubetle muâkab ola." Kanun-nâme'nin bu maddesini degerlendiren I. Hami Danismend, hakli olarak söyle der: "Herhalde bu vaziyet XVIII. asrin sonlarindaki Fransiz inkilâbindan çikan müsavat esasinin Türkiye'ye ancak XIX. asirdaki Tanzimat-i Hayriye'den itibaren girebilmis oldugunu iddia edenlerin yüzlerini kizartmak lazim gelecek bir vaziyettir. Sahsî hukuk itibariyle sinif ve mevki farki gözetmeyen bu müsavat (esitlik) prensibi, siyasî hukuk bakimindan da Osmanli Imparatorlugu'nun tesekkülünden beri tatbik edilmis en eski mahiyetindedir." Burada sunu da belirtelim ki, gerek Kanunî, gerek kendisinden önceki Osmanli hükümdarlari, gerekse daha sonrakiler, adâlet konusunda son derece titiz davranmak zorunda idiler. Zira bu konuda titizlik göstermek, mensubu bulunduklari dinin (Islâm) emri idi. Bu din, adâlet sahsî ceza konusunda insanlar arasinda bir ayirim yapmaz. Insan olarak herkesi esit ve ayni haklara sahip kabul eder. Keza bu din, insanlarin zorla Müslüman yapilmalarina da müsaade etmez. Gerçi gerek Islâm'in, gerekse Osmanli'nin bu anlayisini kavrayamayan dönemin Avrupali bazi yazar, elçi ve seyyahari birtakim yanlis degerlendirmelerde bulunurlar. Bununla beraber sonunda onlar da gerçekleri söylemekten kendilerini alamazlar. Nitekim o dönemden (l530) zamanimiza kadar gelen bir eserde Bosna ve halki ile ilgili bazi bilgiler verildikten sonra " Bununla birlikte Pâdisah, Hiristiyanlarin papazlarina, kiliselerine ve çesitli mezheplerine bagli kalmalarina da izin vermistir"

Osmanlilarin bu büyük pâdisahi zamaninda, nüfus ve arazi tahrirlerine büyük bir önem verildiginden, Kanunî de bir hükmünde, memleketin gerçek vaziyetinin bütün teferrüatiyle bilinmesinin, zamanla meydana çikmasi muhtemel olan bazi yolsuzluk ve haksizliklarin ortadan kaldirilabilecegine isaret etmistir.

Kanunî Sultan Süleyman ilim ve kültür adamlarini himaye ettigi gibi onlari çesitli sekillerde taltif edip desteklerdi. Kendisi de sair olan ve Muhibbî mahlasiyla siirleri bulunan Kanunî Sultan Süleyman'in, matbu bir de divani vardir. Topkapi Sarayi Müzesi Arsivinde kendi el yazisiyla manzumelerini hâvi perakende müsveddeleri mevcuddur. Günümüz Türkiye'sinin hemen hemen bütün saglik kuruluslarinda bir levha seklinde duvarlarda asili bulunan ve: "Âlem içre muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sihat gibi

Saltanat dedikleri ancak cihan gavgasidir

Olmaya baht-u saadet dünyada vahdet gibi" misralari da ona aittir.

O, sadece kendisi siir söylemekle kalmamis ayni zamanda sair ve ediplerin elinden tutup onlarin yetismelerine de yardimci olmustur. Nitekim o, siirdeki kudretini anladigi meshur sair Bâki'nin elinden tutup yetismesine himmet etmistir. Nimet ve kadirsinas olan Bâki'nin, Sultan Süleyman'in vefatina dair kaleme aldigi mersiye edebiyatimizin saheserlerindendir. Onun, ilim ve marifet erbabina karsi gösterdigi itibar ve onlara olan riayeti pek ziyade idi. Zamaninda yetistirdigi ulema ve suâranin (sairler) eserlerini kütüphanesinde saklardi. Onun, edebî eserlere verdigi degeri göstermesi bakimindan Kelile ve Dimne'nin mütercimi Alaeddin Ali Çelebi'ye olan iltifati örnek olarak gösterilebilir. Ali Çelebi, "Hümayun-nâme" adi ile yaptigi tercümeyi takdim ettigi zaman, o, bu eseri bir gecede okuyarak, mütercimini Bursa kadiligina tayin eder. Kanunî'nin büyük bir hükümdar oldugunda ittifak eden tarihçilerden bir kismi, onun devrinin on büyük sadrazami oldugunu ve on mümtaz vasifli defterdar ve nisancisi yaninda, on tane büyük âlim ile on büyük sair bulundugunu da bildirmektedirler.

Kanunî Sultan Süleyman'in, toplumdaki insanlari nasil degerlendirdigini ortaya komasi ve onlara nasil bir kiymet atfettigini göstermesi bakimindan nakledecegimiz su olay büyük bir deger tasimaktadir. Buna göre bir gün o, mahremleri ile görüsürken onlara dünyanin velinimetinin kim oldugunu sorar. Onlarin, "Pâdisah hazretleridir" demeleri üzerine "Hayir, velinimeti-i âlem reâyâ yani köylüdür ki, ziraat ve hirâset (çiftçilik ile ugrasmak) emrinde huzur ve rahati terk ile iktisâb ettikleri (kazandiklari) nimetle bizleri it'am ederler" demisti.

Sarax
09-19-2008, 13:42
SELIMIYE CAMII'nin
tarihçesi

Kibris seferi sirasinda II. Selim bir gece Peygamberimiz (s.a.v.)'i rüyasinda görür. Peygamberimiz: " Selim eger Kibris'i fethedersen Edirne'de su bizim isaret ettigimiz yerde görkemli bir camii yaptiracaksin " der. II. Selim Kibris seferinin mesgalesiyle bu rüyayi unutur. Daha sonra Lâlâ Mustafa Pasa komutasindaki bir donanma Kibris'i fetheder. II. Selim Kibris'in fethinden cok memnun olur. Fakat bir gece tekrar Peygamberimiz : " Selim bize verdigin sözü tutmadin. Sen Kibris'i fethedersen Edirne'de cami yaptiracagina söz vermedin mi ? " diye ikazda bulunur. Selim o günden sonra Mimar Sinan'a bu camiyi yapma görevini tevdi eder. Böylece dünyaca taninmis Selimiye Camii bir fetih müjdesinin meyvesi olarak Edirne ufuklarinda tecessüm etmis olur.

Sarax
09-19-2008, 13:42
II. SELîM ve dönemi





Osmanlý pâdiþâhlarýnýn on birincisi ve Ýslâm halîfelerinin yetmiþ altýncýsý. Kânûnî Sultan Süleyman Hanýn oðlu olup, 28 Mayýs 1524 senesinde Hürrem Haseki Sultandan doðdu. Þehzâdeliðinde mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Devlet idâresi ve teþkilâtýný iyice öðrenmesi için Anadolu’nun çeþitli vilâyetlerinde sancak beyliði yaptý. Vâlilik yýllarýnda tahsile devâm edip, bilgi ve kültürünü arttýrdý. Çok kuvvetli bir kültür seviyesine sâhip oldu. Ýlim ve sohbet meclislerinde çok bulunurdu.

Sultan Süleyman Han (1520-1566), Macaristan seferine çýkýp, Zigetvar Kalesinin fethi öncesinde vefât edince, Pâdiþâhýn ölümünü gizli tutan Vezîriâzam Sokullu Mehmed Paþa, veliaht Selim’e haber göndererek saltanata dâvet etti. Bu sýrada Kütahya Sancakbeyliðinde bulunan Selim Han, sür’atle Ýstanbul’a gelerek 30 Eylül 1566 târihinde tahta çýktý.

Sultan Selim Han, Osmanlý pâdiþâhý olmasýyla devlet idâresine ve orduya ehil devlet adamlarý ve kumandanlar tâyin edip, eskilerden bir kýsmýný da yerinde býraktý. Vezîriâzam Sokullu Mehmed Paþayý vazîfesinde býrakmasý devlet idâresi ve îmâr faâliyetlerinin devâmýnda isâbetli oldu.22 Haziran 1567’de Edirne’ye geçen Selim Han, burada çeþitli devletlerin elçilerini kabul etti. Bu elçilerden özellikle zamânýn kudretli devletleri sayýlan ve çok deðerli hediyelerle gelen Avusturya ve Almanya elçileri dikkat çekiyordu. Çünkü Osmanlý Devleti, Kânûnî Sultan Süleyman Han devrinde, devamlý bu iki devletle mücâdele hâlinde bulunmuþ ve her iki devlet de Osmanlý Devletinin askerî kuvvet ve kudreti karþýsýnda kaybolup ezilmiþti. Þimdiyse yeni bir hükümdar tahta geçiyordu. Ýki devletin en büyük endiþesi ve merâký, yeni hükümdârýn güdeceði siyâsetti. Dedesi Yavuz Selim Han gibi bir doðu siyâseti tâkip ederek Ýran üzerine mi, yoksa babasý gibi Avrupa yakasýna mý yüklenecekti? Her iki devlet de, en azýndan yeni Sultanýn siyâseti belli oluncaya kadar Türk ordularýný kendi ülkelerinden uzaklaþtýrmak için, Osmanlý Devletiyle derhâl bir sulh akdine büyük ehemmiyet vermekteydi. Selim Han, uzun görüþmelerden sonra, Avusturya ile sekiz yýllýðýna antlaþma imzâladý (17 Þubat 1567). Buna göre, Kânûnî’nin Zigetvar Seferinde fethettiði yerler Osmanlý Devletinde kalacak, Avusturya Ýmparatoru her seneOsmanlý Devletine 30.000 Macar altýný vergi verecekti. Ayrýca iki devlet de birbirlerinin haklarýna riâyet edecekler ve sýnýr boylarýna saldýrýlarda bulunmayacaklardý. Bu arada iki devlet arasýnda çýkmasý muhtemel hudut anlaþmazlýklarý, Osmanlý Devletinin Budin, Avusturya’nýn da Macaristan vâlisi arasýnda görüþülüp hâlledilecekti. Avusturya ile antlaþma imzâlayan Selim Han, birkaç gün sonra da Ýran elçisi Þahkulu Hanýn, Kânûnî SultanSüleyman Han devrinde imzâlanan Amasya Sulhünün yenilenmesi ricâlarýný kabul etti.

Bu sýrada Yemen’de Zeydî Ýmâmý Topal Mutahhar’ýn ayaklanmasý ortaya çýktý. Kýsa zamanda bu ülkenin hemen tamâmý isyâncýlarýn eline geçti. Topal Mutahhar sâhile kadar inip Muhâ’yý aldý. Osmanlý kuvvetleri Zebîd’de zorlukla tutundular. Ýmâm Mutahhar, Zebîd’i de sýkýþtýrmaya baþlayýnca, Osmanlý birlikleri çok kötü bir vaziyete düþtüler. Bu durum üzerine Yemen’e önce Özdemiroðlu Osman Paþa ve ordudan Koca Sinân Paþayý serdâr olarak gönderen Selim Han, Yemen’in yeniden devlete baðlýlýðýný saðladý.

Yemen meselesi çýktýðý yýllarda, Büyük Okyanus ile Hind Okyanusu arasýnda bulunan Sumatra adasý, Malaka Yarýmadasý ve bir takým küçük adalara hâkim olan Müslüman Açe Sultanlýðýndan bir elçi gelmiþti. Uzun yýllardan beri Hind Denizinde faaliyette bulunan Portekizliler çok zengin tabiî kaynaklara sâhip olan bu adalara göz dikmiþler ve Açe Müslüman Sultanlýðýnýn istiklâlini tehdit etmeye baþlamýþlardý. Açe Sultaný Alâeddîn Þâh, devrin cihân devleti ve bütün Müslümanlarýn hâmisi durumunda olan Osmanlý Devletinden top, topçu, silâh ve askerî mütehassýslar ve bilhassa istihkâm mühendisleri istiyordu. Fakat bu sýrada Yemen Ýsyâný çýktýðýndan yardým geciktirilmiþti. Selim Han, 1569’da bu uzak sefer için Kýzýldeniz Kaptaný Kurdoðlu Hayreddîn Hýzýr Reis’i memur etti. Bu deðerli amirâl, Zeydîlerin eline geçenAden’i kurtardýktan sonra, 22 gemilik bir filoyla hareket etti. Berâberinde muhtelif usta, birçok top, asker, silâh, mühimmat ve yüzlerce gönüllü levend ve topçuyu Açe Sultânýna teslim etti. Gelen Türkler buraya yerleþtiler. Bunlarýn kurduðu donanma ile Açeliler mühim fütuhatta bulundular. Açeliler, Türk toplarýný ve bayraklarýný zamânýmýza kadar kutsal bir hâtýra olarak sakladýlar. Bu sûretle Osmanlý Devletinin tesir alanýUzakdoðu’ya, Güneydoðu Asya ve Endonezya’ya dayandý.

1569’da Rusya’nýn Hazar kýyýlarýndaki ilerlemelerinin önünü almak, Astýrhan’ý kurtarmak ayrýca Ýran üzerine yapýlacak seferlerde Hazar Denizi vâsýtasýyla askere kýsa zamanda zahîre ve harp malzemesi yetiþtirebilmeyi saðlamak gâyesiyle Volga Nehri ile Don Nehirlerinin birbirlerine çok yaklaþtýklarý bir noktada kanal açma teþebbüsüne giriþildi. Ancak kýþ mevsiminin gelmesi üzerine çalýþmalar tamamlanamadý. Ertesi yýl da Ýran ile Rusya’nýn Kýrým Hânýný kandýrmalarý yüzünden, tekrar iþbaþý yapýlamadýðýndan bu büyük teþebbüs gerçekleþtirilemedi.

1569 Haziran ayýnda Ýskenderiye yakýnlarýnda Nil teknelerinin yolunu kesen Venedik korsanlarýnýn Müslümanlarý esir alýp Kýbrýs’ta satmalarý olayýna çok hiddetlenen Selim Han, derhâl Venedik’e bir elçi göndererek Kýbrýs’ýn Osmanlý Devletine terkini istedi. Bu isteðin Venedik tarafýndan reddi üzerine sefer hazýrlýklarýna baþlandý.

Aslýnda Kýbrýs’ýn Osmanlý Devletince fethini mecbûrî kýlan birçok sebep vardý. Osmanlý Devletini, hâkimiyeti altýndaki Ortadoðu ve Kuzey Afrika ülkelerine ulaþtýran kara yollarýnýn, uzun, yorucu ve yetersiz olmasýna karþýlýk, Kýbrýs üzerinden bu ülkelere her türlü lojistik destekler daha çabuk, rahat ve ekonomik olarak ulaþtýrýlabilirdi. Ancak Kýbrýs’ýn, büyük deniz gücüne sâhip Venedik Cumhûriyetinin elinde bulunmasý bu imkâný ortadan kaldýrmaktaydý. Ayrýca Kýbrýs veya yakýnlarýndan geçen Osmanlý ticâret ve hacýlarý taþýyan yolcu gemileri, Akdeniz’de Hýristiyan korsanlarý tarafýndan vurularak soyuluyor, Venedik de bu korsanlarý himâye ediyordu.

Ýkinci Selim Han, hazýrlýklarý bitirdikten sonra, Kýbrýs serdârlýðýna Lala Mustafa Paþayý tâyin etti ve 15 Mayýs 1570’te donanma Ýstanbul’dan ayrýldý. Lala Mustafa Paþa, bütün Avrupa devletlerinin Venedik’e yardým etmelerine raðmen, þiddetli çarpýþmalar sonunda 8 Eylül 1570’te Lefkoþe’yi 1 Aðustos 1571’de de Magosa’yý alarak Kýbrýs’ýn fethini tamamladý.

Osmanlý askerinin Kýbrýs’a çýkmasý sýrasýnda Venedik bütün Avrupa devletlerinden yardým istedi. Bunun üzerine Papa V. Piyer’in yoðun faaliyetleri netîcesinde Ýspanya Kralý II. Filip ve Malta Þövalyeleriyle Venedik arasýnda bir ittifak kuruldu. Bu ittifaka, Toskana, Ceneviz, Savoia ve Ferrara gibi küçük Hýristiyan devletçikleri de katýldý. Ýspanyol KralýFilip’in kardeþi Don Juan’ýn komutasýndaki 206 gemiden meydana gelen Haçlý donanmasý, 6 Ekim 1571’de Ýnebahtý önlerinde görüldü. Osmanlý harp meclisinde Kýlýç Ali Paþanýn þiddetli muhâlefetine raðmen, Kapdân-ý deryâ Müezzinzâde Ali Paþa, donanmada cenkçi ve kürekçi noksanlýðýný göz önünde bulundurmadan, düþmana saldýrýlmasý yönünde karar aldý. 7 Ekim’de baþlayan muhârebe sonunda, Osmanlý donanmasý büyük bir yenilgiye uðradý. Sâdece sað kanadý komuta eden Kýlýç Ali Paþa, Düþmanýn sol kanadýndaki Malta donanmasýný yok edip kayýp vermeden bölgeden çekildi.

Bu baþarý Hýristiyanlara hiçbir kâr getirmedi. Hýristiyanlar kazandýklarý bu zaferin þerefine heykeller dikmekle meþgûlken, bizzat Selim Hanýn emriyle hummalý bir çalýþma içine giren Osmanlý tersâneleri, 1571-72 kýþý içinde Ýnebahtý’da kaybettiðinden daha büyük bir donanma vücûda getirdi. Müezzinzâde’nin eliyle kaptan-ý deryâlýða getirilen Kýlýç Ali Paþa, 13 Haziran 1572’de büyük bir donanmayla Ýstanbul’dan ayrýldý. Ýnebahtý’da gâlip gelmelerine raðmen, donanmalarý çok yýpranmýþ ve bir hayli de asker kaybetmiþ olan müttefikler, kendilerini toparlayýp galibiyetin meyvelerini toplamak niyetindeyken bu müthiþ Osmanlý donanmasýnýn Akdeniz’de görünmesi, büyük bir þaþkýnlýkla karþýlandý. Müttefik donanmasý, Osmanlý donanmasýnýn karþýsýna çýkmaya cesâret edemedi. Ýttifaktan ayrýlan Venedik, Fransa aracýlýðýyla barýþ istedi. 7 Mart 1573’te imzâladýðý antlaþma ile Kýbrýs’ýn Osmanlý Devletine âit olduðunu kabul etti. Kânûnî devrinden beri vermekte olduðu yýllýk 500 duka haraç, 1500 dukaya çýkarýldý. Ayrýca Kýbrýs Seferinin tazminâtý olarak üç senede ödenmek üzere üç yüz bin duka altýný vermeyi taahhüt etti.

Kýbrýs’ýn fethinden sonra Kýrým Hanýna bir miktar asker ve top gönderen Selim Han, 1569’da Astýrahan Seferi baþarýsýzlýðýný telâfi etmek ve daha fazla geniþlememeleri için gözdaðý vermek üzere Rusya içlerine bir sefer düzenlenmesini emretti. Nitekim 1571 baharýnda harekete geçen Devlet Giray Han, 120.000 kiþilik süvârîden meydana gelen ordusu ileRusya üzerine yürüdü. Çok sür’atli hareket eden Devlet Giray, yaptýðý muhârebelerde Rus ordularýný on binlerce zâyiât verdirerek daðýttý ve Moskova’ya girdi. 150.000 esirle Kýrým’a dönen Devlet Giray Han, bu zaferi üzerine Taht-alan lakabýyla anýldý. Ertesi yýl tekrar sefere çýkan Devlet Giray Han, Oka Nehrine kadar uzandý. Bu baþarýlarý üzerine Ýkinci Selim Han, murassâ kýlýcý, hil’at ve nâme-i hümâyûn göndererek Devlet Giray’ý tebrik etti. Çar, Osmanlý Devletine baðlý Kýrým Hanlýðýyla, yýlda 60.000 altýn vergi vermeyi kabûl ederek barýþ yaptý.

1574 yýlýnda Boðdan Voyvodasý Loan celCumplit isyân ederek, Lehistan’ýn da yardýmýyla Tuna’nýn batý kýyýsýndaki Ýbrâil, Dinyester’in güney kýyýsýndaki Bender ve Dinyester boyundaki Akkerman gibi mühim kaleleri ele geçirdi. Üzerine gönderilen ve küçük Türk birlikleriyle desteklenmiþ olan Eflak Voyvodasýný yendi. Bunun üzerine Selim Han, Üçüncü Vezir Ahmed Paþa ve Kýrým Haný Âdil Giray’ý isyâný bastýrmakla görevlendirdi. Kýsa zamanda bölgeye giden Ahmed Paþa ve Âdil Giray Han, Tuna’nýn güneyinde üç gün süren kanlý muhârebeler sonunda, âsîleri ve onlara yardým eden Lehistan kuvvetlerini imhâ ettiler (9 Haziran 1574). Âsi Voyvoda da yakalanarak cezâlandýrýldý ve yerine Petru Þiopul tâyin edildi.

Ýkinci Selim Hanýn ilgilendiði iþlerden biri de Tunus meselesi’ydi. Ýspanya’nýn Tunus’tan bir türlü elini çekmemesi bu devletle harp hâlinin devâm etmesine sebep oluyordu. Osmanlý donanmasý, Kýbrýs Seferine çýktýðý sýrada, Cezâyir beylerbeyi olan Uluç (Kýlýç) Ali Paþa da Tunus üzerine yürümüþ ve 30.000 kiþilik kuvvetle karþýsýna çýkan Hafsî Sultâný Mevlây Hamîd’i yenip, ikinci defâ fethetmiþti. Fakat kendi yanýnda fazla bir kuvvet bulunmadýðý gibi, bu arada Kýbrýs Seferine katýlma emri de aldýðýndan, Tunus’a Ramazan Beyi býrakarak donanmasýyla birlikte Kýbrýs Seferine katýlmýþtý.

Kaptan-ý deryânýn bölgeden uzaklaþmasýndan sonra, Ýspanya Kralý Don Juan büyük bir donanmayla Tunus üzerine yürüdü. Direndiði takdirde Ýspanyollarýn sivil halka karþý katliâma giriþeceklerini anlayan Ramazan Bey, Kayrevân’a çekildi ve bu sûretle Tunus bir kere daha Ýspanyollarýn eline geçmiþ oldu (Ekim 1573). Don Juan, Tunus hükümdârlýðýný kendi taraftârý Mevlây Muhammed’e verip bir miktar da asker býrakýp Ýspanya’ya döndü.

Cezâyir ve Trablusgarb Osmanlý Devletinin elinde olduðu hâlde, ikisinin ortasýnda bulunan ve stratejik ehemmiyeti büyük olan Tunus’un, Ýspanyol hâkimiyeti altýnda halka zulüm eden kukla bir hükûmet elinde olmasý, Akdeniz’de hâkimiyeti elinde bulunduran Türk donanmasý için tehlikeydi. Bu sebeple Ýkinci SelimHan, Tunus iþinin kökünden hâlledilmesi için emir verdi. Kapdân-ý deryâ Kýlýç Ali Paþa, yanýnda kara ordusu serdârý Koca Sinan Paþa olduðu hâlde Tunus’a hareket etti (15 Mayýs 1574). Navarin üzerinden Sicilya sularýna geçen donanma, Messina havâlisini de vurduktan sonra, Tunus üzerine yürüdü. Ýki yüz ellinin üzerinde harp gemisi ve kýrk-elli bin civârýnda askerden meydana gelen muhteþem Osmanlý donanmasý, Tunus önlerine gelir gelmez derhâl Halk-ul-Vâd Kalesi yakýnýna çýkarma yaptý. Koca Sinân Paþa kendisi Halk-ul-Vâd’ý kuþatýrken, Trablusgarb Beylerbeyi Mustafa Paþa ile eski Tunus Beylerbeyi Haydar Paþayý Tunus Gölü ile þehir arasýnda bulunan Bastiyon Kalesini fethe memur etti.

Tunus’un yýllardan beri Ýspanyollar tarafýndan tahkim edilerek hiçbir sûretle zaptedilemez diye öðündükleri Halk-ul-Vad, Osmanlý ordusuna ancak otuz üç gün mukâvemet etti. 24 Aðustosta kale fethedilip Mevlây Muhammed’le kale komutaný Don Pietro Cerrera esir edilerek Ýstanbul’a gönderildi.

13 Eylülde Bastion Kalesinin de fethiyle Tunus tamâmen ele geçti. Tunus, aynen Cezâyir ve Trablusgarb gibi bir eyâlet hâline getirildi ve beylerbeyliðine Ramazan Paþa tâyin edildi. Böylece Tunus’ta üç asýrdan fazla sürecek olan Osmanlý idâresi baþladý.

Tunus meselesinin hâlledilmesinden yaklaþýk bir ay sonra; Osmanlý Devletiyle Almanya arasýnda Zigetvar Seferinden sonra 17 Þubat 1568’de yapýlan antlaþma, 4 Aralýk 1574’te yenilenerek, sekiz sene uzatýldý. Bu antlaþmadan hemen sonra rahatsýzlanan Ýkinci Selim Han, 15 Aralýk 1574’te vefât etti. Mîmar Sinân’a Ayasofya Câmii avlusunda yaptýrdýðý türbeye defnedildi.

Ýkinci Selim Han, uzuna yakýn orta boylu, açýk alýnlý, elâ gözlü ve sarýþýndý. Avcýlýk ve yay çekmede fevkalâde mahâretli olup, zamânýnda ondan daha kuvvetli yay çeken yoktu. Babasý Kânûnî Sultan Süleymân devrinde birçok savaþa katýlmakla berâber, tahta geçtikten sonra sefere çýkmadý. Çünkü devrindeki seferler umûmiyetle büyük deniz seferleri olup bu seferlere de pâdiþâhýn kumanda etmesi âdet deðildi. Tecrübeli ve bilgili bir vezir olan Sokullu Mehmed Paþayý hükûmet iþlerinde tamâmen serbest býrakmakla berâber, lüzumlu gördüðü birkaç meselede duruma müdâhale etmiþtir. Âlimlere büyük hürmet göstermiþ, çok sevdiði büyük âlim Ebüssü’ûd Efendiyi vefâtýna kadar meþîhat (þeyhülislâmlýk) makâmýnda tutmuþtur. Cülûs bahþiþinin ilmiye sýnýfýna da verilmesi âdetini ilk defâ Ýkinci Selim Han çýkarmýþtýr.

Ýkinci Selim, Kânûnî Sultan Süleyman Hanýn bütün þehzâdeleri gibi çok iyi tahsil görmüþtü. Dîvân sâhibi deðerli bir þâirdi. Selim ve Selîmî mahlaslarýyla yazdýðý þiirler çok beðenilmektedir. Yahyâ Kemâl’in; "Bir beyti bir de câmi-i mâ’mûru var" diye övdüðü;

Biz bülbül-i muhrýk dem-i þekvâ-yý firâkiz

Âteþ kesilir geçse sabâ gülþenimizden

beyti, bütün Türk þiirinin en güzel beyitlerinden biri sayýlmaktadýr.Ýkinci Selim ayný zamanda îmârcý bir pâdiþâhtýr. Kýsa süren saltanat döneminde Türk ve dünyâ sanatýnýn þâheseri sayýlan Edirne Selimiye Câmii’ni inþâ ettirmiþtir. Tâmire muhtaç olan Ayasofya Câmiini yaptýrdýðý istinâd duvarlarýyla tahkim ettirerek günümüze kadar gelmesini saðladýðý gibi, iki minâre eklemiþ, yanýna iki de medrese yaptýrarak külliye hâline getirmiþtir. Bunlardan baþka Mekke-i mükerremenin su yollarýnýn tâmiri, Mescid-i Harâm’ýn mermer kubbelerle tezyini, Lefkoþe Selimiye Câmii, Azîz Efendi tekkesi, Navarin limanýna hâkim bir mevkiye yaptýrdýðý kule, hayrâtý arasýndadýr.

Sarax
09-19-2008, 13:50
Salim Aydüz

Osmanlilarda Atesli Silahlar Sanayii

Osmanlilar XIV. asirda Avrupa'da kullanilmaya baslanan atesli silahlari kisa sürede taniyarak kendi ülkelerine transfer ettlier. Osmanlilar Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481), atesli silahlarda ve bilhassa topçulukta, dönemin en ileri teknolojisine sahip oldular.1 Osmanli topçularinin ileri derecedeki balistik bilgisi, ortadan ayrilabilen iki parça toplar, kusatma ve sahra toplari, havan toplari, dört bes metre uzunlugunda, yüz kilodan agir gülleler firlatabilen ve yirmi tona yakin agirligi olan çok büyük çapli toplar, zamanin teknigine ve bilgisine oranla fevkalade sayilabilecek harika savas araçlariydi.3 Osmanlilar, basta Istanbul'daki Tophane-i Amire'de olmak üzere, belli basli merkezlerde büyük çaplarda toplar dökerken, bir yandan da top götürmenin mümkün olmadigi yerlere, bakir ve tunç gibi top yapim malzemesini götürerek top döktüler. Osmanlilarin uyguladigi bu sistem, Osmanlilarin silah sanayiinde Avrupa'dan ileri seviyede oldugunu göstermektedir. Nitekim Fransa'nin, 1493 yilindaki Italya Seferi'nde, engebeli arazi yüzünden toplarini nakletmede büyük güçlüklerle karsilastigini ve harekatin geciktigini,3 oysa Sultan II. Murad'in bundan 43 sene önce Akçahisar Muhasarasi'nda, Fatih'in ise, on bes sene önce Iskodra Muhasarasi'nda toplarini kale önünde dökerek bu meselenin üstesinden kolayca gelindigini görmekteyiz. Osmanli topçulugunun kisa zamanda bu derecede gelismesinde basta padisahlarin (özellikle Fatih'in hem kendisinin bizzat ilgilenmesi ve hem de bu isle ugrasan kisileri yüksek ücretle himaye etmesi) atesli silahlarin savaçlardaki önemini ve belirleyici gücünü oldukça erken dönemde kavramalarinin büyük payi bulunmaktadir.

Diger taraftan Osmanlilarin bu hususta malî sikintilarinin olmamasi da, önemli faktörlerdendir. ilk dönem padisahlarinin, devleti genisletme çabalariyla geçen mücadelelerinde savasmak zorunda olduklari Avrupa ve Balkanlar'daki mahallî senyörlerin ve hanedanlarin sigindigi kaleleri yikmak ve ele geçirmek için daima muhasara harbi yapmak durumunda kalmalari sebebiyle, muhasara toplari Fatih'in saltanatinin sonuna kadar geçen zamanda, büyük önem kazanmis ve gelisme göstermistir. Zaten, yükselme döneminde olan Osmanlilar, Hristiyan milletlerin daima tazyik ve meydan okumalari karsisinda silahlarini mütemadiyen gelistirmek, yenilemek ve düsmanin silahlariyla dengelemek zorundaydilar. Ayrica Osmanlilarin Balkanlar'da ve kismen de Anadolu'daki oldukça zengin maden yataklarina erken dönemlerde sahip olmalari ve bunun yaninda iyi bir hazineye malik bulunmalari büyük bir avantaj idi. Sultanlarin bu imkanlari zorlamalari, müspet yönde kanalize ederek iyi degerlendirmeleri, bu silahlarin kisa zamanda etkili bir sekilde Osmanli ordusunda yer almasini saglamistir.

1430'lu yillarda, Osmanli ordusunda büyük çaplarda toplarin olduguna dair kayitlar, çok sayida yetenekli top ustalarinin bulundugunu da göstermektedir. Zira Osmanlilar, atesli silahlarin kullaniminda Hristiyan top yapim ustalarini kendi askerî örgütleri ile bütünlestirirken, kendi askerlerini de ayni hizmetler için yetistirmeye itina göstermislerdir. Mesela, Türk asilli topçu ustalari Haydar, Ismail, Muslihuddin ve Saruca gibi isimler buna dair ilk örneklerdir. Coltado isimli bir ispanyol topçusu, 1592 yilinda yazdigi eserinde Osmanli topunun orantisiz ve kusurlu oldugunu söylemekte, fakat yüksek kaliteli madenden yapildigini belirterek övmektedir. Osmanli topunun ilk dönemlerdeki üstünlügü emsallerine nisbetle kalitesinin pek farkli olmamasina ragmen neticeye çabuk ulasmak için ebatlarinin büyüklügündeydi. Halen Londra Kulesi Müzesi'nde bulunan 1464 yilinda yapilmis ortadan ayrilabilen iki parçali Osmanli topunun kimyasal analizi, eritme ameliyesinin kusurlu olmasina ragmen, iyi bronzdan dökülmüs oldugunu göstermektedir. Yine Istanbul'daki Askerî Müze ve Kültür Sitesi'nde bulunan Kanunî Sultan Süleyman dönemine ait bir tunç topun kimyasal analizi ayni sekilde sonuç vermistir.

Osmanlilarin, erken devirlerden itibaren Avrupa'dan atesli silahlari aktarmada gösterdikleri istekli tavra, diger Islam devletlerinde rastlanilmamaktadir. Mesela, Osmanlilarin XV. yüzyilin baslarindan itibaren kullanmaya basladigi tüfek, Memlüklarda 1489 tarihinden sonra, iran'da ise Uzun Hasan (öl. 1478) zamanindadir. Digeryandan atesli silahlari Osmanlilardan önce taniyan ve Avrupa devletleriyle eskiden beri temasta olan Memlük Devleti Portekiz saldirilarina karsi Osmanlilardan 1511 yilinda, bir miktar atesli silah yardimi almistir. Ancak daha sonra Osmanlilarla karsi karsiya kalinca da Rodos hakiminden barut ve tüfenk, "Frengistan'dan da yarar topçular ve tüfekçiler getirtmislerdir."

Sarax
09-19-2008, 13:54
Silah Yardimi

Osmanlilar, bir taraftan sahip olduklari silah teknolojisini gelistirmek için çalisirken, diger taraftan da, bu silahlarin kendileriyle dinî veya irkî bagi bulunan çesitli Asya ve Afrika ülkelerine yayilmasinda köprü rolü oynadilar. Bu rol, Osmanlilarin diger islam ülkelerine genellikle belli miktarda topçu, tüfekçi ve atesli silah uzmanlari ile top ve tüfek yardimi yapmak seklinde olmustur. Osmanli tehlikesi karsisinda bu devletlerden bazilarinin Avrupa'dan silah almak zorunda kalmalari da dolayli bir roldür. Sah Abbas dönemindeki iran disinda kalan Dogu ülkeleri, etkili olarak atesli silahlarla mücehhez bir ordu kuramamislardir. Osmanlilarin atesli silahlari tasidiklari ülkeler arasinda ilk olarak Türkistan Hanlari, Kirim Hanlari, Hindistan, Sumatra'da Açe Sultanligi ve Habesistan'da Sultan Ahmed Gran'in Devleti ile Afrika'da Bornu Devleti gelmektedir. Ikinci grupta ise, iran'da Akkoyunlu ve Safeviler, Misir'da Memlüklar sayilabilir.

Bazi Avrupa ülkelerinin yaninda Osmanlilarla da iliskisi olan bu devletlere Osmanlilar siyasî ve dinî iliskilerine göre personel, silah, barut ve demir gibi malzeme satarak veya hibe ederek atesli silahlar konusundaki imtiyazli konumlarindan istifade ile Asya, Afrika ve Orta Dogu'daki etkinliklerini artirma politikasi takip etmislerdir. Hariç ülkelere yapilan bu yardimlarin yaninda kendi ülkesi içinde uçlarda bulunan beylerbeylerine de gerektiginde savas malzemesi veya toptüfek yapicisi ustalar yine Istanbul'dan gönderilmekteydi.

Osmanlilarin verdigi atesli silahlarin, özellikle Orta Asya'da Türk Devletleri'nin iç savaslarinda Osmanlilarin destekledigi taraf açisindan çok önemli rol oynadigi,Habesistan ve Açe'de de Portekiz ve Hollanda gibi gayri müslim sömürgeci devletlerle savasan Islam devletlerinin muvaffakiyetinde ciddî ölçüde tesirli oldugu görülmüstür. Tabiatiyla bütün bu yardimlar hilafet merkezini elinde tutan Osmanlilarin, söz konusu devletler nezdindeki itibarini artirmis ve sayginlik kazandirmistir. Memlüklara silah yardimi yapilmasi da henüz bozulmamis olan iliskiler öncesinde onlari Hristiyan Portekizlilere karsi savaslarinda destekleme gayesi gütmekteydi.

Sarax
09-19-2008, 13:55
Diger Milletlerin Durumu

Islam dünyasinda atesli silahlarin kullaniminda özel bir yeri olan Memlüklar ile iranlilar, Avrupa devletlerinden silah almakta ve her ikisi de Osmanlilar gibi bu silahlarin yapimi için Avrupali usta, teknisyen ve mühendisler kullanmaktaydilar. Ancak, bu silahlari kendi milletlerinden teknisyen ve mühendislere de ögreterek gelistirmeyi saglamada Osmanlilar kadar basarili olamadiklarindan, mücadelelerde Osmanlilara karsi kaybettiler. Osmanli Devleti ise, atesli silahlarin ilk olarak gelistigi Orta Avrupa ve Balkanlara yakin olmanin ve hatta buralari oldukça erken zamanlarda fethetmenin ve diger yandan bölgedeki madenlere sahip olmanin avantajini çok iyi bir sekilde degerlendirmis ve neticesini almistir.

1509'da Memlük Sultani Kansu Gavri, Portekizliler ile Kizildeniz'de savasmak için gerekli donanma malzemesini ve atesli silahi Osmanli Devleti'nden istemistir. Osmanli Devleti de, 1511 yilinda, 400 top, 40 kantar barut ve bir miktar bakirdan olusan bir yardim yaparak Memlüklari Hiristiyan Portekizlilere karsi desteklemistir. Bu yardimlar arasinda gemi yapim malzemesi yaninda asker ve arkebüzler de bulunmaktaydi. Diger taraftan Islam dünyasinda atesli silahlarin kullaniminda önemli bir yeri olan Memlüklar, Kansu Gavri devrinde bir reform tesebbüsünde bulunmuslarsa da Ridaniye'de, Osmanlilar karsisinda maglup olmaktan kurtulamamislardir.

Osmanlilar, Habesistan'daki Müslüman lider Sultan Ahmed Gran'a 1527 ve 1542 yillarinda bölgedeki Hiristiyan lider ve onun destekçisi Portekizlilerle savasmak üzere birçok atesli silah ve top yardimi yapmistir. Sumatra'da Osmanli sultani adina hutbe okuyan Açe Sultani'na da, Hollandalilar ve Portekizlilerle savasmasi için gönderilen yardim gemileri Istanbul'dan yola çikmis, ancak Yemen isyani sebebiyle bu yardim yerine ulasamamistir. Bunun yerine Osmanlilar, bir grup top yapicisini Açe'ye göndermislerdir. Bu top ustalari, burada 200 kadar bronz top dökerek Mallaka'da Açe Sultani'nin Portekizlilerle savasinda muvaffakiyetini saglamislardir.

Hindistan'da Osmanli topçularinin ayri bir yeri ve önemi vardi. Sultan Bahadur Sah'in emrinde çalisan Selman Bey'in yegeni Mustafa Bayram, Rumî Han ve kölesi Hoca Sefer Selman da Hüdavend Han ünvanlarini almislar ve bu bölgede oldukça büyük bir üne kavusmuslardir. Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) tarafindan Hind Sahi'nin istegi üzerine oraya giden Istanbullu Hüseyin Han'in dökmüs oldugu Maliki Maidan adli 42 ton agirligindaki bronz top 1685 yilina kadar kullanilmistir.

Iran Safevileri ise Osmanli akinlarina karsi koyabilmek için 1548 yilinda Portekizlilerle bir antlasma yaparak onlardan atesli silahlar satin aldi. Daha önce de Akkoyunlu Hükümdari Uzun Hasan, Venediklilerden top ve atesli silah ile birlikte bunlari kullanacak kisileri kendi ordusuna dahil ettiyse de, 1473 yilinda Fatih ile yaptigi Tercan Savasi'ni, Osmanli silahlarinin üstünlügü sebebiyle kaybeIti. Yine 1514'teki Çaldiran Savasi'nda her iki tarafin güçleri esit olmasina ragmen, üstün silah gücü sayesinde Osmanli ordusu galip gelen taraf oldu. Bu neticelerden sonra 1528 yilinda Safevi Sultani Sah Tahmasib, ingiltere'den silah ve malzeme getirmeye baslarken, bir taraftan da Rumlu Tüfenkçiler denilen, tamami Osmanli Türkleri'nden olusan ve tüfenk kullanan bir grup kurdu.

Osmanlilarin askerî yardim gönderdigi diger bir Müslüman devlet Afrika ülkesi olan Bornu Devleti'dir. En parlak dönemini May idris Elevma (1571-1603) döneminde yasayan ve gücünü Islam'in çevreye yayilmasi için kullanan bu devlet lideri, 1576 yilinda III. Murad'a bir elçi göndererek itaat bildirdi ve Osmanli Devleti'nden askerî ve teknik yardim istedi. Trablusgarb Beylerbeyligi vasitasiyla yapilan yardimda birçok tüfek ve tüfekçi gönderilmistir. Elevma, bu yardim sayesinde, çakmakli tüfeklerle donatilmis bir ordu kurmustur.

Bastan beri verdigimiz örneklerde görüldügü gibi Osmanlilar, Istanbul'un fethini müteakip çok sayida atesli silahlarla mücehhez bir ordu kurarak dünya devletleri arasinda ciddi ve caydirici bir güç halini almaya baslamislardir. Bu gücü onlara saglayan faktörlerden birisi olan atesli silahlardaki üstünlükleri sayesinde batidaki ve dogudaki düsmanlarina karsi pek çok mücadelede muvaffak oldular. Onyedinci asrin ortalarina kadar hiçbir Islam ülkesi atesli silah teknolojisinde Osmanlilarin gücüne erisememisti. Avrupa devletlerinin ise Osmanlilari yakalamalari ancak bu asrin baslarinda gerçeklesebilmistir. Çagin savas teknolojisini çok iyi takip eden ve bunu en iyi sekilde kullanan Osmanlilar, bu teknolojinin Müslümanlarin dünyanin dört bir yaninda muvaffak olmalari adina kullanilmasinda elinden gelen yardimi esirgememistir. Bir taraftan kendisi Avrupali düsmanlari ile çarpisirken, bir taraftan da, Afrika'dan Sumatra'ya, oradan Asya'nin ve Hindistan'in ortalarina kadar hakimiyetleri disindaki çok büyük bir cografyaya atesli silah ve asker yardimi yaparak Müslüman devletleri gayri müslim düsmanlari karsisinda desteklemistir. Dünya'nin üçte birine fiilen hakim olan Osmanlilar diger üçte birinde de, kendilerine sevgi ile baglanan ülkeler sayesinde söz sahibi olmuslardir.

Sarax
09-19-2008, 13:55
DURAKLAMA DÖNEMI VE SON BASARILAR

III. Mehmet zamaninda Avusturya'ya karsi devam ettirilen savaslarda Egri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmisse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok Antlasmasini imzalayarak (1606), Osmanlinin, Avrupa'daki üstünlügünün sona erdigini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlasmayla Osmanlida kaliyorsa da, artik iki devletin "esit" sayildigi hükme baglanmisti. XVI.yüzyil baslarindan itibaren Avusturya ve Iran'la girilen uzun savaslar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüsvetin almasi, buna bagli olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini olusturan timar sisteminin bozulmaya baslamasi, devletin güç ve otoritesini, halkin huzur ve asayisini güvenligini sarsmistir. XVII. yüzyila girilirken bu olumsuz sartlar, anarsinin artmasina sebep olmustur. Merkez ve tasra teskilâtinda görülen bozulmalar, pek çok isyanin çikmasini ve dolayisiyla devlet nizaminin sarsilmasini beraberinde getirmistir. Bu isyanlari üç grupta toplamak mümkündür; Tasrada çikan Celalî Isyanlari, Eyalet isyanlari ve Istanbul merkezli kapikulu isyanlari. Celalî isyanlarinin en önemli sebepleri, yukarida da belirttigimiz gibi, devletin uzayan savaslara bagli olarak azalan gelirlerini karsilayabilmek için vergileri artirmasi, timar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karsi huzursuzluklari idi. Halkin devlete olan güveninin sarsilmasi, isyancilarin gücünü daha da artiriyordu. Kalenderoglu, Karayazici, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarina, medrese ögrencisi suhteler ve basibos leventlerin isyanlari da eklenince, devlet isyanlari bastirmada oldukça zorlandi. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu'da dirlik ve düzenlik kalmadigi gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmustur. Yine bu otorite boslugu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bagdat, Eflâk, Bogdan gibi bagli eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmislerdi.

Istanbul'daki yeniçerilerin ulûfelerini zamaninda alamamalarini bahane ederek çikardiklari isyanlar dogrudan sarayi hedef almistir. Fesat yuvasi hâline gelen Yeniçeri Ocagi'ni düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hismina ugramis, isyancilar sarayi basmistir. Yeniçeriler, Genç Osman'i tahttan indirerek yerine, III. Mehmet'in kardesi I.Mustafa'yi getirmisler ve bununla da kalmayarak, Genç Osman'i Yedikule Zindanlarinda katletmislerdir. Bu olay yeniçerilerin bir padisahi tahttan düsürüp, katletmelerinin ilk örnegi olmasi açisindan dikkat çekicidir.

Yeniçerilerin basa geçirdigi I.Mustafa'nin bir yil sonra ölmesiyle, Osmanli tahtina IV. Murat geçer (1623-1640), genç padisah, hâkimiyetinin ilk on yilinda devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan'a birakmis ve güçlenene kadar fesat çikaranlara karsi tedbirli davranmistir. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu'da yeniden patlak veren isyanlarin tehlikeli boyutlara ulasmasi üzerine 1632'de duruma müdahale eden IV. Murat, kisa zamanda otoriteyi tesis etmistir. Sert tedbirlerle nifak çikaranlari, seyhülislâm ve kardesleri de dahil, öldürtmekten çekinmemis, bosalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymustur. Toparlanan Osmanli Devleti, Bagdat'i ele geçiren Iran'a savas açti. IV. Murat, ünlü seferiyle Bagdat'i geri aldi (1638). Iran ile yapilan Kasr-i Sirin Antlasmasiyla (1639), bugünkü sinirlara yakin olan Türk-Iran siniri yeniden çizildi.

1640'ta, IV. Murat'in ölmesi üzerine yerine kardesi I. Ibrahim geçti(1640-1648).

Fakat onun sekiz yillik saltanatinda devlet her açidan kötülemeye baslamisti. Sonunda 1648 yilinda o da öldürüldü ve çocuk yastaki IV. Mehmet Osmanli tahtina çikarildi (1648-1687). Harem ve Yeniçeri Ocagi devlet islerine istedikleri gibi müdahale eder olmuslardi. Bu kötü gidis 1656'da Köprülü Mehmed Pasa'nin sadrazamlik vazifesine getirilmesine kadar devam etti.Köprülü Mehmet Pasa ve onun ailesinden olan diger sadrazamlar XVIII. yüzyil baslarina kadar Osmanli Devleti'nin idaresinde belirleyici bir rol oynamislardir. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar saglanmis ve Osmanlilar son fetihlerini bu devirde gerçeklestirebilmislerdir. Köprülü Mehmet Pasa, içerde sükûneti sagladigi gibi, Venediklilerin eline geçmis olan Bozcaada ve Limni'yi geri alip, Çanakkale Bogazi'ni ablukadan kurtardi. Köprülü Mehmet Pasa öldügünde, padisah yine genis yetkilerle oglu Köprülü Fazil Ahmet Pasa'yi sadarete getirdi(1661). Erdel islerine karisan Avusturya'ya karsi baslatilan savasta Fazil Ahmet Pasa, Uyvar'i fethetti. Avusturya yapilan anlasmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanli hâkimiyetinde oldugunu kabul etti. Uzun süredir kusatilan, Venedik'in elindeki Girit, Kandiye Kalesi'nin düsmesiyle Osmanli hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan'a yapilan sefer sonucunda Podolya da Osmanli topraklarina katildi (1676).

Büyük basarilara imza atan Fazil Ahmet Pasa'nin genç yasta ölmesi üzerine, IV. Mehmet, Köprülü'nün damadi Kara Mustafa Pasa'yi sadrazamliga getirdi(1676).

Kara Mustafa Pasa, Çehrin'i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin saginda kalan topraklari Osmanlilara birakmak zorunda kaldiklari ilk anlasmayi Türklerle yapmistir (1681). Zaferlerin devami getirerek Osmanli'yi yeniden Avrupa'daki en genis sinirlara ulastirmak isteyen Kara Mustafa Pasa, Orta Macaristan'da, Katolik Avusturya'ya karsi isyan eden Protestan Macarlari himayesine aldi. Imre Tököli Osmanlilar tarafindan Orta Macaristan krali olarak tanindi. Mustafa Pasa, büyük bir orduyla Viyana'ya sefer düzenledi. Kanuni'nin ele geçiremedigi Avusturya'nin merkezi Viyana'ya karsi baslatilan bu ikinci sefer boyunca Osmanlilar hiçbir direnmeyle karsilasmadilar. 1683'te kusatma basladiginda, Avusturya imparatoru çoktan sehri terketmisti. Ancak kusatmanin uzun sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, sehrin imdadina yetismesiyle neticelendi. Iki ates arasinda sikisan Kara Mustafa Pasa, büyük bir bozguna ugradi. (12 Eylül 1683). Osmanlilar Belgrat'a kadar geri çekilmek zorunda kaldi. Viyana bozgunu, sadrazamin Belgrat'ta hayatina mal olmustu. Osmanli devletine karsi Avusturya, Lehistan, Malta, Venedik ve son olarak Ruslarin katildigi(1696) büyük bir ittifak olusturuldu. Osmanlilar dört cephede bu ittifaka karsi mücadele verdigi sirada, içte de huzursuzluk artmaktaydi. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (1687-1691) , II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazil Mustafa Pasa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik basarili icraatlerde bulunmus ise de ayni aileden Hüseyin ve Nu'man Pasalar, sadaret makaminda basari saglayamamislardi.

II. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardindan gelen toprak kayiplarini önlemek amaciyla üç kez Avusturya'ya sefer düzenledi, ilk iki seferde kismen basari saglandiysa da son seferde Osmanli ordusu Zenta denilen yerde bozguna ugradi. Bunun üzerine Ingiltere'nin araya girmesiyle Osmanlilar, ittifak güçleriyle Karlofça Antlasmasi'ni imzalamak zorunda kaldi (26 Ocak 1699). 25 yil için geçerli olacak bu anlasma sonunda, Avusturya'ya Macaristan'in büyük bir bölümü ve Erdel, Venediklilere Dalmaçya kiyilari ve Mora, Lehistan'a ise Podolya ve Ukrayna birakiliyordu. Rusya ile yapilan üç yillik ayri bir anlasma ile de Azak Kalesi Ruslara terk ediliyor ve onlarin Istanbul'da daimî bir elçi bulundurmalari kabul ediliyordu. Karlofça Antlasmasi, Osmanlilarin toprak kaybiyla neticelenen simdiye kadar imzaladiklari en agir anlasma idi.

I.Edirne Vakasi adi verilen bir ayaklanma ile Osmanli tahtina III. Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Dogu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde topraklarini genisletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra Osmanlilara siginan Isveç Krali XII. Sarl, iki ülke arasinda yeniden bir savasin baslamasi için bir vesile oldu. Bu savas ile Osmanlilar, Karlofça'da kaybettikleri topraklari tekrar kazanma firsatini bulacakti. Nitekim Prut'ta sikistirilan Ruslar (1711), anlasma yaparak, Azak'i terk etmek zorunda kaldilar. Karadag'da isyan çikartan Venedik'e karsi açilan savaslarda ise isgal altindaki Mora kurtarildi. (1715). Bu basarilar üzerine, siranin kendisine geldigini düsünerek harekete geçen Avusturya, Osmanlilari yenilgiye ugrattilar.

Temesvar ve Belgrat düstü. Osmanlilar Pasarofça Antlasmasini imzalayarak (1718), Temesvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve Kuzey Sirbistan'i Avusturya'ya birakti. Dalmaçya kiyilarindaki bazi kalelerin Venedik'e terki mukabilinde Mora muhafaza edildi. Osmanlilardin Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri için staratejik bir mevkiide olan Belgrat'in düsmesi, agir sonuçlar dogurmustur. Avusturya, Belgrat'tan Balkan içlerine sarkmakta daha basarili olacaktir.

Sarax
09-19-2008, 13:55
IV. MURÂD HAN

ve Dönemi





Osmanlý pâdiþâhlarýnýn on yedincisi veÝslâm halîfelerinin seksen ikincisi. Babasý Birinci Ahmed Han, annesi Mâhpeyker (Kösem) Sultandýr. 27 Temmuz 1612’de Ýstanbul’da doðdu. Tam bir Ýslâm terbiyesi ve ahlâký ile yetiþtirildi. Enderun mektebindeki hocalarýndan husûsî dersler aldý. Genç Osman’ýn baþýna gelen acý felâket ve yerine geçen amcasý Mustafa Hanýn kýsa bir süre sonra tahttan indirilmesi üzerine henüz on bir yaþýnda iken 10 Eylül 1623’te Osmanlý tahtýna çýktý. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesinde hocasý Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin elinden kýlýç kuþandý. Yaþý küçük olduðu için, devleti bilfiil idâre edemeyeceði görüþü hâkim olarak annesi Mâhpeyker Kösem Sultan, saltanat nâibesi tâyin edildi.

Tahta geçtiðinde, iç ve dýþ iþlerdeki karýþýklýklar devam ediyordu. Ýdârî iþler karýþýk olduðundan, Yeniçeri ve Sipâhi askerleri zorbalýða baþ vuruyorlardý. Vasî durumunda olan annesi Mâhpeyker Kösem Sultanýn yardýmý ile iþ baþýna kýymetli devlet adamlarý ve kumandanlar getirerek, ortalýðý düzeltti. Ýran Þâhý Birinci Abbâs (1588-1629), Osmanlý hudûdunu geçip, Baðdat’ý iþgâl ederek, otuz bin Ehl-i sünnet Müslümâný kadýn, çoluk çocuk demeden kýlýçtan geçirdi. Rus Kazaklarý ise kayýklarla Karadeniz sâhilindeki bâzý köyleri yaktýlar. 1625’te sadrâzamlýða getirilen Hâfýz Ahmed Paþa, Kazak korsanlarýna ve Safevîlere karþý harekete geçti. 1625’te Köstence’de Kazaklarýn iki yüz elli kayýðý batýrýlarak, dört bin kadarý öldürüldü. Þah Abbâs’ýn Baðdat’taki zulmünün önüne geçmek için 1625’te ordu sevk edildi. 11 Kasým 1625’te Baðdat yakýnlarýndaki Azamiyye kurtarýlarak, Baðdat kuþatýldý. Ancak yeniçerilerin isyânýyla Baðdat kuþatmasýný kaldýran Sadrâzam Hâfýz Paþa, Irak’ýn kuzey ve güneyini iþgalden kurtardý.

1 Aralýk 1626’da Sadrâzamlýða getirilen Kayserili Halil Paþa, tekrar baþlayan Safevî saldýrýlarýnýn önüne geçmek ve Abaza Mehmed Paþanýn isyanlarýný bastýrmak için 4 Aralýk 1626’da sefere çýktý. Serdar Halil Paþanýn muvaffakiyetsizliði üzerine 6 Nisan 1628’de Sadrâzamlýða Hüsrev Paþa getirildi. 22 Eylül 1628’de Abaza Mehmed Paþayý yola getiren yeni sadrâzam Safevîlere karþý 5 Mayýs 1630’da Mihribân’da, 14 Temmuz 1630’da Cemhâl’da zafer kazandý. Ýranlýlar maðlup olunca, Anadolu’da asâyiþ temin edildi.

Dördüncü Murâd Hanýn yaþýnýn küçüklüðünden istifâde eden yeniçeriler, Ýstanbul’da zorbalýklarýný ve ahâliye kötü muâmeleyi artýrdýlar. Sadrâzam Hüsrev Paþanýn azlini bahâne eden yeniçeriler ve sipâhiler ayaklanarak saraya yürüdüler. Yeni sadrâzam Müezzinzâde Hâfýz Ahmed Paþayý öldürdüler (1632). Bundan sonra zorbalarýn zoru ile sadrazâm olan Receb Paþa döneminde Ýstanbul’da karýþýklýklar günlerce sürdü. En küçük bir olayda Receb Paþanýn tahrîkiyle harekete geçen zorbalar yeni kelleler istiyorlardý. Diðer taraftan tahta geçtiði günden îtibâren bütün hâdiseleri dikkatle tâkip ederek, eþkiyanýn elebaþýlarýný tesbit eden Sultan Murâd Han, 8 Haziran 1632’de devlet idâresini bizzât eline aldý. Ýsyancýlarýn elebaþýsý olan Topal Receb Paþayý öldürttü. Yeniçeri ve sipâhî ocaklarýný sindirerek, zorbalýklarýn önüne geçti. Kahvehâneleri ve meyhâneleri kapatarak tütünü ve alkollü içkileri yasakladý. Emri dinlemeyenlere þiddetli cezâlar verileceðini îlân edip, sýký kontroller yaptý ve yaptýrdý.

Lehistan Kazaklarýnýn Karadeniz’de Osmanlý sâhillerine ve Rumeli’de Tuna yalýlarýna yaptýklarý saldýrýnýn önüne geçmek için 1633 Nisanýnda Lehistan Seferine çýktý. Osmanlý ordusu Edirne’ye geldiðinde, Lehistan hükûmeti sulh istedi. 1634’te imzâlanan Osmanlý-Lehistan Antlaþmasýna göre; Kazak akýnlarýna son verilmesi, Leh krallarýnýn Kýrým hanlarýna ve Osmanlý sultanýna vergi vermesi, esirlerin karþýlýklý deðiþtirilmesi kabul edildi.

Sultan Dördüncü Murâd Han, Safevî saldýrýlarýnýn önüne geçmek için ordunun baþýnda sefere karar verip, hazýrlýklarý tamamladý. 18 Mart 1635’te Revan Seferine çýkan Dördüncü Murâd Han, önceden tesbit ettirdiði zorbalardan yolu üzerindekileri cezâlandýrdý. 27 Temmuz 1635’te Revan önlerine ulaþtý. Sefer boyunca ordunun baþýnda bulunup, askerlerle alâkadar olan, kuvvet, heybet ve dehþetinden ürkülen Sultan Murâd Hana ordu içinde büyük bir emniyet ve hürmet hissi uyandý. 28 Temmuz 1635 gecesi baþlatýlan Revan kuþatmasýnda bütün muhârebe plânlarý tatbik edildi. Sultan Murâd Hanýn kuþatmanýn ilk gecesi yaralanan askerleri ateþ hattýndan geriye çektirerek hastahâne çadýrlarýnda, cerrahlar tarafýndan tedâvi ettirip, ilâçlarýnýn verilmesini emretmesi ve top atýþlarýnda bulunmasý askerleri coþturdu. Revan kalesini düþürmek için yapýlacak umûmî taarruz öncesinde Safevîler vire ile teslim olmak istediklerini bildirdiler. 8 Aðustos 1635’te Revan kale muhâfýzý Emirgûneoðlu Tahmasp Kulu Han, Sultan Murâd Hana kaleyi teslim etti. Revan Kalesi tâmir edilip, içine on iki bin asker ve yeteri kadar cephâne konularak muhâfýzlýðýna Vezir Murtaza Paþa býrakýldý. 11 Eylül 1635’te Tebriz þehri tekrar zaptedildi. Safevî ordusu, Osmanlýlarla meydan muhârebesine cesâret edemediðinden karþýlaþýlmadý. Aras Nehri taraflarýndaki Zeynelli aþîretinden bin kadar nüfûsun, Pasin-Erzurum, Tercan-Erzincan taraflarýndaki boþ arâzilere iskân edilmesi emrolundu. Van ve Diyarbakýr’da kalan Sultan Murâd Han, Revan Seferine çýkýþýndan on ay sonra 27 Aralýk 1635’te Ýstanbul’a döndü. Osmanlý ordusunun doðudan ayrýlmasýyla; Safevîler, hududa tecâvüz ederek 1 Nisan 1636’da Revan’ý iþgâl ettiler. 2 Þubat 1637’de sadrâzamlýða getirdiði Bayram Paþayý Doðu Seferi serdarlýðýna tâyin eden Sultan Murâd Hanýn kendisi de hazýrlýklara baþladý ve 8 Mayýs 1637’de Baðdat Seferine çýktý. 16 Kasým 1638’de kuþatmanýn baþladýðý sýrada Pâdiþâhtan, daha önce ele geçirilmiþ bulunan Ýmâm-ý A’zam türbesini ziyâret etmesi istendi. Ancak Sultan; "Baðdat, sapýklarýn pis ayaklarýyla kirlenirken, gidip o yüce Ýmâmý ziyâretten hayâ ederim." cevâbýný verdi. Derhâl tertibât alarak muhâsaraya baþladý. Þehirde Bektaþ Han Türkmen’in kumandasýnda 40.000 kiþilik bir Safevî garnizonu bulunuyordu. Þâh Sâfî ise, atlý kuvvetleriyle Kasr-ý Þîrîn’de olup Osmanlý muhâsarasýný gün gün tâkip etmesine raðmen müdâhaleye cesâret edemiyordu. Sultan Murâd Han, 12.000 sipâhiyi Ýran içlerine sokup Þehriban bölgesini çiðnettiði hâlde, Þâhý savaþ meydanýna çekemedi. Þâh, Baðdat’taki büyük kuvvetlerine güveniyor, Pâdiþâhýn muhâsaradan býkýnca çekilip gideceðini zannediyordu.

Pâdiþâhýn ve seksen altý yaþýndaki þeyhülislâm Yahyâ Efendinin de ön safta olduðu bu kuþatmada dehþetli vuruþmalar oldu. Muhâsaranýn otuz yedinci gününde ön saflarda yalýn kýlýç kahramanca çarpýþarak askeri coþturan Sadrâzam Tayyar Mehmed Paþa, birkaç kuleyi ele geçirdiði sýrada alnýndan vurularak þehit oldu. Yerine sadârete getirilen Kemankeþ Mustafa Paþa, selefi gibi gayret edip birkaç kuleyi daha ele geçirdi. Bu muvaffakiyetler üzerine muhâsaranýn otuz dokuzuncu günü umûmî taarruza karar verildi. Sabah erkenden baþlayan þiddetli hücum karþýsýnda kale teslim oldu.

Böylece on dört sene on bir ay önce bir ihânet sebebiyle Safevîlerin eline düþen Baðdat artýk kesin olarak Osmanlý idâresine geçti.

Sultan Dördüncü Murâd Han, ilk iþ olarak Ýmâm-ý A’zam ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i þerîflerini ziyâret etti. Bu büyük zâtlarýn türbeleri, sapýk düþünceli Safevîler tarafýndan tahrip edilmiþ ve eþyâlarý yaðmalanmýþtý. Pâdiþâh emir verip bütün kabirlerin ve eserlerin tâmirini bildirdi. Þeyhülislâm Yahyâ Efendiyi de, bu iþlere nezâret etmekle vazîfelendirdi. Bu zaferden sonra Baðdat fâtihi diye anýlan Dördüncü Murâd Han ordu ile Sadrâzam Mustafa Paþayý Baðdat’ta býrakarak Ýstanbul’a döndü. Sadrâzam Kemankeþ Mustafa Paþa, büyük bir kuvvetle Ýran içlerine doðru harekete geçtiði sýrada Þâhýn barýþ isteði ile gönderdiði elçiler geldi. Sadrâzam Kemankeþ Mustafa Paþayla Ýran murahhaslarý Saru Han ve Muhammed Kuli Han arasýnda yapýlan görüþmeler sonrasýnda, aþaðý yukarý bugünkü Türk-Ýran sýnýrýnýn tesbit edildiði Kasr-ý Þîrîn Antlaþmasý imzâlandý (17 Mayýs 1639). Bu antlaþmaya göre; Baðdat, Basra ve Þehr-i zûr havâlisinden mürekkep Irak-ý Arap Osmanlýlarda, Erivan Safevîlerde kaldý. Ayrýca Safevîlerin gerek Irak, gerekse Kars, Ahýska ve Van taraflarýna saldýrmayacaklarý, Eshâb-ý kirâmý kötülemeyecekleri de antlaþma þartlarý içinde yer almýþtý. Sultan Murâd Han, doðuda Ýran’la meþgulken, batýdaki hâdiselerden de günü gününe haber alýyordu. Bilhassa Venediklilerin hudut tecâvüzlerine karþý bu Cumhûriyetle bütün ticârî münâsebetlerin kesilmesini ve hemen savaþ açýlmasýný emretti. Ancak bu sýrada damla hastalýðýndan muzdarip bulunan Sultanýn durumu aðýrlaþtý. Bunun üzerine Dîvân, emri çeþitli bahânelerle on üç gün geciktirdi. Bu arada Venedik elçisi gelip, dîvânýn bütün þartlarýný kabûl etti ve savaþ durduruldu.Nitekim çok geçmeden pâdiþahýn hastalýðý daha da artarak 8/9 Þubat 1640 günü, güneþ battýktan sonra Ýmâm Yûsuf Efendi Yâsîn-i þerîf okurken vefât etti. Sultanahmed Câmii avlusunda Þeyhülislâm Yâhya Efendinin imâmlýðýnda müezzinlerin "Er kiþi niyyetine!" nidâlarý ve Müslümanlarýn gözyaþlarý arasýnda kýlýnan cenâze namazýndan sonra babasý Birinci Ahmed Hanýn türbesine defnedildi.

Dördüncü Murâd Han Arapça ve batý dillerine hâkim olup her türlü memleket meselesine vâkýftý. Ýlmi ve ilim adamlarýný çok sever, fýrsat buldukça ilim meclislerine gider, onlarý teþvik ederdi. Evliyâ Çelebi ve Kâtib Çelebi gibi âlimler, teþvik ettiði kimseler arasýnda idi. Kur’ân-ý kerîm okumayý ve ibâdetlerini hiç ihmâl etmezdi. Dedesi Yavuz Sultan Selim Han gibi o da Hýrka-i saâdet dâiresinde Kur’ân-ý kerîm okurdu.

Ömrünü devlete hizmet ve Allahü teâlânýn emir ve yasaklarýna itâatle geçiren bu Türk Hakâný, Ehl-i sünnet düþmaný Acemlerin pekçok iftirâlarýna mârûz kaldý. Bunlar kendilerinde bulunan zilletleri bu büyük pâdiþâha da bulaþtýrmaya kalkýþtýlar. Ýnsanlara zulüm ettiðini ve içki içtiðini söylediler. Halbuki devrin kaynaklarýnda Murâd Hanýn içki içtiðine dâir en küçük bir bilgi yoktur.

Birçok târihçinin Kânûnî sonrasý en büyük Osmanlý pâdiþâhý olarak kabûl ettikleri Dördüncü Murâd Han, hep dedesi Yavuz Sultan Selim Hana benzemeye çalýþýrdý. Gerçekten de birçok vasýflarý onunla uyuþurdu. Fakat Yavuz’un sâhip olduðu kýymetli devlet adamlarýna ve tecrübeye mâlik deðildi. Tahta geçtiðinde hazine bomboþtu. Vefâtýnda ise, on beþ milyon altýn olup, gümüþ paranýn haddi hesâbý belli deðildi. Avrupa baþtan baþa istihbârat aðý ile örülmüþtü. Avrupalýlarýn en gizli sýrlarý, Osmanlý Sarayýna gününde ulaþýyor ve ona göre vaziyet alýnýyordu. Tahta çýktýðýnda neye yaradýðý belli olmayan yüz bin yeniçeri varken, vefâtýnda itâat altýna alýnmýþ otuz beþ bin yeniçeri bulunuyordu. Dördüncü Murâd Han, bozulmuþ devlet nizâmýný yoluna koymak için mülâzimlikleri kaldýrdý. Timar sistemini yeniden düzene koydu. Ýsrâfýn önüne geçmek için kânunlar çýkarttý. Sipâhilerden zorbalýkla ele geçirdikleri evkâf idâresini ve diðer hükûmet hizmetlerini aldý. Sipâhileri intizam ve itâat altýna alarak, bunlarýn ve bir takým bozguncularýn toplandýðý yerler olan kahvehâneleri kapatarak âsâyiþi temin etti. Yeniçerilik tahsisâtýnýn þuna buna yemlik olmasý sûistimâlini kaldýrarak, yeniçeriliði ýslhah etti. Vefâtýnda içte ve dýþta huzurlu ve îtibârlý bir devlet býraktý.

Sultan Murâd Hanýn cesâreti, her türlü zorluða tahammülü, keskin zekâsý, hünerleri, askerî dehâsý, atýcýlýk, binicilik, silâhþörlükteki baþarýsý, askerleri ve tebeasý tarafýndan çok takdir ediliyordu. Ýki yüz okkalýk gürzleri kolayca kaldýrýr, hýzla giden iki atýn birinden diðerine atlar, attýðý ok, tüfek mermisinden uzaða düþerdi. Devrinin bütün silâhlarýný en iyi þekilde kullanýrdý.

En küçük suçlarý bile memleketin selâmeti için cezâlandýrmaktan çekinmeyen SultanDördüncü Murâd Hanýn merhameti de çoktu. Savaþ esnâsýnda otaðýnýn yanýna kurdurduðu seyyar hastahânelerdeki yaralý ve hastalarý ziyâret eder, onlarla yakýndan ilgilenirdi.Memleketin her tarafýndaki imârethânelerin vakýf þartlarýna uygun þekilde çalýþmasý, fakir ve yetimlerin aç ve açýkta kalmamasý için gayret gösterirdi.

Din ve devlet menfaatine iþ yapaný hemen mükâfatlandýran Sultan Murâd Han, pekçok hayýrlý iþin yanýnda, Topkapý Sarayýnda Revan ve Baðdat köþkü gibi nâdide eserler, köprüler, kervansaraylar, hanlar ve benzeri hayýr eserleri de inþâ ettirdi.

Boðazda yaptýrdýðý sarayda, oðlu Muhammed’in doðumunda yedi gece kandiller astýrýp þenlikler yapýldýðýndan, buraya Kandilli denildi. Kavaklar’daki kaleleri yaptýrdýðý gibi, pekçok þehrin de surlarýný tâmir ettirdi. Baðdat’ý feth edince, Ýmâm-ý A’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbelerinin tâmirini yaptýrdý. Kâbe-i muazzamayý su basmasý üzerine; Ankaralý Mehmed ile Rýdvan Aðayý Kâbe-i muazzamayý tâmirle vazîfelendirdi.

Sultan Dördüncü Murâd Han devrinde kazanýlan zaferlerin yanýnda pekçok âlim, þâir, târihçi ve sanatkâr yetiþerek kýymetli eserler meydana getirmiþlerdir. Bunlardan bibliyografya, târih, coðrafya sâhasýnda Kâtip Çelebi ve Vekâyi-nâme sâhibi Topçular kâtibi Abdülkâdir, Ravdat-ül-Ebrâr ve Zafernâme sâhibi Karaçelebizâde Abdülazîz, Târih-i Gýlmânî sâhibi MehmedHalîfe, teþkilât ve idâre sahasýnda Koçi Bey vardýr. Yine Erzurumlu Ömer, Nef’i, Azmizâde Mustafa Hâleti, Nâibî, Yahya, Bahâî, Cevrî ve Fehim-i Kadîm, devrinde önde gelen þâirlerdir. Yine süslü nesrin on yedinci yüzyýldaki temsilcilerinden Nergîsî de Dördüncü Murâd devrinin meþhûrlarýndandýr.Bundan baþka þâir olan bu pâdiþâhýn devrinde halk edebiyâtý sarayca desteklenmiþ, zaferlerine destanlar, ölümüne halk þâirlerince þiirler yazýlmýþtýr. Bu þâirlerden bâzýlarý saraya intisap etmiþlerdir. Bunlarýn belli baþlýlarý Kuloðlu, Kâtibî, Kayýkçý Kul Mustafa gibi halk þâirleridir.Yine devrin tekke edebiyatýndaki büyük temsilcisi Aziz Mahmûd Hüdâyî de, bu devrin sahasýnda önde gelen þâirlerindendir.

Sarax
09-19-2008, 13:56
GENÇ OSMAN'IN YAPMAK ISTEDIKLERI...

Ikinci Osman, Sultan Birinci Ahmed'in büyük ogludur. 3 Kasim 1604 Çarsamba günü Istanbul'da dogmus ve Osmanogullari'nin on altincisi olarak on dört yasinda taht'da çikmis, böyle küçük yasta cülûsu dolayisiyle «Genç Osmani» diye anilagelmistir.

Ikinci Osman'in annesi Mâhfirûze Sultan'dir. Birinci Ahmed'in ogullarindan Murad (Dördüncü Murad) iIe, Ibrahim (yanlis olarak «deli» diye anilan) ise, Mâhpeyker Kösem Sultan'dan dogmuslardir. Birinci Ahmed'ln ölümü üzerine büyük oglu ikinci Osman'in taht'da çikmasi gerekirken, âni bir degisiklikle, Osman Gazi'den beri devam edegelen verâset kanunu bir tarafa itilivermis ve babadan ogula intikal eden saltanat, bu ânda «Ekberiyyet» kaidesine baglanarak, Ikinci Osman'in yerine, taht'da amcasi Birinci Mustafa çikivermis veya daha dogru bir tâbirle. çikartilivermistirl..

Bu is, Kösem Sultan'in mel'anetidir!.. Kendi çocuklarina taht yolunu açabilmek için, muvazenesi bozuk olan ve ser'an Hilâfetî caiz olmayan Birinci Mustafa'nin taht'da çikarmasini Kösem Suttan temin etmis ve bu müvazenesi bozuk pâdisah, nasil olsa ilerde hal' edileceginden. zaman kazanip oglu Murad'i taht'da çikarmak gayesiyle Ocak Agalarini ve bâzi devlet erkânini elde ederek verâset usulünû el çabukluguyla degistirmis, böylece Ikinci Osman'i saltanattan mahrum etmek, istemisse de, muvaffak olamamistir!.. Gerçi, Birinci Ahmed'den sonra Birinci Mustafa pâdisah olmustur ama, saltanati ancak doksan alti gün sürmüs ve muvazenesizligi dolayisiyle hal' edilen bu on besinci Osmanli pâdisah yerine, 26 subat 1618 Pazartesi gûnü Genç Osman taht'da çikmistir. Buna ragmen. Kösem Sultan mel'anetin de devam etmis ve «Hâile-i Osmaniyye» ile Genç Osman'i alasagi etmesini bilmlstir!..

Osmanli pâdisahlari içinde zekâsi, kuvvetli tahsil ve terbiyesi yanisira, fizik güç ve irâde saglamligiyle de temayüz eden Genç Osman, yasindan umulmayacak derecede büyük ve mühim islere tesebbüs edip, âni bir hamle ile bunlari tatbike koyulmustur !.. Sayalim, bu büyük ve mühim islerden bazilarini:



1. Tereddi ve tefessüh edip kozmopolit bir cemiyet haline gelen Yeniçeri ve Sipahi Ocaklarini tamamiyle ilga ve imha ederek, onlarin yerine, Anadolu. Suriye ve Misir Türkleriyle Türkmenlerinden milli bir ordu kurmak.

2. Payitahti Istanbul'dan Anadolu'ya nakledip, kozmopolit bir muhitten millî bir muhite geçmek.

3. Ilmiyye sinifinin siyasî ve malî kudret ve nüfuzunu kirarak, bozulmaya baslayan bu zümreyi islah etmek

4. Kozmopolit saray an'anelerini degistirerek «Harem-i Hümâyûn»u tasfiye etmek ve hânedanin Türk ailelerinden nikahla kiz almasina yol açmak.

5. Fâtih ve Kanunî'nin eskiyen mevzuati yerine yeni kanunlar tedvin etmek.



Ikinci Osman, yapmak istedigi bu reformlar dolayisiyle karsilastigi muhalefet üzerine su beyti söylemistir:

Niyyetûm hidmet idi saltanat-u devtetime

Çalisur hâsid ü bedbâh, aceb nekbetime.

(Niyyetim, saltanat ve devletime hizmet etmekti amma, ne istir ki, kiskanç ve kötû dilekliler hep felâketime çalisir.)

Sarax
09-19-2008, 13:56
LÂLE DEVRI

Pasarofça Antlasmasi neticesinde ortaya çikan barisi iyi kullanmak isteyen Osmanlilar, artik Avrupa karsisinda savunma durumunda kalacagini anladigindan, Balkanlardaki sinir kalelerini tahkim etme, bölge halkini yaninda tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya agirlik vermekteydi. Damat Ibrahim Pasa, Osmanlilara üstünlük kurmus olan Avrupa'yi her yönüyle tanimak için Avrupa baskentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yillari arasindaki bu dönem, sanatta lâle motifinin islenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adiyla anilmaktadir. Bu dönemde matbaa açilmasi, çini ve kumas fabrikasi kurulmasi gibi bazi müspet yenilikler yapilmissa da, III. Ahmet ve saray çevresinin sasali eglenceleri ve harcamalari huzursuzlugu artirmaktaydi. Damat Ibrahim Pasa'nin, Iran'a karsi baslatilan savasta (1722) kesin netice alamamasi ve uzayan savas esnasinda Tebriz'in sadrazamin gizli emriyle Iran'a terk edildigi haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti.

Patrona Halil Ayaklanmasi'nin patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat Ibrahim Pasa ve yakinlariyla Sultan III. Ahmet asiler tarafindan katledildiler (1730)Bu olayin ardindan III. Ahmet'in yegeni I.Mustafa hükümdarliga getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sinir olaylarini bahane eden Rusya, Kirim Tatarlarina karsi büyük bir saldiri baslatti. Azak ve Bahçesaray Ruslarin eline geçti (1739). Fransa'nin da tesvikiyle Osmanlilar, Rusya'ya karsi savas ilân etti. Rusya'nin yaninda savasa katilan Avusturya da, Eflâk ve Bogdan'a girmisti. Osmanlilar iki cephede de büyük basarilar kazandilar. Prusya, Fransa ve Isveç'in Osmanlilara yakinlasmasi, Osmanlilar karsisinda ummadiklari bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yi baris yapmaya zorladi. Bu savas sirasinda tekrar Osmanlilarin eline geçen Belgrat'ta bir anlasma imzalandi (18 Eylül 1739). Belgrat Anlasmasiyla, Avusturya, Pasarofça barisiyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'i terkederek bölgedeki kiyi ve deniz ticaretinin Osmanli gemileriyle yapilmasini kabul etti. Bu anlasma geçici de olsa Osmanlilarin toparlanmasini saglamistir. Savasta Türklerin tarafini tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde taninan imtiyazlari genisleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlasmasi imzalanmistir (1740). Damat Ibrahim Pasa zamaninda baslayan Iran savaslari Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküs dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dagistan'i isgal etmislerdi.

Sirvan halkinin talebi üzerine Osmanlilar duruma müdahale etmis, iki ülke arasinda çikabilecek savas Fransa'nin araya girmesiyle önlenmisti. Rusya'nin kuzeydeki isgaline karsin Osmanlilar da Güney Azerbaycan'i topraklarina kattilar. Sah Tahmasp 1732'de Osmanlilar ile baris yapti. Bu durumu kabullenemeyen Afsar Nadir Bey, Sah Tahmasp'i devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlilar bazi topraklari Nadir Han'a birakmaya razi oldu. Her iki taraf için de yipratici olan bu uzun savaslar, Kasr-i Sirin antlasmasiyla çizilen sinirlarin aynen kabul edildigi 1746 anlasmasiyla son bulmustur.

I.Mahmut döneminde, basarili savaslarin yani sira, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmistir. Aslen Fransiz olup Osmanli hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Pasa, Humbaraci Ocagi'ni kurarak (1734), bati savas tekniklerini burada hayata geçirmis idi. I.Mahmut'un üvey kardesi III.Osman'in (1754-1757) yerine geçen, amcaoglu III. Mustafa (1757-1773) zamaninda da ordu içerisinde bazi islahatlar devam ettirilmistir. Nitekim onun döneminde Tophane islah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüs, donanma yenilenmistir. Ancak, Rusya ile baslayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadigini gösterecektir.

Sarax
09-19-2008, 13:57
Mustafa Müftüoglu

Yurdumuzda ilk Mason Locasini kim açti?..

305 yil evvel 6 Subat 1695 Pazar günü cülûs eden/tahta çikan Ikinci Mustafa Osmanli pâdisahlarinin yirmi ikincisidir. Dördüncü Mehmet (Avci Mehmet)'in büyük oglu olan ve 5 Haziran 1664 Sali günü Râbia Gülnûs Sultan'dan dogan Ikinci Mustafa, 22 Agustos 1703 Çarsamba gününe kadar sekiz sene, alti ay, ondört gün saltanat sürmüstür.

Orduy-i Hümâyûna savas meydanlarinda baskumandanlik eden son pâdisah Ikinci Mustafa'dir. Kahramanligi yanisira hattat ve musikisinas olan, "Ikbalî" mahlâsiyla siir yazan Ikinci Mustafa, meshur âlim Vânî Mehmet Efendi'nin talebisidir.

1703 yilinin 18 Temmuz günü Sadrâzam Râmi Mehmet Pasa'nin tesvikiyle ayaklanan ikiyüz kadar Cebeci asker arasina bilahere Yeniçerilerle medrese talebeleri de katilmis ve tarihimize "Edirne Vak'asi" diye geçen isyân sonunda hal'edilen/tahttan indirilen Sultan Ikinci Mustafa, bu olaydan sonra dört ay, sekiz gün yasayip 29 Aralik Cumartesi günü vefat etmis, Yenicami'de babasi Dördüncü Mehmed'in türbesine defnedilmistir. Osmanli hânedânindan kadin-erkek pek çok kimsenin medfun bulundugu bu türbe ziyarete açiktir.

Sultan Ikinci Mustafa'dan sonra ana-baba bir kardesi Üçüncü Ahmed cülûs etmistir. 22 Agustos 1703 Çarsamba günü tahta çikan Sultan Üçüncü Ahmed'in saltanat yillari bizdeki Baticilik hareketinin baslamasi ve dünya masonlugunun yurdumuza hulûlü yönünden mühimdir!.. Gözlerimizi Bati'ya çevirdigimiz ve yalniz ordunun islâhi le Rönesansi gerçeklestiren Avrupa'nin teknigine ulasacagimizi hayal ettigimiz o devrede Kont dö Bonval adli bir sefîhe "Avrupa usulünde bir humbaracilar kuvveti' meydana getirmek vazifesi verilmis ve sonralari "Humbaraci Ahmed Pasa" diye anilacak bu sefîh, Fransiz masonlarina bagli ilk locayi Galata'da açarak pek çok gayrimüslim yanisira bâzi gaafil müslimleri de locaya kayda muvaffak olmustur ki, bunlar arasinda Ibrahim Müteferrika ile bilâhare Sadâret (Basbakanlik) makamina kadar yükselebilen Yirmisekiz-zâde Mehmed Said Pasa da vardir!..

Yurdumuzda ilk mason locasinin kurulmasina öncülük eden Kont dö Bonval (nam-i diger: Humbaraci Ahmed Pasa) denilen sefîhin içyüzünü ortaya koyarak bize düsman ser kuvvetlerin kimleri kullanip Devlet-i Aliyye'nin basini yediklerini ibretle görelim!..

Humbaraci degil, casus!..

Kont dö Bonval'a "ordunun islahi" (!) vazifesi verilmistir ama, is bu uzman Türkçe bilmemektedir!.. Yurdumuzda kaldigi onsekiz yila yakin zaman zarfinda da dilimizi ögrenmeye tesebbüs etmemis, kendisine tevdi olunan "ordunun islâhi" gibi çok mühim ve mahrem bir ise aid raporlari Italyan dönmesi bir kâtibe yazdirmis ve bu kâtip de, Fransiz elçisine casusluk etttiginden Kont dö Bonval'in üzerine aldigi vazife ile alâkali bütün tedbirler bizim elimize geçmeden evvel Fransizlar tarafindan ögrenilmistir!.. Bu olay, imparatorlugumuzun çöküntü devrinin ibret alinacak vukuati arasinda pek mühimdir!.. Ordunun islâhi gibi fevkalâde bir vazifeyi yüklenen ve Müslüman oldugunu iddia ile Humbaraci Ahmed Pasa diye anilan bu Fransiz, acaba dilimizi ögremek kabiliyetinden mahrum mu idi? Yoksa kasden mi ögrenmedi veya ögrendi de, vazifesi icabi (!) ögrenmemis görünüp devlet sirlarini Italyan dönmesi kâtibi vasitasiyla Fransilara ulastirdi?!..

Bizce bu ihtimaller (uydurmacasi: Olasilik) içinde en kuvvetlisi ücüncüsüdür... Zira, Humabarci Ahmed Pasa denilen sefîh, yurdumuzda geçirdigi onsekiz yila yikin zaman zarfinda Osmanli Imparatorlugu hizmetinde humbaracilik degil, düsman devletler emrinde casusluk yapmis ve Osmanli'dan aldigi maas ve saire yanisira Fransa ile Ispanya'dan elde ettigi tahsisati da "gevis getirmeden" yutmustur!..

Kont dö Bonval veya Bonval Kontu Klod Aleksandr diye anilan ve bir Fransiz asilzâdesi oldugu söylenen bu sefîh, Petervaradin savasini müteâkib Avusturya'dan kaçip yurdumuza siginmis ve Müslüman olarak Ahmed adini almis, bilâhare kendisine Rumeli Beylerbeyi pâyesi verilmis, valilik etmis, vezir olmus ve böylece o çöküntü yillarinda gûya orduyu islâha me'mur bir "Ahmed Pasa" türeyivermistir!.. Nizameddin Nazif Bey'in kaydettigine göre: "Dogustan ahlâksiz ve tiynetsiz olan Humbaraci Ahmed Pasa, ihtiyarladikça zivanadan çikmis, isleri hafiften tutmus, vazifesini yan çizmis ve yabanci devletlere casuslukla vakit geçirmege baslamis, günün birinde tekrar Hiristiyan olarak Fransa'ya kaçmak sevdasina tutulmussa da, mel'anetleri zamaninda farkedilip 1747 yilinin 23 Mart gecesi ölüvermistir."

Ve Sonrasi...

Fransa'ya gönderdigi gizli mektuplarda Müslüman oldugunu, fakat yasi ilerledigi için sünnet olmadigini itiraf eden bu sefîhin kabri Tünel'in Beyoglu civarindadir. Bekâr olan ve ölümünde bir hayli servet birakan bu Humbaraci Pasa'nin bütün mali mülkü evlâd edindigi Süleyman Aga adli Milanolu bir dönmeye kalmistir ki, Humbaraci'nin bu dönme ile olan münasebetini sütunumuza geçirmekten hâyâ ederiz!!!

Böylesine bir sefîhin Fransiz masonlarina bagli olarak yurdumuzda açtigi ilk mason locasini daha sonraki yillarda Ingiliz, Italyan ve Polonyalilar hesabina kurulan diger mason localari takip etmis, bu arada Lord Rading adli Ingiliz elçisinin korkunç tahribati görülmüs ve bizde masonluk Tanzimat hareketiyle büyük mesafe kat'edip Ikinci Mesrutiyetle hedefine ulasmistir!..

Humbaraci Ahmed Pasa, Ibrahim Müteferrika ve Yirmizekiz-zâde Mehmed Said Pasa gibi kimselerle baslayip, Mustafa Rasid Pasa, Keçeci-zâde Fuad Pasa, Midhat Pasa, Namik Kemal, Sair Ziya Pasa, Ali Suâvi ve benzerleriyle devam eden masonluk, bilâhare Ittihad ve Terakki basindakileri hep içine almis ve Ittihatçilardan arta kalanlarla Cumhuriyet devrine intikal etmistir. 1935 yilinda Mustafa Kemal Pasa tarafindan kapatilan mason localari, Ismet Inönü'nün Cumhurbaskanligi'nda tekrar açilmis ve günümüze kadar çesitli yan kuruluslariyla faaliyetini sürdüre gelmistir!..

Sarax
09-19-2008, 13:58
GERILEME DÖNEMI VE GERILEMEYI DURDURDURMA ÇABALARI

1764 yilinda Rusya, Osmanlilarin toprak bütünlügünü garanti ettigi Lehistan'i isgal etmis ve kaçan mülteciler Osmanli sinirini geçen Ruslar tarafindan katledilmistir. Bu olay üzerine Osmanli Devleti Rusya'ya savas ilân etmistir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kirim'i isgal ettikleri gibi, Ingilizlerin de yardimiyla, Baltik filosonu Akdeniz'e göndererek, Mora Rumlarini isyana tesvik etmisler ve Çesme'de demirli Osmanli donanmasini gafil avlayarak, gemileri yakmislardir. Bu arada Misir'da da bir isyan hareketi baslamistir. Ruscuk ve Silistre önlerinde Osmanli kuvvetlerinin mevzii basarilar kazanmasinin ardindan II. Katerina, Lehistan isini halletmeyi plânladigindan Osmanlilarla anlasma yapmayi kabul etmistir. I.Abdulhamit'in (1773-1789) basa geçmesinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlasmasi ile (21 Temmuz 1774) Kirim Hanligi Osmanlidan kopartilarak sözde bagimsiz bir devlet olmus, Baserabya, Eflâk, Bogdan Osmanlilarda kalmis, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmistir. Ruslar bu anlasmayla Ingiltere ve Fransa'ya taninan kapitülâsyonlari da kazanmis ve her yerde konsolosluk açma hakkini elde ederek, Osmanlinin iç islerine karisabilecegi bir ortami kendine hazirlamistir. Nitekim 1783'te Kirim'i isgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz'e hâkim olarak, sicak denizlere inme politikasini gerçeklestirme yönünde büyük bir adim atmis, Ortadokslari himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmistir.

Rusya'nin nihaî amaci, Istanbul'u ele geçirerek Bizans'i yeniden diriltmek idi. Iste bu maksatla, Osmanli Devleti'ni taksim etmek üzere Avusturya ile gizli bir anlasma yapildi. Bu anlasmayi haber alan Osmanli Devleti, Prusya ve Ingiltere'nin de tahrikiyle Rusya'ya karsi savas açti. Halkin infialine neden olan Kirim'i geri almak Osmanlinin en büyük arzusuydu. Ancak bu savasa Rusya'nin müttefiki olan Avusturya'nin da katilmasiyla, Osmanlilar iki cephede birden mücadele etmek zorunda kaldilar(1788). Avusturya'ya karsi iki kez savas kazanildi. Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya'ya karsi dogu cephesinde basari saglanamadi. Bu tarihlerde Osmanli tahtina III. Selim çikmisti (1789-1807). III. Selim Isveç ile bir anlasma yaparak Rusya'ya karsi bir müttefik kazanmisti. Ancak Rusya Bükres ile Küçük Eflâk'i almis, ardindan da Belgrat ve Bender düsmüstü. 1790'da Avusturya Imparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar bas göstermis ve Fransiz ihtilalinin etkileri bu ülkede de hissedilmeye baslanmisti. Bunun üzerine yeni Imparator II.Leopold, Zistovi anlasmasini imzalayarak Osmanlilarla olan savasi sona erdirdi (1791). Bu anlasma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile de, Ispanya'nin araciligiyla Yas Baris Antlasmasi imzalandi (1792). Rusya'nin savas sirasinda isgal ettigi yerlerden sadece Özi, anlasmayla verilmis oluyordu. Hem Avusturya hem de Rusya bu anlasmalarla, Fransa ve Lehistan'daki gelismelere dikkatlerini verirken, Osmanli Devleti de gerekli islahatlari yapmak için bir soluklanma zamani bulabilecekti.

Sarax
09-19-2008, 13:59
19. Y.Y. OSMANLI DEVLETI'NDE ISLAHAT ÇABALARI VE OSMANLI DEVLETININ SONU

a-Nizam-i Cedit

Iyi bir egitim görmüs olan III. Selim bu baris döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, islahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-i Cedit adi verilen ilk islahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocagi'ni kaldiramayacagini bildiginden, öncelikle Nizâm-i Cedid denilen bu orduyu batili tarzda düzenleyip, basarisini kanitlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocagi lagvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çikan gelismelerden endise duyan Yeniçeriler, bazi devlet adamlarini da yanlarina çekerek yeniliklere karsi çiktilar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Misir'i isgale baslamisti (1798). Osmanlilar, Rusya, Ingiltere ve Sicilya'nin da menfaatlerine dokunan Fransiz isgaline karsi harekete geçti. Ehramlar savasiyla, Misir'i ele geçirip, kuzeye yönelen Bonapart, Akka'da Osmanli savunmasini geçemedi (1799). Kusatmayi kaldiran Napolyon geri dönerken, yerine biraktigi ordu komutanlari da maglûp edildiler. Neticede Fransizlar Misir'i terk etmek zorunda kaldi(1801). Fransa'yi barisa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz'de Rus ve Türk donanmalarinin is birligi yapmalari, Ingiltere'nin Fransiz savas ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi. Fransa'nin Akdeniz ve Orta Dogu'daki ticarî menfaatlerinin zedelenmesi onlari barisa zorlamaktaydi.

1802'de imzalanan anlasmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma güvencesi almis ve kapitülâsyon hakkini elde etmistir. Bu olayi bahane ederek Akdeniz'e inen Rus donanmasi, Osmanli donanmasiyla birlikte Fransa'nin elindeki bazi adalari ele geçirmis idi. Fakat halk, ebedî düsman olarak gördügü Rusya ile is birligi yapilmasina büyük tepki göstermis ve bunun sonunda III. Selim'e ve islahatlarina karsi cephe genislemisti. Üstelik Napolyon'un, Orta Dogu'da Araplara yönelik propagandasinin da etkisiyle bölgede bazi isyanlar çikmisti. Böylece Bulgaristan ve Sirbistan'da çikan isyanlara bir de Suriye'de ve Hicaz'da çikan isyanlar eklenmis oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak, 1803-1804'te Mekke ve Medine'yi ele geçirmislerdi. Osmanlilarin tekrar Fransa ile yakinlasmalari, Ingiliz ve Ruslari harekete geçirmis ve sonunda Rusya Eflak ve Bogdan'i isgal etmisti. Bu savas sürerken Nizâm-i Cedit'in Rumeli"ye de kaydirilmasindan memnun olmayan isyancilar Sehzade Mustafa'nin tahrik ve tesvikiyle birleserek Ikinci Edirne Vak'asi denilen büyük bir ayaklanma baslatmislardi (1806). Neticede Istanbul'da patlak veren Kabakçi Mustafa Isyani III. Selim'in sonunu hazirladi. Saraya giren isyancilar III. Selim'i tahttan indirerek yerine IV. Mustafa'yi tahta geçirdiler (29 Mayis 1807). Nizâm-i Cedid lagvedildi. Fakat III.Selim'e bagli olan Ruscuk bayraktari Mustafa, yenilik taraftarlariyla birleserek, karsi darbede bulundu. Amaci III. Selim'i yeniden tahta çikarmakti. IV. Mustafa'nin, sabik padisahi öldürttügünün ögrenilmesi üzerine, kardesi II.Mahmut basa geçirildi (28 Temmuz 1808).

Alemdar Mustafa Pasa sadareti üslenerek, III. Selim'in baslattigi islahatlari devam ettirmeye çalisti. Nizâm-i Cedit'i, Sekbân-i Cedit adi ile yeniden canlandirdi. Ancak ulemayi ve yeniçerileri memnun edemeyen Alemdar Mustafa Pasa, 1809'da çikan bir isyanda öldü.

Sarax
09-19-2008, 13:59
II.MAHMUT VE ISLAHAT HAREKETLERI

II.Mahmut devri (1808-1839), hem gerçeklestirilen yenilik hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlariyla Osmanli Devleti'nin yol ayrimina girdigi bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu bastan asagi düzenlemek ile ise basladi. Yeniliklere karsi çikan Yeniçeri Ocagi bir nizamname ile ortadan kaldirildi. Vak'a-yi Hayriye olarak adlandirilan bu köklü degisiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu olusturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun egmeyerek isyan ettiler. Sadrazam'in sarayini basan yeniçeriler sadrazamin ve islahatçilarin baslarini istediler. Ancak At Meydani'nda toplanan yeniçeriler dagitildi, ocaklari bombalandi. Böylece Avrupa tarzinda yeni bir ordunun kurulmasi yönündeki en büyük engel ortadan kaldirilmis oluyordu. II. Mahmut hükûmet teskilâtinda da degisikliklere giderek kabine ve nezaret (bakanlik) usulünü benimsedi. 1836 yilinda Dahiliye ve Hariciye Nazirliklari kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile ticarî anlasmalar yapildi. Iktisadî ve adlî sistemde degisikliklere gidildi. Avrupa tarzinda egitim veren rüstiyeler, Harbiye ve Tibbiye okullarinin açilmasi vb. gibi egitim alaninda da islahatlar gerçeklestirildi.

Fakat, kimi seklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulundugu zorluklari asmasina yetmedigi gibi, Osmanli cografyasindaki parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi.

Sarax
09-19-2008, 13:59
SIRP VE YUNAN ISYANLARI

Fransiz Ihtilâli'nin getirdigi milliyetçi fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasinda Rusya ve diger Avrupa devletlerinin tesvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi. III.Selim zamaninda isyan eden Sirplar, 1812 Bükres Antlasmasi ile bazi imtiyazlar almalarina ragmen, yeniden ayaklandilar. Yeniçeri Ocaginin kaldirildigi tarihlerde Sirplarla kismî bir anlasmaya varildi. Ancak 1830'da bir hatt-i serif ile Sirbistan'in Osmanli hâkimiyetinde bir prenslik olarak varligi kabul edildi. Rusya'nin XIX. yüzyila girerken Osmanliya karsi sürdürdügü savaslarin altinda Balkanlari ve özellikle Rumlari Osmanli Devleti'nden koparmak yatiyordu. Nitekim Odessa'da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya adli cemiyetin baskanligina Yunan Isyani sirasinda Çar I.Alexsandre'in yaveri Prens Ipsilanti getirilmisti. Yapilan plana göre Yunanistan, Yanya ve Tuna civarinda isyanlar çikarilacakti. Ipsilanti 1821'de Romanya'ya geçerek Ortodokslari ayaklandirmaya çalisti fakat basarili olamadi. Çar, Türklere yenilerek Macaristan'a kaçacak olan Ipsilanti'yi desteklemekten vazgeçti. Bu sirada Mora'da da Patras baspiskoposu isyan etmisti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlilar bagimsiz olduklarini ilân ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayida Türk'ü katlettiler. Rusya ve Avrupa bu isyani gayriresmî yollardan desteklemekteydiler.

Girit ve Mora valiliginin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul ettiren Mehmet Ali Pasa bu isyani bastirmakla görevlendirildi. 1822'de Girit'e, 1824-25'te Mora'ya girildi. Bu gelisme karsisinda Rusya, Fransa ve Ingiltere aralarinda anlasarak (1827), Yunanistan'in özerk bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlilari sikistirmak istediler. Türkler bu olayi iç islerine müdahale olarak kabul edip, teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanli ve Misir donanmasi Navarin'de, bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle iliskiler kesildi ve 1828'de Rusya, müttefiklerinin destegiyle Osmanli Devleti'ne savas ilân etti. Rus ordusu doguda Erzurum'u ele geçirdi. Batida ise Edirne isgal edildi. Padisah, Prusya, Fransa ve Ingiltere elçilerini araya sokarak, Londra Protokolünü kabul edecegini bildirdi. Böylece Edirne Antlasmasi(1829) ve ardindan Londra Konferansi (1830) imzalandi. Antlasma ile Prut iki ülke arasinda sinir oluyor, Eflâk, Bogdan ile Sirbistan'in özerkligi kabul ediliyordu. Girit'in Osmanlilarda kalmasi sartiyla Yunanistan'in bagimsizligi da tasdik ediliyordu.

Sarax
09-19-2008, 13:59
MEHMET ALI PASA iSYANI VE MISIR MESELESI

Mora'nin elden çikmasiyla, oglu Ibrahim'in Mora valisi olma ümidini kaybeden Misir Valisi M.Ali Pasa, II.Mahmut'tan, yardimlarina karsilik, Suriye'nin idaresini istedi. Bu istegin reddedilmesi üzerine M.Ali Pasa harekete geçti ve Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Sam, oglu Ibrahim tarafindan ele geçirildi. Ibrahim Pasa, kisa zamanda Anadolu'ya kadar ilerledi.

Konya yakinlarindaki savasta Osmanli ordusunu yenilgiye ugratti. Her birinin ayri hesabi oldugu büyük devletler, telâslanarak araya girmek istediler. Fransa ve Ingiltere'nin anlasamamasi üzerine, Rusya durumdan faydalandi. Zor durumdaki II.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasinin Istanbul yakinlarina gelmesine müsaade etti. Rusya'nin kârli çikmasindan endiselenen Fransa ve Ingiltere, II.Mahmut ile anlasma yapmasi için M.Ali Pasa'ya baski yaptilar. Neticede Kütahya Antlasmasi imzalandi (1833). Bu anlasmayla, Mehmet Ali Pasa, Misir ve Girit'ten baska Sam ve oglu Ibrahim de, Cidde valiligi yani sira Adana'yi uhdelerine alacaklardi. Rusya, yardimlarina karsilik II.Mahmut ile Hünkar Iskelesi Antlasmasi diye bilinen bir anlasma yaparak, Istanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi basardi (1833). Anlasmaya göre Osmanli Devleti'nin toprak bütünlügünün garantisi ve gereginde Osmanlinin yardimina kosulmasi karsiliginda Rusya, Bogazlarin bütün yabanci savas gemilerine kapatilmasini kabul ettiriyordu. II.Mahmut, Kütahya anlasmasindan memnun degildi. Bu sebeple M.Ali Pasa'ya karsi yeniden harekete geçti. Fakat Osmanli ordusu Nizip'te bir kez daha yenildi (1839). Üstelik Kaptan Pasa, Osmanli donanmasini Misir'a teslim etmisti. Bu arada II. Mahmut ölmüs ve yerine I.Abdulmecit geçmisti (1839-1861).

Sarax
09-19-2008, 14:01
MISIR MESELESI'NIN ÇÖZÜMÜ VE BOGAZLAR MESELESI

Rusya'nin Hünkar Iskelesi Antlasmasina dayanarak duruma tek basina müdahale etmesini uygun bulmayan Ingiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler. Avusturya ve Prusya'nin da katilmasiyla Londra'da bir konferans toplandi (1840).

Toplantida Mehmet Ali Pasa'nin veraset yoluyla Misir valiligine sahip olmasi karsiliginda, Suriye'den ve elinde tuttugu Osmanli donanmasindan vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarini M.Ali Pasa'nin tanimamasi üzerine Ingiltere Suriye limanlarini donanmasi ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Pasa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayimlayarak onun valiligini onayladi. Ardindan Ingiltere kendileri aleyhine olan Hünkar Iskelesi Antlasmasi'nin yürürlükten kaldirilmasini öngören uluslararasi bir konferansa ev sahipligi yapti. Londra Antlasmasi ile (Temmuz 1841), Istanbul ve Çanakkale bogazlari'nin baris zamaninda savas gemilerine kapali tutulmasinin kararlastirildigi bir Bogazlar Sözlesmesi imzalandi. Böylece Ingiltere, Rusya'nin elinden inisiyatifi almis oluyordu. b-Tanzimat Dönemi Daha önceleri gerçeklestirilmeye çalisilan Islahat Hareketleri, Osmanli Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalistigi, içte ve distaki basarisizliklarini önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nin mütemadiyen iç islerine müdahale etmesi, Osmanli Devleti'ni, kendi inisiyatifi disinda, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydi. Özellikle gayrimüslim unsurlari bahane eden devletlerin müdahalelerine firsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmesi düsünülmekteydi. Hariciye Naziri Mustafa Resit Pasa'nin hazirladigi düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafindan tasdik edilmisti. 3 Kasim 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-i Hümayunu"nu ilan ettirdi. Bu fermanda, dini ve irki ne olursa olsun Osmanli tebaasindan olan herkesin esit olmasi, herkesin yasalara göre yargilanmasi, varligi ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yili geçmemesi gibi hükümler yer aliyordu. Ayrica Osmanli Devleti bu dönemde Avrupa tarzina öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu sekilde Avrupa devletlerinin en azindan bazilarinin, Osmanli Devleti'nin toprak bütünlügüne saygisinin kazanilmasi hedeflenmekteydi. Fakat gelisen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacagini gösterecektir.

Sarax
09-19-2008, 14:04
SARK MESELESi VE KIRIM SAVASI

Tanzimat döneminde nispeten saglanan baris ortami, Rusya'nin müdahalesiyle tekrar bozulmaya basladi. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, ayni zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya atarak, dogrudan dogruya Osmanli Devletinin varligini hedef almaktaydi. Avrupalilar tarafindan "Sark Meselesi", önceleri Osmanli Devleti'nin toprak bütünlügünün saglanmasi seklinde düsünülürken, daha sonra bu topraklarin paylasimi sorunu hâline dönüstürüldü. Çünkü Osmanli Devleti artik bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'in da ifade ettigi gibi, hasta, kendisini iyilestirmeyi amaçlamayan doktorlarin insafina kalmisti. Onlar, Avrupa'nin hasta adaminin mirasini paylasma telâsindaydi.

Küçük Kaynarca antlasmasi'ndan sonra Osmanli topraklarindaki Ortodokslar'in haklarini koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli "kutsal yerler"in korunmasi ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransizlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarina Kudüs Kilisesi üzerinde bazi haklar taninmisti.

1808'den itibaren Rusya'nin baskilari neticesinde onlarin yerini Ortodoks papazlar almaya basladi. Fransa'nin ve Rusya'nin 1850-51'de Bab-i Ali'ye bu durum hakkinda yaptiklari müracaatlar, kurulan komisyonlarda degerlendirildi ve bazi kararlar alindiysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, Ingiltere'ye Osmanli Devleti'ni aralarinda paylasmayi teklif etti ve Ingilizlerin sessizligini korumasi üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a çikartti. Rus elçisi Mençikof'un asiri tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, Ingilizlere yakin olan Mustafa Resit Pasa'yi sadrazamliga getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk ve Bogdan'i istilâ ettiler. Osmanli Devleti, Fransa ve Ingiltere ile ittifak anlasmasi imzaladi. Bu ittifaka Avusturya ve Italyan birligini kurmaya çalisan Piyemento hükûmeti de katildi. Ittifak donanmasi Çanakkale'de mevzilenmisti. Durumdan endiselenen Rusya, askerlerini geri çekmeye basladi. Müttefikler, Rusya'nin Karadeniz'deki gücünü ortadan kaldirmak için, Kirim'a yöneldiler. Ruslarin en büyük üssü olan Sivastopol, bir yil süren bir kusatmanin ardindan ele geçirildi (1855). Bu sirada tahta oturan II.Alexandre, baris yapmayi kabul etti. Müttefiklerin yani sira Prusya'nin da katildigi Paris Antlasmasi ile (30 Mart 1856), taraflar isgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlilarin toprak bütünlügü ve Bogazlarin statüsü, Avrupa'nin "kefilligi" altinda korunacakti. Osmanlilarin Avrupa Konseyi'ne dahil edilmesi karsiliginda ise, sultan yeni bir islahat fermani irat edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsizliginin kabulü, savasin galibi durumundaki Osmanlilardin aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Bogdan'in birlesmesi ve Sirbistan'a yönelik yeni haklar da Paris Antlasmasiyla tescil edilmisti. c-Islahat Fermani :

Henüz Kirim Savasi sürerken, Viyana'da bir araya gelen Ingiltere, Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasindaki farkliliklarin her alanda ortadan kaldirilmasini öngören bir fermani sultanin yayimlamasini, baris için ön sart kosmuslardi. Paris Antlasmasi müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit tarafindan yerine getirildi ve Islahat Fermani ilân edildi (18 Subat 1856). Tanzimat'la kabul edilen hususlarin esas alindigi bu fermanla, Müslümanlarla Hristiyanlar arasinda esitlik saglandigi Avrupa'ya garanti edilmis oluyordu. Ayrica iç hukuk alaninda ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arindiriliyordu. Aslinda Tanzimat süreciyle baslayan bu degisiklikler, idari yapilanmada da kendisini hissettirmistir. 1868'de Sura-yi Devlet ve Divan-i Ahkam-i Adliye kurularak buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmistir. Islahat Fermani ile getirilen düzenlemelerin uygulanmasi daha çok I.Abdülaziz'in tahta çikmasi (1861-1876) ile gerçeklesebilmistir.

Paris Antlasmasina imza koyan devletler, anlasma maddesinde de yer aldigi için Islahat Fermani'ni, Osmanli Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmislardir. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik Marunilere saldirmasini bahane ederek Lübnan'a asker çikarmis ve 1871'e kadar orada kalmistir. Karadag'da çikan bir anlasmazlik yine büyük devletlerin araciligi ile halledilmistir (1862). Güçlü devletler tarafindan tesvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan topluluklari, çikardiklari isyanlar bastirilsa dahi, Osmanli Devleti'nden yeni haklar elde etmeyi basaracaklardir. Örnegin Sirplar ve Bulgarlar yeni haklar elde etmis, Eflâk ve Bogdan'in Romanya adi altinda birlesmeleri kabul edilmistir. Muhtariyet haklari genisletilen Misir'da, Ingiliz-Fransiz nüfuz mücadelesi kizismis, III. Napolyon'un tesebbüsü üzerine, Abdülaziz istemedigi hâlde Süveys Kanali projesini kabul etmek zorunda kalmis ve kanal 1869'da büyük bir törenle açilmistir.

Sarax
09-19-2008, 14:04
I.MESRUTIYET DÖNEMI

Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nin kiskirttigi topluluklar, bagimsizliklarini ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da Girit Isyani çikti. Yunanistan'a baglanmak amaciyla baslayan isyan bastirilmasina ragmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanin Girit'e yeni bir statü vermesini sagladilar (1868). Rusya tarafindan olusturulan komitalar vasitasiyla Bulgarlar ayaklandirildi. Onlara da genis haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna ve Hersek'teki karisikliklarin ardindan yeniden ayaklandilar (1875-76).

Bulgar isyani sert biçimde bastirildi. Fakat bu sirada Genç Osmanlilar, Abdülaziz'e baslattiklari muhalefeti, mücadeleye dönüstürdüler. Nihayet Mithat Pasa'nin öncülügündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan indirerek yegeni V.Murat'i basa geçirdiler(30 Mayis 1876). Ancak hastaligi sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-i Esasi'yi ilân edecegini beyan eden kardesi II.Abdülhamit Osmanli tahtina çikarildi.

Bu arada Rusya'nin Osmanli Devleti'ne baski kurmasini kendi menfaatine aykiri gören Ingiltere, Balkanlardaki bunalimi görüsmesi için Istanbul'da uluslar arasi bir konferans toplanmasini saglamisti. Istanbul Konferans çalismalarini sürdürürken II.Abdülhamit Mesrutiyet'i ilân etti (23 Aralik 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan'da bütün topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarsi, Istanbul Konferansi'nin toplanis sebebini tamamen ortadan kaldirmasina ragmen, konferansa katilan devletler, Balkan topluluklarinin bagimsizliklarini istediklerinden bir sonuca varilamadi. Osmanli Devleti'nin çagrilmadigi Londra'da toplanan bir baska konferansta, büyük devletler isteklerini tekrarladilar. Rusya, Osmanli Devleti'ne alinan kararlari kabul ettirmek için savas ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde "93 Harbi" diye bilinen 1877-1878 Osmanli Rus Harbi, askerî ve siyasî bakimdan önemli sonuçlar dogurmustur.

Kanun-i Esasi'nin kabulü ile açilan Genel Meclis, padisah tarafindan seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafindan seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansi'ndan önce çalismaya baslayan bu meclis, hükûmet tarafindan sunulan teklif ve kanun tasarilarin karara baglayarak ilk dönem çalismalarini tamamlamisti. Ancak 93 Harbi'nin sürdügü sikintili zamanlarda meclisteki azinlik mebuslari çalismalari sekteye ugrattigi gibi, bunalimin artmasini da sagliyorlardi. Nitekim Gazi Osman Pasa'nin büyük bir kahramanlik göstererek 5 ay savundugu Plevne'yi asan Ruslar, Yesilköy'e kadar ilerlemislerdi. Dogu'da ise ancak Erzurum önlerinde durdurulmuslardi. Meclis savasin gidisatindan hükûmeti ve padisahi sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi. II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazi mebuslarla yaptigi toplantidan bir sonuç alamayinca, Kanun-i Esasi'nin kendisine verdigi yetkiyi kullanarak, etnik yapisinin karisikligi sebebiyle çalismalari aksayan meclisi kapatti (14 Subat 1878). Bu I.Mesrutiyet'in sonu demekti.

Sarax
09-19-2008, 14:04
BERLIN KONGRESI VE BALKANLARDAKI GELISMELER

Istanbul önlerine kadar gelmis olan Rusya ile Yesilköy (Ayastefanos) Antlasmasi imzalandi (3 Mart 1878). Bu anlasmayla, sözde Osmanli'ya bagli Dobruca, Dogu Makedonya ve Trakya'yi içine alan Büyük Bulgaristan Prensligi kuruluyor; Romanya, Sirbistan ve Karadag bagimsizliklarina kavusuyordu. Ancak, 2.Abdülhamid hanin büyük siyasi dehasiyla Avrupayi ayaklandirmis, Rusya'nin genislemesinden rahatsizlik duyan Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlasma hükümleri yürürlüge giremedi.

Ingiltere donanmasini harekete geçirdi. Osmanli Devleti ile yaptigi bir anlasmayla Kibris'a yerlesti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark, ülkesinde bir konferansa ev sahipligi yaparak hem muhtemel bir savasi önlemek hem de Almanya'nin menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanli Devleti, Ingiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, Italya ve Rusya'nin da katildigi Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlasmayla son buldu. Bu anlasma, artik Rusya'nin yani sira, diger devletlerin de parçalamaya çalistiklari Osmanli'dan, kendi paylarini alma anlasmasiydi. Berlin ve Ayestafanos antlasmalarinda öngörüldügü gibi, Sirbistan, Karadag ve Romanya'nin bagimsizligi onaylandi. Bulgaristan üç bölüme ayrildi. Bulgaristan Prensligi haricinde müstakil bir Dogu Rumeli eyaleti olusturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir statüyle Makedonya, Osmanli Devleti'nin elinde kaldi. Yunanistan Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldi. Bosna-Hersek, Avusturya tarafindan isgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum'a sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanli Devleti'ni paylasma ve ortadan kaldirma arzularinin bir neticesi idi. Balkanlarda büyük devletlerin inisiyatifiyle ortaya çikan küçük devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar ulasan siyasî ve etnik çatismalarin piyonlari olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya'nin ve Rusya'nin Balkanlarda nüfuzlarini artirmalari, Balkan Savaslari ve I.Dünya Savasi'nin çikmasina yol açacaktir.

Berlin Kongresi'nin sonuçlari kisa zamanda ortaya çikmaya baslamisti. Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasina dahil ettigi Cezayir ile Tunus arasindaki sinir problemini bahane ederek, Tunus'u isgal etti (1881). Fransa ile Ingiltere arasinda çekismeye sahne olan Misir'da, Hidiv Ismail Pasa'ya karsi baslatilan bir askerî ayaklanma ile ortaya çikan durum Istanbul'da görüsülürken, Ingilizler Iskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlilarin karsi çikmalarina ragmen Ingilizler Misir'i ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensligi, Dogu Rumeli'de çikan isyani degerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altina aldi. Osmanli Devleti Rusya'nin baskisi sonunda, Kircaali ve Rodop disindaki Dogu Rumeli Valiligi'nin Bulgar Prensligi'nin idaresine geçmesini kabul etmek zorunda kaldi (1886). Ikinci Mesrutiyet'in ilâni sirasinda ise Bulgarlar bagimsizliklarini ilân ettiler (1908). Bulgar, Yunan ve Arnavutlarin hak iddia ettigi Makedonya'da çikan olaylar Osmanli kuvvetleri tarafindan bastirildi. Fakat, Rusya ve Avusturya devreye girerek Osmanli hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki gözlemcinin görev yapmasini sagladilar (1893). Megalo Idea adini verdigi Bizans'i diriltme çabasindaki küçük Yunanistan, 1896'da çikan isyani bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlilar Dömeke Meydan Savasi ile Yunanlilari büyük bir bozguna ugrattilar (1897). Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile Istanbul'da toplanan bir konferans ile Girit'te valiligine Yunan kralinin oglunun getirildigi özerk bir yönetim kurulmasi, adanin fiilen Yunanistan'a birakilmasi anlamina geliyordu.

93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çikarilmisti. Osmanli Devleti'ne bagliliklari sebebiyle "millet-i sadika" olarak adlandirilan Ermeniler, önceleri Dogu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen Rusya ve ardindan Ingiltere tarafindan kullanilmaya basladilar. Hinçak ve Tasnak tedhis örgütlerini kurarak, Istanbul ve tasrada terör yaratan bazi Ermeniler özellikle Ingilizler tarafindan destekleniyorlardi. Dogu'da hiçbir zaman çogunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Dogu'ya sizabilecekti. Ingiliz himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki tarafinda kullandigi Ermeniler 1889'dan itibaren tedhise basladilar. Van, Erzurum ve Bitlis'te çikan olaylar bastirildi. Ardindan baskentte Osmanli Bankasi'na kanli bir baskin yaparak bankayi isgal ettiler. II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast tesebbüsünde bulundular. I.Dünya Savasi ve Istiklal Harbi yillarinda da Ermeniler devlet aleyhine faaliyetlerini devam ettirmislerdir.

Sarax
09-19-2008, 14:05
II. MESRUTIYET DÖNEMI

I.Mesrutiyet'in kaldirilmasindan sonra II.Abdülhamit içte ve dista meydana gelen olumsuz gelismelerin de etkisiyle, hassas ve planli bir yönetim sergilemeye baslamisti. Mesrutiyet taraftarlari da buna karsilik muhalefetlerinin dozunu artirmislardi. Osmanlilik fikrinin temsilcisi olan Sadrazam Midhat Pasa 1881'de ölüm cezasina çarptirilmis, sonra affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmis ve 1883'te öldürülmüstü.

Ali Suavi, Ziya Pasa ve Namik Kemal gibi kisiler de sultan aleyhine faaliyetlerini sürdürüyorlardi.Balkanlardaki çalkantilarin yani sira Osmanli Devleti iktisadî açidan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dis borçlarini kapatabilmek için batililarin elindeki Osmanli Bankasi ile malî bir anlasma imzalamak zorunda kalmisti (1879 ve 1881). Buna göre banka mali yardimlari karsiliginda, devletin bazi gelirlerini devraliyordu. Ingiliz ve Fransizlarin kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-i Umumîye Idaresi Osmanli ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir. Genç Türkler veya Jön Türkler adi verilen ve yurt disinda ve içinde faaliyet gösteren vatan hainleri ve koyu bir Mesrutiyet taraftarlari, Istanbul'da Ittihad-i Osmani dernegini kurmuslar ve bu dernek 1894/95'te Ittihat ve Terakki Cemiyeti adini almisti. Selanik'te Enver ve Niyazi Pasalar gibi subaylarin da katilmasiyla güçlenen Ittihatçilar, Osmanli devletini ancak Kanun-i Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabilecegini düsünüyorlardi. Kolagasi Niyazi Bey ve ona katilan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek daga çikmalari üzerine II.Abdülhamit anayasayi yürürlüge koyarak II.Mesrutiyet'i ilân etti ((23 Temmuz 1908).

17 Aralik 1908'de meclis yeniden açildi. Yapilan seçimlerde Ittihat ve Terakki Firkasi basari saglamisti. Ancak bu gelismeler esnasinda Bulgaristan bagimsizligini elde etmis ve Girit meclisi Yunanistan'a ilhak karari almisti.

Isgal altindaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafindan fiilen ilhak edilmisti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan Ittihatçilar, olumsuz gelismelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir idare olusturmaya baslamislardi. Bazi Avrupa devletlerinin de kiskirtmasiyla isyan ettiler. II.Abdülhamit olaylari önleme imkani oldugu halde kardes kaninin dökülmesini arzu etmediginden isyancilara karsi çikmadi. Bunun üzerine Mahmut Sevket Pasa komutasindaki ordu Selanik'ten yola çikti. Ve büyük bir isyan baslatti.Isyani çok kolay bastirabilecek olan II.Abdülhamit,kardes kaninin dökülmesini istemediginden isyancilara karsi çikmadi ve isyancilar tarafindan tahttan indirildi. (27 Nisan 1909) ve kardesi V. Mehmet Resat yerine getirildi.Burada büyük sahsiyet ve büyük devlet adami 2.Abdülhamidi Rahmetle aniyoruz.Ülkeyi çok kötü sartlarda büyük basariyla idare eden büyük devlet adami 2.Abdülhamid bir gün mutlaka Dünya savasinin çikip Avrupa ülkelerinin birbirlerine girecegini biliyordu ve bütün siyasetlerini buna göre planlamisti.Ama kendini bilmez bazi Ittihatciler koskoca Osmanli devletini birkaç hayalleri ugruna Dünya savasina katarak Osmanli Imparatorlugunun yokolmasina vesile oldular.

V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi Ittihatçi hükûmete birakmisti. Yeni iktidar zamaninda da felâketler birbirini takip etti. Osmanli Devleti hizla dagilma devrine girmekteydi.

Sarax
09-19-2008, 14:05
TRABLUSGARP SAVASLARI

Osmanlilarin iç isleri ve Balkanlardaki gelismelerle ugrasmasini firsat bilen Italyanlar, Avusturya'nin Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908), Arnavutlarin isyani (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan pay alabilmek için Trablusgarp'a asker çikardi. (Eylül 1911). Italyan donanmasi denizden, Ingilizler ise Misir'i ellerinde bulundurdugundan karadan, Osmanlilarin bölgeye asker göndermesini imkânsiz hâle getirmisti. Bu sebeple Osmanli hükûmeti gizlice Türk subaylarini bölgeye göndererek mahallî bir direnisi örgütleme yolunu seçmisti. Osmanli ordusu Italyanlara karsi büyük basarilar kazandi. Savasi kazanamayacagini anlayan Italya, Osmanlilari barisa zorlamak için Oniki Ada'yi isgal etti. Ancak bundan ziyade Balkanlarda baslayan savas Osmanlilarin barisi imzalamaya zorladi. Usi Antlasmasi ile Italyanlar isgal ettikleri yerleri muhafaza ettiler (1912)

Sarax
09-19-2008, 14:06
BALKAN SAVASLARI

Türk-Italyan Savasi'nin basladigi sirada Balkan devletleri aralarindaki anlasmazliklari bir tarafa birakarak, Osmanli Devleti'ne karsi bir ittifak olusturdular. Rusya'nin mimarliginda gerçeklesen Bulgar-Sirp ittifakina daha sonra Yunanistan ve Karadag da katildi (1912). Karadag ile baslayan savasa 18 Ekimde diger Balkan devletleri de istirak etti. Bu sirada Osmanli askerleri, subaylarin bir kisminin politik çekismelerle mesgul olmasindan dolayi daginik bir hâldeydi. Bunun sonucunda Balkan devletleri, Osmanlilar karsisinda kendilerinin de beklemedigi bir zafer kazandilar. Yunanlilar Ege adalarini ele geçirdiler. Sirplar Kumanova'da üstünlük sagladilar. Sirplarin denize çikmalarini önlemek için Avusturya'nin destegi ile Arnavutluk bagimsizligini ilan etti (28 Kasim 1912).

Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19 Kasim 1912). 16 Aralikta Londra'da baslayan görüsmeler bir ara iktidardan düsen Ittihatçilarin yeniden is basina gelmesi üzerine kesilmisti. Nihayet Mayis ayinda Londra Antlasmasi imzalanarak I.Balkan Savasi sona erdi. Gelibolu Yarimadasi hariç Trakya, Bulgaristan'a verildi. Makedonya'nin büyük bir kismi Yunanistan ve Sirbistan arasinda paylasildi. Özellikle Makedonya'nin paylasimi Bulgarlari rahatsiz etmekteydi. Sirbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karsi ittifak olusturdu. Bu ittifaka Romanya da katildi. Bulgaristan ile bu ittifak savasa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanli Devleti de Bulgar isgalindeki topraklari geri almak için harekete geçti. Kirklareli ve Edirne kurtarildi. II.Balkan Savasi, taraflarin imzaladigi Bükres Antlasmasi ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan Istanbul Antlasmasi ile, Meriç nehri iki ülke arasinda sinir oldu. Bulgaristan'daki Türklerin haklari belirlendi (29 Eylül 1913). Yunanistan ile imzalanan Atina Antlasmasi ile ise Girit'in Yunanistan'a birakilmasi kabul edildi (14 Kasim 1913). Büyük devletler bu anlasmalardan sonra Çanakkale Bogazi yakinlarindaki Bozcaada ve Imroz'u Osmanlilara geri verdiler. Balkan Savaslari, Balkanlardaki Türk varliginin büyük bir kiyima ugramasina sebep olmustur. Yüz binlerce Türk savaslar sirasinda ve sonrasinda aç ve yokluk içinde buradan göç etmek zorunda kalmistir.

Sarax
09-19-2008, 14:06
I.DÜNYA SAVASI VE OSMANLI DEVLETi'NIN YIKILISI

Sadrazam Mahmut Sevket Pasa'nin öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), Ittihat ve Terakki Firkasi, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmisti. Enver, Talat ve Cemal Pasalar, Osmanli Devleti'nin iç ve dis politikasini belirlemede en etkili nazirlardi. Balkan savaslarindan sonra, ordu ve donanmayi güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanli Devleti, dis siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek ihtiyacini hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarini korumak veya genisletmek maksadiyla siyasî, askeriî ve iktisadî açidan ittifaklar olusturmaktaydi. Ingiltere ve Fransa'ya nazaran sömürgecilige geç baslayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Dogu'da nüfuz sahasini genisletmek istiyor ve Osmanli Devleti'ne bu maksatla yakin durmayi yegliyordu . Avusturya-Macaristan Imparatorlugu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçeklestirmeye çalisan Rusya'ya karsi Almanlarla is birligi içindeydi. Ingiltere ve Fransa tarafindan pay edilmis Kuzey Afrika'da gözü olan Italya da bu ittifaka yakindi. Dolayisiyla Almanya önderligindeki Üçlü Ittifak'in (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Italya) dogal rakibi, Ingiltere'nin öncülügündeki Fransa ve Rusya'dan olusan Üçlü Itilâf (Anlasma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahti Ferdinand'in, Sirbistan ziyareti esnasinda bir Sirp tarafindan öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sicak savasa sokmaya yetti. Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD Itilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanli Devleti ise Ittifak devletleri safinda bu savasa girdiler.

Osmanli Devleti savastan önce Ingiltere ve Fransa'ya yakin bir politika izlemek istedi. Ancak Enver pasa ve sözde Osmanli idaresini ellerinde bulunduran Ittihad ve Terakki cemiyeti yapmis oldugu büyük hatalarla Osmanli devletini Birinci Dünya Savasina sokmuslardir. Özellikle Enver ve Talat Pasalar, Osmanli Devleti'nin yeniden silkinmesi ve kaybettikleri topraklari kazanabilmesi için Almanya'nin yaninda yer almayi uygun buluyorlardi. Hükûmet baslangiçta tarafsiz kalmayi tercih etmisti. Almanlarin II.Abdülhamit devrinden itibaren Osmanli Devleti'nin yenilesme çabalarina katkida bulunmasi ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanlarin varligi, Itilaf Devletleri'nin, Osmanli Devleti'nin tarafsiz kalamayacagi süphesini artiriyordu. Bu tutum, dolayisiyla Almanya yanlilarinin tezini kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Pasa'nin öncülük ettigi bu grup, Almanlarin yaninda savasa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de kaybedilen topraklarin geri alinabilecegi ve Osmanli Devleti'ni nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-i umumîden kurtulunabilecegini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve Breslav zirhlilarinin Türk bayragi çekilerek, Rus limanlarini bombalamasi, Osmanli Devleti'nin Almanya safinda savasa girmesine vesile olacaktir (1 Kasim 1914). Osmanli Devleti I.Dünya Savasi'nda tam yedi cephede mücadele etti; Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanli askerleri büyük bir kahramanlik örnegi gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savasi sürdürmek, zor sartlar içerisinde bulunan Osmanli Devleti için çok güçtü. Enver Pasa'nin kumanda ettigi Kafkas Cephesi'nde Osmanlilar büyük zayiat verdiler. Dogu Anadolu ve Trabzon düstü. Kanal (Süveys) cephesinde ise Cemal Pasa, Fransiz ve Ingilizlere basariyla direndi. Hicaz ve Yemen'deki Osmanli birlikleri, destek görmemelerine ragmen, kutsal yerleri korumak ugruna, harbin sonuna kadar Serif Hüseyin ve Ingilizlere karsi koydular. Basra'ya çikan Ingilizler Kuttü'l-Amare'de büyük bir bozguna ugradilar. Komutanlari General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldiran Ingilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardimiyla Basra'da oldugu gibi, Suriye'de de saldirilarini artirdilar.Osmanlilar, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler. Itilaf Devletleri 19 Subat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz binlerce askerle saldiriya geçtiler. 18 Mart'ta Itilaf donanmasina ait pek çok gemi batirildi. Ardindan Gelibolu Yarimadasi'ndaki Settü'l-Bahir ve Ariburnu'na asker çikararak, karadan da saldiriya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katildigi kara savaslari, tam bir ölüm kalim savasi oldu. Itilaf Devletleri geri çekilmek zorunda kaldi.

Bütün dünyaya ögretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk evlâdinin sehit kaniyla yazilan bir büyük destan oldu. Itilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nin yardim alma ümitlerini suya düsürmüs ve bunun neticesinde gerçeklesen Bolsevik Ihtilâli, Çarlik Rusyasi'nin sonu olmustur. Rusya'nin savastan çekilmesi üzerine 7 Aralik 1917'de imzalanan anlasmayla Dogu cephesinde Türk-Rus Savasi sona ermistir.

Osmanli Devleti, I.Dünya Savasi'nda yedi düvele karsi muhtesem bir mücadele sergilemistir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'in teslim olmasi Osmanlilar ile Almanya arasindaki irtibatin kesilmesine yol açmistir. Müttefiklerinin savastan yenik ayrilmasiyla birlikte Osmanlilar da ateskes anlasmasini imzalamak durumunda kalmislardir. Ittihat ve Terakki Firkasi'nin hükûmetten çekilmesinin ardindan kurulan Ahmet Izzet Pasa baskanligindaki hükûmet, Bahriye Naziri Rauf Bey baskanligindaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanina göndermis ve Mondros Ateskes Anlasmasi'nin imzalanmasiyla (30 Ekim 1918), Osmanlilar resmen savastan çekilmislerdir. Ateskes anlasmasiyla Itilaf Devletleri, Osmanli ülkesini isgal etme hakkini elde etmislerdir. Bu durum, Osmanli Devleti'nin fiilen paylasilmasi demekti.

Nitekim, Ingiliz, Fransiz, Italyan birlikleri bu anlasmaya dayanarak Anadolu'da isgallere baslamislar, Asirlarca Osmanlinin hâkimiyetinde yasayan Yunanlilar da, agabeylerinin müsaadesiyle Izmir'e asker çikarmislardir (15 Mayis 1919). Isgallere karsi Anadolu halkinda büyük bir infial yaratmis ve, düsmana karsi "Milli Mücadele" baslamistir. Itilaf Devletlerinin Sevr Anlasmasi'ni Istanbul hükûmetinin imzalamak (10 Agustos 1920), zorunda kalmasi Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endise eden düsmanlarin bir an önce Osmanli varligini ortadan kaldirmayi amaçlamalarindan baska bir sey degildi. Fakat bu anlasma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadi. Halkin açtigi Milli mücadele iradesi,ve savasi bu oyunlari bozdu. Istiklâl Harbi'nin kazanilmasiyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmus oldu. Yeni Türk devleti 1 Kasim 1922'de saltanati kaldirdi. Dolayisiyla bu tarih 622 yil devam eden Osmanli Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.

Sarax
09-19-2008, 14:07
III. SELÝM ve dönemi





Osmanlý sultanlarýnýn yirmi sekizincisi, Ýslâm halifelerinin doksan üçüncüsü. Sultan Üçüncü Mustafa Hanýn oðlu olup, annesi Mihriþah Sultandýr. Ýstanbul’da 24 Aralýk 1761 târihinde, Topkapý Sarayýnda doðdu. Þehzâde Selim’in doðumunda yedi gün, yedi gece "Þehrâyîn", üç gece de Deniz Donanmasýnda tertiplenen merâsimlerle büyük þenlikler yapýldý. Þehzâdeliðinde sarayda mükemmel bir eðitim, öðretim gösterilip, terbiye edilerek yetiþtirildi. Yüksek din ve fen ilimleri, Arapça ve Farsça öðrendi.

Veliahd Selim, devam etmekte olan Osmanlý-Avusturya-Rus Harbinde cephelerden gelen acý haberlere dayanamayan amcasý, Birinci Abdülhamid Hanýn vefâtýyla 7 Nisan 1789 târihinde Osmanlý Sultaný oldu. Ýçte ve dýþdaki meseleleri hâl etmek için yüksek devlet memurlarýnýn katýldýðý, 16 Mayýs 1789 târihinde büyük bir dîvân toplantýsý yaptý.

Dîvânda devlet meselelerinin halli için herkesin fikirlerini söylemesini istedi. Dîvândan sonra idârî, mâlî, siyâsî ve askerî meselelerin halli için tâlimat verdi. Avusturya ve Rusya ile harplerin devâmýna karar verildi. Mâliyenin düzelmesi için, sarayda bulunan altýn ve gümüþ eþyânýn büyük bir kýsmý paraya çevrilmek üzere, darphâneye gönderildi. Merkez ve eyâletlerdeki halk da Sultan Selim Hana yardýmcý olmak ve saraya uymak için, altýn ve gümüþlerini devlete teslim etti. Saray ve halkýn yardýmlarýyla cepheler takviye edildi. Fransa ve Ýspanya sefirleri sulh; Prusya, Kýrým’ýn kurtarýlmasý için antlaþma; Ýsveç ise Rusya’ya karþý yardým talebiyle harp teklif ettiler.

Sultan Selim Han, cephelerdeki harbin devâmýný istedi. Ýsveç ile Rusya’ya karþý 11 Temmuz 1789 târihinde Beykoz Ýttifak Antlaþmasý imzâlandý. 1788 yýlýndan beri devam eden Osmanlý-Avusturya harplerinde, Serasker Kemankeþ Mustafa Paþa, takviye kuvvetlerle Yaþ’tan Rus ordusuna karþý sefere giderken, Foksan’da Avusturya ordusunun âni taarruzuna uðradý. Arnavutlarýn ihânetiyle Osmanlýordusu, 1 Aðustos 1789 târihinde Foksan’da bozuldu. Avusturyalýlar, Belgrat’a kadar ilerleyip, 8 Ekimde þehir düþtü. 31 Ocak 1790’da Prusya ile Avusturya ve Rusya’ya karþý ittifak anlaþmasý imzâlandý. Prusya’nýn arabuluculuðuyla Avusturya ile devam etmekte olan harbe son verilmesi kararlaþtýrýldý. Fransýz Ýhtilâlinin Avrupa’da sebep olduðu hâdiseler üzerine, Ýngiltere ve Prusya’nýn müdâhalesiyle Rusya da antlaþmaya taraftar hâle getirildi. Avusturya ile 4 Aðustos 1791 târihinde Ziþtovi Antlaþmasý imzâlandý. Antlaþmaya göre; Avusturya 1788-1791 harbinde aldýðý yerleri Osmanlý Devletine geri verecekti. Rusya ile 1787’den beri Kafkasya ve Balkanlar’da devam eden harp, 9 Aralýk 1792 târihli Yaþ Antlaþmasýyla neticelendi. Osmanlý Devleti, Rusya ile Avrupa’da Dinyester Turla Nehri, Kafkasya’da Kuban Nehri hudut kesildi. Osmanlý Devleti, Ziþtovi ve Yaþ Antlaþmalarýyla, en az kayýpla harbe son verip, büyük mâlî külfetlerden kurtulmuþtur. Avusturya-Rus harplerinin antlaþmalarla halli sonrasýnda; Avrupa devletlerinin 1789 Fransýz Ýhtilâli’nin etkisiyle, ülkelerinde meydana gelen hâdiselerle uðraþmasý, Osmanlý Devletini geçici bir sulh devrine soktu.

Sultan Selim Han, devletin dýþta sulh devrine girmesiyle; veliahtlýðýndan beri düþündüðü ýslâhatlarýn icraatýna geçti. Osmanlý Devleti için lüzumlu askerî, idârî, iktisâdî, ticârî ve sosyal ýslâhatlarý Nizâm-ý Cedid adýyla tatbikat safhasýna koydu. Son sefer ve harplerdeki maðlûbiyet ve kesin netîce alýnamamasý, askeriyenin ýslâhýný daha fazla gerektiriyordu. Sultan Selim Han, devlet adamlarýndan aldýðý lâyihalarla 24 Þubat 1793 târihinde, modern tarzda, yeni bir orduyu Nizâm-ý Cedid adýyla kurdu.

Nizâm-ý Cedid ordusunun masraflarýnýn karþýlanabilmesi içinÝrâd-ý Cedîd Defterdarlýðý kurulup, eski sadâret kethüdâlarýndan Mustafa Reþîd Efendi de bu iþle vazifelendirildi. Levend çiftliðinde kýþla kurulup, yeni ordu hemen tâlime baþlatýldý. Nizam-ý Cedîd ordusuna getirilen yenilik ve tâlimler, Yeniçerilere de tatbik edilmek istendi. Ancak Yeniçeriler, yenilik ve tâlimleri kabullenmeyerek, birkaç ay sonra eðitimi terk ettiler. Ordunun teknik sýnýflarý takviye edilerek; humbaracý, laðýmcý, topçu ocaklarý için yeni kânunlar yapýldý. 1794’te Teknik Üniversite mâhiyetinde Sütlüce’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn kuruldu. Okulun öðretim üyesi, kitap, ders âlet ve edevatlarý yurtiçi ve dýþýndan bütünüyle karþýlandý. Nizâm-ý Cedîd ordusu yetiþtirilmek üzere Ankara, Kayseri ve Konya’da teþkilât kurulup, askerin mevcudu artýrýlmaya çalýþýldý.Mülkî ýslâhat da yapýlýp, Anadolu ve Rumeli topraklarý, yirmi sekiz eyâlete ayrýldý. Âyanlarýn eskiden olduðu gibi halk tarafýndan seçilmesi kânun hâline getirildi. Resmî dâirelere tâlimat gönderilerek, yazýþmalara, kullanýlan dile, tâbirlere dikkat edilmesi ve halkýn iþlerinin sür’atle tâkip ve yerine getirilmesi istendi. Ýlmiye ricâli(ileri gelen devlet adamlarý) için yeni nizâmnâme yayýnlandý. Ýlmî eserler yazýlýp, pekçok kitap tercüme edilerek, yayýnlandý. Ticârî ve iktisâdî sahada yenilik yapýlýp, Zahire Nazýrlýðý kuruldu. Tecdid-i Kânun-i Týmar ve Zeamet kânunuyla, harbe katýlmayan týmar ve zeâmet sâhiplerinden topraklarýnýn geri alýnmasý esâsý getirildi.

Gayri müslim esnaf ve tüccardan bâzýlarý vergi ve yurt dýþýna para kaçýrmak ve Osmanlý ülkesinde oturduðu halde, yabancý devlet tebaasýna giriyorlardý. Bu durum ve paranýn dýþarýya çýkarýlmasýna karþý tedbir alýndý. Avrupa devletlerine daimi elçilikler kurularak, 1793’te ilk tâyinler yapýldý. Avusturya, Fransa, Ýngiltere ve Prusya merkezlerine gönderilen elçiler; bulunduklarý memleketlerin yalnýz siyâseti ve diðer devletlerle olan münâsebetleri hakkýnda bilgiler toplamakla kalmadýlar. Ayný zamanda, oralarýn kültürleri, her türlü ilerleme ve geliþmeleri hakkýnda bilgiler toplayýp, rapor hâlinde Ýstanbul’a gönderdiler.

Avrupalýlar ve Rusya’nýn kýþkýrtmasýyla Balkan kavimleri, Ýngilizlerin teþvikleriyle Arabistan’da Vehhâbi Bedevîler, Ortadoðu’da Dürzî veMarunîler, Kölemen Beðleri,Rumeli’de kânun kaçaklarýndan meydana gelen eþkiyânýn koruyucusu Kýrcalýlar da denilen Daðlý Eþkiyasý, devlete âsi olup, isyan çýkardýlar. Bu meselelerin halli için teþebbüs edildiyse de, Fransa’nýn Balkanlar, Akdeniz, Kuzey Afrika, Mýsýr, Filistin ve Suriye’deki faaliyetleri ardýndan Napolyon Bonapart’ýn 1798’de âni harekâtla Mýsýr’a asker çýkarmasý sebebiyle bütünüyle tam bir hal çâresi bulunamadý.

Sultan Selim Hanýn hükümdarlýðýnýn üçüncü ayýnda çýkan Fransýz Ýhtilali’yle, Avrupa devletleri Fransa’ya cephe olmasýna raðmen, Osmanlý Devleti meseleye karýþmadýðý gibi münâsebetlerini de dostâne devam ettirdi. Nizam-ý Cedid için, Fransa’dan teknik ve yetiþmiþ eleman getirildi. Fransa’nýn müstakbel imparatoru General Napolyon Bonapart, memleketinde görevden alýnýnca, sultan SelimHanýn dâveti üzerine, Nizâm-ýCedid Ordusunda vazife kabul etmiþti. Osmanlý Devleti; ihtilâlle deðiþen yeni Fransýz idâresini tanýyan ilk devletlerdendi. Fakat, Fransa’nýn 1795 Basel Antlaþmasýyla Venediklilerden Dalmaçya kýyýlarýný almasýyla Balkanlarda baþlattýðý istiklâl (baðýmsýzlýk) fikri propagandasý, tâkip edilen siyâsetin deðiþmesine sebep oldu.

Adâlet-Eþitlik-Hürriyet fikriyle yapýlan Fransýz Ýhtilâli, çýkýþ gâyesinden uzaklaþarak, Fransa’nýn yayýlma siyâsetine döndü. Hýrvat, Rum veSýrplar arasýnda ihtilâl fikirlerini yaydýlar; Yahûdîleri Filistin’de istiklale dâvet ettiler. Fransa, bununla da kalmayarak, sömürgecilik zihniyetiyle; Ýngiltere’yi Akdeniz’den çýkarýp, Uzakdoðu’daki Ýngiliz sömürgelerini ele geçirmek için Hind’e giden yollarýn en kýsasý olan Mýsýr’a sâhip olmak idealiyle, Osmanlý Devletinin toprak bütünlüðünü bozmaya çalýþtý. Napolyon Bonapart, beþ yüze yakýn gemiye aldýðý Fransýz ordusuyla Akdeniz’e açýlýp, Malta’yý iþgâl ettikten sonra, 2 Temmuz 1798 târihinde Ýskenderiye’den Mýsýr’a çýkarma yaptý. Fransa’nýn beklenmedik harp îlâný ve Mýsýr’a çýkarma yapmasý, Ýngiltere’nin menfaatlerine ters düþtüðünden, Akdeniz’deki ÝngilizAmirali Nelson harekete geçti. Amiral Nelson, 1 Aðustos 1798 târihinde Fransýz Donanmasýný Ebûkîr’de maðlup etti. Fransýz donanmasýnýn Ebûkîr’de imhâsýyla, Napolyon’un ve Mýsýr’daki Fransýz ordusunun anavatanla irtibatý kesildi. Rusya, ihtilâlin tesirinden çarlýðý korumak için Fransa’ya karþý Osmanlý Devletiyle ittifak kurdu. Karadeniz’den kdeniz’e geçirilen Rus filosu, Osmanlý donanmasýyla birlikte hareket etti. Arnavut sâhillerinin muhâfazasý ve Venediklilerden Fransa’ya geçen yerlerin alýnmasýyla vazifelendirilen Tepedelenli Ali Paþa, Preveze’de Fransýzlarý maðlup etti. Osmanlý-Rus donanmasý Zenta ve Kefalonya adalarý sâhilindeki Fransýz gemilerini maðlup edip, bir kýsmýný da zaptetti. Bu muvaffakiyetler üzerine, Ýngiltere ve Rusya ile antlaþma imzâlanarak, ittifaklar resmîlik kazandý.

Fransýz donanmasý imhâ edildiðinden Napolyon Bonapart ve ordusunun deniz yolu, Akdeniz’de Osmanlý-Ýngiliz-Rus donanmasýnca kapatýldýðýndan, Osmanlý ülkesinde mahsur kalmýþtý. Sultan Selim Han, Fransa’ya karþý ordu sevk etmek için tâyinlerde bulundu. Sayda Vâlisi Cezzâr Ahmed Paþa, Mýsýr Seraskerliðine tâyin edildi. Týrhala Mutasarrýfý Köse Mustafa Paþa da deniz yoluyla Mýsýr’a gönderildi. Napolyon Bonapart, Mýsýr’dan çýkýþ yolu bulmak ve Suriye’ye hâkim olmak için, Akka’yý kuþattý. Akka Kalesi,Mýsýr Seraskeri Cezzar Ahmed Paþa kumandasýndaki Nizâm-ý Cedid askerince, Fransýzlara karþý kahramanca müdâfaa edildi. Napolyon Bonapart’ýn inatla taarruzu, Fransýzlarýn çeþitli hîle ve vaatleri Akka’da neticesiz kaldý. Cezzar Ahmed Paþa ve Nizam-ý Cedid askerlerinin destânî müdâfaasý karþýsýnda kuþatmanýn altmýþ dördüncü günü, Napolyon Bonapart; "Akka olmasaydý, Doðu Ýmparatoru olurdum." diyerek, büyük hayallerle kendisine baðlanan Fransýz ordusunu vebâ salgýný, sefâlet ve maðlubiyetle önce Kahireye çekip, sonra da yüzüstü býrakarak, 1799 yazýnda gizlice Fransa’ya kaçtý. Mýsýr’da kalan Fransýzlar, Osmanlýlara mukâvemet ettilerse de, üst üste maðlubiyete uðradýlar. 27 Haziran 1801 târihinde imzâlanan tahliye mukâvelesiyle Fransýzlar Mýsýr’ý boþalttý. 25 Haziran 1802 târihli Osmanlý-Fransýz anlaþmasý, Fransa ile harp hâline son verdi. Mýsýr Vâliliðine, 1805’te Kavalalý MehmedAli Paþa tâyin edildi. Napolyon Bonapart’ýn Ýstanbul þehri ve Çanakkale ile Ýstanbul Boðazlarýný almak istemesi üzerine 24 Eylül 1805’te Osmanlý-Rus ittifâký yenilendi.Napolyon Bonapart tehlikesine karþý Ýngiltere ve diðer Avrupa devletleri Osmanlýlara yardým talebinde bulundular. Fakat, Rusya ile ittifak ve Ýngiltere ile dostluk uzun sürmedi.

Arabistan Yarýmadasýndaki Vehhâbiler, Avrupalýlardan gördükleri yardýmlarla, çeþitli batý dillerinde birçok yayýnlarda da bulunup, 18 Þubat 1803’te Tâif’i muhâsara ettiler. Sultan Selim Han, Arabistan’daki hâdiselere esaslý tedbirler almayý plânladýysa da; Ýngiltere ve Rusya Balkanlar meselesinden Bâbýâli’ye baský yapmak istemeleri, muvaffak olamayýnca, Rusya’nýn harp îlân dahi etmeden Osmanlý hududunu ihlâli sebebiyle gerçekleþtiremedi. Sâdece, Mýsýr Vâlisi Kavalalý Mehmed Ali Paþa, sultandan aldýðý emirle Vehhâbi isyanýný bastýrýp, Arabistan ve Mýsýr’da kýsmen huzur ve asayiþi temin etti.

Sultan Üçüncü Selim Han zamânýnda Ýngiltere’nin Ortadoðu’da; Rusya veAvusturya’nýn Balkanlarda Osmanlý Devletinin iç iþlerine karýþýp, müdâhaleci bir siyâset tâkip etmeleri, bu devletlerle harp hâlinde bulunan Fransa’ya yakýnlaþmaya sebep oldu. Osmanlý Devletine tâbi Eflâk Beyi Konstantin Ýpsilanti ile Boðdan beyi Aleksandr Moruzzi, Rus yanlýsý olduklarýndan azledilince, Ýngiltere ve Rusya’nýn müdâhalesiyle karþýlaþýldý. Rusya, harp îlân etmeden, General Michelson komutasýndaki altmýþ bin mevcutlu Rus Ordusuyla, Eflâk veBoðdan’ý iþgâle baþladý. Vezir-i âzam Ýbrâhim Hilmi Paþa, sefer için Serdar-ý ekrem tâyin edildi.

Rusya’nýn Balkanlara girmesiyle, Ýngiltere’de on altý gemiden meydana gelen bir Ýngiliz filosunuÝstanbul önlerine gönderdi. Ýstanbul önlerine kadar gelen Ýngiliz donanmasý, Fransa ile münâsebetlerin kesilmesini, Osmanlý-Ýngiliz ittifakýnýn yenilenmesini teklif ettiler. Kabul edilmeyince, teklifi daha da aðýrlaþtýrdýlar. Eflâk veBoðdan’ýn Rusya’ya, Çanakkale Boðazýnýn da Ýngiltere’ye teslimini teklif ettiler. Ýngiltere’nin teklifleri kabullenmenin ötesinde akýl ve hayâle sýðmayacak derecede olduðundan, Ýngilizler müzâkerelerle oyalanýlarak, boðaz sâhillerinin iki yakasý askerlerin ve ahâlinin gayretleriyle kýsa zamanda tahkim edildi. Boðaz sâhillerine birkaç gün içinde bin iki yüzden fazla top yerleþtirildi. Ýngiliz donanmasý, Osmanlý Devletinin ve ahâlinin kuvvetli tepkisini görünce, çekildi. Bunun üzerine Ýngiltere hükümeti, Akdeniz’deki Ýngiliz donanmasýný Mýsýr’ýn zaptýyla vazifelendirdi.

Ýngilizler, Osmanlýya âsi Kölemenlerle anlaþýp, 20 Mart 1807 târihinde Ýskenderiye’ye çýkarma yaparak teslim aldýlar. Balkanlarda; Ýbrâhim Hilmi Paþa, RusCephesine sefere çýkýnca, Ýstanbul’da türeyen âsiler harekete geçti. Sultan Selim Hanýn, Osmanlý Devleti lehine icraatlarýna karþý, iç ve dýþ düþmanlarýn aleyhine propagandasýyla muhâlefet baþladý.

1806 Edirne Vak’asýna sebep olan Nizâm-ý Cedid aleyhtarlýðýyla baþlayan muhâlefet, âsilerden Kabakçý Mustafa’nýn liderliðinde büyük hâdiselere sebep oldu. Yeniçeri zorbalarý, 25 Mayýs 1807 Kabakçý Vak’asýndan sonra; asýl niyetlerini ortaya koyarak, 29 Mayýsta Sultan Üçüncü SelimHaný hâl edip, tahttan indirdiler. Âsiler, Sultan SelimHanýn amcasýnýn oðlu Veliaht Mustafa’yý Osmanlý tahtýna geçirdiler. Sultan Selim Han, on dört ay Topkapý Sarayýnda nezâret altýnda yaþadý. Kendisine sâdýk devlet adamlarý ve âsilerin hükümetteki icraatlarýný beðenmeyen taraftarlarý, tekrar tahta geçirmek için faaliyet gösterdiler. Sultan SelimHan taraftarlarý, Rusçuk’taki Alemdar Mustafa Paþa etrafýnda toplanýp, harekete geçtiler. Alemdar Mustafa Paþa, Sultan SelimHaný tekrar tahta geçirmek için Rumeli’deki maiyetiyle Ýstanbul’a geldi. 28 temmuz 1807’de Bâbýâli ve Topkapý Sarayýný basýp, Sultan Selim Haný tahta geçirmek istediyse de muvaffak olamadý. Sultan Selim Han, 28 Temmuz 1808 târihinde Harem Dairesinde þehit edildi. 29 Temmuzda kalabalýk bir cenâze merâsimiyle, Lâleli Câmii yanýnda babasý Üçüncü Mustafa Hanýn türbesine defnedildi.

Sultan Selim Han, yaratýlýþýnda halim, selîm ve çok zekîydi. Hayýrsever olup, pekçok hayýr müessesesi ve eserler yaptýrdý. Üsküdar’da Selimiye Câmiini ve ÇiçekçiCâmiini yaptý. Eyüp Câmiini büyüterek yeniden yaptýrdý. Karaca Ahmed’de Miskinler Tekkesi denilen Dedeler Mescidini yaptýrýp, Küçükmustafapaþa’da Gül Câmiini kiliseden çevirdi. Üsküdar’da hâlâ kullanýlan meþhur Selimiye Kýþlasýný, Heybeliada’da Deniz Harp Okulu olan Bahriye Mektebini, Halýcýoðlu’ndaTeknik Üniversite mâhiyetindeki Mühendis ve Topçu mekteplerini yaptýrýp yeni bölükler kurdu. Saltanatý müddetince içte ve dýþta büyük düþmanlarla mücâdele etmesine raðmen, ülke îmâr edilip, fazla toprak kaybý olmadý. Tam ýslâhata baþlayacaðý zaman þehit edilmesi, düþündüðü büyük hizmetlerin yerine getirilmesine mâni oldu.

Sarax
09-19-2008, 14:27
II. MAHMÛD ve dönemi





Otuzuncu Osmanlý sultaný. Ýslâm halîfelerinin doksan beþincisidir. Osmanlý sultanlarýndan Birinci Abdülhamîd Hanýn Nakþ-i Dil Sultandan olan oðlu olup, Ýstanbul’da 20 temmuz 1786 târihinde doðdu. Þehzâdeliðinde iyi bir eðitim ve öðretim gördü. Yüksek din ve fen ilimlerini, devrin kýymetli âlimlerinden öðrendi. Amcasý Üçüncü Selim Han onun yetiþmesine çok îtinâ göstererek, modern askerî ve teknik bilgileri ve devlet idâresini iyi bir þekilde öðrenmesini saðladý. Selim Han tahttan indirildikten sonra da yeðeni Mahmûd’la sýk sýk görüþerek, ona tavsiyelerde bulundu ve tahta çýktýðý zaman dikkat etmesi gereken hususlarý bildirdi. 28 Temmuz 1808’de Alemdâr Mustafa Paþanýn Selim Haný tekrar baþa geçirmek üzere saraya girdiði sýrada sâbýk hâkânýn âsîler tarafýndan þehit edilmesi üzerine Sultan Mahmûd, Osmanlý tahtýna çýktý.

Ýkinci Mahmûd Han, Alemdâr Mustafa Paþayý, vezîriâzam tâyin edip, Kabakçý isyânýndan sonra ülkede pekçok hâdise çýkaran zorbalarý yola getirmekle vazifelendirdi. Kabakçý Mustafa isyânýnda rol oynamýþ bulunan âsîler cezâlandýrýldý. Fesat çýkaranlar Ýstanbul dýþýnda ikâmete mecbur tutuldu. Ýstanbul’da otorite saðlamaya çalýþýlýrken, Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde ve bilhassa Halep ve Baðdât’ta vâlilerin çýkardýðý karýþýklýklar devâm ediyordu. Cezâyir’in idâresini dayýlar ele geçirmiþti. Vehhâbîler Haremeyn’i zaptederek, hutbelerden pâdiþâhýn adýný kaldýrmýþlardý. Bu kötü gidiþe, dur demek isteyen Sultan Mahmûd, Anadolu ve Rumeli vâlilerini Ýstanbul’a dâvet etti. Bu vâlilerin yeni Sultan’a baðlýlýklarýný bildirmeleri istendi. Vâliler Ýstanbul’a gelip, Sultan Mahmûd Hana baðlýlýklarýný arz ettiler ve muhtemel âsîlere karþý ittifak senedi imzâladýlar. Diðer taraftan isyânlar neticesinde iyice bozulan yeniçeri ocaðýný yola getirmek için tâlim ve terbiye usûllerinin tekrar tatbik edilmesi istendiyse de, yeniçeriler bu icrââttan memnun olmadýlar. 14 Ekim 1808’de Sekbân-ý Cedîd adýyla modern bir ordu kurulmaya baþlandý. Sekbân-ý Cedîd askeri, yeniçeriler ve taraftarlarý tarafýndan Nizâm-ý Cedîd’in ihyâsý olarak kabûl edildi. Vezîriâzam Alemdâr Mustafa Paþanýn devlet adamlarýna ve askerlere karþý tâvizsiz icrââtlarý, yeniçerileri harekete sevk etti. 14-15 Kasým gecesi meydana gelen büyük isyan sýrasýnda Alemdâr Mustafa Paþa öldürüldü. Mahmûd Han, yenilikleri durdurmak zorunda kaldý.

Ýstanbul’daki hâdiselerin yatýþtýrýlmasýndan sonra diðer iç ve dýþ meselelerin halline bakýldý. Arabistan’daki Vehhâbîler, Osmanlý Devletine ve Ehl-i sünnet Müslümanlara karþý siyâsî faâliyetlerden katliamlara varan tecâvüzlerde bulunuyorlardý. Bu arada Vehhabîlerin reisi Sü’ûd bin Abdülazîz, Hicaz’ý istilâya teþebbüs etti. Hac mevsiminde hacýlarýn yollarýný kesip, Müslümanlara iþkenceleri ve Ýslâm dînine olan hakâretleri, dayanýlmaz bir hâl aldýðýndan, Halîfe Ýkinci Mahmûd Han, Mýsýr vâlisi Mehmed Ali Paþaya ferman gönderip, Vehhâbîleri cezâlandýrmasýný emretti. Mehmed Ali Paþa bir dizi harpten sonra mübârek beldeleri Vehhâbîlerden temizledi. Zafer haberine çok sevinen Mahmûd Han, Mýsýr vâlisi Mehmed Ali Paþaya ihsanlarda bulundu.

Öte yandan Balkanlarda, Avrupa devletlerinin Osmanlý Devletinin birlik ve bütünlüðünü parçalamak gâyesiyle yaptýrdýklarý bölücü ve yýkýcý faaliyetler çok artmýþtý. Sýrplar Bükreþ Antlaþmasý ile (28 Mayýs 1812) muhtâriyet kazanmalarýna raðmen rahat durmuyorlardý. Osmanlý Devletine ödeyecekleri senelik vergiyi kestiler. Tam istiklal propagandalarý ile kalelerdeki Osmanlý askerlerine saldýrmaya baþladýlar.

1813 yýlýnda, Sýrplýlarý yola getirmek için Hurþid Paþa seraskerliðinde sefer açýldý. Hurþid Paþa Belgrad’a gelip, âsîleri yola getirdi. Âsî Sýrp lideri Kara Yorgi, esir düþmekten kurtulmak için, Avusturya’ya kaçtý. Belgrad ve Semendire kaleleri Osmanlýlara tâbi oldu. Serasker Hurþid Paþanýn umûmî af îlân etmesiyle, Sýrplýlarýn silahlarý toplatýldý. Kara Yorgi’den sonra Sýrplýlarýn baþýna Miloþ Obrenoviç geçti. Osmanlý Devletine sadâkatle hizmete devâm eden Miloþ Obrenoviç, 1818’de Avusturya’dan dönen rakibi Kara Yorgi’yi öldürdü. 1829 yýlýnda Sýrbistan’a muhtâriyet verilmesine raðmen, yýllýk vergi vermeyi ve dýþ iþlerinde Osmanlýlara baðlýlýðýný devâm ettirdi.Arnavutluk’ta ise Tepedelenli Ali Paþanýn nüfuzu sebebiyle Rumlar, Rusya’nýn bütün teþvik ve yardýmlarýna raðmen isyana cesâret edemiyorlardý. Ancak Fenerli Rumlarla eskiden beri sýký münâsebetlerde ve Ýngilizlerle gizli muhâberelerde bulunan Hâlet Efendinin hâince faâliyetleri ve özellikle Tepedelenli Ali Paþayý bertaraf etmesi Yunanlýlara ayaklanma fýrsatý verdi.

Etniki Eterya ve Fener’deki Rum Patrikhânesinin hedef tâyin ettiði isyan, 1820 yýlýnda baþlatýldý. 12 Þubat 1821’de Mora Yarýmadasýna yayýldý. Rum âsîler, yüzyýllardýr hâkimiyeti altýnda yaþayýp, komþuluk hakkýný dahi çiðneyerek, Müslüman ahâliye karþý katliamlara giriþtiler. Ýsyan Atina, Tesalya ve Adalara da yayýldý. Katliamlarda 1500 Müslüman þehit edildi. Rus Çarýnýn yâveri ve Etniki Eterya lideri Aleksandra Ýpsilanti, 6 Mart 1821’de Eflak’ta isyan çýkardý. Ýsyan bastýrýldý. Ýkinci Mahmûd Han, âsîlere karþý yerinde ve zamanýnda tedbir aldý. Bölge ahâlisine silâh daðýttýrdý. Bölgede isyanlarla alâkasý görülenler cezâlandýrýldý. Ýstanbul’daki Rum Patriði ve birkaç metropolit, isyanla alâkasý görülerek asýldýlar. Osmanlý Devletinin iç durumu ve Avrupa devletlerinin âsîlere devamlý yardým ve müdâhaleleri, isyânýn bütünüyle bastýrýlamamasýna sebep oldu. Mora’daki isyan büyüyerek Adalara ve Selanik’e kadar yayýldý. Bu durum üzerine Sultan Mahmûd Mýsýr vâlisi Mehmed Ali Paþayý isyaný bastýrmaya memur etti. Nitekim Kavalalý Mehmed Ali Paþanýn oðlu Ýbrahim Paþa kumandasýnda gönderdiði küçük, fakat disiplinli ve modern ordu, isyâný kýsa sürede bastýrmaya muvaffak oldu (1825).

Yunan isyâný sýrasýnda yeniçeri ve sipâhîlerin daha fazla bozulduðunu gören Sultan Mahmûd Han, bu fesât yuvalarýný ortadan kaldýrmaya karar verdi. Yeniçerilerin artan tecâvüz ve zorbalýklarý kamuoyunu da aleyhlerine çevirmiþti. Pâdiþâh, Yunan isyânýnýn bastýrýlmasýyla kavuþulan sulh devresinde önce, orduyu ýslâha giriþti. Ancak askerî tâlim ve terbiyeye karþý çýkan yeniçeriler, isyân mânâsýnda kazan kaldýrdýlar. Buna karþýlýk Sultan Mahmûd Han da sadrâzam, þeyhülislâm ve devlet erkânýný toplayarak yeniçerilerin artýk hýyânette bulunduklarýný, bu sebeple tedbir alýnmasýný belirtti. Âlimler, din ve devletin bekâsý için bu fesat yuvasýnýn ortadan kaldýrýlmasý gerektiðini bildirdiler. Þeyhülislâmýn fetvâsý ile sancak-ý þerîf çýkarýlarak, dînine ve pâdiþâhýna baðlý olanlarýn onun altýna gelmesi ve mücâdeleye giriþmesi istendi. Böylece eþine ilk defâ rastlanan bir olayla pâdiþâha baðlý birlikler halkla bütünleþerek fitne ve fesat yuvasý yeniçeri ve sipâhî ocaklarýný ortadan kaldýrdýlar. Ýstanbul’da âsî, ahlâksýz, serseri temizliði yapýlarak, yirmi binden ziyâdesi cezâlandýrýldý. Yeniçeri ocaðýnýn kaldýrýlmasý hayýrlý bir hâdise kabûl edilerek Vak’a-i Hayriyye denildi. Kendilerini Bektâþî kabûl eden yeniçerilerin ortadan kaldýrýlmasýyla, hurûfî olan sahte Bektâþî tekkeleri kapatýlýp, babalarý baþka yerlere gönderildi. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adlý asker ocaðý kurularak, devrin ihtiyâçlarýna göre tâlim ve terbiye edilmesi, silâh verilmesi ve özel kýyâfet giydirilmesi kararlaþtýrýldý. Topçu, humbaracý ve laðýmcý ocaklarý ýslâh edildi. Mekteb-i Bahriye açýldý. Eðitim ve öðretimi en üst seviyeye çýkarmak için Avrupa’dan hocalar getirildi.

Osmanlý Devletindeki bu süratli ve olumlu geliþme, Avrupa devletlerini harekete geçirdi. Ýngiliz ve Fransýzlar, Osmanlý Devleti içerisindeki Mustafa Reþid Paþa gibi adamlarýný yardým vâdiyle kullanarak Rusya ile harbe sebebiyet verdirdikleri gibi, Mýsýr vâlisi Mehmed Ali Paþayý da devletine karþý kýþkýrttýlar. Mýsýr’da Mehmed Ali Paþanýn hâkim olacaðý bir devleti tanýyacaðýný bildiren Ýngiliz ve Fransýzlar, onun güçlü ve disiplinli kuvvetlerini Osmanlýlara karþý çevirmeyi baþardýlar. Mehmed Ali Paþa, oðlu Ýbrâhim Paþa kumandasýnda, daha ordusu bütünüyle yeniden teþekkül etmemiþ Osmanlý Devletinin Suriye eyâleti üzerine asker sevk etti. 1831-1832 yýlýndaki muhârebelerde, Mýsýr askeri, çokluðu ve intizamlý olmasý sebebi ile gâlip gelince, Osmanlýlar Rusya’dan yardým istediler. Bu durum, Ýngiltere ve Fransa’yý telâþa düþürdü. Fransa’nýn aracýlýðýyla 8 Nisan 1833 Kütahya Antlaþmasý imzâlandý. Antlaþmaya göre, Mehmed Ali Paþaya Mýsýr vâliliðine ilâveten Suriye, oðlu Ýbrâhim Paþaya da Adana eyâleti muhassýllýk olarak verildi. 8 Temmuz 1833’te Rusya ile savunma ve yardým esâsýna dayanan Hünkâr Ýskelesi Antlaþmasý imzâlandý. 1839’da Mýsýr üzerine ordu sevk edildiyse de neticesi gelmeden ÝkinciMahmûd Han Ýstanbul’da vefât etti ve Çemberlitaþ’daki türbesine defnedildi.

Sultan Ýkinci Mahmûd Han, Osmanlý Devletinin ilerlemesini, teknik ve sanâyide devrin seviyesine ulaþýlmasýný isteyen tedbirli, gayretli bir pâdiþâhtý. Devrindeki büyük hâdiseler karþýsýnda aslâ ümidsizlik ve gevþeklik göstermedi. Gayreti sâyesinde devlet, Avrupa tarzýnda sistemli orduya sâhip oldu.

Avrupa’ya askerlik ve yeni silâhlarýn kullanýlmasýný öðrenmek için, talebe gönderdi. Askerî Týbbiye ve Harbiye mekteplerini kurdu. Bu iki müessesenin eðitim ve öðretimini en üst seviyeye çýkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassýslar getirdi. Askerî Týbbiye, Harbiye ve sivil yüksek okullarýn öðrenci ihtiyâcýný karþýlamak için medrese ve mekteplere ilâveten sýbyan mekteplerinin üstünde Rüþdiyeler (ortaokul), devlet memurlarýnýn yetiþtirilmesi için de Mekteb-i Maârif-i Adlî kuruldu. Ülkenin ihtiyâçlarýný karþýlamak, çeþitli sâhalarda mütehassýs eleman yetiþtirmek içinAvrupa’ya çok sayýda öðrenci gönderildi. Eðitim ve öðretim parasýz olup, ilk tahsil mecbûrî hâle getirildi. Açýlan okullarýn seviyesini yükseltmek için ve lüzumlu fen ve teknik kitaplarýn tercümesi için batý dillerinde tercüme bürosu kuruldu. Tekrar Avrupa devletlerinin þehirlerine konsolos gönderilmeye baþlandý. 1 Ekim 1831 târihinde Takvim-i Vekâyi adlý gazete, Osmanlý Türkçesi ile ülke içinde çýkarýlmaya baþlandý. Fransýzcasý da dýþ ülkelere gönderildi. Avrupa ülkelerine gönderilen gazeteler ile Türkiye’nin propagandasý yapýlarak hâdiseler ve ýslâhâtlar dünyâ kamuoyunda deðerlendirmeye tâbi tutuldu. Avrupa basýnýnda, Türkiye ve Sultan Mahmûd Hakkýnda neþredilen yayýnlar tâkib edildi.

Ýkinci Mahmûd Han, hükûmet teþkilâtý usülleri, kýyâfet nizamýnda yenilikler yaptý. Osmanlý Devlet teþkilâtýndaki önceki müesseselerin yerine, Sadrazama Baþ Vekil (Baþbakan); Defterdara Mâliye Nâzýrý (Mâliye Bakaný); Reisü’l-küttâba Hâriciye Nâzýrý (Dýþiþleri Bakaný); Sadrâzam Kethüdâsýna Dâhiliye Nâzýrý (Ýçiþleri Bakaný) denilmeye baþlanýldý. Osmanlý Devletinde büyük bir yekün tutan vakýflar için Evkaf Nezâreti kuruldu. Hükûmet ve ahâlinin önemli meselelerinin görüþüldüðü Meclis-i Vâlâ-yý Ahkâm-ý Adliye; askerî iþlerin görülüp, kararlaþtýrýldýðý Dâr-ý Þûrâ-yý Askerî müessesesi kuruldu. Memurlar iç ve dýþ iþlerde olmak üzere ikiye ayrýlýp, maaþlarý, rütbe ve derecelerine göre baðlanarak, verilmeye baþlanýldý. 1827’de Osmanlý Týp Fakültesi kuruldu. 1838’de Karantina usûlünü vücûda getirdi. Posta müessesesini kurdu. Posta yollarýnýn kurulmasýna çalýþtý. Üsküdar’dan Ýzmit’e kadar bir posta yolu yaptýrdý. 1831 yýlýnda kýsmî nüfus sayýmý yapýldý. Arabistan’dan asker alýnmadýðý için sayýmdan hâriç tutuldu. Nüfus sayýmýnda insan ve servet durumu ölçülmüþ oldu. Dört milyon Hýristiyana karþýlýk sekiz milyon Müslüman ahâlinin sayýmý yapýldý. Bölgelerdeki Hýristiyanlarýn sayýsý, devlete verilen cizye miktârýný da ortaya çýkarmýþ oldu.

Ýkinci Mahmûd Hanýn ilmi fazla olup, dînî, fennî, teknik, askerî, idârî ve sanat sahalarýnda kendisini çok iyi yetiþtirmiþti. Dindar, akýllý, zekî, çalýþkan olup, gayret ve azim sâhibiydi. Þâirdi. Adlî mahlasýyla þiir yazardý. Ýlim, sanat adamlarýna ve eserlerine çok alâka gösterirdi. Onlara kýymet verip, himâye ederdi.

Ülkenin îmârýna, ilim, sanat, hayýr ve sosyal müesseselerine önem veren Ýkinci Mahmûd Han, pekçok eser yaptýrdý. Bâyezîd Yangýn Kulesini; Unkapaný ile Azapkapý arasýndaki þimdi Unkapaný Köprüsü denilen Mahmûdiye Köprüsünü; Beylerbeyi ve Çýraðan saraylarýný; Tophâne’de Nusratiye, Bahçekapý’da Hidâyet, Üsküdar’da Adliye, Arnavutköy sâhilinde Tevfikiye câmilerini yaptýrdý. Hazret-i Hâlid’in türbesini mükemmel tâmir ettirip, iyi bir hattat olduðundan sandukasý pûþîdesi üzerindeki yazýyý kendi el yazýlarý ile yazdý. Yine güzel bir hüsnü hatla yazdýðý Lefkoþe’de Selimiye Câmiinde asýlýdýr. Tophâne’de Kâdirî Câmii ve tekkesini tâmir ettirdi. Ýkinci Mahmûd Han, 1820 senesinde Hücre-i saâdete hediye ettiði þamdanla birlikte gönderdiði aþaðýdaki yazý, Osmanlý Sultanlarýnýn Resûlullah’a olan hürmet ve muhabbetlerinin bir vesîkasýdýr:

Þamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!

Murâdým der-i ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!

Deðildir ravdaya þâyeste, destâviz-i nâçizim,

Kabûlünle kýl ihsân u inâyet, yâ Resûlallah!

Kimim var hazretinden gayrý, hâlim eyleyem i’lam,

Cenâbýndandýr ihsân u mürüvvet, yâ Resûlallah!

Dahîlek, el-emân, sad el-emân, dergâhýna düþdüm,

Terahhüm kýl, bana eyle þefâ’at yâ Resûlallah!

Dü-âlemde kýl istishâb bu Han Mahmûd-i Adlîyi,

Senindir evvel ü âhýrda devlet yâ Resûlallah!

Mýsýr, Yanya ve Mora gibi vilâyetlerin isyâný ve yeniçerilerin kazan kaldýrmalarý, yok edilmeleri ve Rus ordularýnýn saldýrmalarý sýrasýnda Sultan Mahmûd Han, Mekke ve Medîne’yi ancak tamir edebilmiþ, kendisinden sonra oðlu Abdülmecîd Han, bunlarý tezyîn için þaþýlacak bir himmet ve gayret göstermiþtir.

Sarax
09-19-2008, 14:28
ABDÜLMECîD HAN ve dönemi





Osmanlý sultanlarýnýn otuz birincisi ve Ýslam halifelerinin doksan altýncýsý. Sultan ikinci Mahmud Hanýn oðlu olup, 25 Nisan 1823 tarihinde Bezm-i Alem Valide Sultandan doðdu. Þehzadeliðinde iyi bir tahsil gördü. Fransýzca öðrendi. Avrupa’da yayýnlanan neþriyatý yakýndan takib eden Abdülmecid Han yenilik tarafdarýydý. Babasýnýn 1 Temmuz 1839’da vefatý üzerine on yedi yaþýnda tahta çýktý.

Abdülmecid Hanýn devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu. Buna karþýlýk devlet erkanýna güvendiðini, babasýnýn baþlattýðý ýslahat hareketlerini devam ettireceðini ilan etti. Fakat bu sýrada devlet ileri gelenleri arasýndaki rekabet ve kýskançlýk son safhada idi. Sultan ikinci Mahmud Hanýn cenaze merasimi sýrasýnda, Meclis-i vala-yý ahkam-ý adliyye reisi Koca Hüsrev Paþa, sadrazam Mehmed Emin Rauf Paþadan 2 Temmuz 1839’da mühr-i hümayunu zorla alýp, kendini sadrazam ilan ettirdi. Bu sýrada Osmanlý Devleti, Mýsýr ile muharebe halindeydi. Bu sebeple genç padiþah meseleyi kurcalamadý ve Hüsrev Paþanýn sadrazamlýðýný kabul etti. Ayrýca Mýsýr meselesini halletmek istediðinden, Mýsýr valisi Mehmed Ali Paþaya Köse Akif Efendiyi göndererek affettiðini bildirdi; ordu ve donanmaya harekatý kesme emri verdi. Ancak bu sýrada Nizib’te Osmanlý ordusunun Mýsýr ordusuna yenildiði haberi geldi. Kaptan-ý derya Ahmed Fevzi Paþa da, sadrazamýn eski husumetinden korkarak, donanmayý Mýsýr’a götürüp teslim etti. Böylece ordusuz ve donanmasýz kalan Osmanlý Devleti karþýsýnda cesaret alan Mýsýr valisi, Sultan ile anlaþmaya yanaþmadý.Sultan Abdülmecid Han, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çareler aradý. Bu sýrada Avrupa’dan yeni dönen Mustafa Reþid Paþa, Sultan’a Avrupa’nýn yardýmýný saðlamak gibi bir bahaneyle Gülhane Hatt-ý Hümayunu adý ile meþhur olan Tanzimat Fermaný’ný yayýnlatmaya muvaffak oldu.

Tanzimat Fermaný’nýn yayýnlanmasýndan sonra Mýsýr’a karþý Ýngiltere’nin ön ayak olmasý ile, Mehmed Ali Paþayý tutan Fransa dýþarýda býrakýlarak Osmanlý, Ýngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri Londra’da bir araya geldi ve 15 Temmuz 1840’da Londra anlaþmasý imzalandý. Buna göre, anlaþmaya imza koyan devletler, Mehmed Ali Paþaya onar günlük iki ültimatom verdiler. Mehmed Ali Paþa bu ültimatomlarý kabul etmediðini bildirdi. Bunun üzerine Ýngiltere ve Avusturya tarafýndan desteklenen Osmanlý kuvvetleri, Mýsýr ordusunu yendi. Osmanlý askeri 16 Ekim 1840 günü Trablusþam’a, 4 Kasým günü Akka’ya, 13 Kasým günü Haleb’e, 29 Aralýk günü Þam’a girdi. Londra anlaþmasýna göre artýk Mehmed Ali Paþanýn Mýsýr’dan çýkarýlmasý gerekiyordu. 27 Kasým 1840 günü Mýsýr ile Ýngiltere arasýnda yapýlan anlaþma ile, Mehmed Ali Paþa, ikinci ültimatomun þartlarýna uyacaðýný bildirince, Ýngiltere, Osmanlý Devletine ihanet ederek; Babýali’den Mýsýr ile Sudan’ýn ýrsi olarak Mehmed Ali’ye býrakýlmasýný istedi. Bundan maksadlarý, Mýsýr’ý yalnýz býrakýp, þartlarýn müsaid olduðu bir zamanda iþgal etmekti. Bunun üzerine Reþid Paþa, Sultan Abdülmecid’e 24 Mayýs 1841 günü Mýsýr fermanýný yayýnlattý. Bu ferman, 1914 senesine kadar Mýsýr’ýn bir çeþit anayasasý olarak kalmýþtýr. Fermana göre Mýsýr, Osmanlý padiþahý tarafýndan tayin edilen Kavalalý mensuplarýnca idare edilecekti.

Mýsýr meselesi halledildikten sonra, 13 Temmuz 1841’de Osmanlý, Ýngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya devletleri Londra’da tekrar bir araya gelerek, Boðazlar andlaþmasýný imzaladýlar. Kendi menfaatlerine aykýrý olmasýna raðmen bu antlaþmayý imzalayan Rusya, Ýngiltere’nin dostluðunu kazanarak sulh yolu ile Osmanlý topraklarýný bölüþmek gayesinde idi. Fakat Ýngiltere, Fransa’yý Ortadoðu’da etkisiz hale getirip, Mýsýr mes’elesi ile Osmanlý Devleti üzerinde bir çeþit ekonomik, siyasi ve kültürel vesayet kurarak; elde ettiði imtiyazlý durumu paylaþmak istemediðinden, Rusya ile beraber hareket etmek istemiyordu. Ayrýca Hindistan ve Hind yolu için tehlikeli gördüðü Osmanlý Devleti’ni Rusya ile meþgul ederek, Hindistan’da ve Ortadoðu’da istediðini yapýyordu.

Mýsýr meselesinde yenilgiye uðrayan Fransa, Lübnan’daki Marunileri kýþkýrtarak, Dürzilerle çarpýþtýrdý. 1845 senesinde Osmanlý hükumeti bazý tedbirler alarak Fransýz kýþkýrtmalarýný önlemeye çalýþtý. Lübnan daðlarýnda birisi Marunilere, diðeri de Dürzilere ait otonom iki kaza kuruldu ve bunlar Sayda valisine baðlandý.

Tahta çýkýþýnýn ilk senelerini iç ve dýþ olaylar ile uðraþmakla geçiren Sultan Abdülmecid, böylece devleti kýsmen huzura kavuþturdu. Islahat iþleri ve iç meseleler ile uðraþmak imkanýný buldu. 24 Haziran 1844 tarihinde halka yakýn olmak, beldeleri bizzat görmek için seyahatlar yaptý.

1848’de Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler baðýmsýzlýk için ayaklandýlar. Ýsyaný Avusturya ve Rusya çok kanlý bir þekilde bastýrdý. Bu durum, Fransýz ve Ýngiliz kamuoyunda Rusya aleyhine büyük bir tepkinin çýkmasýna sebep oldu. Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlý topraklarýna girerek hükumetten sýðýnma hakký istediler. Sultan Abdülmecid Han, kendisine sýðýnan mültecileri, Rusya ve Avusturya’nýn savaþ tehditlerine raðmen geri vermedi. Sultan’ýn bu hareketi Osmanlý Devletinin itibarýný çok artýrdý. Rusya ve Avusturya’ya karþý Fransýz ve Ýngiliz ortak desteðini saðladý. Nitekim çok geçmeden kutsal yerler mes’elesi ve Romanya’nýn iþgali dolayýsýyla Rusya’ya savaþ açan Osmanlý Devleti, bu devletlerin yardýmýný te’min etti. Böylece Rusya ile vuku bulan 1853-55 Kýrým Harbi görünüþte parlak bir zaferle neticelendi. Ancak cephedeki zafer, içeride Osmanlý Devletine pek pahalýya mal oldu. Batýlý devletler yaptýklarý yardýmlarýn karþýlýðý olarak Osmanlý ülkesinde Hýristiyanlara yeni haklar verilmesi için 1856 Islahat Fermaný’ný yayýnlattýlar. Ali Paþa hükumeti tarafýndan ilan edilen bu Ferman’ýn hazýrlanmasýnda Ýngiliz ve Fransýz elçileri de bulunmuþtu. Görünürde Osmanlý toplumunu ýrk, din ve dil ayýrýmý gözetmeden kaynaþtýrmayý hedef alan Islahat Fermaný azýnlýklarýn baðýmsýzlýk hareketlerini hýzlandýrýp, devleti yýkýlmaya doðru götürmekten baþka bir iþe yaramamýþtýr. Nitekim Ferman’ýn yayýnlanmasýndan çok kýsa bir süre sonra Suriye’de ve Cidde’de Müslümanlar ile Hýristiyanlar arasýnda çarpýþmalar baþladý. Eflak, Boðdan ve Karadað’da baðýmsýzlýk gayesiyle isyanlar çýktý. Böylece Osmanlý Devletinin yeniden bir iç ve dýþ gailelerin içine düþtüðü esnada Sultan Abdülmecid Han vefat etti (25 Haziran 1861). Kabri, Sultan Selim Camii bahçesindedir.

Abdülmecid Hanýn genç yaþta tahta çýkýþý ile saf ve temiz kalpli olmasý onun saltanatýnýn hemen baþýnda büyük bir hata yapmasýna sebep oldu. Bu hata, Osmanlý tarihinde korkunç bir dönüm noktasý olmuþ ve bu muhteþem Ýslam devletinde bir yok olma devrinin baþlamasýna yol açmýþtýr. Bu hata; azýlý ve sinsi Ýslam düþmaný olan Ýngilizlerin tatlý dillerine aldanarak Ýskoç masonlarýnýn yetiþtirdikleri cahilleri iþ baþýna getirmesi ve bunlarýn devleti içerden yýkmak siyasetlerini hemen anlayamamasýdýr.

Abdülmecîd hân, [1256] da ilk olarak kâðýd para çýkardý. [1260] da (Mecîdiyye) köprüsü yapýldý. Þimdi Galata köprüsü deniliyor. 1412 [m. 1992] de yeniden yapýldý. [1265] de Beþiktaþla Ortaköy arasýnda (Küçük Mecîdiyye) câmi’ini ve Ortaköy iskelesi yanýnda (Büyük Mecîdiyye) câmi’ini yapdýrdý. [1276] da Maçka ile Niþantaþý arasýndaki (Teþvikiyye câmi’i)ni yapdýrdý. [1268] de (Þirket-i Hayriyye) denilen buðaziçi vapurlarý iþletilmeðe baþlandý. [1277] de Aydýn demir yolu yapýldý. [1270] de deniz altý telgraf hattý döþetdi. [1272] de erâzi kanûnu çýkardý. [1274] de belediye teþkilâtý kurdu. [1276] da ticâret kanûnu yapdý. Abdülmecîd hânýn vâlidesi (Bezm-i Âlem) sultân, 1261 [m. 1845] de Yenibaðçede Gurabâ hastahânesi ve Dolmabaðçe serâyý önünde deniz kenârýnda (Vâlide câmi’i) ve Bakýrcýlarda Bâyezîd kulesi önünde büyük sultânî lisesi ve dahâ birçok mescid, çeþme yapmýþdýr. Dolmabaðçe denilen yer, [1023] de, birinci Ahmed hânýn emri ile dolduruldu. Bir tepeyi denize doldurdular. Dolmabaðçe iskelesini birinci Abdülhamîd hân yapdý. Dolmabaðçe serâyýný birinci ve ikinci Mahmûd hânlar ahþâp olarak yapmýþlardý. 1269 [m. 1853] senesinde Abdülmecîd hân, bunlarýn yerine, þimdiki muhteþem serâyý yapdýrdý. Beþmilyon altýn liraya mâl oldu. Bu kadar çok para, milletin cebine girmiþ oldu. Binlerce âilenin yüzü güldü. Ayrýca, memlekete, çok kýymetli ve târihî bir san’at eseri kazandýrmýþ oldu. Sulh ve terakkî saðladý. Hicâzda ve Anadoluda çok eserler yapdý.

Ýslâm düþmânlarý, Osmânlý halîfelerine çirkin iftirâlar yapdýklarý gibi, bu mubârek zâta da, leke sürmeðe çalýþýyorlar. Memleketin her tarafýnda ve hele Mekkede, Medînede yapdýrdýðý, görülmemiþ güzel san’at eserlerine, isrâf yapdý diyorlar. Allahü teâlânýn mubâh etdiði, izn verdiði câriye kullanmasýný, ya’nî meþrû’ hakkýný suç olarak gösteriyorlar. Ýçki içerdi diyorlar. Sultân ikinci Selîm hâna ve Yýldýrým sultân Bâyezîde de böyle iftirâ etdiler. Hiçbir vesîkaya dayanmýyan bu sözlere sâf müslimânlar da inanýyor. Yeni târîh kitâblarýna bile yazýyorlar. Hâlbuki Osmânlý pâdiþahlarýnýn hepsi, her iþlerinde islâmiyyete uyar, yüksek âlimlerin fetvâlarý ile hareket ederlerdi. Hepsi sâlih, dindâr, mubârek insanlardý. Herbiri islâmiyyete çok hizmet etdi. Ýkinci Selîm hânýn Edirnede yapdýrdýðý büyük Selîmiyye câmi’i, düþmânlarýna açýk cevâb vermekde, iftirâlarýný yalanlamakdadýr. Din düþmanlarý, iyileri kötülemekde, kötüleri, dinsizleri övmekdedir.

Abdülmecîd hân, türbesinin yüksekliðinin, Yavuz Sultân Selîm türbesinden aþaðý olmasýný vasýyyet etmiþ ve öyle yapýlmýþdýr. Türbesinde oðullarý Burhâneddîn efendi [1265-1293] ve Muhammed Abdüssamed efendi [1269-1271] ve Osmân Safiyyüddîn efendi de [1271] vardýr. Ortadaki üçüncü türbede sultân Süleymân hânýn vâlidesi Hafsa sultân ile Sultân Süleymân þâhzâdelerinden Murâd, Mahmûd ve Abdüllah efendiler ve bir haným efendi vardýr "rahime-hümullahü teâlâ".

Abdülmecid Hanýn kardeþi Abdülaziz’den sonra oðullarýndan beþinci Murad Han, Ýkinci Abdülhamid Han, Beþinci Mehmed Reþad ve Altýncý Mehmed Vahideddin Han padiþah olmuþlardýr.

Sarax
09-19-2008, 14:29
ABDÜLAZîZ HAN

ve Dönemi





Osmânlý pâdiþâhlarýnýn otuzikincisi ve islâm halîfelerinin doksanyedincisidir. Sultân ikinci Mahmûdun ikinci oðludur. 1245 [m. 1830] de tevellüd edip 25 Hazîran 1277 [m. 1860] de halîfe oldu. 1293 [m. 1876] de Dolmabaðçe serâyýndan alýnýp, Topkapý serâyýna habs edildi. Beþ gün sonra Midhat pâþa ve serasker [savunma bakaný] Hüseyn Avnî pâþa, Süleymân pâþa ve arkadaþlarý tarafýndan, Fer’ýyye serâyýnda Kur’ân-ý kerîm okurken bilek damarlarý kesdirilerek þehîd edildiði, sultân Vahîdeddînin baþ kâtibi, Alî Fuad beðin hâtýralarýnda yazýlýdýr "rahmetullahi teâlâ aleyh". Fer’ýyye serâyý, Beþiktaþ ile Ortaköy arasýnda, Galata-serây lisesinin orta kýsmý olan yalýdýr. Sultân Mahmûd türbesindedir. Sultân Murâd, bu iþkenceli ölümü iþitince, korkudan aklý bozuldu.

(Belgelerle Türk târîhi dergisi)nin 1967 Kasým ve 2 sayýlý nüshasýnda diyor ki: Ýstanbul üniversitesine baðlý kýymetli eserler arasýnda, Ýbnül-Emîn Mahmûd Kemâl beðin [3310] numaralý defterinde, sultân Abdül’azîz hânýn annesi Pertevniyâl vâlide sultânýn söyleyip yazdýrdýðý (Sergüzeþt-nâme) vardýr. Yýldýz evrâký arasýnda görülüp, Ýbnül-Emîn Ahmed Tevfîk beðin, 1336 [m. 1918] de sûretini çýkardýðý bu sergüzeþtnâmede Pertevniyâl sultân diyor ki: 1293 [m. 1876] senesi, Cemâzil-evvelin yedinci [30 Mayýs] günü, sabâha karþý sâat sekizde, vâlide sultâný yatakdan kaldýrýyorlar. Sultân, oðlu Abdül’azîz hâný uyandýrýyor. Halîfe, (Anne bunu bana kim yapdý? Beni sultân Selîme mi döndürecekler? Ben kime ne etdim?) diyor. Vâlide sultân (Avnî pâþa etdi) diyor. (Yalnýz Avnî etmedi. Rüþdü pâþa ile Ahmed ve Midhat pâþalar da, bu iþe dâhil. Ben bu felâketi otuz kýrk def’a rü’yâmda gördüm. Bundan sonra, Cebrâîl gökden inse, devlet reîsi olmam. Cenâb-ý Hakkýn takdîri böyle imiþ) diyor. 30 Mayýs 1876 Salý günü kayýkla Topkapý serâyýna götürülüp, üçüncü Selîm hânýn þehîd edildiði odada, habs olunuyor. Çorba gönderiyorlar. Kalfa (Kaþýksýz, efendimizin önüne nasýl koyayým?) diyor. Bir kýrýk tahta kaþýk veriyorlar. Halîfe, biraz içiyor. Abdest almak için, na’lýn aratýyor. (Ýzn yok) diyerek vermiyorlar. Abdesthâneye yalýn ayak giriyor. Üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz býrakýlýyor. Kayýkda yaðmurdan ýslanmýþ olan elbisesini çýkarmak için gecelik istiyor. (Ýrâde yokdur) diyerek vermiyorlar. Sultân Murâda tebrîknâme ve acýklý mektûblar gönderip yalvarýyor. Dördüncü gün, (2 Hazîran sabâhý) sultân Murâdýn irâdesi ile diyerek, Fer’ýyye serâyýna götürüyorlar. Ýçeri hýzlý girdiði için, bir süngülü asker, göðsünden itiyor. (Annem nerede?) diyor. Annesi koþup gelerek, yukarý çýkarýyor. Askerlerin saygýsýzca konuþdurulduðunu görünce, (Aman anneciðim. Bunlar beni öldürecekler) diyerek aðlýyor. Ýki gün sonra, eski, yýrtýk eþyâ gönderiyorlar. Askerler, ikide bir, kýlýcýný isteriz diye hücûm ediyor. Vermiyor ise de, Vâlide sultân, gizlice vermek zorunda kalýyor. 4 Hazîran sabâhý Vâlide sultân içeri gelip, kapýnýn açýk olduðunu ve halîfenin kanlar içinde yatdýðýný görünce, feryâd ediyor. Halîfe, ellerini, annesinin göðsü üzerine koyup (Allah, Allah) diyor. Gelenler, Vâlide sultâný baþka odaya götürüyor, kulaðýndaki küpeleri ve yüzüðünü çekip alýyorlar. Halîfeyi eski bir perdeye sarýp, Ortaköy karakoluna götürüyorlar. Cân çekiþirken Rüþdü, Midhat ve Avnî pâþalar ve yardakçýlarý gelip, (Bizi azl et!) diyerek alay ediyorlar. Vâlide sultân, (Arslaným þehîd oldu. Beni de þehîd etsinler) diye feryâd ediyor. Asker gelip, (Sultân Murâd irâde etdi. Seni Beðlerbeði serâyýna götüreceðiz) diyorlar. Vâlide sultân, (Benim yerim, Yeni-serâydýr) diyor. Vâlide sultânýn kollarýndan çekip yalýn ayak, yaþmaksýz ve ferâcesiz karakola götürüp, pâþalara seyr etdiriyorlar. Halîfenin zevcelerinden Týryal hâným efendi gelip, (Câným, Allah rýzâsý için nâmûsu ile oynamayýn. Hiç olmazsa araba ile götürünüz) diyor. Pâþalar, baþarýlarýndan pek keyfli kahkaha atmakdadýrlar. Týryal hânýmýn arabasýna bindirilerek yeni-serâya (Topkapý serâyýna) götürülüyor. Baþka araba ile Tiryal hânýmý da, zorla oraya götürüyorlar. Üç gün sonra kýzlar aðasý Topkapý serâyýna geliyor. Ýki sultânýn ayrý odalarda baygýn yatdýklarýný görüyor. Altý gece sonra, odalarýna birer kandil gönderiliyor. Otuzsekiz gün sonra Fer’ýyye serâyýna götürülüyorlar. Kapý ve pencereleri çivileniyor. Sekiz gün Vâlide sultâna eziyyet ederek (Mallarýnýn yerini bildir) diyorlar. Dokuzuncu gün, pencereler açýlýyor. 31 Aðustos 1876 da beþinci Murâd tahtdan indirilip, Dolmabaðçe serâyýndan Çýraðân serâyýna götürülüyor. Sultân Abdülhamîd hân tahta çýkýnca, iþkencelerden kurtulup, râhata kavuþuyorlar. Sultânlara yapýlan iþkencelerin, sultân Murâdýn emri ile olduðunu söylerlerdi. Hâlbuki sultân Murâdýn birþeyden haberi yokdu. Sultân Abdül’azîzin tebrîklerini ve yalvarmalarýný pâþalar sultân Murâda göstermiyor. Sultân adýna kendileri cevâb yazýp aldatdýklarý, [m. 1959] târîhli askerî târîh mecmû’asýnda uzun yazýlýdýr.

[m. 1967] de Ýstanbulda basýlmýþ olan T.Yýlmaz Öztunanýn (Türkiye târîhi)nin onikinci cildinde özetle diyor ki: (Sultân Abdül’azîzin hal’ edilmesi, birkaç ahlâksýz veyâ sâfdil devlet adamýnýn, þahsî ihtirâslarý uðruna oldu. Bunlarýn baþýnda, eski sadr-ý a’zam Hüseyn Avnî pâþa geliyordu. Kurmaylýkdan yetiþmiþ, üç def’a serasker olmuþdu. Bir uþaðýn oðlu idi. (Kînim dînimdir) diyen kindâr adamlardan biri idi. Mason Fuâd pâþanýn yetiþdirmesi idi. Meziyyetsizliklerinden, kötülüklerinden dolayý azl olunur, sonra entrikalarla yine bir makâm kapardý. Mahmûd Nedîm pâþa tarafýndan azl edilip sürüldüðü ve rütbesi ve niþânlarý alýndýðý için, pâdiþâha kin baðladý. Sultâný tahtýndan indirmeðe ve öldürmeðe karâr verdi. Londraya gidip, ingilizlerle bu iþi plânlaþdýrdý. Fâci’anýn ikinci adamý Midhat pâþanýn batý kültürü olmadýðý gibi, din bilgisi de yokdu. Tuna ve Baðdâd vâlîliklerinde yapdýðý iþler, Avrupa basýnýnda alkýþlanmýþ, bilhâssa ingilizler tarafýndan þýmartýlmýþdýr. Hislerine kapýlan, acele ve yanlýþ karârlar veren, bu yüzden iyi iþ görmeðe müsâid olmýyan bir adamdý. Âli pâþa gibi, ölünciye kadar sadâretde kalacaðýný umarken, iki ay içinde azl edilmesini, gurûruna yidirememiþ, hükmdâra düþmân olmuþdur. Ýçki masalarýnda, devlete âid karârlar alýrdý. Ýngilteredeki parlamento idâresini aynen alýrsa, Türkiyenin aynen Ýngiltere olacaðýný sanýrdý. Böyle bir idâreyi yürütecek tek þahsýn, kendisi olacaðýna inanýrdý. Midhat pâþanýn, meþrûtiyyeti te’sîs edebilmek için hal’ iþine karýþdýðýný ileri sürmek, gerçeðe hiç de uymamakdadýr. Avnî pâþa, hal’ projesini Midhat ve Þirvânîzâde Muhammed Rüþdü pâþalara, sonra zemânýn sadr-ý a’zamý mütercim Rüþdü pâþaya açdý. Þirvânîzâdeden yüz bulamayýnca, onu Tâife sürdürdü ve orada zehrletdi. Midhat pâþa, sadr-ý a’zam Mahmûd Nedîm pâþanýn, kendisini merkezden uzaklaþdýracaðýný vehm ederek, hal’ iþine karýþmýþdýr denilebilir. Hal’ iþine Midhat pâþanýn emri ile, uydurma fetvâ veren þeyh-ul-islâm Hasen Hayrullah efendi de, bu makâmýndan, önce azl edilmiþ, bu yüzden sultâna kin baðlamýþdý. Sultân Abdül’azîz, bunun için, (O, serâyda iken, müfsid imâm denirdi. Rüþdü pâþanýn tavsýyesi ile þeyh-ul-islâm yapdýk, Allah vere de, bir halt etmese) demiþdir.

Sultân Abdül’azîzin hal’inin bir vatanperverlik olacaðýna inanan tek adam, harb okulu nâzýrý [kumandaný] Süleymân pâþa idi. Yirmibeþ Mayýs gecesi, Redîf ve Süleymân pâþalar, Avnî pâþanýn Kuzguncukdaki evinde toplanarak, üçyüz (300) harbiye talebesinin Dolmabaðçe serâyýný kuþatmasýna karâr verdiler. Talebeye, Sultâný korumak için gidiyoruz denildi.

Avnî pâþa sultâný öldürmeði çokdan plânlamýþ ve nihâyet bu cinâyeti iþlemiþdir. Uzun zemân serâyda casûsu olan, ikinci mâbeynci Fahri beði bu iþde kullandý. Cezâyirli Mustafâ pehlüvâný ve Yozgadlý pehlüvân Mustafâ çavuþu ve Boyabatlý hâcý Mehmed pehlüvâný Fer’iyye serâyýna baðçývan yapdýlar. Fahri beðle bu pehlüvânlar, odaya girip, uzun döðüþmeden sonra bileklerini kesip pencereden baðçeye kaçdýlar. Avnî pâþa, çýðlýk seslerini duyarduymaz, Kuzguncukdaki yalýsýndan, kayýkla, hemen Fer’ýyyeye geldi. Ölüm raporunu imzâlamak istemiyen iki doktordan birini, Avnî pâþa hemen Trablusgarba sürdü. Ýkincisi olan Ömer beðin apoletlerini [formalarýný] hemen orada sökmüþdür. 1293 [m. 1876] Hazîranýn 4. cü günü sabâhý, sultân Abdül’azîzin Ortaköy sâhilinde Fer’ýyye serâyýndaki odasýndan garîb sesler gelmeðe baþladý. Sâat dokuz buçukda odaya girenler, eski hâkaný kanlar içinde buldular. Ertesi gün yayýnlanan hükümet teblîði, þöyle diyordu: (Sultân Abdül’azîz sakalýný düzeltmek üzere istediði küçük makasla her iki bileðinin damarlarýný açarak intihâr etmiþdir. Serasker Avnî pâþa cesedi karakola nakl etdirmiþdir.) Bu teblîð ve ekli tabîb raporu, hiç kimseyi inandýramadý. Doktorlara yalnýz bilekler gösterilmiþdir. Avnî pâþa, birkaç sene önce de, sultân Abdül’azîzi zehrlemeðe teþebbüs etmiþdi. Midhat pâþa, ölümü iþitince, (Hâkanýn muhâfazasý pek müþkil ve tehlükeli olduðundan, bu vech ile vefâtý pek iyi oldu) demiþdir. Mâliye nâzýrý Yûsüf pâþa ise, (Mel’ûn herif [Avnî pâþa] pâdiþâhýn baþýný yidi. Ýnþâallah yakýnda o kâtil de katl edilir) demiþdir. Sadr-ý a’zam mütercim Rüþdü pâþa da, (Na’þý karakola çýkardýklarý zemân canlý imiþ. Hekimler de, canlý olduðunu tasdîk eylediler) demiþdir. Üç pehlüvâna yüzer altýn mâ’aþ baðlanarak, sýrrý ifþâ etmeleri önlendi. Sultân Abdül’azîzin na’þýný yýkayan sekiz imâm, Yýldýz muhâkemesinde, sultânýn iki diþi kýrýlmýþ, sakalýnýn sol tarafý yolunmuþ, sol memesi altýnda büyük bir çürük vardý demiþlerdir. Pehlüvânlar da, yapdýklarýný sonradan i’tirâf etmiþlerdir. Ýntihâr edecek þahsýn her iki bileðinin damarlarýný birlikde kesemiyeceði de týp ilminde meydândadýr. Ýsmail Hami Daniþmend 5 ciltlik Ýzahlý Osmanlý Tarihi Kronolojisi adlý kitabýnda Sultanýn ölüm sebebinin intihar olmayýp, cinayet olduðunu 31 delil ile izah etmektedir. Hüseyn Avnî pâþa, sultân Abdül’azîzin hal’ edileceðini birkaç sene önce Londrada Ýngiliz nâzýrlarýna söylemek cesâret ve hiyânetinde de bulunmuþdu. Bunun için, (Encyclopaedia Britannica) intihâr tezini ileri sürmekdedir. Son çýkan, (Grand Larousse) ise, öldürüldüðünü yazmakdadýr. 1940 târîhli (Larousse illustre)de, (fut assassiné en 1876= 1876 da katl edildi) yazýlýdýr. 5 Hazîran günü cenâzesi büyük merâsimle kaldýrýldý. Topkapý serâyýnda yýkandý. Pederi sultân ikinci Mahmûd hânýn Çenberlitaþdaki türbesine defn edildi.

Süleymân pâþa, bu inkýlâbýn meþrûtiyyet için yapýldýðýný söyleyince, Avnî pâþa, sen sus! Asker siyâsete karýþmaz demiþdir. Hâlbuki, kendisi, askeri çokdan siyâsete karýþdýrmýþ. Balkanlarda felâketli hâdiselerin patlak vermesine sebeb olmuþdu. Nitekim, 2 Temmuzda Sýrb ve Karadað prenslikleri isyân etdi. Balkanlar karýþdý. 24 Nisan 1296 [m. 1877] de Rusyanýn arabulucu teklîfi red edilerek, 93 harbi baþladý. Hemen müþîr yapýlan Süleymân pâþa, Þýpka geçidini ruslara kapdýrýnca, maðlûbiyyete sebeb oldu. Plevnede üç kerre zafer kazanarak gâzî ünvânýný alan Osmân pâþayý kýskandý. Maçka meydân muharebelerini de gayb ederek, Edirneye kadar kaçdý. Böylece, Edirne de, harâb oldu. Ruslar Ayastefanosa [Yeþilköye] kadar geldi. Ýngilizler, bu maðlûbiyyeti fýrsat bilerek, 20 Mayýs 1878 de, Ýstanbulda Alî Süâvî vak’asýný çýkarýp, ikinci Abdülhamîd hâný devirmek, hilâfeti laðv etmek istedi ise de, muvaffak olamadý. Alî Süâvî mason idi. Karýsý ingiliz idi. (Yeni Türkiye târîhi) diyor ki, (Ýkinci Abdülhamîd hânýn diplomasisi [Aklý ve zekâsý] olmasaydý, 93 harbinin zararlarý dahâ büyük olacakdý). Süleymân pâþa, sefîh ve zelîl bir hayât sürerek, 1309 [m. 1891] de Baðdâdda öldü.

Abdül’azîz hâný þehîd etdiren pâþalar, baþarýlarýnýn zevki içinde, Midhât pâþanýn Bâyeziddeki konaðýnda, 15 Hazîran gecesi toplanmýþlardý. Odaya giren erkân-ý harb kolaðasý, 26 yaþýndaki, Hasen beð, Avnî pâþayý ve sonra hâriciyye nâzýrý Râþid pâþayý vurup öldürüyor. Midhat pâþayý kovalýyor ise de, pâþa mutbaha kaçýp, aþçýnýn dolabýna saklanýp, ölümden kurtuluyor. Yaralý yakalanan Hasen beð, ertesi gün Bâyezîd meydânýnda þehîd ediliyor. Edirnekapýdan Topkapýya giderken, sað köþede, parmaklýklý mezârýnýn büyük taþýnda (Ümerâ ve guzât-i çerâkiseden Ýsmâ’îl beðin oðlu olup, Harb okulunu bitirip, kolaðasý rütbesinde iken, genç yaþýnda, velîni’meti uðrunda fedây-i cân eden, Çerkes Hasen beðin kabridir) yazýlýdýr. Sultân Abdül’azîz hân, Çerkes Hasen beðin eniþtesi idi. Halîfenin fecî’ þeklde þehîd edildiðini ve annesi Pertevniyâl sultâna çok çirkin iþkenceler yapýldýðýný iþiten sultân Murâdýn üzüntüden ve bu felâket yolunun sonunu düþünmekden aklý bozuldu.

Sultân Abdül’azîz hân, onbeþ senelik saltanat zemânýný Dolmabaðçe serâyýnda geçirdi. Bu serâyda iken hal’ edildi. Beþinci Murâd da üç aylýk saltanatýný bu serâyda geçirdi. Ýkinci Abdülhamîd hân, bu serâyda yedi ay oturdukdan sonra, Yýldýz kasrlarýna yerleþdi. Sonra Yýldýz serâyýný yapdý. Sultân Muhammed Reþâd da, Dolmabaðçe serâyýnda oturdu.

Sultân Abdül’azîz hân, [1278] de yeni askerî elbiseleri kabûl etdi. [1279] da posta pulu kullanýldý. [1286] da Süveyþ kanalý açýldý. [1288] de Ýstanbulda tramvay iþletilmeðe baþladý. [1292] de Galata tüneli yapýldý ve askerî rüþdiyye mektebleri açýldý. [1279] da Osmânlý bankasý açýldý. [1280] de sâhillere deniz feneri konuldu ve devlet þûrâsý [Danýþtay] kuruldu. [1284] de sultânî mektebleri [liseler] açýldý. [1285] de Sanâyi mektebleri açýldý. [1286] da Fransa imperatöriçesi Ýstanbulu ziyâret etdi. [1287] de Avusturya imperatörü, sultân Abdül’azîzi ziyârete geldi. [1287] de þark demir yollarý yapýldý. [1287] de týbbiyye-i mülkiyye açýldý ve orman ve ma’den mektebleri açýldý ve Eski serây dýþ kapýsý, ya’nî üniversitenin Bâyezîd meydânýna açýlan giriþ kapýsý yapýldý. [1288] de itfâiyye alayý teþkîl edildi. [1289] da seyyâr havz yapýldý ve Dârüþþefeka lisesi açýldý. [1290] da Îrân þâhý, sultân Abdül’azîzi ziyârete geldi ve Ýzmit demir yolu yapýldý.

Abdülaziz Han, güçlü kuvvetli, ata sporlarýndan güreþe, ciride, ava meraklý, kahraman yapýlý bir hükümdardý. Halk kendisini sevmekte, ikinci bir Yavuz olarak görmekteydi. Üzerinde durduðu en mühim mesele ordu ve donanmanýn yeniden tanzim edilmesi, yeni usullere göre tekamül ettirilmesiydi. Avrupa’dan elde edilen kredilerin pek çoðu bu sahada sarf edildi. Donanma, dünyanýn sayýlý donanmalarýndan birisi oldu. Nizamiye, ihtiyat, redif ve müstahfýz adýyla 700.000’i aþkýn askeri bir kuvvet hazýrladý. Bunlarýn top ve tüfek ihtiyaçlarý için de modern tesisler kurdurdu.

Sultan Abdülaziz Han, zeki, anlayýþlý ve dünya siyasetine vakýf olduðu için saltanatýnýn ikinci yýlýnda (1863) Mýsýr’ý ziyaret etti. Kalabalýk bir heyetle beraber, Mýsýr’a yapýlan bu gezi çok gösteriþli oldu. Yavuz Sultan Selim’den sonra Mýsýr’a gelen ilk Osmanlý sultanýna halk çýlgýnca sevgi gösterilerinde bulundu. Sultan Abdülaziz, Kahire’yi at üstünde dolaþtý. Bu seyahat Mýsýr halkýnýn Hilafet makamýna olan baðlýlýðýnýn güçlenmesini saðladý.

1867 yýlýnda Paris’te açýlan büyük bir sergiyi görmek için imparator Napolyon’un davetini kabul ederek Fransa’ya gitti. Oradan, Ýngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya, Macaristan yoluyla memlekete döndü. Bu seyahatlerinde Fransa imparatoru Üçüncü Napolyon, Ýngiltere Kraliçesi Victoria, Belçika Kralý Ýkinci Leopold, Prusya Kralý Birinci Wilhelm, Avusturya Ýmparatoru ve Macaristan Kralý Birinci Fransuva-Josef, Romanya Prensi Birinci Karol ile görüþtü. Sekiz ülkeye gitti. Beþ hükümdarla görüþtü.

Balkanlarda Rusya ve diðer devletlerin desteklemesi ile çýkan isyanlar, devrinin en mühim hadiselerindendir. Rumeli ve Girit’teki gayri müslim halkýn ayaklanmalarý devletin baþýna büyük gaileler açtý. Karadað, Sýrp, Bulgar ve Girit isyanlarý ile hükümet hem nüfuz, hem de mali bakýmdan kayýplara uðradý. Karadað’a yapýlan savaþlar kazanýlarak bu mesele bir müddet için kapandý. Sýrbistan’da bazý kalelerdeki askerlerin geri çekilmesi ile anlaþma yapýldý. Girit’teki isyan, baþarýlý bir askeri harekat ile bastýrýldý.

Mahmud Nedim Paþanýn sadareti, hem dýþta hem de içte devletin itibarýnýn sarsýlmasýna sebeb oldu. Tarafdarý olduðu Rus Sefiri Ýgnatiyef’in tavsiyeleri ile hareket eden Mahmud Nedim Paþa, aldýðý kararlarla Avrupa devletlerinin tepkisini çekti. Bilhassa devletin senelik ödediði borcunu beþ sene müddetle ödenmeyeceðini bildirmesi üzerine Avrupa’da Osmanlýlar aleyhine gösteriler yapýlmasýna yol açtý. Zaten Rusya’nýn da istediði buydu. Nitekim, Ruslar bu karýþýklýktan faydalanarak Balkanlarda Panislavizm propagandasýný yaygýnlaþtýrýp büyük huzursuzluklar çýkardýlar. 1875 yazýnda Bosna-Hersek’te isyanlar çýktý. Bunu Rusya’nýn teþviki ile 1876’da Sýrbistan’ýn Osmanlý Devletine savaþ ilaný takip etti. Osmanlý Devleti sýkýntýlar içinde olmasýna raðmen Sýrbistan’ý kýsa sürede maðlub etti. Ardýndan Bulgaristan’da karýþýklýklar çýktý ise de mahalli kuvvetlerle bastýrýldý.

Abdül’azîz hân, kardeþi gibi, memleketin idâresini Alî ve Füâd pâþanýn ve bunlarýn yetiþdirdiði masonlarýn ellerine býrakdý. Bunlar da, Ýngilizin siyâsetine göre hareket etdiler. Daðýstanlý þeyh Þâmil, yirmi sene ruslarla kahramanca cihâd yaparak, ordularýný periþân ederken, seyrci kaldýlar. Bu mücâhidin 1283 [m. 1866] de esîr düþmesine sebeb oldular. Ruslarýn 1290 [m. 1873] de, Semerkand, Buhâra ve Hiveyi iþgâl etmelerine de sebeb oldular. Ömrlerini Avrupada geçirdiler. Memleketde kaldýklarý zemân, Tanzîmât fermânýndaki mason plânlarýnýn tatbîk edilmeleri için çalýþdýlar. Bu hiyânetlerinin sebebi mes’ûlü elbette Halîfenin gafleti idi. Bu gafletinin netîcesinde, masonlar ve onlara aldananlar tarafýndan þehîd edildi.

Sultân Abdül’azîz, Çýraðan ve Beðlerbeði serâylarýný yapdýrdý. Muhtelif yerlerde de kasrlar yapdýrdý. Beykoz kasrý bunlardandýr. Çýrâðân yalýsýný ilk olarak Nevþehrli Dâmâd Ýbrâhîm pâþa yapdýrdý. Sonra üçüncü Selîm hânýn hemþîresi Beyhân sultân tarafýndan yeniden yapýldý. Ahþâb ve çok zînetli idi. Sultân, bunu, kardeþi sultân Selîme satdý. Sonra, ikinci Mahmûd hân, 1252 [m. 1836] de yýkdýrarak ahþâb serây yapdý. Sultân Abdülmecîd hân bu serâyda oturdu. 1271 [m. 1855] de yýkdýrdý. 1288 [m. 1871] de Abdül’azîz hân, son muhteþem serâyý dört milyon liraya yapdýrdý.

Beðlerbeði serâyýnýn yerinde, tepede birinci Ahmed hânýn (Þevk-âbâd) kasrý vardý. Sâhil serâyýný ikinci Mahmûd hân ahþâb yapdýrdý. Moltekeyi burada kabûl eylediði zemân, çubuk içiyordu. Abdülmecîd hân, 1249 [m. 1833] de bu serâyda merâsimle hatm-i þerîf indirmiþdi. Sultân Abdül’azîz hân, 1282 [m. 1865] de, bu ahþâb serâyý yýkdýrýp yerine mermerden muhteþem serâyý yapdýrdý. Sultân, 1865 Nisânýnýn yirmibirinci Cum’a günü serâya yerleþdi. Yaz mevsimlerini burada geçirirdi. Balkan harbi bozgununda, Enver ve Talât pâþalar, ikinci Abdülhamîd hâný "rahime-hullahü teâlâ" Selânikden (Lorley) Alman vapuru ile Ýstanbula getirtip, Beðlerbeði serâyýna koydular. Boðaziçi tarafýnda, alt katda, arka tarafda, bir odada yerleþip, yetmiþaltý yaþýnda iken, zâtürrie hastalýðýndan vefât etdiði, 10 Þubat 1336 [m. 1918] gününe kadar, burada yaþadý.

Sarax
09-19-2008, 14:30
Sonun Başlangıcı : TANZİMAT

Muzaffer Taşyürek



Tarihimizde dönüm noktası olarak kabul edilen olaylardan biri de tanzimatın ilanıdır. Hem bir sonuç ve hem de sonrası için bir başlangıç olan Tanzimat, bugünleri anlamada çok önemli ipuçları taşıyan bir dönemdir. Milletlerin hayatında her dönemin öncesi ve sonrasıyla köklü bağlantıları olduğu kabul ediliyorsa, Tanzimat Dönemi’ni anlamamız gerekiyor. Bir cihan devletini tarihten silen hataları görmek için ve aynı hatalara yeniden düşmemek için...

17. asrın Osmanlı bilginlerinden Kâtip Çelebi, “Takvîmü't Tevârih” isimli eserinin sonunda şöyle der:

“Kişinin ihtiyarlığına alâmet, saç ve sakal ağarmasıdır. Devletin kocadığına alâmet de, devleti yönetenlerin, saltanata ve süse düşkünlüğüdür. Ki bu, açık bir çöküntü eseridir. Devletlerin hayatında, duraklama devresinden sonra bu devre gelir. Refah, süs ve lükse rağbet fevkalâde artar. Eski hayat tarzı beğenilmez, terk edilir. Herkes şanını ve ününü artırmak hevesine düşer. Herkes her makama geçmeye başlar. En yüksek makam ve ünvanlar, belli vasıflar aranmaksızın dağıtılır. Zevk ve rahat, keyif ve konfor, vazgeçilmez örf ve adetler haline gelir, tabii görünür. Asker zümresi, savaşın meşakkatlerine rağbet etmeyip, sulh ve sükûn ister. Savaşmaktan başka her işle uğraşır. Türlü mihnetler gerektiren memleket işlerine kimse el atmak istemez. Savaştan el çeken asker, halk içinde gittikçe itibar kaybeder. Düzen bozulur.”

Bir anlamda günümüzün fotoğrafını da kısmen gözler önüne seren bu sözler, Osmanlı'nın “Duraklama Devri”nden küçük bir kesit. Cihan Devleti'nin kurumlarında ve halkın yaşayışında görülen bazı hastalıkların bir tarihçi yorumuyla dile getirilişi.

Kurtarıcılar ve Reçeteler

Onyedinci asır, Osmanlı “gaza devleti”nin Avrupa'yı, yani “Diyâr-ı Küfr”ü, “Diyar-ı İslâm”a çevirme ideallerinin yavaş yavaş değiştiği ve artık yer yer aksaklıkların görülmeye başlandığı bir dönemdir. Bilhassa yöneticiler arasındaki siyasi çekişmeler ve iktidar kavgası, ekonominin daralması, paranın değer kaybetmesi, rüşvetin yayılması, ehil olmayanların rütbe kazanması ve bürokratların iktidardan pay kapmak için askerleri isyana sürüklemeleri, ülkeyi içinden çıkılmaz badirelere sürükler. Ortam öylesine güvensizleşmiştir ki, padişahlar devlet işlerini emanet edecek ehil insanlar bulamazlar. Diğer taraftan devşirme ve dönme bürokratlar kendi çıkarlarını halkın isteklerinden üstün tutmaya başlamıştır. Öyle bir an gelir ki, II. Mahmud, halkla el ele vererek kendi ordusu olan Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırma durumunda kalır.

Kâtip Çelebi’den bir yüz yıl sonra Osmanlı Ülkesi’nde toplumsal hastalıklar da gizlenemeyecek ölçüde artar. Ve başlayan çözülmeyle birlikte “kurtarıcılar” da zuhur eder. Askerî, idarî, ticarî ve siyasî alanlarda kötü gidişi durdurmak için “reçete”ler hazırlanmaya başlanır.

Bu dönemde, Osmanlı bürokrasisi Avrupa'ya bir başka gözle bakmaya başlamıştır. “Lale Devri” batılılaşma hareketlerinin dönüm noktasıdır. Padişah Üçüncü Selim'in açtığı çığır, İkinci Mahmud ve Abdülmecid ile hız kazanır. Ama bu çığır, ciddi çelişki ve tutarsızlıkları olan, bu haliyle memleketi nereye götüreceği meçhul bir çığırdır. Avrupa'yı örnek alanlar, iddialarının aksine, bilim ve teknik alanında değil, kültür ve siyasette, eğlence ve sefahatta taklitten öte gidememektedir. Avrupa'ya okumaya gönderilen öğrenciler, sömürgelerden zulümle elde edilen servetler sayesinde zenginleşmiş kentleri görünce komplekse kapılırlar. Kendi ülkelerinin içerisinde bulunduğu problemlerin gerçek sebeplerine inmeden, cazibesine kapıldıkları “gardrop Avrupacılığı”nı ülkelerine taşımaya kalkışırlar. Bürokrasiden kılık-kıyafete, eğitimden eğlenceye bir dizi reformlar yapılır. Artık Osmanlı’nın simgesi sarığın yerini fes, şalvarın yerini setre pantolon alır. Fransız mürebbiyeler tutulur, alafranga hayat tarzı Osmanlı konaklarına girer. Tercüme furyası başlar. Mekteplerde, basın dünyası ve edebiyatta Fransız modası ağır basmaktadır.

Yaban Arısı Sürüleri

Diğer taraftan, bir takım mahfillerin desteğiyle sesini fazlasıyla duyurabilen Batı hayranı bir yazar-çizer ve gazeteci kuşağı vardır. Bunlar, geleneklerle alay eden tiyatro eserleri, kendi medeniyetiyle hesaplaşma iddiasında makaleler, hikayeler ve romanlar yazmaya başlar. Onlara göre yeryüzünde insanca yaşama zemini sağlayan tek medeniyet Avrupa’nınkidir. Bizimkine gelince: bir an evvel terk edilmesi gereken köhne bir mağara!..

Avrupa, Jöntürkler denilen bu gençler sayesinde büyük bir fırsat yakalamıştır. Tarihî düşmanını kendi içinden vuracak elemanlar yetiştirmek artık kolaydır. Jöntürkler’e her türlü imkan sağlanır. Onları batılılaşma adına Avrupa'nın çıkarlarına hizmet edecek birer nefer olarak yetiştirirler. Özellikle Fransa’da eğitilen ve çeşitli Osmanlı düşmanı mahfillerce finanse edilen bu gençler, deneysel bilimin dışındaki her şeyi reddeden birer pozitivizm aşığı olarak ülkeye dönerler ve çıkardıkları dergi ve gazetelerle “gerici” diye nitelendirdikleri kurumlarla mücadeleye başlarlar. Bir yabancı uzman şu tarihi tespitlerle olayın vahametini ortaya koyuyor:

“Her yeni reform Avrupa'dan alınıyordu. Avrupa, sanki seli önleyen bentlerin yıkılmış olduğunu görüp, kendi pis tabakasını Osmanlı Devleti’ne boşalttı. Ahlâksız ve sefihler, adalet kaçkınları ve pervasız maceracılar, yaban arısı sürüleri gibi Osmanlı'nın çürük yapılı vücudunu avlayıp yemek için üşüştüler. Türkiye Avrupa 'dan medeniyet istemişti, Avrupa ise ona kötülüklerini gönderdi.”

Her Şeye Rağmen Batılılaşma: Tanzimat

Cemil Meriç Tanzimat'ı, “uçuruma açılan tereddiler dehlizi”; Tanzimatçıları da “gafil bir entelijansiya, sirenlerin şarkılarını dinleyerek diyar-ı küfre yelken açanlar” diye tasvir eder. Şu tesbitler de ona aittir:

“Avrupa’da okuyan, Tercüme Odası’nda yetişen, yeni bir dünyanın iğvalarına herkesten çok maruz bulunan entelijansiya (aydınlar), halktan koptu. Sonra başsız kalan kitle, ihtişamlı mazisinden uzaklaştırılmaya çalışıldı.”

Bir batılı olarak B. Shaw’ın tesbiti de ilginç:

“Tanzimat, eski kurumların korunması ve onarılmasına yönelik geleneksel Osmanlı reform kavramı yerine, bu kurumların -bazıları Batı’dan ithal edilmek üzere- yenileriyle değiştirilmesini öngören modern reform kavramını getirdi.”

Peki başarı? Yıkılanların yerine konulanlar Osmanlı’yı kurtarmış mı? Cevabı başka bir Batılı, Henry Coston veriyor:

“Osmanlı Devleti’nin devamı için ne olursa olsun Batı’ya bağlanma eğilimi olan Tanzimat, devletin varlığını ve geleceğini Batı’nın ipoteğine koymakla sonuçlanmış bir harekettir.”

Peki kimdi bu bir milletin ve bir dünya devletinin geleceğini düşmanının ipoteğine koyan Tanzimatçılar? N. Fazıl’ın nitelemesiyle “Ucuzcular. Doğu’yu kaybetmiş, Batı’yı bulamamış çeyrek aydınlar.”

"Her şeye rağmen Batılılaşma" projesi olan Tanzimat'ı bilmem ki günümüzdeki "her şeye rağmen Avrupa Topluluğu" çalışmalarıyla benzeştirebilir miyiz?

Müslümana Kim Merhamet Eder?

Tanzimatçılar, yeni bir Osmanlı milleti oluşturmak için yüzyılların geleneği teba ve reaya (müslüman ve gayri müslim ahali) arasındaki farkları kaldırırken, sadece hıristiyan Avrupa'nın gözüne girmeye çalışmışlardı. Görünüşte günümüzün yaklaşımıyla çok demokratça olan bu hareketleriyle, aslında müslüman ahaliyi gayri müslimlerin tasallutu altına düşürmüşlerdi. Çünkü Batılı devletler ve çeşitli lobiler, gayri müslimlerin haklarını koruma adına Devlet-i Aliyye’nin iç işlerine müdahale etme cüret ve cesaretini böylece yakalamışlardı.

Hilmi Ziya Ülken'in dediği gibi, “Tanzimat, Batı milletlerinin gerçekleştirdikleri hürriyet, eşitlik, demokrasi ideallerinin bir cinsten (homojen) bir millet içinde gerçekleşmesinden çok, yabancı müdahalesinden faydalanan ve ayrılmak isteyen azınlıkların işine yarayan bir vasıta olarak kaldı. Devlet, Tanzimat ruhuna uygun olarak azınlıkları yüksek hizmetlere getirdi. Onlardan tercümanlar, sefirler, müşavirler hatta pek çok nazırlar (bakanlar) yetişti. Yani Avrupa Tanzimat'la kaleyi içten fethetti. Şu hale bir bakar mısınız; sadrazamın (başbakanın) sefaret müşaviri Agop Gircikyan'dı. Sahak Abru, Babiâli (hükümet) tercüme kalemine getirilmişti. Ovakim Reisyan, Asya adında Ermenice-Türkçe dergi çıkarırken, Sakızlı Ohennes Paşa Babiâli tercüme odasında bürokrattı. Nafia nazırı Bedros Hallaçyan’dan sonra, yerine Kirkor Sinopyan getirilmiş, Tomas Terziyan Mülkiye’de görev yaparken, İsaac Amon Maarif Nezareti istatistik müdürlüğünü yürütüyordu.”

Listeyi sayfalarca uzatmak mümkün. Bunlar başkent İstanbul’daki bürokratlardı. Taşrada Anadolu ve Rumeli vilayetlerinde de durum bundan farklı değildi. Eyalet meclislerinde bölgenin nüfus yapısına göre seçilen meclis üyeleri, gayri müslimlerin yoğun olduğu bölgelerde yönetimi müslümanlar aleyhine çalıştırıyorlardı. Ziya Paşa bu konudaki şikayetlerini şöyle ifade eder: “Bir müslümanın güneş gibi hakkı zahir olduğu halde, memurların ve eyalet zalimlerinin pençesine düşse halini kime şikayet eder? Gayri müslim teba bir tokat yese hıristiyan Batı ayağa kalkarken, mazlum bir müslümana kim merhamet eder? Hiç suçu yokken senelerce mahkûm kalsa davacısı kim olur? Müsavat (eşitlik) buna mı derler?”

Ahmed Cevdet Paşa, Tanzimat Fermanı’nın yayımlanmasından sonra halkın; “babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan mukaddes haklarımızı bugün kaybettik. İslâm Milleti hakim millet iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehl-i İslâm’a bu, ağlayacak ve matem tutacak gündür" diye feryat ettiğini yazar ama bu feryadı duyacak kimseler yoktur.

Avrupalılar işe yarar Türk bürokratları mason localarına kaydetmişlerdi ve onlardan daha değişik biçimlerde faydalanıyordu. Tarih nasıl da tekerrür ediyor!.. Sanki dünü değil de bugünü yazıyoruz. Bugünün dış işleri ve elçilikleri ile o günün Hâriciye nezareti ve Tercüme Odası... Dışarıdan müdahalelerle devlet adamı tayinleri yapılarak Devlet-i Âli’nin kurtulacağını sananlar dün ne kadar haklı idiyseler, bugünküler de o kadar haklılar demektir.

Tanzimat Paşaları ya da Çöküşün Aktörleri

Mustafa Reşid Paşa... Tanzimat Fermanı’nın baş aktörü. Kimilerince gelmiş-geçmiş en büyük başbakan. Büyük, Koca lakaplarıyla da anılıyor. Devrin süper gücü emperyalist İngiltere'nin Osmanlı Devleti nezdindeki temsilcisi Canning’in yakın dostu. Canning, Osmanlı’nın Hıristiyan medeniyetine yaklaştırılması için gerekli reformların yapılmasını sağlamakla görevli bir diplomat.

Canning, hatıralarında Reşid Paşa için şöyle yazar: “Bir devlet adamı, Türkiye'de ayağını denk atmayı bilmeli idi. Yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından, başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüşmelerin sonucu olarak hükümette değişmeler yapıldı. Reşid Paşa'nın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Reform meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.”

Kafa birliği ettikleri nokta, Osmanlıyı tarihi kimliğinden soyutlayıp, Batı’ya yamamaktı. Altı defa başbakanlığa gelmiş ve dışişlerini Avrupa'ya angaje etmiş bu paşa, İngiltere'nin desteğini arkasına almıştı. Osmanlı’yı ilk defa Avrupa'ya borçlandıran da bu adam. Dönemin diğer hariciyecilerine gelince, onlar da batılı devletlerin İstanbul'daki elçiliklerine dayanarak ve onlardan güç alarak işlerini yürütüyorlardı. Bunun sebebi ise, çok masumane gözüken fakat o devir için dehşetli bir gaflet örneği olan şu düşünce: Avrupalılar’ın güvenini kazanarak, Osmanlı’nın Avrupa'dan atılmasının önüne geçmeye çalışmak...

Tanzimat paşalarından Ali Paşa’nın padişaha hitaben yazdığı “Siyasî Vasiyetname”si, basiretsizliğin en güzel örneklerindendir. Sömürgecilik kavramının idrakine varamamış bu bürokratın düşüncelerini okurken, bugünümüzü değerlendirmemizin de yararı var. Ali Paşa şöyle der:

“Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun maddi çıkarları ile bizimkiler aynı olmalıydı. Ancak o zaman ülkenin bütünlüğü siyasi hayal olmaktan çıkıp, bir gerçek olacaktı. Ülkenin varlığının devamı ve savunması ile Avrupa devletlerini doğrudan doğruya ve maddi yönden ilgilendirmemiz, devletin yenilenmesini ve zenginlerinin gelişmesini bir zorunluluk olarak düşünecek ortaklara sahip olmak demekti.

Sultanımıza, bu yabancı şirketlerin mallarımızı elimizden alacakları söylenecektir. Bu konuşmaları dinlemeyiniz Efendimiz!.. Tersine Efendimiz, bu şirketler güven ve koruma unsuru olacaktır. Ortaklarımız olduklarına göre, çıkarları gereği haklarımızı, malımızı koruyacaklardır. Uluslararası oldukları oranda iş yapma etkinlikleri de artacaktır. Zengin evin kâhyası o evi yıkmak ister mi? Efendilerinin yerine geçmek ister mi?”

Tatmin mi Teslim mi?

Ne var ki, Tanzimat Fermanı’nın ilanından kısa bir süre sonra zengin evin değil kâhyaları, hizmetçileri bile evi yağmaya ve talana başladılar, tuğla tuğla evi söküp yıkmaya giriştiler. Gün geçtikçe züğürtleşen ev sahibi ise, evi kurtarmak için gerek yurt içindeki Galata bankerlerinden, gerekse Avrupa ülkelerinden faizle kredi almaya başladı. Alınan bu krediler ne yazık ki yatırıma dönüşmeden saraylar, köşkler, kasırlar yapımında kullanıldı. Ülke borç batağına gömülürken, diğer taraftan da Tanzimat zenginleri ve aydınları türedi.

Diğer taraftan, Tanzimatçılar müslüman halkı devlete karşı küstürdüler. Ali Paşa’nın cenaze merasimi, musavat (eşitlik) adına müslümanları diğerleriyle eşit görenlerin vicdanlarda ne ölçüde kabul gördüklerine dair emsalsiz bir ipucudur. Olay şöyledir:

Tanzimat-Islahat sürecinin Reşid Paşa’dan sonraki en ünlü ismi Ali Paşa’nın cenazesinde Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Efendi cemaata seslenmektedir:

- Bu büyük bir zat idi, devlete çok güzel hizmetler etti.

Sonra helallik için üç defa sorar:

- Bu zatı nasıl bilirsiniz?

Cemaatte tam bir sessizlik... Kimsenin ağzını bıçak açmamaktadır. Cemaat arasında onu seven birçok kişi olmasına rağmen, hepsinin adeta nutku tutulmuştur.

Cevdet Paşa bu olayı şöyle yorumlar:

“Böyle tezkiyede sukût-u tam ile mukabelede olunduğunu görmedik ve hiçbir tarihte vukuunu dahi işitmedik. Bir adamın beraber yaşadığı milleti içinde menfur olarak ahirete gitmesi, akraba ve ahbabına ne mertebe müessir olacağı muhtac-ı beyandır.”

Neticede, Tanzimat Fermanı’ndan sonra imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılmış, Avrupalılar Osmanlı topraklarının bütünlüğünü koruyacaklarına söz vermişlerdi. Bu şu anlama geliyordu:

Osmanlı devleti bağımsız bir devlet olma niteliğini kaybediyordu.

Avrupalılar asıl bundan sonra çirkin ve gerçek yüzlerini gösterdiler. Balkanlarda ayaklanmalar, Cidde ve Suriye'de olaylar çıktı, Yunanistan ve Bulgaristan bağımsızlık yolunda büyük adımlar attılar. Girit elden gitti. Tarihin seyri değişti, üstünlük Avrupalılar’ın ellerine geçti, Osmanlı Devlet geleneği değişti. Devlet-i Ali Mısır valisine bile söz geçiremeyecek kadar güçsüzleşti, ve çöküş hızlanarak parçalanıp yok olmaya doğru gitti.

“Türkiye'yi Avrupa'da tutmak için Avrupa'yı Türkiye'de tatmin etme” politikası ile yola çıkan Mustafa Reşid Paşa'nın açtığı çığır, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ile son buldu. Umarız bugün milletin kaderinde söz sahibi olanlar, yakın tarihimize bir de bu açıdan bakıyorlardır!

Kaynak: Semerkand dergisi, Temmuz 2001

Sarax
09-19-2008, 14:30
SAID HALIM PASANIN ÖLDÜRÜLMESi

Said Halim Pasa (1863-1921), Kavalali Mehmet Ali Pasa'nin torunudur. 1913'de ilk önce Hariciye Nazirligina daha sonra da Sadrazamliga getirildi.

1914'te 1. Dünya Savasi'nin baslamasiyla Said Halim Pasa'mn hâkimiyetinde azalma basIadi. Rusya'ya karsi Almanya ile bir anlasma yapildi. Said Halim Pasadan habersiz olarak Ittihadcilar'in ileri gelenlerinden Enver Pasa'nin gizli calismalari neticesinde, iki Alman gemisinin Karadeniz'e girmesi ve ondan sonra da bilinen gelismelerin meydana gelmesi neticesinde, Osmanli Devleti kendisini harbin icinde buldu. (Yusuf Hikmet Bayur'a göre Sadrazam Said Halim Pasanin da iki Alman gernisinin Karadeniz'e girisinden haberi vardir). Bu olay üzerine Said Halim Pasa istifa ettiyse de gerek nazirlarin ve gerekse Padisah'in israrlari üzerine istifasini geri aldi. Fakat gittikce Ittihat Terakki ile aralari acildi. Nihayet Hariciye Nazirligi'ni kendisinden aldilar. Mühim konularda da kendisine danisilmaz oldu. Buna tahammül edemeyerek sihhi sebepler ileri sürdü ve istifa etti (1917).

Harp mesülu olarak takibata ugradi ve sorguya cekildi. Malta adasina sürüldü (1919). 1921'de tahliye edilmesi üzerine Sicilya'ya gecti. Istanbul'a dönmek istediyse de hükümet buna müsaade etmedi. Bunun üzerine Roma'ya gecti ve orada bir Ermeni tarafindan öldürüldü (6 Aralik 1921). Nâsi Istanbul'a getirilerek Sultan Mahmud türbesi haziresine defnedildi.


(Ismail Kara, Türkiye'de Islâmcilik düsüncesi,75)

Sarax
09-19-2008, 14:31
HUDDÂMÜ'L-KÂBE

--------------------------------------------------------------------------------

Kâbe hizmetçileri anlaminda bir terkip.

Islâm topraklarini batili emperyalist güçlerin himaye, tecavüz ve isgaline karsi muhafaza etmek gayesiyle kurulmus bir cemiyet.

Kâbe Hizmetkârlari Cemiyeti 1913'de kuruldu. Baskanligina Mevlana Muhammed Abdülbarî, genel sekreterliklerine de Mevlevi Sevket Ali ve Hüseyin Kidwaî getirildi. Bunlarin üçü de Hindistanlidir.

Cemiyet, Mevlana Abdülbarî'nin üstün teskilatlanma çalismalarinin bir ürünüdür.

Cemiyetin baslica gayesi, Kâbe ve diger mukaddes Islâm beldelerine saygiyi devam ettirmek ve buralari gayr-i müslimlerin saldirilarina karsi korumak ve savunmakti. Çünkü Ortadogu'nun problemli sartlari içinde bu görevi, sadece Osmanli devletinden beklemek mümkün degildi. Bu konuda Osmanlilardan baska diger müslümanlarin da yardimlarina ihtiyaç vardi (Gail Minault, The Khilafat Movement, Newyork 1982, s. 35).

Cemiyet, kültürel sahada faaliyetlerde bulunmak üzere kitaplar yayinlamistir. Bu kitaplardan Ilki, cemiyetin genel sekreteri Kidwaî tarafindan kaleme alman "Islâm'a Çekilen Kiliç yahut Alemdarân-i Islâm'i Müdafaa, Londra 1919'dir. Eserin konusu, Osmanli murahhas heyetinin Paris Sulh Konferansi (18 Ocak 1919)'na sundugu muhtira ile konferansin Onlar Konseyi tarafindan Osmanli heyetine verilen cevabin isigi altinda Osmanli Islâm Devleti Meselesi'nin tahlilidir. Degisik bir ifadeyle eser, Osmanli hilafetinin batili devletlere karsi bir savunmasidir. (Movement, a.g.e., s.6).

Kidwaî eserinin önsözünde sunlari söylemektedir:

"-Türklere isnad edilen haksiz tecavüzler, tarih ve Insanlik huzurunda mutlaka savunulmali ve onlar hakkindaki gerçekler açikça ortaya konulmalidir. Iste ben, onlarin din kardesi olmam hasebiyle bu vazifeyi yerine getiriyorum. Gerçi çok iyi bir dava vekili degilim. Fakat dogru bir dava, çok iyi dava vekillerine de o kadar muhtaç degildir. Dünya nüfusunun 1/3'ünü meydana getiren ve müslümanlarin vahdet merkezi olan bir devleti yikmak hiç süphesiz adaletsizliktir."

Cemiyetin gerçeklestirmeyi arzuladigi projeler arasinda ise sunlar yer almaktaydi:

Hac tasimaciliginda tekel olan 0ngiliz firmalariyla rekabet etmek ve Bombay ile Cidde güzergâhindaki hacilari tasimada kullan Ilmak üzere gemiler satin almak ve müslümanlara ait bir gemi sirketi kurmak; Mukaddes beldeleri korumak için Arap denizinde müslümanlara ait bir deniz filosu bulundurmak veya en azindan -bu amaç için Osmanli deniz kuvvetlerine bir zirhli savas gemisi vermek. Bu projelerin hiçbirinin gerçeklesememesi halinde bir veya Iki uçak satin almarak Türkiye'ye hediye etmek. Ayrica zor durumda bulunan Islâm ülkelerini yok olmaktan kurtarmak amaciyla Islâm dünyasindan yardim toplamak (Menault, ayni eser, s. 36).

1. Dünya Savasi esnasinda Ingiltere, Mekke Serifi Hüseyin'i Osmanli hilafetine karsi isyan ettirmekle, Islâm dünyasinin Hüseyin'in arkasinda toplanacagini, hiç olmazsa onun manen desteklenecegini ummustu. Ne var ki, beklenilen gelismeler bu dogrultuda olmamis, aksine Halifeyi en zor aninda "arkadan vurma çilginligi"ni gösteren Hüseyin siddetle kinanmaktan kurtulamamistir. Bu noktada Ilk protesto, Mevlana Abdülbari'nin liderligindeki Hüddâmü'l-Kâbe Cemiyeti'nden gelmistir. Abdülbari, Hind ulemasindan bir fetva çikartarak Serif Hüseyin'i lanetletir, bu arada Halife'ye karsi olan bagimliliklarini ise perçinlettirir. Güney Asyali Müslümanlarin bu çabalari Türkiye'ye su sekilde yansir:

"... Müslümanlarin halifesine isyan eden Mekke Emiri Hüseyin'in bu alçakça hareketi Hindistan'da duyulur duyulmaz her yerde toplantilar yapildi, nutuklar ve hutbeler irad edildi. Öncelikle Hindistan'daki müslüman basin, Hüseyin'in böyle bir zamanda Islâm halifesine karsi isyan etmesini Islâm dünyasinin kalbine dogrultulmus bir hançer olarak telakki etmistir. Daha sonra ise, Hind 0ttihad-i Islâm Cemiyetinin bütün subeleri birleserek bu haince harekete karsi durulmasini, Hüseyin taraftarlarina düsmanlik ilan edIlmesini ve Islâm Serîati'ni temelden sarsacak olan bu isyani destekleyecek her türlü yardimdan kaçinmasi için hükümete müracaatta bulunulmasini kararlastirdi... Her ne kadar Hindistan'daki Ingiliz gazeteleri ile bazi Mecusi basini Hicaz'daki kiyami, Hind Müslümanlarinin menfaatleri açisindan hayirli bir gelisme seklinde degerlendiriyorlarsa da bu isyan, Hindlilerce genel kabul görmedi. Zira görüyoruz ki, Hind Müslüma n lari bu kiyama asla taraftar olmadiklari gibi, baska cemiyetler akdederek, Ittihad-i Islâm subelerini birlestirerek hep bir agizdan Serif Hüseyin'in yaptigi Isleri pek agir bir dille kiniyorlar ve onun yaptigi kiyami bir hiyânet ve küfür olarak telakki ediyorlar. KIsacasi Hind basinini gözden geçirenler görürler ki, -dogrudan dogruya Ingiliz emellerini destekleyen birkaç istisna disinda- genelde Hind basini, Serif Hüseyin olayini kinama noktasinda müttefiktirler" ("Sâbik Mekke Emiri Hüseyin ve Hind Matbuati", Sebilürresad, c. XIV, s. 179-180 ve 192-193, Istanbul 6 Tesrin-i Evvel 1332).

Sarax
09-19-2008, 14:32
MEDINE FATIHI FAHREDDIN PASA
Osmanli Imparatorlugu, 1. Cihan Harbi'nde yedi cephede düsmanlanyla carpisti. Bu cephelerden Filistin-Hicaz cephesinde maalesef yenilmistik. Mondros mütarekesi hükümlerine göre bütün ordumuz silahlarini teslim ederek, kendileri de galip müttefiklere teslim olacaklardi. 0 cephedeki diger ordularimiz teslim oldu, bunun tek istisnasi Hicaz kumandani Fahreddin Pasaydi. Istanbul'dan kendisine yapilan 'teslim ol' emrini dinlenmiyor, 'ben Efendimiz (sav)'in merkad-i mübareklerini teslim edemem' diyor, bütün telkinleri geri ceviriyordu.

Her ne kadar Ingilizler, Medine-i Münevvere'ye dorudan girememis ve askerini sokamamislar ise de, meshur casuslari 'Lawrens' vasitasiyla satin aldiklari bazi kabile seyhleri ve o zamanki Mekke Serifi vasitasi ile Medine'yi tazyik ettiriyorlardi. Neticede Mescid-i Nebeviyi, Merkad-i Mübareki ve o mukaddes beldeleri aylar süren, ac ve susuzluga ragmen devam eden müdafaa neticesinde teslim etmek mecburiyeti hasil oldu. Oradaki rnukaddes emanetlerden, 80 sandik kadarini zabitlar tutarak, lstanbul'a gönderdi. Gerci bazi sandiklar o zamanin Sam valisi tarafindan acilmis ise de emanetlerin bir kismi Istanbul'a gelmistir.

1919'dan sonra ülkesine dönen Fahreddin Pasa 1948'de vefat etmistir.

Peygamber ve Medine asigi bu kahraman pasamiza Allah'dan Rahmet diliyoruz.

Sarax
09-19-2008, 14:33
Istanbul’da ilk metro

17 Ocak 1875 günü Istanbul’un ilk “Yeralti treni/Metro”su hizmete girmisti. Sultan Abdülaziz Hân’in saltanatinin son yillarinda çalismaya baslayan ve halk dilinde “Tünel” diye anilan “Yeralti treni” on dokuzuncu yüzyil Istanbul’undan günümüze kadar gelebilen yegâne vesait-i nakliyedir.

Karaköy’le Beyoglu’nu birbirine baglayan ve Fransizlarca “Metro” diye anilan bu vesait-i nakliyeye Türkçe’de “Yeralti treni” demek varken Baticiligimiz icabi (!) “Metro” kelimesi aynen alinmis ve Istanbul’un trafik kesmekesinin halli mevzuunda bu kelime son yillarda da sik sik tekrarlanir olmustur.

Henry Gawan adli bir Fransiz mühendisi Dogu’ya yaptigi seyahatte -Istanbul’a da ugramis ve o yillarda “Pera” diye anilan Beyoglu ile “Galata/Karaköy” arasini en kisa yolla birbirine baglayan Yüksek kaldirim’dan hergün pek çok sayida insanin inip çiktigini görüp o civarda açilacak bir yeralti yolunda isleyecek trenin büyük bir ihtiyaca cevap verecegini düsünmüs, tabii bu arada herseyden evvel isin “kâr” yönünü hesaplamis ve Fransa’ya döner dönmez taninmis insaat firmalariyla temasa geçmistir.

Fransiz firmalarindan iltifat göremeyen Henry Gawan, daha sonra Ingilizlere müracaat etmis ve Istanbul’un ilk yeralti treni Ingilizlerce insâ olunup, tahminen yüz elli bin Ingiliz lirasina mal olmustur.

Bes yüz elli metre uzunlugundaki bu yeralti treni, 1914 yilina kadar Ingilizlerce isletilip bu tarihte bir osmanli sirketine devredilmis, 1939’da ise, IETT eline geçmistir. Ikinci Dünya Savasi’nda malzeme yoklugundan çalistirilamayan yeralti treni halen faaldir.

Çiragan Sarayi yangini

1908 Mesrutiyeti’nin ilk Meclis-i Meb’usâni Ayasofya’daki binada toplanmis iken, sonralari Meclis baskani Ahmed Riza’nin israriyle Çiragan Sarayi’na tasinmistir. Bu nakil isine zamanin pâdisahi Sultan Resad muhalefet etmisse de, Ahmet Riza Bey isi bir oldu bittiye getirmis, büyük masrafla Çiragan ta’mir olunmus, bu arada Yildiz Sarayi’ndaki kiymetli san’at eserleri de Çiragan’a tasinmistir!..

Bu sekilde Meclis-i Meb’usân ittihaz edilen Çiragan Sarayi 90 yil evvel 19 Ocak 1910 Çarsamba günü yanmis, muhtesem bina ile beraber nadide san’at eserleri ve ilk Meclis-i Meb’usan zabitlarinin mühim bir kismi maalesef kül olmustur!..

Sözde elektrik kontagi ile yanan ve deniz suyundan dahi istifade edilemeden iki saat içinde kül olan Çiragan yangini dolayisiyla Iltihatçilar pek fena hirpalanmislardir.

Sarax
09-19-2008, 14:34
Hazin son


--------------------------------------------------------------------------------

Millet kaniyla, caniyla Istiklal Savasi'ni kazanmis, büyük bir mücadeleyi atalarina lâyik oldugunu göstererek zafere götürmüstür.

TBMM'nin 1 Kasim 1922'de çikardigi iki madelik kanunla saltanat kaldirildi. Yalniz hilâfet müessesi birakildi. Halifeyi de Ankara'daki Meclis Osmanli sehzadeleri arasindan seçecekti (Ne var ki Halifelik müessesi bu sözlere ragmen 1 sene sonra kaldirildi, M.K.)

Böylece Sultan VI Mehmed Vahidüddin'in padisahligi sona ermis bulunuyordu. Yalniz haliflelik sifati kalmisti. Bu da kisa bir süre sonra Sultan Abdülaziz'in oglu Abdülmecid Efendi'ye verilecekti. Sultan Vahdettin ise ülkeyi terk zorunda kalacakti (Son halife Abdülmecid Efendi'de bir sene sonra çikan ve, halife dahil, bütün Osmanli hanedaninin ülkeyi terk etme zorunlulugu getiren 431 sayili kanuna göre ayni kaderi tatti, M.K.).

Çünkü hayatini tehlikede görüyordu. Ankara'daki söylenenler bunu dogrular sekildeydi. Istanbul'daki isgal kuvvetleri komutanina müracaat ederek, baska yere naklini istedi. Ve 17 Kasim 1922, yilinin hüzünlü bir sabahi, Ingilizlerin "Malaya" isimli zirhlisiyla ülkesinden ayrildi (Abdurrahman Dilipak'a göre ise Sultan Vahdettin Ingilizler tarafindan kaçirilmistir, bak. Abdurrahman Dilipak, Bir baska açidan kemalizm, Beyan yayinlari, M.K.)

Agliyordu. Ama bir tesellisi vardi. Yabanci isgali kirilmis, vatan topraklarinin tamami degilse de bir kismi kurtarilmisti.

Saraydaki bütün kiymetli esyalari bütün hazineyi götürmesi için hiçbir engel yoktu. Ama O, Osmanli hanedanina mensuptu. Kendisinden çok vatanini, milletini düsünürdü. Atalarinin kurdugu bir devletin hükümdariydi. Sahsi serveti dahil, hiçbir seye elini sürmedi. Bes parasiz denebilecek halde atalarinin yurdunu terk etti.(Sultan Vahdettin'in çileli gurbet hayati için bak. Kadir Misiroglu, Osmanogullarinin drami, Sebil yayinevi, M.K.). Fransa'da vefat ettigi zaman cenazesine haciz konmustu. (Cenazesi birçok israr ve Inönü'nün sözlerine ragmen Türkiye'de defni'ne izin verilmedi ve son çare olarak Medine'de defnedildi, M.K.)

Sarax
09-19-2008, 14:34
OSMANOGULLARIN DRAMI

Osmanli'nin o hasmetli ve izzetli insanlarinin torunlari bir gecede Avrupa'ya atildigi zaman, kimse onlarin halini hatirini sormadi. Hanedan sülalesinin erkekleri ekseriyetle askerdi, meslekleri disarida geçmedi. Buradaki mallari da tarümar edildi. Ayrilacaklari gece evlerini soydular ve Türkiye'nin disinda hepsi aç birakilip öz vatanlarindan uzakta ölüme terkedildiler.

•••

Hanedan mensuplarindan çogu, Sultan Vahidettin basta olmak üzere Sam'da Selimiye Camii Serifinin avlusunda medfundur. Halife Abdülmecid Efendi Medine'de Cerinet'tül Bakiye defnolunmustur. Paris Camii'nde cenazesi 10 sene beklemistir. Kendisi öyle vasiyet ettigi için

1944'den 1954 e kadar mücadele edilmistir. Bir Ali Osman'a yakisan da böyle vatan topragina gömülmeyi istemektir.

Mesela O'nun oglu Sehzâde Ömer Faruk Efendi Misir'da vefat etti. Misir bir Müslüman topragi oldugu halde Türkiye'de isbasina gelen herkese mektup yazmistir. "Her türlü siyasî haktan mahrum olarak vatanda yasamama müsaade edin. Bogaziçi'nde balikçilik yapmaya raziyim" diye Cemal Gürsel'e bile mektup yazdi. Sonunda kabul edilmeyecegini anlayinca, o sirada Hanedan hakkinda bir yazi yazmis bulunan rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti'ye bir mektup yazarak "Bizi vatana kabul etmeyeceklcrinden emin oldum. Bir zarfin içine Allah rizasi için bir avuç vatan topragi koyun da hiç olmazsa kabrime konulsun" diyecek kadar vatan hasreti içinde kivranmis bir insandi.

Bunun diger bir misali de Sultan Abdülhamid'in kizlarindan birisi olan Zekiye Sultan'dir. Kocasi da Gazi Osman Pasa'nin ogludur. Nice'de vefat ettiginde vasiyet etti ki, "bir gün müsait olursa beni vatan da defnedin". Bu sebeple cenazesi Nice'deki bir kilisede tahnit edilmis (ilaçlanmis) olarak 30 sene bekledi. Sonunda kilise mensuplari götürüp bir yere defnettiler.

•••

...Sultan Vahdettin aç'ti. Öldügü zaman Italyan bakkallarina 150 bin liret borcu vardi. Tabutuna haciz karari geldi.

Ve "Bu tabut para ödenmeden kaldirilamaz" diye tabuta yazi asildi. Abdülmecid Efendi'nin oglu ve Sultan Vahdettin'in damadi Ömer Faruk Efendi ve bir kaç kisi, mutfak kapisindan tabutu kaçirdilar, Sam'a götürüp defnettiler. Sonradan kizi, Italyan bakkallarin borcunu ödedi.

•••







Vahidettin Italya'ya ilk gittigi zaman, San Remo'da kiralik bir villada kalmaya basladi. Oradayken Kral Emanuel, Vahdettin'e bir yaver gönderdi. "Ulkenin muhtelif yerlerinde saraylarim vardir. Zatiali nerede oturmak istiyorsa emrine" amadedir. Kendisine aylik su kadar liret tahsis edilmistir" dedi. Sultan Vahdettin bunlarin hiçbirisini kabul etmedi. Yaveri Miralay Fahri Engin o sirada tercümanlik yapiyordu. "Efendim bu kadar ikrami reddediyorsunuz. Herhalde mutfaginizda kuru sogan bile olmadigini bilmiyorsunuz" dedi. Bunun üzerine Vahdettin "Fahri Bey, Maiyeti saniyemde bulunmaya mecbur degilsiniz. Zor geliyorsa ayriliniz. Ben Müslümanlarin halifesi sifatiyla bir gayri müslim hükümdarin ihsanini kabul edemem" dedi.

•••

Mahmut Sevket Efendi'yi ziyarete gitmistik. Bir Fransiz kasabasinda oturuyordu. O siralar kizi Avinyon'da ameliyat olmus. Birlikte onu ziyarete gittik. Odasina girdigimiz zaman kizi konusamiyordu. Mahmud Sevket Efendi "Nermin" diye sesleniyor, kizinda cevap yok. Nermin isaretle kagit kalem istedi, bulduk. Yazdi ki "ameliyat ederken yanlislikla dilimi kestiler konusamiyorum." O adamin karyolanin üzerine bir abanisi yardi. Dünyada bir kizim var, bundan sonra o da böyle dilsiz mi kalacak?" diye. Ben hayatimda, aniden bir insan yüzünden böyle ter aktigini görmedim. Sonra bana döndü dedi ki: "Osmanogullarinin dramini yazip bizi aleme mi acindiracaksin? Hiristiyanlara da "Müslümanlari asirlarca zaferden zafere kosturmus bir aileden iste böyle intikaminizi aldiniz, sizin arzu ettiginizden daha büyük facialara sürüklendiler? diye mi göstereceksin?" Bu söz, onlarin gurbet hayatini anlatirken daima kulaklarimda çinladi.

Düsünün ki bir sehzade ölmüstür. Belediye kendi imkanlari ile bir mezarlik yeri vermedigi için, cenazesi Mans Denizine atilmistir. Bu, Sultan Abdülhamid'in ogludur.

Yine Nice'de parkta bir sehzade ölü olarak bulunuyor. Bankada son nefesini vermeden bir mektup yazmis ve gögsüne ilistirmis. Mektupta söyle diyor. "Benim ölümümden kimseyi mesul tutmayin, ben açliktan ölüyorum. Yelegimin iç cebinde beni Islamî usullere göre Müslüman mezarligina defnedecek para vardir." Fransiz polisinin degerlendirmesi de "daha birkaç ay yasayacak kadar parasi oldugu halde cenazesini düsünüyor, bu enayiymis" oluyor.

•••

Abdulhakim Arvasi (rahimehullah) 1940'larda buyurmus ki: "Biz Sultan Aziz'in ahini çekiyoruz. Sultan Hamid'in ahina daha sira gelmedi. Biz bu hanedana yapilan zulme kayidsizligimizin cezasini çekiyoruz. Hanedan bedduasi müthistir. Bizim ecdadimiz, hanedan bedduasindan korkardi. Çünkü onlarin liderlikleri Allah'in tensibi takdiri ve kendi bileklerinin hakkiydi. Birçok Avrupa ülkesinde oldugu gibi, kimse onlari Türk Milletinin basina memur olarak koymamistir.

Sarax
09-19-2008, 14:34
Bu aksamdan itibaren

Osmanli Hanedani' ndan hiç kimse kalmayacak

Osmanli hanedaninin bütün erkekleri bu gün aksama kadar hudutlarimizi terke mecburdurlar. Malum oldugu gibi bunlarin bir kismi dün muhtelif yerlere gitmisler, bir kismi da bugün gitmek üzere kalmislardir. Hanedan azasi önce gidecekleri yerleri tespit ettikten sonra polis müdürlügü gidecekleri memleketlere kadar aile biletlerini almis ve harcirahlarini vermistir. Polis Müdür Muavini Kamil Bey ayrica hanedan azasinin her birine birer senet mukabilinde bin lira (125 sterlin) vermistir.

Vali Haydar ve Emniyeti Umumiye Müdürü Muhittin beylerin verdikleri izahata göre bu alelhesap verilmis bir miktar olup bir müddet sonra gidenlere ihtiyaçlarini temin etmek üzere para gönderilecektir.

Aksam 7 Mart 1925

Sarax
09-19-2008, 14:35
BAY NECATININ OLÜMÜ

Onk. Dr. Haluk Nurbaki

Rahmetli babam o zamanlar Konya'nin tek gazetesi olan "Babalik" gazetesinin basyazari idi. Ondan isittigim su olayi aynen naklediyorum:

"Devrin ilk Maarif Vekillerinden (Milli Egitim Bakani) Necati Konya'ya gelmis ve Latin harflerinin üstünlügünü(!) anlatmak üzere bir konferans düzenlemisti. Sehrin her tarafina yapistirilan ilanlarda:

"Eski Harflerle Birlikte Kur'an'i da Tarihe'e Gömdük" yaziyor ve konferansin ertesi gün saat 10'da verilecegi belirtiliyordu.

Aksam, mükellef bir ziyafet verildi. Yemekten sonra bay Necati, ani bir apandist krizine yakalandi ve hemen hastahaneye kaldirilarak ameliyat edildi. Gösterilen itinayi anlatmaya lüzum yok, bütün hastahane hatta Konya ayakta idi. Bay Necati kurtulmus, fakat ne çare ki haddini asarak Kur'an'a dil uzatmisti. Gece yarisi, imkansiz denebilecek bir sey oldu ve Bay Necati'nin yatagi yan demirinden kirildi. Hasta yere düsmüs ve ameliyat yeri patlamisti. Ertesi gün saat 10'da, yani konferansin yapilacagi bildirilen saatte öldü."

Kur'an'i tarihe gömmek isteyenler, tarihin en kokusmus sahifelerine gömüldüler.

Sarax
09-19-2008, 14:35
ERMENI MESELESI

MILLET-I SANDIKA’NIN IHANETI

Muzaffer Tasyürek

Osmanli topraklarinda 600 yil yasamis hiristiyan bir milletti onlar. Dinlerine, dillerine, gelenek ve göreneklerine müdahale edilmemisti. Serbestçe ticaretlerini yapmis, çocuklarini egitmislerdi. Osmanli yönetimiyle uyum içinde yasadiklari için “Millet-i Sadika” adini almislardi. Ermenilerden söz ediyoruz. Nice karanlik siyasi emellere malzeme olan veya edilen Osmanli Ermenileri’nden ve o çok “tartismali” Osmanli-Ermeni münasebetlerinden...

Osmanli toplumu, diger bir-çok etnik unsur gibi Ermenileri de kendilerinden farkli görüp ayirmamisti. Onlarla komsuluk yapmis, ticari iliskiler kurmuslardi. Yönetim kadrolarinda yer verilmis, danismanlik, tercümanlik, hatta bakanlik olmak üzere devletin her kademesinde istihdam edilmislerdi. Içlerinden edebiyatçilar, müzisyenler, mimarlar, bürokratlar ve tip adamlari çikmis, Osmanli’nin toplum dokusunda bir renk olmuslardi.

Evet; Ermeniler Osmanli’nin temel unsurlarindan birini olusturuyorlardi. Ta ki 3 Mart 1878’deki Ayastefanos Antlasmasi’na kadar.

Sarax
09-19-2008, 14:35
KAPI BIR KEZ ARALANINCA

Ayastefanos Antlasmasi Erme-niler’le iliskilerimizde bir dönüm noktasidir. Bu antlasmadan sonra Istanbul kapilarina kadar dayanan Rus Prensi Grandük Nikola’yi karsilamak üzere harekete geçen Ermeni Patrigi Narses, Ermenilerin isteklerinden olusan bir listeyi Nikola’ya iletti. Bu listede esas olarak Ermeniler’in yasadiklari vilayetlerde islahatlar yapilmasi ve müslüman halka karsi haklarinin korunmasi isteniyordu. Bu istekler, Ayastefanos antlasmasina ve daha sonra ayni yilin 13 Temmuz’unda imzalanan Berlin Antlasmasi’na birer madde olarak eklendi.

Bunun anlami suydu: Rusya ve batili devletler, Osmanli topraklarinda nüfuz alanlari olusturmak için büyük bir firsat yakaliyorlardi. Osmanli’yi içten içe bölmek için artik dügmeye basilmis oluyordu.

Sarax
09-19-2008, 14:35
ANADOLU ÜZERINE OYUNLAR

Osmanli Devleti, iç islerine karisilmasina ve bilhassa hiristiyan tebanin tahrik edilmesine karsiydi. 4 Haziran 1878’de im-zalanan Kibris Antlasmasi’yla, topraklarinda yasayan gayri müslimler lehine islahatlari gündemine alarak, bu konuda gelebilecek talepleri susturmak istiyordu.

Ama Ruslar, Ermeni Patrigi Narses’in verdigi kozu kullanmaya niyetliydiler. Ermeni haklarini savunuyormus gibi gözükerek, Kuzey Kafkasya ve Dogu Anadolu topraklarini ele geçirme harekâti baslattilar. Gerçek hedefleri ise, Akdeniz ve Hint Okyanusu’na ulasabilecekleri bir yol açmakti. Ruslar’in niyetini sezen Ingiltere ve Fransa da bos durmuyor, kendi çikarlarina uygun stratejiler gelistiriyorlardi.

Aslinda batili devletlerin bu plâni yeni degildi. Daha 1800’lü yillarin basinda Avrupa’dan gönderilen misyonerler, ortodokslugun bir kolu olan Gregoryan Türkiye Ermenileri ile Protestan ve Katolik Ermenileri birbirine düsürmeyi basarmislardi. Öyle ki, 1820’de Katolik ve Gregoryan Ermeniler arasinda çikan bir tartisma sonucunda, Patrikhane saldiriya ugramis ve patrik canini zor kurtarmisti. Yapilan tahkikat sonucu yakalanan ve suçlu bulunan Ermeniler’den besi idam edildi ve bazilari da sürgüne gönderildi. Fransa, Ingiltere ve Rusya bu olayi siyasi malzeme yapmakta gecikmedi ve konuyu uluslararasi zemine tasidilar.

Avrupa’da Ermeni lobileri olusturuldu. Bati medyasi Ermeni haklarini savunan yayinlar yapmaya basladilar. Isviçre’de Ermeni milliyetçiler tarafindan “çan sesleri” anlamina gelen “Hinçak” komitesi kuruldu ve komite kisa bir süre sonra Ingiltere’ye tasindi. Ingiltere’nin baslangiçta tanimak istemedigi Hinçaklar, 1880’de liberallerin seçimi kazanmalariyla siyasi kimliklerine kavustular.

Hinçaklar, ilk hayali Ermenistan devletini kurdular. Bu hayali devletin sinirlari içinde, Osmanli’nin “Vilâyât-i Sitte” adini verdigi, Erzurum, Van, Diyarbakir, Sivas ve Bitlis bölgesi giriyordu. Bu merkezlere bagli olan Erzincan, Hakkari, Bingöl, Malatya, Amasya, Tokat, Giresun ve Ordu’nun bir kismi da hayali Ermenistan’in sinirlarina dahildi.

Hinçak komitesi hizla teskilatlanarak, basta Istanbul olmak üzere Halep ve Izmir gibi büyük merkezlerde subeler açmaya basladi. Bu arada Ruslar da bölgede kendi emellerine hizmet edecek Tasnak komiteleri olusturuyorlardi. Fransa ise Güneydogu Anadolu’da ekonomik, askeri ve siyasi çikarlari için kullanacagi “Ermeni lejyonlari” olusturmanin hesaplarini yapiyordu.

Sarax
09-19-2008, 14:36
ILK OLAYLAR

1893 yilinda Istanbul’dan Mus vilayetine gelen bir yazida, vilayet gelirlerinin 500 lira artirilmasi isteniyordu. Bunun üzerine Mus valisi bölgeye hemen yeni vergiler koyma yoluna gitti. Ancak Sasun bölgesi Ermenileri bu karara itiraz ederek, hükümete bir telgrafla müracaatta bulundular.

Hükümet kararin geri alinmasi için valiyi uyardi. Vali ise kararin geri alinmasina itiraz edip, bölgenin hassas dengelerini bozacak icraatlara giristi. Ermenilerle müslümanlarin arasini açan uygulamalar, bölgeye yerlesmis Hinçak ve Tasnak komitelerinin ekmegine yag sürdü. Ermeni köylerini basip katliamlar yapmaga baslayan komitacilar, katliamlari Türkler yapiyormus görüntüsü verip isyan baslattilar. Hükümet olay yerine askeri birlikler gönderip isyani bastirdi ve valiyi görevden aldi. Ancak Hinçak ve Tasnak komiteleri olayi Avrupa kamuoyuna tasiyip, “Türkler hiristiyanlari katlediyor” propagandasina baslamislardi bile.

Bunun üzerine Osmanli hükümeti, içinde Fransiz ve Ingiliz temsilcilerin de bulundugu bir heyeti bölgeye gönderdi. Heyette bulunan Fransa disisleri bakani Gabriel Hanotaux, Mus’taki incelemelerin sonucunda bölgede bir Ermeni sorunu olmadigini; konunun, Berlin Antlasmasi’ni istismar etmek isteyen güçlerin provakasyonundan ibaret oldugunu açiklayan bir rapor yazdi.

Sarax
09-19-2008, 14:36
ISTANBUL AYAKLANMALARI

Fransiz temsilcinin aksine Ingiliz Lord Salisbury, Ingilterenin çikarlari dogrultusunda olayi istismar etmeyi sürdürdü. Bölgede yerel meclisler kurulmasi ve bu meclislerde Ermeni temsilcilerin de yer almasi için Bâb-i Âliyi sikistirmaya basladi. II. Abdülhamid Han, bunu kabul etmenin gelecekte daha büyük tavizlere yol açacagi endisesiyle, Ingiliz temsilcinin isteklerini reddetti.

Bunun üzerine, Ermeni Patrigi Izmirliyan Istanbul’daki Ermenileri ayaklandirdi. 30 Eylül 1895’de yüzlerce Ermeni Bâb-i Âli’ye dogru yürüyüse geçti. Onlari engellemek isteyen bir subayi öldürdüler. Olaylara asker ve zaptiye müdahale etmek zorunda kaldi. Istanbul on gün boyunca olaylarla sarsildi. Trabzon’daki Ermeniler de Istanbul’daki Ermeniler’i desteklemek için ayaklanma çikarmaya kalkistilar, ama olaylar büyümeden bastirildi.

Istanbul’daki ikinci bir hadise de tarihlere “Banka Vakasi” olarak geçti. 26 Agustos 1896 günü Osmanli Bankasi Ermeni tedhisçilerin isgaline ugradi. Patrik Izmirliyan’in görevden alinmasini protesto eden tedhisçiler silahli baskin düzenleyerek bankayi isgal ettiler. Istekleri yerine getirilmedigi taktirde bankayi bombalayacaklari tehdidinde bulundular. Bu arada baska bir grup da ellerinde bombalarla Bâb-i Âli’ye hücum etmis, sadrazam Halil Rifat Pasayi öldürmege çalismislardi.

Ermenilerin bu taskinliklarina kizan Istanbul halki da karsi harekete girisince, Istanbul adeta savas alanina döndü. Çok sayida insan yaralandi ve öldü. Isyerleri tahrip edildi. Inzibat kuvvetleri olaylari bastirmakta çok güçlük çektiler.

Tedhisçiler emellerine ulas-mislardi. Artik fitnenin tohumu atilmisti. Olaylari kiskirtmak için Avrupa’dan getirilen Tasnak komiteciler bir Fransiz vapuru ile Istanbul’dan uzaklastiriliyorlardi.

Olaylardan kisa bir süre sonra Avrupa devletleri, Trosak-Tasnak cemiyetinin yayinlamis oldugu yedi maddelik bir bildiriyi destekledigini açikladi. Bildiride, Ermeniler Dogu Anadolu’da muhtariyet isteklerini dile getiriyorlardi. Istekler Abdülhamid Han tarafindan bir kez daha reddedildi.

Sarax
09-19-2008, 14:36
ABDÜLHAMID HAN’A SUIKAST

21 Temmuz 1905’te Ermeniler isteklerinin önünde önemli bir engel olan ve kendisine “Kizil Sultan” lakabini taktiklari Abdülhamid Han’in öldürülmesi için harekete geçtiler.

Tasnak komitesinden Hristofor Mikaeliyan ile kizi Robina ve bir Rus Ermenisi, özel olarak yaptirilmis bir arabanin içine 20 kiloya yakin saatli bomba yerlestirerek Yildiz’daki Hamidiye camisinin kapisina yakin yerde pusu kurdular. Bomba, Abdülhamid Han’in Cuma namazindan çikis saatine ayarlanmisti.

Saati dolan bomba patlayinca ortalik savas alanina döndü. 26 kisi öldü, 58 kisi yaralandi. Fakat, patlama esnasinda padisahin camide ªeyhülislam Cemaleddin Efendi ile sohbet ediyor olmasi, Ermeni plânlarini altüst etti.

Olayin ardindan yapilan tahkikat korkunç bir tabloyu ortaya çikardi: Bütün kiliseler birer cephanelik haline getirilmislerdi.

Sarax
09-19-2008, 14:36
ADANA OLAYLARI

Tarihimizin en aci ihaneti, süphesiz Ittihat ve Terakki Partisi üyelerinin 31 Mart olaylarinin ardindan Abdülhamid Han’i iktidardan uzaklastirmalari oldu. Iktidardaki degisikligi firsat bilen Adana Ermenileri bagimsiz Kilikya Ermenistani’ni kurmak için piskopos Museg’in Avrupadan temin ettigi silahlarla ayaklandilar. Müslüman ahaliyi katletmege basladilar. Adanalilarin bu katliamlara karsi harekete geçmesiyle olaylar kanli çatismalara dönüstü. Piskopos Museg Iskenderiye’ye kaçti ve yine propaganda basladi: “Türkler Ermenileri katlediyor!”

Ittihat ve Terakki yönetimi, Adana’da baslattigi tahkikat sonucu Divan-i Harp kurarak 50 Türk ve 3 Ermeni’yi idama mahkum edip, Avrupalilarin gönlünü almaya çalisti.

Fakat ne Rusya, ne Ingiltere ve ne de Fransa bu idamlari yeterli bulmadilar. Berlin Antlasmasi’nin 61. maddesinin isletilmesini ve dogu bölgesinde yabanci müfettislerin yapacagi islah çalismalarina izin verilmesini sagladilar. I.Dünya Savasi’nin baslamasi bu tehlikeli uygulamanin faaliyete geçirilmesine engel oldu.

Sarax
09-19-2008, 14:37
TEHCIR KANUNU

31 Ekim 1914’te Rus ordulari Dogu Anadolu’yu isgale basladilar. Bu isgal sirasinda kendilerine en büyük destek ve yardim Ermenilerden geldi. Ermeni tedhisçiler, Kars, Van, Mus, Erzurum gibi sehirlerde kadin-erkek, yasli-çocuk demeden Türkleri katliama tabi tutuyorlardi. Binlerce müslüman dogudan batiya göçüyor; evini, topragini, malini-mülkünü birakip yollara düsüyorlardi. Kimi yollarda ölüyor, kimi gurbette açliga, yoksulluga mahkum oluyordu. Aileler dagiliyor, analar yavrularini, kardesler birbirlerini, kaybediyorlardi. Göç edemeyenler de iskence edilerek katlediliyordu.

Istanbul hükümeti, Anadolu’yu teröre bogan bu gelismelere karsi, 24 Nisan’da meshur tehcir kararini aldi. 16-55 yas arasindaki bütün Ermeniler Bagdat demiryolu hattindan en az 25 kilometre uzaga, simdiki Suriye topraklarina göç ettirilecekti.

Ingiltere, Fransa ve Rusya’nin emperyalist emelleri, yüzyillarca baris içinde yasamis iki toplumu birbirine düsman etmis, yollarini ayirmisti.

Zorunlu göç, Mayis ayinin so-nunda yerel jandarma ve mülki amirlerin kontrolünde basladi. Hükümet yayinladigi emirlerle kimsenin zarar görmemesi için talimat verdi. Fakat yapilan is lojistik imkanlari çok asiyordu. Sonuç, beklendigi gibi olmadi. Çok sayida masum insan yollarda öldü.

Osmanli hükümeti mütareke döneminde olaylarda ihmali görülenler hakkinda sorusturma açti. 1397 görevliyi cezalandirip, 40 kisiyi idama mahkum etti.

Fakat savas yillarinin acilari içinde alinan bu plânsiz-programsiz uygulamalanin dogurdugu sonuç bir trajediydi. Müsebbipleri Rusya, Fransa ve Ingiltere ve onlarin masalari Tasnak ve Hinçak örgütleriydi.

Bati bu trajik olayi hâlâ kasima-ya ve kanatmaya devam ediyor. Bir dönem kullandiklari Tasnak ve Hinçak örgütlerinin yerine daha sonra Asala’yi ve ve baska birçok örgütü kullandilar.

Emperyalistler son hareketlerinde daha acimasiz bir senaryo ortaya koyarak, müslüman-hiristiyan çatismasinin yerine Türk-Kürt kardes kavgasi çikarmaya çalistilar. Etnik, mezhep ya da daha baska farkliliklari da tahrik etmeye devam edecekler.

Ancak bu oyunlarin tutma-yacagi anlasiliyor. Çünkü Anadolu insani yüzyillara dayanan ortak bir kültüre sahip. Haçli saldirilari, Fransiz, Ingiliz, Italyan ve Rus isgalleri bu ortak kültürün savunmasiyla defedilmisti. Maras’ta, Urfa’da, Antep’te, Erzurum’da, Bitlis’te Van’da, Sarikamis’ta, Çanakkale’de omuz omuza savasan, ortak kaderi paylasan insanlar, bu inançli toplumun üyeleriydiler.

Bugün de öyle degil mi?

Sarax
09-19-2008, 14:37
SARIKAMIS'I BILIR MISINIZ?

Muzaffer Tasyürek

Tarihimiz ihtisamli zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündügümüz kadar, yasadigimiz hezimetlerden de dersler çikarmak zorundayiz. Bunu yapmadigimiz sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamli olabilir?

Facialardan söz ederken, Sarikamis’i özellikle dikkate almamiz gerekir. Orada, hiç de uzak olmayan bir zamanda 100.000’e yakin yigidimizi karlara gömdük. Üstelik tek kursun atamadan... Üstelik sadece bir hayalperestin kisisel ihtirasi ugruna...

Ihtiras... Bu kavrami iyi düsünmeliyiz. Kimi kendi ebediyyetini bu atesle yakip kül ederken, kimileri de koca memleketi harabeye döndürebiliyor.

Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadirlar. Kibir ve ihtiras demistik ya! Pasa’nin su ifadelerine bakin: “Beni Napolyon’a benzetmislerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.”

Tarih, 16 Aralik 1914. Soguk bir kis günü. Talebesi ögretmenini azarlamaktadir: “Hatali davrandiniz! Basarili olamadiniz! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Simdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarikamis’ta yok edeceksiniz!”

Cephelerin ve harp okulunun emektar komutani Hasan Izzet Pasa, küstahlasan ögrencisine pervasizca cevap verir: “Olmaz! Havalari görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakis baslamistir. Bu sartlar altinda, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüsebilir. Kis siddetini kaybetsin, yollar açilsin, düsmana haddini bildiririz.”

Her verdigi emrin hemen yerine getirilmesine aliskin padisah damadi ve ordularin baskomutan vekili 34 yasindaki Enver Pasa, asabileserek su tehdidi savurur: “Eger hocam olmasaydiniz, sizi idam ettirirdim!”

Bir facianin esiginde, Hasan Izzet Pasa istifa ederek ordudaki görevinden ayrilir.

Çöl atesinden Köprüköy ayazina

Çok geçmeden, tarihler 21 araligi gösterirken, tarihe “Sarikamis Faciasi” olarak geçen harekât baslatilir. 125 bine yakin iman abidesi insan, kis kiyamette paltosuz, postalsiz, gömlekle, çarikla cehennemî tipinin ortasina sürülürler. O günlere sahit olan bir askerin mektubu, facianin küçük bir boyutunu günümüze söyle tasir:

“Bu yaz, iki alayimizla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamizdan dört ay sonra buraya ulastik ki, Arabistan’in cehennemî sicagi Köprüköy’deki ayaz yaninda nimet-i ilâhi imis. Burada çadirin perdesi buza kesmis oglak kulagi gibi kirilmakta ve kopmakta. Bölük kumandanim, beni sihhiyeye nakletmis ise de, tabip ve ilaç yoklugundan çaresiz kalip tekraren takimima döndüm. Aksam yaklasinca Köprüköy’e civar daglardan tipi bosanir. Kumandanimiz, gelecek cuma Baskumandan Enver Pasa Hazretleri’nin teftis ve hücum için gelecegini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltolarin verilecegini ve Yemen yazliklarini atacagimizi müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Baskumamandan Pasa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacagindan ve kâfirin, karsimizdaki tepelerde geceleri seyrettigimiz ocakli ve mutfakli karargâhlarini ele geçirecegimizden subaylarimiz çok emin. Safak söktügünde 2059 rakimli Kizkulagi Tepesi’nden Moskof obüs yagdirir ama sükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastirdiginda, tepelerdeki Moskof ocaklarinin atesi gözlerimizdeki ayazi tandir közüne tebdil eyler. Baskumandan Pasa Hazretleri acele gelse ki, atese kavussak...”

Igdirli Ali Çavus yazlik giysiler içerisinde titreye titreye bu mektubu yazip Istanbul’dan gelecek olan kislik giysileri beklerken, Karadeniz’de baska bir facia yasaniyordu. Ruslar Osmanli ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüslerdi. Bu durumu askere bildirmeyen Enver Pasa, ihtiraslarina maglup olarak bütün birliklere su mesaji çeker:

“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayaginizda çarik, sirtinizda paltonuz olmadigini gördüm. Lâkin karsinizdaki düsman sizden korkuyor. Yakin zamanda Kafkasya’ya girecegiz. Orada her türlü nimete kavusacaksiniz. Islâm Alemi’nin bütün ümidi sizsiniz.”

Böylece “Turan Fatihi”, “Sarikamis Fatihi” olma ugruna, binlerce insan dehsetli bir can pazarina sürülür.

‘Üç beyinsizin ugruna üç milyon halk’

Koca bir cihan devleti olan Osmanli, sahsi ihtiraslar ugruna böylesine yanlis kararlarla askeri harekâta girme asamasina nasil gelmisti?

Sultan Abdülhamid Han’in bir entrika sonucunda darbe ile tahtindan uzaklastiran Ittihatçilar, 1914 yazinda Avrupa’da esmeye baslayan savas rüzgarlarinda Almanlarin yaninda yer alirlar. Sultan Abdülhamit Han’in Avrupa’da yillarca emek vererek sagladigi dengeler bir anda alt üst olur ve Ingiltere ve Fransa’nin sömürgecilik yarisindan pay kapmak isteyen Almanya’nin aleti oluruz. Almanlar, Fransiz ve Ingilizlerin yaninda yer alan Ruslara karsi Osmanli askerini kullanarak bati cephesinde rahatlamanin plânlarini yapmaktadirlar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettigi Osmanli neferleri kullanilir. Sömürgecilik yarisinda hiçbir çikari olmayan Osmanli, felaketlerle sonuçlanacak olan bir macereya sürüklenmektedir.

Darbe ile iktidara gelmis, ayak oyunlariyla rütbe almis ittihatçi subaylar, milletin gelecegini, refahini, kalkinmasini degil, gazete sayfalarina kahraman olarak geçmeyi düsünüyorlardi. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasim 1914’te Kafkas Cephesi açilir ve Ruslar Dogu Anadolu’ya girerler.

Ziya Gökalp’in “melekler bu milletin kurtulacagini ona fisildarlar” diye yücelttigi “hürriyet kahramani” Enver Pasa’nin halkin dini duygularini galeyana getiren beyannamesi ile Seyhülislam’in mukaddes cihad fetvasi yayinlanir. Ziya Gökalp’in “turancilik” fikriyle yazdigi siirler üniversite gençliginin slogani olmustur:

“Düsman ülkesi viran olacak Türkiye büyüyüp Turan olacak!”

Ama Türkiye büyümek bir yana gün geçtikçe erimekte, küçülmekte ve parça parça koparilmaktadir.

Devlet-i Ebed Müddet’ten Enverland’a

“Turan Fatihi” olmanin hayallerini kuran Baskumandan vekili Enver Pasa (baskumandan pasidahtir), padisah damadi olarak birçok yetkiyi elinde tutmaktadir. Padisahin bir çok seyden haberi bile olmamaktadir. Enver Pasa, verdigi harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Aksabat’i gösterir. Tahran harekat merkezine 1350 km. Askabat ise 2000 km. uzakliktadir.

Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadirlar. Kibir ve ihtiras demistik ya! Pasa’nin su ifadelerine bakin: “Beni Napolyon’a benzetmislerrdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.”

Etrafinda bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmiyorlardi. Çetecilikleriyle meshur Dr. Bahaeddin Sakir ve arkadaslari Erzurum’a gelirlerken, yol kavsaklarina “Turan’a buradan gidilir!” diye isaret levhalari koyuyorlardi. Alman Von der Goltz Pasa bunlar için söyle demisti. “Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart oldugunu iddia eden ve cahil yetisen birçok adam vardir. Bunlar, ordularina güçleriyle bagdasmayan görevler vermislerdir ve bu yüzden ordularini büyük zarara ugratmislardir.”

Zararin asil sorumlularindan biri, ihtirasta Enver’den geri kalmayan Hafiz Hakki’ydi. Bu adam hiçbir arazi arastirmasi yapmadan Enver Pasa’nin ihtiraslarini kamçilayacak su telgrafi çekmisti: “Daglar üzerindeki yollari kesfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduguna inandim. Buradaki kolordu ve ordu komutanlari yeterli ölçüde inançli ve kararli olmadiklarindan böyle bir saldiriya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldiri vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu isi yaparim.”

Enver Pasa, Hocasi Hasan Izzet Pasa’yi azlederek görevi sekiz gün önce yarbayliktan albayliga terfi eden Hafiz Hakki Pasa’ya verdi. Hafiz Hakki Pasa artik tümen komutani olmustu ama gözü ordu komutanligindaydi.

Niçin olmasindi? Orduyu politikalarina alet eden bu darbecilerin basi Enver, 18 gün içinde yarbayliktan pasaliga yükselmemis miydi? Bunun yani sira harbiye naziri (savunma bakani) olmamis miydi? Ondan neyi eksikti?

Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlis yapmis ve sonuçta “tekerlekli araçlarin geçmesine uygundur” raporu verilen yollardan askerler yaya zor geçmislerdi. Tekerlekli araçlar ve kisitli mühimmat karlara saplanip kalmis, tek tek birerli siralarla yürüyen askerler, güçleri tükenmis, hasta ve mecalsiz olarak Ruslarin karsisina dikilmisler çogu kursun bile atamadan donarak ölüp gitmislerdi.

Kardan heykeller

22 aralikta Enver Pasa’nin emriyle 120-125 bin civarinda Osmanli askeri dondurucu soguga ragmen yollara sürülmüstü. Bölge çogu senenin dört ayi boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soguk günlerdi. Sifirin altinda kirk dereceye düsen soguk, düsmandan daha düsmandir. Yapilan harekât plânina göre 9. Kolordu Sarikamis Daglari’ni, 10. Kolordu ise Allahuekber Daglari’ni asarak Ruslari Sarikamis’ta kusatip imha edecekti.

Gündüz baslayan yürüyüste çariklari yumusayan askerlerin çariklari gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarini sikmaya baslar. Adim atmak neredeyse imkansizdir. Askerler oldugu yerde ziplar, atlar, kendini karlarin içine vurur ve ayaktan baslayan donma yavas yavas tüm vücuda yayilir. Düseni kaldirmamak için emir vardir. Zaten kimsede de kimseyi kaldiracak güç kalmamistir. Neferler ordunun isaret taslari gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmis, kimi oturmus, kimi yuvarlanmis, kimi bir agacin gövdesine dayanmis kardan heykellere dönüsürler.

90.000 sehit. Tek kursun atmadan...

O yil kurtlar insan etine doyar. Birçok cesedin gözlerini kuslar oymustur. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karsisinda moralmen yikilmaktadir. Ayrica açlik da son haddine ulasmistir.

Onbes saatlik yürüyüsün sonunda, 16.300 kisilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalir. Ölenler, düsmana karsi tek bir mermi atamamislardir. Diger birliklerin de bunlardan farki yoktur. Kayiplarin sayisi, en iyimser rakamla 70 bin kisidir. Bazi kaynaklarda bu sayi 90 bin kisiye kadar ulasir. Sonuçta, sadece bir gecede binlerce asker beyaz karlarin üzerine cansiz serpilmisti. Kalanlar ise açlikla, bitlerle, tifüsle, sogukalginligi ve kangrenle ugrasiyorlardi.

Tarih ne böyle bir faciayi yazmis, ne de görmüstü. Oysa Istanbul’a çekilen telgraflarda inanilmaz ifadeler vardir: “Kafkasya daglari ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmistir. Harekâttaki sessizlik bundandir. Kahraman askerlerimizde ilerleme istegi o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklariyla karlari eritip yol açacaklardir. Kari daha az olan kesimlerde kahramanlarimiz basarilar elde ediyorlar. Dün süngü saldirisiyla düsmandan iki mevzi ele geçirilmistir.”

Enver Pasa inadindan dönmedi. Son bir gayretle Sarikamis’a yüklenmek istiyordu. Acimasiz emrini verdi: “Saldiri sirasinda her üst, bir adim geri atani derhal tabancasi ile öldürecektir.” Askerler, bu durum karsisinda dillerinde kelime-i sehadet ile bir kere daha bile bile ölüme yürümeye basladi. Sonuçta Sarikamis’a ancak bir avuç kahraman ulasabildi. O da geçici bir süre için.

‘Onlari teslim alamadim. Çünkü...’

Rus Kurmay Baskani Pietroroviç, anilarinda Sarikamis’a kavusan o bir avuç kahramani söyle anlatacaktir:

“Ilk sirada diz çökmüs bes kahraman. Omuz çukurlarina yasladiklari mavzerleri ile nisan almislar. Tetige asilmak üzereler. Ama asilamamislar. Kaput yakalari, Allah’in rahmetini o civan delikanlilarin yüreklerine akitabilmek istercesine semaya dikilmis, kaskati... Hele biyiklari, hele hele biyiklari ve sakallari! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmis olmasina ragmen su kahredici tipinin bile örtüp kapatamadigi gözleri!.. Apaçik!.. Tabiata da, baskumandana da, karsisindaki düsmana da isyan eden ama Allah’ina teslimiyetle bakan gözler... Açik, vallahi apaçik!..

Ikinci sirada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltras benzerini yapmayi basaramamistir. O ürkütücü ayaza ragmen, saglarinda fisekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemis iki katirin yaninda baslari semaya dönük, alti masal güzeli Mehmed... Sandiklari bir avuçlamislar ki, hayati biz ancak böyle bir hirsla avuçlayivermisizdir. Öylesine kaskati kesilmisler.

Ve sag basta binbasi Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta durustur ki, karsisinda düsmani da, kâfiri de, lanetlisi de Allah’in huzurunda diz çöküs halinde gibi. Endami, düsmani dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fiseklerinin yuvalarini tipi ile kapatmaya bütün gece düsen kar bile razi olmamis. Sol eli boynundaki dürbünü kavramis. Havada donmus, Kale sancagi gibi... Diger eli belli ki, semaya uzanip rahmet dilerken öylesine taslasmis. Hayrettir, basi açik. Gür erkek kömür karasi saçlari beyaza bulanmis...”

Ve Moskova’daki askeri müzede sergilenen bu satirlarin sonu söyle biter: “Allahuekber Daglari’ndaki Türk müfrezesini esir alamadim. Bizden çok evvel Allah’larina teslim olmuslardi. 24.12.1914 Persembe.”

Ve bitisimizin itirafini olayin bas sorumlularindan Hafiz Hakki Pasa, baskumandan vekiline su sözlerle özetler: “Bitti pasam, ordumuzun kism-i küllisi mahvoldu.”

Enver Pasa hiçbir sey olmamis gibi Istanbul’a döner. Arkasinda binlerce kefensiz kar çiçegi birakarak... Basini ele geçirmis bu darbeci güruh siki bir sansür uygulayarak halkin Sarikamis cephesinde olup biteni ögrenmesine engel olurlar. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar vasitasiyla Avrupa ve Dünya’ya yayilir ama hersey için artik çok geçtir. Bir sohbet sirasinda Harbiye Nezareti Ordu Daire Baskani Behiç Bey’e bu facia için Enver Pasa söyle der: “Bunlar nasil olsa birgün ölecek degiller miydi!”

Birinci Cihan Harbi’nin alevleri, Sarikamis’tan Çanakkale’ye, Galiçya’dan Trablusgarp’a kadar binlerce kilometre karede müslüman kaninin ihtiraslar ugruna akmasina sebep olur. Ve Akif gözyaslari içinde söyle inler:

“Gitme ey yolcu beraber oturup aglasalim,

Elemim bir yüregin payi degil, paylasalim.

Karsimda vatan namina bir kabristan yatiyor!”

Ihtiras demistik ya! Bazilarinin ihtirasi sadece kendilerini degil, milyonlarca vatan evladini ve tarihin gördügü en ihtisamli cihan devletlerinin birini yakabiliyor.

Sarax
09-19-2008, 14:38
Fransıza Vurulan Tokat: AKKA ZAFERİ

Muzaffer Taşyürek

“Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!..”

Bu söz, Fransızlar’ın ünlü başkomutanı ve tarihin en önemli şahsiyetlerinden bir kabul edilen Napolyan’a ait. 1798 yılında Mısır’ın işgaliyle başlayan Fransız istila programı başarıya ulaşsaydı, kim bilir nerede nihayet bulacaktı. Başarıya ulaşsaydı diyoruz, çünkü Napolyon’un Doğu hakimiyeti hayali küçük bir Osmanlı kasabası önünde yok olup gitti. Bugün İsrail sınırları içinde bulunan Akka kasabası önünde. Kasabayı savunan komutan yetmişlik bir ihtiyar: Cezzar Ahmed Paşa. Ve Batılı tarihçilerin söz etmekten pek hoşlanmadığı bir hezimet. Sahi, Napolyon’u bilmeyen yok. Ama Cezzar Ahmed Paşa ismini kaç kişi biliyor?

“Ey Mısır halkı! Ben buraya sizin haklarınızı korumak ve o hakları ihlâl edenleri cezalandırmak için geldim. Allah’a, onun Peygamberine ve Kur’an’a olan saygım Memlûkler’inkinden fazladır. Biz tüm müslümanların dostuyuz. Müslümanlara karşı savaş açılmasını isteyen Papa’yı mahvetmedik mi? Yüzyıllar boyunca (Allah razı olsun) Padişah Hazretleri’yle dost, onun düşmanlarıyla düşman olmadık mı? Herkes padişahım çok yaşa diye bağırsın! Onun müttefiki olan Fransız ordusu da çok yaşasın! Memlûkler’e lânet olsun! Halka mutluluk gelsin!”

Bu sözler Napolyon imzasıyla Arapça yazılı olarak, Fransızların 21 Temmuz 1798’de Kahire’ye girmesinden sonra her köy ve kasaba duvarına asılan bildirilerde yer alıyordu.

Sinsilik ve ikiyüzlüğün yeni bir örneği olan bildiride, güya Fransız ordusu Memlûk Beyleri’nin nüfuzunu sona erdirmek maksadıyla gelmişti. Fransızlar güya halis müslüman ve İslâm padişahının halis dostu idiler. Güya Allah’ın evladı ve ortağı bulunmadığına inanıyarlardı. Hristiyanlığın teslis akidesine ters düşen bu son ifade, müslümanların dini hislerini istismar yolunda, ne derece yalana baş vurulduğunu göstermekteydi.

Kimdi bu Fransızların iki yüzlü ve sinsi politikasının son mimarı Napolyon?

İhtiras ve Kurnazlık

Fransa’nın genç yaşta general olan bu ihtilalci subayı, aslen İtalyan’dı. 24 yaşında yüzbaşılıktan generalliğe yükselmişti. 27 yaşında orgeneral rütbesiyle Alman ordularını yenince şöhreti dünyaya yayıldı.

Avrupa’nın Sezar’dan sonra yetiştirdiği en büyük komutanı olarak kabul edilen Napolyon, “dünya imparatorluğunu merkezi” dediği İstanbul’a gelerek Osmanlı ordusunda görev almak istemiş, fakat bu arzusuna kavuşamamıştı. Bu amaç için pasaportu bile hazırlanan Napolyon, kardeşi Josef’e, “istersem hükümet beni Osmanlı’ya iyi bir maaş ve parlak bir sefir rütbesiyle göndermeye hazır. Orada büyük Osmanlı’nın topçularını düzenlemek benim görevim olabilir.” diye yazmıştı.

Bu ilginin altında yatan, tabii ki öncelikle Fransız çıkarlarıydı. Akdeniz ve Ortadoğu’da İngiltere ve Rusya’nın güçlenmesini önlemek, bilhassa Mısır üzerinden Hindistan sularında stratejik üstünlüğünü artırmak isteyen İngilizler’e engel olmak. Böylece Fransa’nın ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları korunacaktı.

Fransa’nın gözü Mısır’da idi. Fransız hükümetleri Ortadoğu’ya hakimiyetin Mısır’da kurulacak bir koloni ile gerçekleşeceğinin farkında olarak, uygun ortam kolluyorlardı. Osmanlı yönetiminde görülen bozukluklar, idarenin Mısır halkını ve Memlûk beylerini küstürmeleri bu fırsatı doğurmuş gibiydi.

Devrin padişahı III. Selim, Nizam-ı Cedid adında yeni bir ordu kurmakla meşguldü. Bu yeni ordu Avrupa’dan getirilen askeri uzmanlara kurduruluyordu. Padişah Avrupa’daki bazı yenilikleri ülkesine taşımak istiyordu. Islahat Lâyihaları olarak anılan yenileşme raporları da hazırlatmıştı. Fakat bu raporları hazırlayan devlet adamları toplumda ve kurumlarda tam anlamıyla incelemeler yapmadan, toplumun ve devletin gerçekleriyle örtüşmeyen raporlarla sadece göz boyuyorlardı. Osmanlı, kendisini tarihe gömmek isteyen Batı’dan batılı reçeteler ithal ederek sosyal ve toplumsal yaralarına çareler aramaya başlamıştı.

19 Mayıs 1798’de Tolon limanından ayrılan Fransız donanmasının hedefi son derece gizli tutulmuştu. Osmanlı idaresi Fransız donanmasının bu ani hareketi karşısında Mora, Girit ve Kıbrıs’ı tahkim etti. Mısır hiç akla gelmeyen hedefti. Ne zaman ki 450 parçalık donanmayla 60 bin kişilik Fransız ordusu İskenderiye önlerinde göründü, gerçek o vakit anlaşıldı. Ama iş işten geçmişti.

Napolyon Mısır topraklarına ayak bastığında siyasi kurnazlığını göstererek, Türkleri hedef almadan, İstanbul yönetimine kırgın ve hatta kafa tutan Memlûk Beyleri’ne yöneldi. Böl-parçala-yut taktiği uyguluyordu. Önce İskenderiye sonra Kahire’yi ele geçirdi. Kurduğu sivil yönetim, iyi hükümetin bir örneğini oluşturuyordu. Mısır’da yüzyıllardan beri bu kadar iyi yönetim görülmüş değildi. Savaşa rağmen, sulama projelerine başlandı, yeni değirmenler, hastahaneler yapıldı, piyasalarda durum düzeldi ve vergi toplanması iyileştirildi. İyi niyetli bir padişahın İstanbul’dan yararlı görebileceği her reform, Kahire Fatihi’nin imzasını taşıyan emirlerde uygulanıyordu.

Minareleri bayrak direği diye kullanma saygısızlığı dışında, Napolyon dindar müslümanları memnun etmek için her türlü çabayı gösteriyordu. Ulema’ya İslâm öğretilerine büyük saygı duyduğunu söyledi, kendisinin de din değiştirmeğe istekli olabileceğini ima ediyordu. Fransızlar’ın girdiği her köy ve kasabaya Arapça olarak özgürlüğe kavuşmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulayan bildiriler asılıyordu.

Maskenin Altındaki Yüz

İstanbul, Memlûk Beyleri’nin haddinin bildirilmesine memnun olmakla beraber olayları kaygıyla izliyordu. Kafasına “Doğunun İmparatoru” olma hedefini koymuş bu genç subayın ihtiraslarının önü kesilmeliydi.

Mısır harekatını başlattığında Piramitler’in önünde mağrur bir eda ile askerine “Burada dörtbin yıllık tarih sizi seyrediyor.” diye hitap eden, Avrupa’nın en büyük birleşik kuvvetlerini birkaç saatte bozan kumandan Mısır’a ilk ayak bastığı günlerde izlediği hoşgörü politikasını bırakarak asıl yüzünü ortaya çıkartıp, Gazze’ye oradan da Filistin’e doğru ilerlemeye başladı. Yafa’yı ele geçiren Napolyon, şehirdeki on bin kadar asker ve sivili kılıçtan geçirdi. Amacı bu hareketiyle Filistin, Lübnan ve Suriye üzerinde tesir kan ve şiddetle psikolojik bir tesir oluşturmak ve kısa zamanda bu topraklara hakim olmaktı. Ama tam tersi bir durum doğdu. Akıttığı kan Napolyon’un sağlamış olduğu kısa süreli olumlu izleri bir anda sildi.

Napolyon 19 martta, Filistin’in kuzeyinde çok stratejik bir konumu olan Akka Kalesi önüne geldi.

Napolyon’un Akka muhasarası 18 Mart Pazartesi günü başladı. Filistin’in kuzeyinde küçük bir liman olan Akka, padişah tarafından vezirlik rütbesi de verilmiş olan Cezzar Ahmed Paşa adlı yetmişlik bir komutan tarafından müdafaa edilmektedir ve bu ihtiyar vezir, hayatının elli yılından fazlasını savaş meydanlarında geçirmiştir.

Bir İhtiyarla Savaşmak

Mısır ve Filistin’i kolaylıkla zapteden Napolyon, Akka Kalesi’nin de bir-iki gün içinde düşeceğini hayal etmiş ve Cezzar Ahmed Paşa’ya şu mektubu yazmıştı:

“İşte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana birşey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!..”

Cezzar Ahmed Paşa’nın bu mektuba verdiği cevap şudur:

“Hamdolsun gücümüz yetiyor ve elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de, küffar ile cenklerde geçiririz!”

Ünlü Fransız generali Paşa’nın bu cevabını okuyunca etrafındakilere: “Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin, iki gün sonra şehrin ortasındayız.” demiş ve bu hayal ile 19 mart günü savaş başlamıştır.

Napolyon’un Akka muhasarası tam altmışdört gün devam eder. Her gün biraz daha artan baskı hiç bir netice vermez, Fransızlar’ın her hücumu püskürtülür ve ağır kayıplar verdirilir.

Yenilmez ünvanı taşıyan Napolyon, kale müdafilerinin akıllara durgunluk veren kahramanlığı karşısında şaşırıp kalmıştır. İki gün içinde şehrin ortasında olacağı hayaliyle saldırıya girişen mağrur general, ummadığı bu durum karşısında yeni bir arayışla yüksek rütbeli bir subayını kaleye gönderir ve direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşa’nın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine güya müsaade edeceğini bildirir. Ama Cezzar Ahmed Paşa’dan aldığı cevap şudur:

“Devlet bizi bu kaleyi teslim etmek için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehitlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem!..”

Paşa’nın bu cevabı Napolyon’u çileden çıkarır. Yaptığı yeni planlarla topçularına gece-gündüz Akka Kalesi’ni dövdürür. Ne var ki, açılan gediklerden şehre girebilenler Osmanlı süngüsü ile yok edilirler. Bu müthiş hezimetle “kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı!” diye avaz avaz haykıran yenilmez ünvanlı Napolyon, gece bile meşaleler ışığında Akka’ya hücum eder. Cezzar Ahmed Paşa ise, askerlerinin başında bir delikanlı gibi kılıç sallamakta ve saldırganlara göz açtırmamaktadır.

Akka kuşatmasında ordusunun yarısını kaybeden Napolyon, nihayet 21 Mayıs’ta geri çekilmeye karar verir ve ağırlıklarını kumlara gömüp, Kahire’ye geri döner.

Hayalden Kabusa

Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında hayatının ilk yenilgisini yaşayan Napolyon o acıyla Kahire’ye doğru çekilirken, işgal altında tuttuğu Mısır’da da işler umduğu gibi gitmemektedir. Mısır halkının gösterdiği infialle otoritesi sarsılmaya başlayınca, ağız değiştirerek gerçek yüzünü orada da göstermeye başlamıştır. İlk geldiğinde Osmanlı idaresine muhalif Memlûk Beyleri için söylediği sözleri Osmanlılar için de söylemeye başlar ve halkı ayaklanmaya teşvik etmeye çalışır. Fakat Mısır’ın perişanlığından Osmanlılar’ı sorumlu tutmaya çalışan bu propagandalar için artık çok geçtir. Padişah’ın “kâfir vahşilere” karşı ilan ettiği cihad fermanı etkisini gösterir. 21 Ekim günü Kahire’de büyük bir isyan patlak verir ve ikibin Fransız askeri öldürülür.

Napolyon, 25 Temmuz 1799’de iki gemiyle gizlice Mısır’dan kaçarken, ordusunu Mısır’da bırakmış bir başkomutan olarak ve hayatını en büyük dersini Osmanlı’dan almış olarak acılar içindedir.

Tarih, Napolyon Bonapart’ın şu sözünü kaydediyor:

“Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!..”

Napolyon bir daha Osmanlılar’a karşı savaşmadı. Padişah III. Selim ise bu savaştan sonra Fransızlar’a karşı dirayetli politikalar geliştirmeye çalıştı ise de, artık saraya kadar giren batıcılık hastalığı ile bu siyasetini sürdüremedi. 1802’de Fransızlarla dostluk anlaşmaları yenilendi. İşin daha da garibi, Napolyon yazdığı mektuplarla Osmanlı politikalarında belirleyici olmaya çalıştı. Bir mektubunda özetle şöyle diyordu:

“Büyük Osmanlı soyundan gelen, dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin başında bulunan siz, devleti şahsen yönetmiyor musunuz? Ruslar’ın size emir vermesine nasıl izin veriyorsunuz? Kendi çıkarlarınızı gözünüz görmüyor mu? Harekete geç ve seni destekleyenleri harekete geçir Selim!.. ”

Osmanlı’nın kurtlar sofrası olan emperyalist politikalar karşısındaki konumuna ışık tutan bu ilişkiler, Devlet-i Aliye’nin çöküşünün de ipuçlarını vermiyor mu? Güçsüz ve ufuksuz politikalar, parlak zaferleri arkasına alsa da sonuçta hezimetle noktalanıyor.

Dün böyleydi, bugün ondan farklı değil.

Sarax
09-19-2008, 14:39
YESIL KUBBE'NIN GÖLGESINDE ... SON OSMANLI



AHMET MIROGLU



Medine Destani



Bir zamanlar, Mekke ve Medine dahil olmak üzere, bütün Arap Yarimadasi Osmanli Devleti sinirlari içinde idi. Bu topraklari Memlûklerden (Kölemenler) devralan (1517) Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520), kendisine “Mekke ve Medine'nin hakimi” diye seslenen hatibin sözünü kesmisti. Zira o, sahsina “Mekke ve Medine'nin hâdimi (hizmetkâri)” seklinde hitap edilmesini tercih etmekteydi.



Hakikaten bu anlayisa uygun olarak Osmanlilar, o tarihten 1919 yilinin Ocak ayina kadar Mekke ve Medine'ye büyük bir ask ve baglilikla hizmet etmislerdir. Ne yazik ki bu kutlu görev o tarihte sona ermistir.



Biz bu yazimizda, mukaddes topraklarin ve Peygamber sehri Medine'nin Osmanli Devleti'nden kopus hikayesini özetlemeye çalisacagiz.



Asirlarca Islâm'i serefle temsil etmis Osmanli Devleti, bir oldu-bittiyle I. Dünya Savasi'na dahil olmus ve sonunda maglup ilan edilmisti. Mondros Mütarekesi (1918) sartlarina göre, Osmanli Ordusu teslim olmak zorundaydi. Filistin-Hicaz cephesindeki bütün ordularimizin teslim olmasina ragmen, Hicaz Kuvvetleri komutani Fahreddin Pasa direnmekteydi. Istanbul'u dinlemiyor, “Ben Efendimiz'in mübarek merkadini teslim edemem!” diyerek bütün telkinleri reddediyordu.



Her ne kadar Ingilizler, Medine-i Münevvere'ye dogrudan girememis ve asker sokamamislarsa da, meshur casuslari Lawrence vasitasiyla satin aldiklari bazi kabile reisleri ve o zamanki Mekke Serifi vasitasi ile Medine'yi zorluyorlardi. Neticede Mescid-i Nebevi'yi, Merkad-i Mübarek'i ve o mukaddes beldeleri aylarca süren açlik ve susuzluga ragmen basariyla savunan Fahreddin Pasa da teslim olmak zorunda kalmistir.



---------------------------------------------------------------------------------------------------------



Kardesleri düsman eden Ingiliz oyunu



Araplarin Osmanli Devleti'ne isyanlarinin sebebi bagimsizlik talebi degildi. Araplar, I. Dünya Savasi boyunca Osmanli ordusunda omuz omuza Çanakkale'den itibaren her cephede savasmislardi. Hatta Istiklal Savasi'nda, Aydin cephesinde Mehmetçikle yan yana Yunanlilara karsi bogusarak sehit düsen Araplar vardir. I. Dünya Savasi'nda hiçbir Arap beldesinde; ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne de Filistin'de Osmanli'ya isyan eden tek bir Arap görülmemistir.



Isyan eden sadece Mekke Emiri Serif Hüseyin Pasa idi. Bu zat, ‘Mîr-i Mirân (Beylerbeyi)' rütbesindeki Mekke Emiri idi. Serif ailesinin fertleri olan Hüseyin, Haydar ve Cafer Pasalar Istanbul'da ikamet ederler, Sura-yi Devlet azaligi yaparlar, pasa maasi alirlardi. Sultan Ikinci Abdülhamid, Hüseyin Pasa'dan süphelenirdi. Onun Mekke emirligi taleplerini hep nazikçe geri çevirmisti. Fakat Pa sa, Sultan Resad zamaninda Mekke emiri olmayi basardi.



Serif Hüseyin, Ingilizler tarafindan bütün Araplari bir bayrak altinda toplayarak, en büyük Arap krali, hatta imparatoru olacagina inandirilmisti. Ingilizler onun ihtirasindan yararlanarak, Osmanli'ya karsi ayaklandigi takdirde kendisine para, silah, cephane, erzak, ne lazimsa saglayacaklarini, yardim edeceklerini ve belirli sinirlar içinde bagimsiz bir Arap devleti kuracaklarini vaadetmislerdi .



Sonradan açiklanan belgelere göre Serif Hüseyin Pasa, 1915 Temmuzunda Ingilizlerle dogrudan temasa geçmis ve isbirligi yapmak karsiliginda kuzeyde Mersin ve Adana'yi içine alarak Iran sinirina, doguda Basra Körfezi'ne, güneyde Hint Okyanusu kiyilarina ve batida Kizildeniz'le Akdeniz'de Mersin'e kadar uzayacak bir hudut dahilinde Araplara bagimsizlik talep etmisti.



Pazarlik 1916 yili ortalarina kadar sürmüs ve bu esnada Osmanli Devleti'ni oyalayan Serif Hüseyin, Ingilizlerle isbirligi yaparak birkaç küçük çarpismadan sonra 27 Haziran 1916'da yayinladigi bir bildiriyle isyan bayragini açmisti. Hüseyin'in askerleri para gücüyle toplanmis bir tür lejyoner bedevilerdi. Bunlar, Hicaz çöllerinde göçebe hayati yasayan ve talanla geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz kimselerdi. Mekke, Taif, Cidde gibi sehirlerdeki Araplar isyana katilmadiklari gibi, asilerin lideri de zaten buralardan asker toplamaya tesebbüs etmemistir.



Isyan, Osmanli ordularinin sevk ve idaresi üzerinde çok olumsuz bir etki yapmistir. Ingilizler de zaten bunu hedeflemekteydiler. Isyanin sonuçlari da ayni sekilde olumsuz olmu stur. Askeri uzmanlarin belirttigine göre, nasil Balkan Harbi, Yemen isyani yüzünden kaybedilmisse, Suriye'nin elden çikmasina sebep olan Filistin Harbi de, Hicaz isyani yüzünden kaybedilmistir.



Önce Mekke düstü



Isyan basladigi sirada Medine'nin muhafizi Fahreddin Pasa idi. Ingilizlerle anlasan Mekke Serifi Hüseyin'in isyana hazirlandigi haberinin alinmasi üzerine, Fahreddin Pasa 4. Ordu kumandani Cemal Pasa tarafindan Medine'ye gönderilmisti (28 Mayis 1916). Fahreddin Pasa 31 Mayis'ta Medine'ye ulasti ve Serif Hüseyin'in birkaç gün içinde isyan edecegini Cemal Pasa'ya bildirdi. Serif Hüseyin ve dört oglu 3 Haziran'da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarini tahrip ederek isyani baslattilar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarina saldirdilarsa da, Fahreddin Pasa'nin aldigi tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler.



Fahreddin Pasa hemen karsi harekâta baslayarak, belli mevkilerdeki asileri yenilgiye ugratti. Arkasindan yeni birliklerle takviye edilen Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi Kumandanligi'na tayin edildi. Asiler, Mekke Valisi Galib Pasa'nin tedbirsizligi yüzünden 9 Haziran'da genel saldiriya geçerek 16 Haziran'da Cidde'ye, 7 Temmuz'da Mekke'ye ve 22 Eylül'de de Taif'e girdiler. Fahreddin Pasa'nin savundugu Medine disindaki hemen bütün büyük merkezler asilerin eline geçmisti. Bu sirada Kanal Harekâti bütün siddetiyle devam ettiginden, Hicaz'a asker gönderilemiyordu.



Iki yil yedi ay süren sanli direnis



Fahreddin Pasa, elinde bulunan son derece kisitli imkanlarla Medine'yi iki yil yedi ay boyunca müdafaa etti. Önce Medine ve çevresinde bir güvenlik hatti olusturmak için Asar Bogazi, Bi'r-i Dervis, Bi'r-i Abbas ve Bi'r-i Reha mevkilerini asilerden temizledi. 29 Agustos 1916'da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet seridi meydana getirilmis oldu. Fahreddin Pasa Medine'yi savunabilmek için Istanbul'dan devamli takviye kuvveti istiyor, Osmanli hükümeti de onun isteklerine cevap verebilecek durumda olmadigini bildiriyordu.



Osmanli hükümetinin Hicaz'i kismen bosaltma karari almasi üzerine, Fahreddin Pasa yagma ihtimaline karsi Medine'de Hz. Peygamber s.a.v.'in mübarek merkadinde bulunan mukaddes emanetlerin Istanbul'a nakledilmesini teklif etti. Sorumluluk kendisinde olmak sartiyla, teklifi hükümet tarafindan kabul edildi. Fahreddin Pasa bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdigi otuz parçadan olusan mukaddes emanetleri 2000 askerin korumasi altinda Istanbul'a gönderdi.



Medine'yi Suriye'den ayiran çölde dolasan ve yagmacilikla geçinen bedeviler, Serif Hüseyin'in hileleri ve Ingilizlerin paralariyla kandirilarak Osmanli Devleti aleyhine harekete geçirildikleri için, Medine'yi Suriye'ye baglayan demiryolunu korumak güçlesti. Ünlü Ingiliz casus Lawrence, demiryolu boyunca raylari dinamitletiyordu. Her geçen gün çölün ortasinda çevre ile irtibati kesilmis bir kale durumuna gelen ve iasesi de azalan Medine'nin tahliyesine karar verildi. Önce yeni tayin edilmis olan Mekke Emiri Serif Haydar Pasa, ailesiyle birlikte Medine'den ayrildi. Onlari 3-4 bin kisilik yerli halk takip etti.



Takdir-i ilâhi, riza-yi peygamberî, irade-i padisahî devam ettikçe



Fahreddin Pasa, elinde kalan az sayidaki kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine'yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz demiryolunun Medine'ye yakin olan Tebük-Medain arasindaki Müdevvere istasyonunun düsman eline geçmesinden sonra, Medine kalesi isyancilar tarafindan kusatildi. Hiçbir yerden yardim alamaz duruma gelen sehirde kalmis olan halk ve asker arasinda açlik ve hastalik hüküm sürmeye basladi. Bu güç sartlara ragmen Fahreddin Pasa sehrin müdafaasini sürdürdü. Hatta kusatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden Istanbul hükümetine “Medine Kalesinden Türk bayragini ben kendi elimle indiremem. Eger mutlaka tahliye edecekseniz, buraya baska bir kumandan gönderin” cevabini vermisti.



Fahreddin Pasa “Takdir-i ilâhi, riza-yi peygamberî ve irade-i padisahî seref-müteallik oluncaya kadar Medine müdafaasi devam edecektir!” diyordu. Ingilizlerle bedevilere teslim olmaktansa, müdafaa ettigi yerleri havaya uçurarak canini feda edecegine dair yemin ediyordu.



Fahreddin Pasa ve askerleri bir taraftan düsmanla, diger taraftan açlik ve hastalikla mücadele ederken, Kanal Harekâti felaketle bitmis, Filistin elden çikmis ve en yakin Osmanli kuvvetleri Medine'den 1300 km. uzakta kalmisti. Bu sirada Osmanli Devleti maglup olmus ve Mondros Mütarekesi'ni imzalamisti (30 Ekim 1918). Mütarekenin 16. maddesine göre teslim olmasi gereken Fahreddin Pasa buna yanasmadi.



Medinedekiler ise, her tarafla irtibatlari kesilmis oldugundan mütarekeden haberdar degillerdi. Olup bitenleri telsiz vasitasiyla takip eden Pasa, Kizildeniz'de demirleyen bir Ingiliz torpidosu mütareke sartlarini kendisine bildirdigi halde buna cevap vermedi. Ayrica hükümetin Mondros Mütarekesi'ni teblig etmek üzere gönderdigi yüzbasiyi hapsederek, Istanbul'u da cevapsiz birakti.



Bir yandan Ingilizler, bir yandan Medine'yi kusatmis olan Serif Hüseyin'in kuvvetleri Medine'nin bir an önce teslim edilmesini istedilerse de, bu isteklerine karsilik vermedi. Hükümet, Ingilizlerin baskisi üzerine bu defa padisahin imzasini tasiyan bir teslim emrini Adliye Naziri Haydar Molla ile Medine'ye gönderdi. Fahreddin Pasa bu emri de dinlemedi. Askerlerin çogunun hasta olmasina; cephane, ilaç ve giyecek stoklarinin bitmesine ragmen direnmeyi sürdürdü. Ancak sonunda kendi subaylarinin baskisi ile teslim olmaya riza gösterdi (Ocak 1919). Böylece 1517'den 1919'a kadar tam 402 yil süren Osmanli hakimiyeti, -affedersiniz, Osmanli hadimiyeti - hazin bir sekilde sona ermis oldu.



Serif Hüseyin'e ve hayallerine ne oldu?



Serif Hüseyin, Osmanlilarin Hicaz'i terk edisinden sonra Mekke'de emirligini ilan etmisti. Fakat talihi yaver gitmedi. Ihanetinin bedelini Abdülaziz b. Suud tarafindan devrilerek ödedi. Önce etrafindakilerin telkinlerine uyarak oglu Serif Ali lehine kralliktan çekildi. Bu kâr etmeyince, Abdülaziz b. Suud'la mücadele etmek zorunda kaldi. Basarili olamayarak Ali ile beraber Kibris'a kaçti. Mezarlari dahi gurbette kaldi.



Medine'ye Emir tayin ettigi oglu Abdullah ise Suudiler karsisinda tutunamayacagini anladi, kaçip Amman'a yerlesti. Ingiliz himayesinde Ürdün Kralligi'ni kurdu. Ingilizlerden bagimsizlasma hedefiyle hareket etmeye baslayinca öldürüldü. Yerine oglu Tallâl geçti. O da aklî dengesini yitirdi. Istanbul'da tedavi gördü. Yerine oglu Hüseyin geçti. Hüseyin'in vefati üzerine de, malum simdiki kral Abdullah...



Serif Hüseyin'in öbür oglu Faysal ise Suriye Emiri olmak niyetindeydi. Fransizlar tarafindan engellendi. Ingilizler de Faysal'i Bagdat'a götürüp Irak Hükümeti'nin basina geçirdiler. Sonradan toparlanan Iraklilar, birkaç hükümet darbesinden sonra bütün aile üyelerini katlettiler.



Serif Hüseyin'in hayalleri birbiri ardinca yikilmisti. Kafasinda kurdugu Islâm Imparatorlugu yerine, kala kala torununa minicik bir Ürdün Kralligi kaldi.



Serif Hüseyin'in tutunamayisinin altinda, Araplarin destegini alamamasi yatmaktadir. Ingiliz altinlariyla yanina çektigi fukara bedeviler disinda destekleyeni yoktu. Mekke, Medine, Cidde ve Taif'in yani sira Maan , Amman, Kerek , Salt ve Dera da isyana katilmamistir. Sam'da bütün isyancilarin toplami 30-40 kisiyi geçmemi stir. Bagdat'tan hiçbir bagimsizlik beklentisi isitilmemistir. Osmanli'nin da, -Liman Von Sanders Pasa'nin cepheden pijamayla kaçtigi- Filistin hezimeti sebebiyle eli kolu bagli idi. Bu hengâmede Suudiler bütün güçsüzlüklerine ragmen, kabile içi birligi saglamis olma avantajiyla mukaddes topraklara sahip olmuslardir.

Sarax
09-19-2008, 14:39
Medine'ye Nasil Veda Ettiler?



Medine'den ayrilmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çesitli yaralar alarak vücutlari adeta delik desik olmu s, kimi kolsuz, kimi bacaksiz kalmis gazi mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup yardim ederek, halsiz-mecalsiz, son defa Harem-i Serifi ziyaretle Ravza-i Mutahhara'ya yüzlerini-gözlerini sürerek dualar ede ede yaptiklari veda ziyareti görülecek seydi.



Ingiliz altinlari ile Türk'e dis biler hale getirilmis bazi sözde Araplar bile bu manzara karsisinda göz yaslarini tutamamislardi. Bizimle beraber Medine'de kalip aylar süren kusatmanin her türlü sikintisini çeken, açligina bile katlanan yerli Araplar ise tam bir matem havasi içinde hüngür hüngür agliyorlardi. Hele yillardan beri Harem-i Serifte vazifeli olarak çesitli hizmetlerde bulunan harem agalarinin hiçkira hiçkira mehmetçiklerin boyunlarina sarilislarini benim gibi görenlerin, o anda ne hale geldiklerini tarif edemem.



Osmanli'nin Medine'den ayrilisi iste böyle olmustu. Gerçi henüz hastanemizde tedavi görmekte olan erlerimiz de vardi, ama bu gidis artik onlarin da er-geç yolcu olacaklarini belirten hazin bir gerçekti.



Onlar da gittikten sonra Medine'de sadece bir Türk sehitligi kalacakti. Bu mukaddes sehri ve Harem-i Serif'i, Lawrence'in kiskirtip ayaklandirdigi asilere karsi müdafaa ederken canlarini vermis olan sehitler...



(Feridun Kandemir, Medine Müdafaasi: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, Istanbul 1991, 235.)

Sarax
09-19-2008, 14:39
VAHÝDEDDÎN HAN

ve Dönemi





Son Osmanlý pâdiþâhý ve Ýslâm halîfesi. Sultan Birinci Abdülmecîd Hanýn oðullarýnýn en küçüðüdür. Annesi Gülistû Sultan’dýr. 2 Þubat 1861 târihinde doðdu. Çok küçükken anne ve babasýný kaybetti. Aðabeyi Ýkinci Abdülhamîd Han tarafýndan büyütülüp, himâye edildi. Çok zekî olup fýkýh bilgisinde pek ileriydi. 4 Temmuz 1918’de aðabeyi Sultan Reþâd’ýn vefât ettiði gün pâdiþâh ve halîfe oldu.

Saltanata geçtiðinde ordu ve donanmaya bir Hatt-ý Hümâyun göndererek Baþkomutanlýðý üzerine aldýðýný bildirdi. Enver Paþanýn Baþkumandan Vekili ünvânýný Baþkumandanlýk Kurmay Baþkaný þekline çevirdi. Tahta geçiþi dolayýsýyla hazýrlanan Hatt-ý Hümâyunda Pâdiþâh: Kabinede adâletin daðýtýmý ve güvenliðin saðlanmasý husûsunda daha fazla gayret harcanmasýný, zarurî gýdâ maddelerinin ucuzlatýlmasý için acele tedbir alýnmasýný, üretimin arttýrýlmasýný, siyâsî suçlularýn af edilmesini, savaþ bölgesi dýþýndaki sýkýyönetimin kaldýrýlmasýný, devlet hizmetinde çalýþacak olanlarýn nâmuslu kimselerden seçilmesini, kânûnî bir sebep olmadýkça kimsenin iþinden uzaklaþtýrýlmamasýný istedi. (Ali Fuat Türkgeldi. Görüp Ýþittiklerim, s. 156)

Bu istekler ve yeni icraatý pâdiþâhýn devlet iþlerinde ve memleket meselelerinde aktif bir yol tutacaðýnýn açýk bir deliliydi. Ancak bu sýralarda Birinci Dünyâ Savaþýnýn korkunç neticeleri alýnmak üzereydi. Nitekim 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzâ edilerek, Birinci Dünyâ Harbi, maðlubiyetimizle bitti.



Mütârekeye imzâ koyan delegeler, 10 Kasým 1918’de saraya arz-ý tâzim için geldiklerinde pâdiþâh bunlarý kabul etmedi. Mütârekeden hemen sonra Osmanlýlarý Birinci Dünyâ Savaþýna sokan Talât, Enver ve Cemâl Paþalar 3 Kasýmda yurt dýþýna kaçtýlar. 24 Kasým 1918’de Pâdiþâh Daily Mail Gazetesi muhâbirine beyânat verdi. Daha sonra Times Gazetesi’nde de yayýnlanan bu beyânatta, Osmanlýlarýn Dünyâ Savaþýna girmeleri sorumluluðunu Ýttihat ve Terakki Fýrkasýna yüklüyor, bu sûretle felâkete onlarý sebep gösteriyordu. Bu beyânatýnda: "Osmanlý Devletinin harbe katýlmasý âdetâ bir kazâ neticesidir. Eðer siyâsî vaziyetimizle coðrafî durumumuz ve millî menfaatlarýmýz ciddî sûrette nazarý dikkate alýnsaydý, vukû bulan teþebbüsün aslâ mâkul olmadýðý açýkça anlaþýlýrdý. Maalesef o zamanki hükûmetin basiretsizliði bizi bu bâdireye sürükledi ve felâketimize sebep oldu. Eðer ben Makam-ý saltanatta bulunsaydým, bu elim vak’a katiyyen husûle gelmezdi." demiþtir.

Neticede Ýttihatçý liderlerin baskýsýndan kurtulan Sultan Vahideddîn’in elinde ancak düþmanlara teslim edilmiþ bir milleti idâre etmek kaldý.

16 Mart 1920’de Ýstanbul Ýtilâf devletleri tarafýndan iþgâl edildi. Yunanlýlar Ýzmir’e, Ýtalyanlar Güneybatý, Fransýzlar da Güney Anadolu’ya girdiler. Vahideddîn Han 11 Mayýs 1920’de düþmanlarýn hazýrladýðý ve Anadolu’nun iþgâlini ihtivâ eden Sevr Antlaþmasýný bütün baskýlara raðmen imzâlamadý. Osmanlý ordusu tamâmen laðvedildi. Medîne muhâfýzý Fahri Paþa, on ikinci ordu kumandanýAli Ýhsan Paþa ve Harbiye Nâzýrý Mersinli Cemâl Paþa gibi deðerli kumandanlar Malta’ya sürüldüler. Yalnýz pâdiþâhýn þahsýný korumak için, yedi yüz kiþilik maiyyet-i seniyye kýt’asý býrakýldý. Sultan bu taburu, Ayasofya etrâfýndaki sipere sokup câmiye çan takmak veya müze yapmak isteyenlere ateþ ediniz emrini verdi.

Ýþgâl altýndaki Ýstanbul’dan vatanýn kurtarýlamayacaðýný anlayan Vahideddîn Han, güvendiði kumandanlarý Anadolu’ya göndermek istedi. Ancak bunlar; "Dünyâya karþý harp edilmez. Bu iþ olmaz." diyerek gitmeyi reddettiler. Sultanýn, kurtuluþun Anadolu’dan gerçekleþeceðine ümidi tamdý. Bir ara kendisi gitmeyi düþündüyse de Ýngilizler; "Eðer Anadolu’ya geçersen Ýstanbul’u Rumlara iþgal ettirir, taþ üstünde taþ býrakmayýz." diyerek engellediler. Bunun üzerine bir gün saraya çaðýrdýðý Mustafa Kemâl’i; "Paþa, paþa! Þimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunlarý unutun. Asýl þimdi yapacaðýn hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin." sözlerinden sonra, büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi.

Vahideddîn Han, bundan sonra Ýstanbul’daki iþgâl kumandanlarýný oyalamak ve Anadolu’daki mücâdeleyi gözden uzak tutmak için türlü siyâsî gayretler içine girdi. Fakat Ýngilizler de Türk birliðini parçalamak için pâdiþâh aleyhine çalýþmaktan geri kalmadýlar ve aleyhinde kampanya baþlattýlar. Yegâne arzularý pâdiþâhý milletin gözünden düþürmekti. Nitekim bunda ýsrar eden Ýstanbul’daki Ýngiliz iþgâl kuvvetleri, 17 Kasým 1922 Cumâ günü halîfeyi baský ve silah zoruyla DolmabahçeSarayýndan motora alarak Malaya harp gemisine býraktý. Bu gemi, son Osmanlý pâdiþâhý ve Ýslâm halîfesini, Ýngilizlerin Türk aydýnlarýný sürdükleri Malta Adasýna götürdü. Vahideddîn Han, acý ve sýkýntý içinde geçen bir sürgün hayâtýndan sonra, 16 Mayýs 1926’da Ýtalya’da vefât etti. Cenâzesi Þam’a getirilerek Sultan Selim Câmii Kabristanýna defnedildi.

Vahideddîn Han, çok akýllý ve çabuk kavrayýþlýydý. Arada Sultan Reþâd olmayýp da, Ýkinci Abdülhamîd Handan sonra tahta çýksaydý, Ýttihat ve Terakki hükûmetinin hatâlarýný önleyecek, felâketlerin önüne geçecek kudret ve idâre sâhibiydi. Mala, dünyâya düþkün olmadýðý güzel ahlâklý ve eþi az görülebilecek kadar fazla nâmuslu olduðu vesîkalarda göze çarpmaktadýr. Çok sevdiði vatanýndan koparken yanýnda þahsî ve pek cüz’î mal varlýðýndan baþka bir þey götürmediði, ayrýlmasýnýn üzerinden henüz dört yýl geçmeden vefâtýnda kasaba, bakkala ve fýrýna olan borçlarýndan dolayý 15 gün tabutunun kaldýrýlmamýþ olmasýndan da anlaþýlmaktadýr.

Vahiddedîn Hanýn vatanýnýn ve milletinin uðradýðý felâketler karþýsýnda neler düþündüðü ve neler hissettiði kayýtlara geçmiþ þu hadîseden çýkarýlabilir. 1919 senesi Ramazanýnda bir sabah Yýldýz Sarayýnda yangýn çýkar. Kýsa zamanda büyüyen alevler, sultanýn geceleri kaldýðý dâireyi de sarar. O geceyi tesâdüfen Cihannümâ Köþkünde geçirmiþ olanVahideddîn, yangýný haber alýnca, üzerine pardesüsünü giyerek dýþarý çýkar. Köþkün önünde hiç telaþ göstermeden yangýný seyrederken çevrede aðlayanlarý görünce gözleri yaþararak; "Benim vataným ateþ içinde, onun yanýnda bunun ne kýymeti var." demekten kendini alamaz.

Sarax
09-19-2008, 14:41
1821-1922 Müslüman Kaybi

Mehmet Suat

Istanbul Mektubu



Bugün Türkiye'de yasayan ailelerin kökeninde Balkanlardan ya da Kafkaslardan gelmis en az bir fert bulmak sanirim zor olmasa gerek. Ve bu kisiler büyük ihtimalle 1812-1922 yillari arasinda bugünkü Türkiye topraklarina göç etmislerdir. Nedendir bilinmez 19. yüzyilin sonu ile 20. yüzyilin basindaki dönemde sürekli olarak Osmanli'nin son dönemindeki Hiristiyan nüfusun ne kadar aci çektigi ve ne kadar kayba ugradigi konusulur durur. Elime 1995'de yayimlanmis bir kitap geçinceye kadar ben de öyle düsünenlerdendim. Bu yazimda sizlere University of Louisville'de tarih profesörü olan Justin McCarthy tarafindan yazilmis olan The Death and Exile, The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 1821-1922 (The Darwin Press, 1995) adli kitabin tanitimini yapmaya çalisacagim. Yazar, kitabinda elde ettigi bulgularin ve çikardigi rakamlarin kendisini ne kadar sasirttigini itiraf etmekte, 1800'lerin basinda yalniz Anadolu'da degil, bugünkü Rusya ve Ukrayna'nin güneyinde, Kafkaslar'da ve Kirim'da ve Balkanlar'da Müslüman halkin hakim çogunluga sahip oldugunu belirtmektedir. 1821 ile 1922 tarihleri arasinda 5 milyon civarinda Müslüman nüfusun zorla sürgün edildigini ve 5,5 milyondan fazla Müslümanin da öldügünü vurgulamaktadir. Bati okullarinda okutulan tarih kitaplarinda Bulgar, Ermeni ve Yunanlarin ne kadar kayba ugradiklari ve mazlumiyetlerinden bahsedilmesine ragmen Müslüman ölümlerinin bir satir bile islenmedigini bilmekteyiz. McCarthy, bölgedeki yakin tarihin daha iyi anlasilabilmesi için bu eksikligin giderilmesinin gerekli oldugu önemle vurgulamaktadir. Bu konunun Batili tarihçilerce aslinda bilindigini ama akademik ortamda anlatilmasi halinde anlatanlarin dislanma tehlikesi ile karsi karsiya kaldigini da söylemektedir. Batida Türklerin geleneksel görüntüsünün mazlumdan çok zalim olarak verilmesinin önemli sebebinin 19. yüzyil irkçiligi oldugunun da altini çizmektedir. Sayilarla ilgili olarak daha çok Yunan, Bulgar ve Rus arsivlerinden yararlandigini, çikan sonucun çarpici olmasi bakimindan farkli kaynaklar arasindan en düsük kayip rakamlarini seçerek minimum bir tahminde bulundugunu söylemektedir. Ölümlerin ekseriyetinin saldiri; kalan kisminin ise, umumiyetle, açlik ve hastalik neticesinde gerçeklestigini belirtmektedir. Kitaptan aldigim asagidaki tablo (sayfa 339), kayiplari, bölgelere göre özetlemektedir.



Müslüman Ölümleri ve Göçü


Ölümler
Göçe Zorlananlar

Yunan Devrimi
25,000
10,000
(yola koyulanlar)

1827-29 Kafkas Savaslari
Bilinmiyor
26,000
(yasayanlar)

Kirim Sürgünü
75,000
300,000
(yola koyulanlar)

Kafkas Sürgünü
400,000
1,200,000
(yola koyulanlar)

Bulgaristan 1877-78
260,000
515,000
(yola koyulanlar)

1877-78 Dogu Savasi
Bilinmiyor
70,000
(yasayanlar)

Balkan Savaslari
1,450,000
410,000
(yola koyulanlar)

1905 Kafkaslar
Bilinmiyor
Bilinmiyor


1914-21 Dogu Anadolu
1,190,000
900,000
(içteki mülteciler)

1914-22 Kafkaslar
410,000
270,000
(yola koyulanlar)

1914-22 Bati Anadolu
1,250,000
480,000
(yola koyulanlar)



1,200,000
(içteki mülteciler)

Toplam
5,060,000
5,381,000


Not: Kaybolan askeri erkan (subay ve erat) ve devlette çalisanlarin çogu bu tabloya eklenmemistir.


Yazarin bu tablo ile ilgili yazdigi nota dikkat edecek olursak tüm Osmanli-Rus savaslarinda Anadolu'dan savasmaya gidip de ölen insanlarin sayisi bu rakamlara dahil edilmemistir. Sistemik olarak Balkanlar ve Kafkaslardaki göçe zorlama ve imha uygulamasinin görünür saiki milliyetçilik akimlari iken, arkaplanda güdümleyen gücün Rus Imporatorlugunun yayilma emellerinin oldugu da islenmektedir. Kitapta bu kiyimin siddetine söyle isaret edilmektedir (sayfa 340):

"The true fate of these Muslims was only understood by those contemporaries who saw the dead and the dying, such as the railway offical in Ottoman Bulgaria in 1878 who found one small Turkish girl alive among the frozen bodies of 400 refugees, some of whom must have been her family. The fate of these Muslims was the fate of her family, driven from their homes to die. It was also the fate of the small girl, rescued by strangers. The descendantes of this girl as well as of all the others who survived form much of the citizenry of the modern Turkish Republic"

Yunanistan'da ise baskaldirmanin 1821'de Osmanli devlet temsilcilerinin öldürülmesiyle baslamasindan sonra is Ortodoks kilisesinin destegiyle tüm Türk halkinin öldürülmesine kadar götürülmüs. Hatta çogunlugun Türkçe konustugu Mora yarimadasindaki kiyimdan kaçanlar canlarini ancak Atina yakinlarindaki Osmanli askeri garnizonlarina siginarak kurtarmislar (sayfa 10-11).

Balkanlardan bu kaçislar cumhuriyetin ilk yillarina kadar devam etmis, gelen nüfusun büyük bir çogunlugu genelde Türkiye'nin Marmara ve Ege bölgelerinin çesitli yerlerine yerlestirilmisler. Kafkaslardan gelenler ise çogunlukla Karadeniz bölgesine dagilmislar. Gelislerinin hikayesini ve çektikleri acilari, bu satirlari okuyan bir kisim okuyucularin dedelerinden ninelerinden dinlemis olmalari mümkündür, sanirim.

Anadolu'da kaybedilen Müslüman nüfusun eyaletlere göre dagilimini da asagidaki tablo vermektedir (sayfa 229). Bu tablo Dogu Anadolu'da 1912-1922 arasindaki kaybin kaba bir bilançosunu vermektedir.



Osmanli devletinde Dogu Eyaletlerinde
Ölen Müslüman Nüfus 1912-22

Eyalet
Kaybedilen nüfus
Nüfusa orani (%)

Van
194,167
62

Bitlis
169,248
42

Erzurum
248,695
31

Diyarbekir
158,043
26

Mamuretülaziz
89,310
16

Sivas
186,413
15

Haleb
50,838
9

Adana
42,511
7

Trabzon
49,907
4




Oran olarak en büyük kaybin Ermeni nüfusun bir hayli kalabalik oldugu Van, Bitlis, Erzurum gibi eyaletlerde olmasi bayagi düsündürücüdür.

Kitaptaki diger bir ilginç nokta da Lazlarin aslinda Gürcü kökenli oldugunu, zulümden kaçip Türkiye'nin dogu Karadeniz kiyilarina yerlesene kadar da denizi görmedikleri idi. Lazlar 20. yüzyilin baslarina kadar Gürcistan'in daglik bölgelerinde yasamakta imisler.

Bu yazida mübarek Ramazan ayinda okuyucularin moralini bozmaktan çok bazi gerçeklerin ortaya konmasina veya hatirlatilmasina yardimci olmaya çalistim. Cumhuriyetin kurulusuna kadar olan son yüzyildaki Müslüman insan kaybinin boyutunun ne kadar büyük oldugunu bir nebze aktardim, sanirim.

Ramazan bayraminizi tebrik eder saglik ve huzur dolu günler niyaz ederim.

Sarax
09-19-2008, 14:43
II. ABDÜLHAMîD HÂN ve Dönemi





Osmanlý padiþahlarýnýn otuz dördüncüsü ve Ýslam halifelerinin doksan dokuzuncusu. Sultan Abdülmecid’in ikinci oðlu olup 1842’de Tir-i Müjgan Sultandan doðdu. On yaþýnda iken annesini kaybeden þehzade Abdülhamid, babasýnýn emriyle Perestu Kadýn Efendinin himayesine verildi. Özel hocalar tayin edilerek iyi bir eðitime tabi tutuldu. Arapçayý, Ferid ve Þerif efendilerden, Farsçayý kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paþadan; tefsir, hadis, fýkýh ilimlerini Gümüþhanevi Ömer Hulusi Efendiden; Fransýzcayý Gardet, Edhem ve Kemal paþalardan ve diðer din ve fen ilimlerini de sahasýnda üstad olan hocalardan öðrendi. Tahsilinden artan zamanlarýný; ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla deðerlendirirdi.

Þehzade Abdülhamid’in zeka ve hafýzasýnýn son derece yüksek oluþu ile politik kabiliyeti, amcasý olan Sultan Abdülaziz’in dikkatini çekti. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetiþmesini saðladý. Mýsýr ve Avrupa seyahatlerinde yanýnda götürdü. Þehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi þekilde istifadeye çalýþtý. Yabancý basýný devamlý takib ederek dýþ devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaþabilmek için uyguladýklarý metodlarý çok iyi etüd etti. Ayrýca o, ticari faaliyetlerde de bulundu. Kendisinin marangoz atölyesi ile çiftliði vardý. Toprak iþleriyle meþgul oldu. Koyun besletti. Üstübeç madenleri iþletti. Son derece cömerd olan Þehzade, kazandýðý paralarý saltanatý sýrasýnda din ve devlet iþleri ile fakir ve yoksullara harc etti.

Ýngilizlerden para alarak düþmanýn kuklasý haline gelen Hüseyin Avni Paþa; Midhat, Mütercim Rüþdi, Mahmud Celaleddin ve Nuri paþalar, þeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi ile anlaþarak 1876’da Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler ve çok geçmeden de þehid ettiler. Yerine çýkardýklarý þehzade Murad, rahatsýzlýðý sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi. Bunun üzerine þehzade Abdülhamid otuz dört yaþýndayken 31 Aðustos 1876 Perþembe günü Osmanlý tahtýna oturdu.

Sultan Abdülhamid Han tahta çýktýðýnda devlet en buhranlý günlerini yaþýyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarýna Sýrbistan ve Karadað muharebeleri de eklenmiþti. Girit’te huzursuzluk had safhadaydý. Rusya, bu karýþýklýkta devletten en büyük payý kapma sevdasýyla savaþ hazýrlýklarý yapýyordu. Yeni Osmanlý Padiþahý ise aktif bir siyaset takip ediyordu. Bütün hükümet üyeleriyle mabeyn personelini saraya davet ederek bir yemek verdi. Burada yaptýðý konuþmada da milli birliðe duyulan ihtiyacý dile getirdi. Tersaneye giderek bahriyelilerle birlikte oturup asker yemeði yedi. Zaman zaman haber vermeden çeþitli camilere gidip, halkýn arasýnda ayný safta namaz kýldý. Sultanýn bu hareketleri asker ve halkýn hoþuna gidiyordu. Nitekim herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak Sýrp cephesindeki ordu önemli baþarýlar kazanmaya baþladý. Osmanlý ordusu Belgrat’a girmek üzereyken büyük devletler iþe karýþtýlar. Rusya’nýn savaþa derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sýrbistan ile üç aylýk ateþkes imzalandý. Diðer taraftan Ýngiltere, Þark Meselesinin Ýstanbul’da toplanacak bir konferansta ele alýnmasýný istedi. 23 Aralýk 1876’da Ýstanbul’da toplanan Tersane Konferansýndan sonra batýlý devletler Osmanlý Devletinin baðýmsýzlýðýný tehlikeye sokacak aðýr hükümler taþýyan teklifler sundular. Bu toplantýdan bir gün önce 23 Aralýk 1876’da Osmanlý Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiþ ise de batýlýlar bunu nazar-ý dikkate almamýþlardý.

Tersane Konferansý kararlarýný reddetmenin, devletini Rusya ile karþý karþýya býrakacaðýný bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiþ görünerek ortalýðý yatýþtýrmak istiyordu. Ancak Ýngilizlerin kendilerini destekleyeceði vadine aldanan sadrazam Midhat Paþa, mecliste gayri müslimleri de kendi tarafýna çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuþma yaptý. Harb aleyhinde rey kullanacak olanlarý; peþinen vatan sevgisizliði ve ihaneti ile itham etti. Neticede meclis, Tersane Konferansý kararlarýný reddetti. Ayrýca Sultan Abdülhamid’in devlet iþleriyle çok sýký bir þekilde ilgilenmesini siyasi geleceði açýsýndan tehlikeli gören Midhat Paþa, onu tahttan indirmenin yollarýný aramaya baþladý. Hatta Osmanlý Hanedanýný dahi ortadan kaldýrmayý planlayan Midhat Paþa, konaðýnda topladýðý Namýk Kemal, Ziya ve Rüþdi paþalarla kendi taraftarý olan diðer devlet ileri gelenlerine "Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat denilse ne olur?" demiþti. Yine sadareti müddetince Müslüman halkýn çoðunlukta bulunduðu vilayetlere azýnlýktan valiler tayin etmek ve Osmanlý ordusunun temeli durumundaki Harbiye Mektebine Rum talebe almak gibi Osmanlý Devletini temelinden yýkabilecek faaliyetler içerisindeydi. Onun bu zararlý icraatlarý üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i Esasi’nin kendisine verdiði yetkiye dayanarak Midhat Paþayý sadrazamlýktan uzaklaþtýrdý ve yurd dýþýna sürdü.

Diðer taraftan Midhat Paþa sadrazamlýktan uzaklaþtýrýlmýþ ancak Tersane Konferansý kararlarýný mecliste reddettirmekle Osmanlý Devletini Rusya ile karþý karþýya getirmiþti. Nitekim 24 Nisan 1877 günü Rusya, Osmanlý Devletine resmen harb ilan etti. Mali 1293 senesine rastladýðý için "93 Harbi" denilen bu savaþ, Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Plevne’de Gazi Osman Paþa, doðuda Ahmed Muhtar Paþanýn kýsmi baþarýlarýna raðmen savaþ umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne’ye girdiler ve Yeþilköy’e kadar geldiler. Doðuda ise Kars düþmüþ ve Rus kuvvetleri Erzurum’a yaklaþmýþtý. Savaþlarda on binlerce Müslüman-Türk þehid olurken, bir o kadarý da Ýstanbul’a akýn etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeþitli bölgelerine yerleþtirilmeye çalýþýldý. Bu sýrada memleketin tek karar organý olan mecliste de tam bir anarþi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte idiler.

Bu vaziyet karþýsýnda Sultan Abdülhamid Han, Ýngiltere’yi devreye sokarak savaþýn sona erdirilmesini saðladý. Arkasýndan devletin baþýna böyle bir felaketin gelmesine sebeb olan, savaþýn bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuþ gibi padiþahý suçlamaya baþlayan Meclis-i Meb’usan’ý süresiz kapattý (13 Þubat 1878). Bu arada Rusya ateþkesin saðlanmasýndan hemen sonra Osmanlý Devleti ile antlaþma imzalayarak galip gelmenin avantajýný iyi kullanmak istiyordu. Nitekim 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefenos Muahedesi, Osmanlýlar için çok aðýr ve feci þartlar getiriyordu. 29 Maddelik antlaþmaya göre, batýda büyük bir Bulgaristan prensliði kurulacak, Makedonya, Batý Trakya, Kýrklareli bir Rus kuklasý olarak düþünülen bu otonom prensliðe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadað ve Sýrbistan’ýn istiklalleri kabul edilecekti. Ayrýca Osmanlý Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlý altýný harb tazminatý verecekti.

Sultan Abdülhamid Han devleti için çok tehlikeli olan bu antlaþmayý kabul etmedi. Diðer taraftan Hind yolunun tehlikeye girdiðini gören Ýngiltere de, Paris Antlaþmasýný ihlal ettiði iddiasýyla Ayastefenos Antlaþmasýnýn milletlerarasý bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrýca Ýngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlý Devletini desteklemek vadi ile bazý tavizler kopardý. Kýbrýs’ýn idaresinin geçici olarak Ýngiltere’ye býrakýldýðý antlaþma, 4 Haziran 1878’de imzalandý. Sultan Abdülhamid Han hükumetin bir oldu bitti ile imzaladýðý bu antlaþmayý kabul etmemek için çok direndi. Ýngilizler askeri tehditte bulundular. Bunun üzerine Padiþah, Kýbrýs’ta hükümranlýk haklarýna asla zarar verilmeyeceði konusunda Ýngilizlerden bir belge almak suretiyle antlaþmayý onayladý. Buna raðmen Ýngiltere 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Muahedesinde Osmanlýlara vaad ettiði desteði vermedi. Her ne kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazý topraklar geri alýndý ise de Osmanlýlar ümid ettikleri sonuca ulaþamadýlar. Çünkü Kýbrýs’ýn Ýngiltere’ye býrakýlmýþ olmasý diðer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttýrdý. Ýngiltere’nin teþvikiyle Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya’ya býrakýldý. 1881’de Fransa Tunus’a, ertesi yýl Ýngiltere Mýsýr’a bir oldu bitti ile el koydular. Bulgarlar da 1885’te Doðu Rumeli eyaletini iþgal ettiler.

Sultan Abdülhamid Hanýn tahta çýktýðý iki yýl içinde geliþen feci olaylarda padiþahýn sorumluluðu yok denecek kadar azdý. Çünkü bu sýrada Osmanlý dýþ siyasetine yön veren devlet adamlarý yabancý diplomatlarýn tesirinden çýkamýyorlardý. Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancý devletlerin çýkarlarýna alet olmuþlardý. Bu yanlýþ tutum dolayýsýyla devletin dýþ itibarý sarsýlmýþ, Ýstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamlarý hakaret derecesine varan muameleye maruz kalmýþlardý. Bu sebeple milletlerarasý politikada devletin baðýmsýzlýk ve toprak bütünlüðünü savunmayý birinci hedef gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi. Ayrýca son yüz yýldýr Osmanlý Devletinin baþýna gelen felaketlerin dýþ devletlerin piyonu olmuþ Osmanlý devlet adamlarýnýn basiretsiz tutumlarýndan kaynaklandýðýný anlayan ve Hüseyin Avni Paþa gibi Ýngilizlerden para bile alanlarý gören Padiþah, devlet hizmetinde çalýþanlarý kontrol etmek üzere kuvvetli bir istihbarat teþkilatý kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teþkilatý; "Vatandaþý deðil, hazineden maaþ aldýklarý, Osmanlý nimetiyle gýrtlaklarýna kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanýmak ve takib etmek için" kurduðunu belirtmektedir.

Gerçekten de Sultan Abdülhamid’in bu tedbirleri almasýndaki isabeti çok geçmeden görüldü. Ýngiliz taraftarý olup devletin ancak Ýngiliz yardýmý ile kurtulabileceðine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüðünden azledilmesini hazmedemeyerek Çýraðan Sarayýna bir baskýn düzenledi. Ali Süavi’nin hedefi, Sultan Abdülhamid Haný saltanattan düþürmek ve yerine Beþinci Murad’ý tekrar padiþah yapmaktý. Fakat Beþiktaþ Zaptiye Amiri Hasan Paþa, kýsa sürede isyaný bastýrdý. Çýkan vuruþma sýrasýnda Ali Suavi öldürüldü (20 Mayýs 1878).

Sultan Abdülhamid Han, amcasý Sultan Abdülaziz’i þehid ettiren Midhat Paþa ve arkadaþlarýnýn yargýlanmasý için 27 Haziran 1881’de Yýldýz Mahkemesini kurdurdu. Bu sýrada suçluluðun verdiði bir duygu ile mahkemeye çýkmaktan korkan Midhat Paþa, Ýzmir’de Fransýz Konsolosluðuna sýðýndý. Fransýzlar, Midhat Paþayý teslim etmek istemedilerse de Padiþah’ýn sert direktifi karþýsýnda duramayýp teslime mecbur kaldýlar. Nitekim mahkeme sonucunda da suçlu görülen Midhat Paþa ve arkadaþlarý idama mahkum edildiler ise de, Padiþah verilen cezalarý müebbed hapse çevirdi.

Öte yandan devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduðuna inanan Abdülhamid Han, bilhassa savaþlardan kaçýnma yoluna gitti. O, savaþlardan zaferle sona erenlerin dahi milleti yorup bitirdiði görüþündeydi. Saltanatý müddetince daima idareli davrandý. Devletin pekçok ihtiyaçlarýný hazineden para almak yerine kendi kesesinden karþýladý. Padiþah öncelikle devleti ekonomik alanda düþtüðü borç bataklýðýndan kurtarmak istiyordu. Alacaklý devletlerin baþýnda Ýngiltere ve Fransa geliyordu. Rusya da, Berlin Muahedesine göre tazminat alacaklýsý durumundaydý. Padiþah, 20 Aralýk 1881’de yayýnlanan Muharrem Kararnamesiyle borçlarýn ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. Bu kararnameye göre devletin tütün, damga pulu, tuz, ipek, balýk ve sigara tekelleri ile bazý imtiyazlý eyaletlerin maktu vergileri bu iþ için kurulan Duyun-i Umumiye teþkilatýna býrakýlýyordu. Bu suretle Ýngiltere ve Fransa baþta olmak üzere alacaklýlar verdikleri borçlarý muntazam bir þekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun karþýlýðýnda 278 milyon borcun 161 milyonu, yani yarýsýndan fazlasý Türkiye lehine siliniyordu. Alacaklýlar alacaklarýný belirli þekilde tahsil edebilecekleri için memnundular. Meselenin bu þekilde halli ve Osmanlý Devletinin üzerinden ekonomik baskýnýn kalkmasý Sultan Abdülhamid’in büyük baþarýlarýndan biri oldu.

Osmanlý Devletine hasta adam gözü ile bakýldýðý ve paylaþma hesaplarý yapýldýðý bir devrede baþa geçen Sultan Abdülhamid Hanýn, devletin idaresini bizzat eline aldýðý 1878’den sonraki dýþ siyaseti dahiyane bir mahiyet arz etmektedir. Padiþah’ýn dýþ siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulamasý bakýmýndan zordu. O, dünyadaki politik geliþmeleri yakýndan takip etmek üzere sarayda bir çeþit bilgi merkezi kurdu. Osmanlý ülkesiyle ilgili bütün dünyada çýkan yazýlar ve dýþ temsilciliklerden Padiþah’a gelen raporlar burada toplanýr ve deðerlendirilirdi. Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüðü meselelerde yerli ve yabancý ilim adamlarýndan dýþ politika konusunda bilgi alýrdý. Padiþah’ýn dýþ politikada hedefi Osmanlý Devletini savaþtan uzak, barýþ içinde yaþatmak ve her bakýmdan güçlü bir hale getirmekti. Devletler arasý rekabetin Osmanlý Devleti üzerinde yoðunlaþtýðý bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu. Padiþah bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatýþan çýkar ve ihtiraslarýndan faydalanmaya çalýþtý. Bu sebeple milletler arasý þartlar deðiþtikçe onun siyaseti de deðiþiyordu.

Sultan Abdülhamid Hanýn Ýslam dünyasýndaki itibarý pek fazlaydý. Doðu Türkistan ve Orta Afrika’daki Sultanlýklar bile onun adýna hutbe okutup, para bastýrýyor ve ona tabi oluyorlardý. Padiþah’ýn, Almanya Ýmparatoru ve Prusya Kralý Ýkinci Wilhelm ile þahsi dostluðu vardý. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuþ olup, Ýtalya ile münasebetler iyiydi. Sýrbistan ve Romanya etkisizdi. Karadað ve Bulgaristan prensleri ise, Padiþah’a baðlýydýlar. Yanya ve Girid vilayetlerine göz diken ve Osmanlý hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan Yunanistan’a ise, 18 Nisan 1897’de harp ilan edildi. Büyük devletler iþe karýþmadan Yunanistan’ýn iþini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, baþkumandan Edhem Paþaya yýldýrým savaþý istediðini bildirdi. Avrupalýlarýn altý ayda geçilemez dedikleri Týrhala-Çatalca hattýný bir kaç günde aþan Osmanlý birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uðrattýlar. Artýk Atina’ya 150 km kalmýþ ve yol açýlmýþtý. Ancak Yunanistan’ýn Osmanlýlar eline geçeceðini anlayan Rusya baþta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid’den harbin durdurulmasýný rica ettiler. Babýali 10 milyon altýn savaþ tazminatý ve iþgal edilmiþ olan Teselya’nýn teslimi karþýlýðýnda mütarekeye hazýr olduðunu bildirdi. Ancak mütareke sýrasýnda iþe karýþan Avrupa devletleri tazminatýn 4 milyon altýna indirilmesini ve Türkiye’nin küçük bazý toprak parçalarý ile yetinmesini saðladýlar. Böylece Osmanlý Devleti, bütün hýristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çýkmýþ olduðu bir harbin bile faydasýný göremedi. Fakat Yunanlýlar önemli ölçüde ezilmiþ oldu.

Sultan Abdülhamid Hanýn fevkalade akýllý ve tedbirli siyaseti ile bütün Ýslam alemini kendisine baðladýðýný gören Ýngilizler, Osmanlý Devletinin iyiye gidiþini durdurmak ve yýkmak için faaliyetlerini yoðunlaþtýrdýlar. Bir taraftan Padiþah aleyhine faaliyette bulunan Ýttihad ve Terakki Cemiyetini desteklerken, diðer taraftan Arabistan Yarýmadasýnda bedevi kabilelerini ve Doðu Anadolu’da Ermenileri Osmanlý Devletine karþý kýþkýrttýlar. Bu arada Osmanlý Devletinden Berlin antlaþmasýnýn, Anadolu’da Ermenilerin yaþadýðý vilayetlerde ýslahat yapýlmasýný isteyen 61. maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler. Bu uygulamanýn ermeni muhtariyetini doðuracaðýný bilen Sultan Abdülhamid Han, Ýngilizleri yýllarca oyalýyarak böyle bir teþebbüse fýrsat vermedi. Ayrýca ermenilerin, Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriþtikleri isyanlarý anýnda bastýrdý. Hatta bu iþ için polis ve jandarmadan ziyade sivil halký kullandý (1895-1896). Bunun üzerine Ermeniler bir arabaya yerleþtirdikleri saatli bomba ile Padiþah’ý Cuma namazýndan çýkýþta öldürmek istediler. Fakat Abdülhamid Han, bu suikastten kurtuldu. Bütün bu faaliyetler onu, tatbik ettiði politikadan zerre kadar döndürmedi.

Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek isteyen Fransýz yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanýna "Le Sultan Rouge=Kýzýl Sultan" diyerek iftiralar yaðdýrdý. Ne yazýk ki bu satýrlar Osmanlý ülkesindeki Ýslamiyet ve Türklük düþmanlarý tarafýndan da aynen alýnarak Padiþah'a karþý kullanýldý. Günümüzde dahi bazý gafiller bu iftiralarý eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadýr.

Sultan Abdülhamid Hanýn kabul etmediði ve sonuna kadar direttiði önemli konulardan birisi de Filistin meselesiydi. Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasý için Sultan Abdülhamid’e baþvurdular ve Osmanlý maliyesinin en büyük problemi olan dýþ borçlarýn bir kalemde silineceðini bildirdiler. Padiþah bu teklifi þiddetle reddettiði gibi, Yahudilerin çeþitli yollarla Filistin’e gelip yerleþmelerine engel olacak tedbirleri de aldý.

Bu arada Ýngilizlerin Arabistan’da Cemaleddin Efgäni ve meþhur casus Lawrens yolu ile hilafet meselesini kurcalamaya baþlamalarý üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye büyük bir derviþ kafilesi gönderdi. Ayný þekilde bir kafileyi de Hindistan’a gönderen Padiþah, böylece Ýngilizlerin propagandalarýný etkisiz kýlmaya çalýþtý. Padiþah’ýn bu faaliyetleri üzerine Ýngilizler onu saltanattan uzaklaþtýrmadýkça emellerine kavuþamýyacaklarýný anladýlar. Bunun için Ýttihad ve Terakki Cemiyetinin faaliyetlerine hýz verdirdiler. Baþta Adana olmak üzere memleketin çeþitli yerlerinde isyanlar çýkardýlar. Neticede Ýttihad ve Terakki Partisine mensup bazý Türk subaylarý, Padiþah’ý, Kanun-i Esasi’yi ilan etmeye zorladýlar. Ýkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908’de anayasayý tekrar yürürlüðe koyduðunu ilan etti. Ýkinci Meþrutiyet adý verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlý Devletinin daðýlmasýný daha da hýzlandýrdý. Avusturya-Macaristan imparatorluðu 1908’de Bosna-Hersek’i iþgal ettiðini bildirdi. Ayný gün Bulgaristan baðýmsýzlýðýný ilan etti. Bir gün sonra da Girit Yunanistan’a katýldýðýný açýkladý. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralýk 1908’de yeni seçilen Meclis-i Meb’usan toplandý. En azýlý Osmanlý düþmanlarý dahi mebus seçilerek meclise girmiþti. Mecliste Osmanlý düþmanlarý daha etkiliydi.

Meþrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile þeyhülislamý seçebiliyordu. Sadrazam da nazýrlarý seçiyor, kabine güven oyu alýrsa çalýþýyor, meclis istediði zaman hükümeti düþürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeþitli din, dil ve ýrka mensup meb’uslarýn hepsi Osmanlý Devletinden ayrýlarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayr-i meþru vasýtalara baþvuruyorlardý. Binlerce Müslümanýn kanýna giren Yunan, Sýrp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlý Devletinden kaçan ne kadar isyancý varsa, hepsine yeniden kapýlar açýldý ve bunlar Ýstanbul’a geldiler. Ýngilizler, Ruslar ve diðer hýristiyan devletler, azýnlýklara el altýndan bol miktarda silah gönderdiler.

Ýttihad ve Terakki Cemiyeti liderleri, yaptýklarý acemi siyasetleri ile ortalýðý birbirine karýþtýrmýþlardý. Yapacaklarý icraatlarda kendilerine destek olmasý için, Selanik’ten avcý taburlarýný getirerek taþ kýþlaya yerleþtirdiler. Kendilerine karþý olanlarý çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havasý estiriyorlardý. Kýsa zamanda halkýn huzuru kaçtý. Ýttihatçýlar lanetle anýlmaya baþlandý. Yine bunlarýn baskýsýyla hükumet alaylý subaylarý ordudan çýkarttý. Bu sýrada bazý gazeteler, Ýttihatçýlara karþý halkýn dini duygularýný galeyana getiren neþriyat yaparak, halký ve orduyu isyana teþvik ediyordu. Rumi 31 Mart günü dördüncü avcý taburuna baðlý askerler gece yarýsý isyan ederek subaylarýný hapsettiler. Padiþah Abdülhamid Han, isyaný Hüseyin Hilmi Paþanýn gönderdiði bir telgraf sonucu öðrendi. Ýsyancýlar sadrazamýn azledilmesini, görevden alýnan alaylý subaylarýn tekrar orduya alýnmasýný istiyorlardý. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paþayý sadrazamlýktan azl ederek yerine Tevfik Paþayý getirdi ve Müþir Edhem Paþayý da harbiye nazýrý yaptý. Mabeyn baþkatibi ile isyancýlara isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ý hümayun gönderdi. Bunun üzerine isyan bir mikdar yatýþtý. Ancak, ertesi gün yine alevlendi.

Ýsyanýn Rumeli’deki yankýsý büyük oldu. Hadisenin kim tarafýndan hazýrlandýðý belli olmadýðý için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sýrp, Yunan, yahudi, Arnavut çetecilerden müteþekkil bir ordu kurularak Ýstanbul’a sevk edildi.

Mevcudu on beþ bine varan Hareket Ordusu, 24 Nisan’da Topkapý ve Edirnekapý’dan þehre girerek yol üzerindeki askeri karakollarý teslim aldý ve Harbiye Nezaretini iþgal etti. Taksim kýþlasý ile Taþkýþla’daki mukavemet, þiddetli top ateþi karþýsýnda kýrýldý. Bu arada Yýldýz Sarayýnýn iþgali sýrasýnda Sultan Abdülhamid Han kendisine sadýk olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karþý konulmasý hususunda yapýlan teklifleri kabul etmeyerek; "Müslümanlarýn halifesi olduðunu ve Müslümaný Müslümana kýrdýramayacaðýný" söyledi. Eðer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Orduya, karþý koyma emri verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda daðýtýlabilirdi. Padiþah’ýn emrine boyun eðen askerler silahlarýn teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu Ýstanbul’a hakim oldu. Mahmud Þevket Paþa, sýkýyönetim ilan ederek suçlu suçsuz bir çok insaný idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kýymetli eþyalarý yaðmaladý. Ýttihad ve Terakki hakimiyetini devam ettirmek için Ýstanbul’da terör havasý estirmeye baþladý.

27 Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar meclisi toplandý. Ayan’dan Gazi Ahmed Muhtar Paþa, kürsüye gelerek, önceden kararlaþtýrýldýðý gibi Padiþah’ýn hal’ edilmesini teklif etmiþti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paþa, hal’ kararýnýn bir fetvaya istinad ettirilmesi lüzumuna iþaret etmiþti. Hal’ fetvasýnýn ilk müsveddesini mebuslardan Elmalýlý Hamdi Yazýr hoca yazmýþtý. Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart Ýsyanýna sebeb olmak, din kitaplarýný tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanlarý suçsuz olduklarý halde idam ettirmek... gibi asýlsýz suçlar yükleniyordu. Fetva emini Hacý Nuri Efendi bu suçlamalarýn iftira olduðunu ileri sürerek fetvayý imzalamadý. Ancak Meclis, bu fetva gereði Sultan’ý hal’ kararý aldý.

Nihayet, hal’ kararýný Padiþah’a teblið için, Ayan ve Mebusaný temsilen bir heyet seçilmiþ ve Yýldýz Sarayýna gönderilmiþti.

Sultan Abdülhamid Hana hal’ini teblið için Yýldýz’a gönderilen heyetin teþekkül tarzý ise, Türk tarihinin en yüz kýzartýcý hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlý tebeasýný temsil etmesi gerektiði iddiasý ile teþekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu. Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padiþah’ýn uzun seneler yaverliðini yapmýþ olan katýþýk soydan Arif Hikmet Paþa idiler. Padiþah, hal’ kararýný tebliðe gelenlerin kimler olduðunu, mabeyn baþkatibi Cevad Beye sorup öðrenince; "Bir Türk padiþahýna, Ýslam halifesine hal’ kararýný bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden baþkasýný bulamadýlar mý?!" demekten kendini alamadý.

Ýttihatçýlar, o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Haný Ýstanbul’dan çýkararak, kontrol altýnda tutabilecekleri Selanik’e naklettiler.

Bu sýrada hiçbir þeyini almasýna izin verilmedi. Padiþah’a yolculuðunda üç kýzý ile oðullarýnýn ikisi refakat etti. Selanik’te Alatini Köþkü kendisine tahsis edildi. Burada çok sýký bir nezaret içinde acýklý yýllar geçirdi. Gazete okumasýna dahi izin verilmedi.

Sultan Abdülhamid Han, Selanik’te üç yýldan fazla kaldý. Yunanistan’ýn Osmanlý Devletine harb ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paþa kabinesi, Sultan Abdülhamid Han’ýn Selanik’te muhafazasý zorlaþacaðýndan, Ýstanbul’a nakledilmesini kararlaþtýrdý. Sultan Reþad da bu kararý tasdik etti.

1 Kasým 1912 günü Loreley vapuru ile Ýstanbul’a getirilen Hakan-ý sabýk (eski padiþah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayýna yerleþtirildi.

Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayýnda beþ buçuk yýl yaþadý. Bu müddet zarfýnda, otuz üç yýl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalýþtýðý devletin bir oldu bittiye getirilerek harb-ý umumi felaketine sürüklendiðine þahid oldu.

Ýngilizler ile Fransýzlarýn Çanakkale Boðazýný zorladýklarý günlerdi. Boðaz istihkamlarýnýn dayanamayacaðý ve düþman donanmasýnýn Marmara Denizine geçebileceðinden endiþe edildiði için bir tedbir olarak padiþahýn ve hükumetin Eskiþehir’e nakli kararlaþtýrýlmýþtý. Durum Abdülhamid Hana bildirilince; "Ben Fatih’in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans Ýmparatoru Kostantin’den aþaðý kalamam. Dedem Ýstanbul’u alýrken, Kostantin askerinin baþýnda savaþa savaþa ölmüþtür. Biraderim nereye giderse gitsinler. Fakat o ve hükumet, Ýstanbul’dan ayrýlýrlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayýndan ayaðýmý dýþarýya atmam!" diye cevab verdi. Onun bu kararlýlýðý karþýsýnda hükumet Ýstanbul’da kaldý. Böylece devletin daha o gün yýkýlmasýný önlemiþ oldu.

Abdülhamid Han, Harb-ý Umuminin sonuna yaklaþýldýðý 1918 yýlýnýn Þubat ayý baþýnda hastalandý. Yetmiþ yedi yaþýndaydý. Þiddetli bir nezleye tutulmuþ, yaþlýlýðýndan dolayý yataða düþmüþtü. 10 Þubat 1918 günü akþamý vefat etti ve Çemberlitaþ’taki Sultan Mahmud türbesine defnedildi.

Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren paþalar ise sonunda, memleketi düþman çizmeleri altýnda býrakarak kaçtýlar. Ýlk olarak Enver Paþa, Talat Paþa, Doktor Behaeddin Þakir, Doktor Nazým, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaþmasýný imza ettikten sonra, gece yarýsý ülkeyi terkettiler. Talat Paþa, 1921’de kýrk dokuz yaþýnda Berlin’de, Enver Paþa 1922’de kýrk yaþýnda Türkistan’da, Cemal Paþa da 1922’de elli yaþýnda Tiflis’te öldürüldüler.

Sultan Abdülhamid zamanýnda: Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeþmeler, yapýldý. Viyana’dan baþka bir yerde eþi bulunmayan modern bir týp fakültesi açýldý. 1876’da Mekteb-i Mülkiyeyi yaptýrdýðý gibi 1879’da da bir müze yaptýrdý. 1880’de Hukuk Mektebi ve Divan-ý Muhasebatý (Sayýþtay) kurdu. Beyoðlu Kadýn Hastanesini yaptýrdý. 1881’de Güzel Sanatlar Akademisi, 1883’te Yüksek Ticaret Mektebi, 1884’te Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatýlý Kýz Lisesi açýldý. 1886’da Terkos Suyunu Ýstanbul’a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtý. 1887’de Alman Ýmparatoru Ýstanbul’a geldiðinde, Sultan Ahmed Meydanýnda Alman Çeþmesi yapýldý. 1889’da Bursa’da Ýpekçilik Mektebini yaptýrdý. 1891’de Halkalý Ziraat ve Baytar Mektebi ile Kaðýthane’de bir poligon kurdurdu. 1890’da Bursa demiryolunu ve Aþiret Mektebini yaptýrdý. 1891’de Üsküdar Lisesi ve Rüþdiyye Mektebleri ve yeni postane binasý ve Osmanlý Bankasý ile reji binalarýný ve Yafa-Kudüs demiryolu ile Ankara demiryolu yapýldý. Yine 1892’de Hamidiye Kaðýt Fabrikasý, Kadýköy Havagazý Fabrikasý ve Beyrut Limaný Rýhtýmýný yaptýrdý. 1893’te Osmanlý sigorta þirketi, Küçüksu Barajý ve Manastýr-Selanik demiryolu yapýldý. 1894’te Þam-Horan demiryolu ve Eskiþehir-Kütahya demiryolu yapýldý. Yine 1894’te Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rýhtýmý, Dolmabahçe Saat Kulesi inþa edildi. 1895’te Beyrut-Þam demiryolu, Darülaceze binasý, mum fabrikasý, Afyon-Konya demiryolu, Sakýz Limaný Rýhtýmý, þimdiki Ýstanbul Lisesi binasý, Ýstanbul-Selanik demiryolu yapýldý. Ereðli kömür ocaklarý çalýþtýrýldý. 1896’da Tuna Nehrinde Demirkapý Kanalýný, Kapalýçarþý tamirini yaptýrdý. Akýl Hastanesini, 1900’de Medine-i münevvereye kadar telgraf hattý yaptýrdý. 1902’de Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar iþledi. Kaðýthane’deki Hamidiye suyu Ýstanbul’a getirildi. Yeni balýkhane, Haydarpaþa Rýhtýmý, Maden Arama Mektebi, Þam’da Týbbiye-i Mülkiye yapýldý. Haydarpaþa’da 1903’te Askeri Týbbiye Mekteb-i Þahanesi, 1904’te Dilsiz ve Saðýrlar Mektebi açýldý. 1904’te Bingazi’ye telgraf hattý yapýldý. 1905’te Ýstanbul-Köstence kablosu döþendi. Haydarpaþa Ýstasyon Binasý yapýldý. Beþiktaþ Tepesindeki Yýldýz Sarayý ve önündeki camiyi yaptýrdý. Velhasýl Avrupa’da yapýlan yeniliklerin hepsini en modern þekilde yurdumuzda yaptýrdý.

Sultân Ýkinci Abdülhamîd Hân Osmânlý donanmasýný en modern vâsýtalarla yeniledi. Ýngiltereden sonra Avrupada ikinci derecede oldu.

1310 [m. 1892] senesi sâlnâme-i Bahrî, ya’nî takvîmi, Osmânlý donanmasýný uzun anlatmakdadýr. 175. ci sahîfesinde, 18 aded zýrhlý harb gemisinden herbirinin ismi, tonilatosu, tûlü, arzý, zýrh kalýnlýðý, çekdiði su mikdârý, pervâne adedi, makinanýn beygir kuvveti, ateþli silâhlarý, torpido kovaný, vazîfeye baþladýðý târîh, sür’ati ve aldýðý kömür mikdârlarý yazýlýdýr. Meselâ, Hamîdiyye fýrkateyn harb gemisi için bunlarýn: 6700,292 kadem, 9 fus ve 55 kadem, 7 fus, 10 fus ve 24 kadem, 1 pervâne, 6800 beygir kuvveti, 10 ve 15 cm.lik 4 Krup ve bir 300 librelik aðýzdan dolma ve 6 Armstrong ve 7 küçük top ve 1 Nordenfeld ve 1 Roket, 2 torpido kovaný bulunduðu, 1301 [m. 1883] de vazîfeye baþladýðý, sür’atinin 13 mil olduðu, 600 ton kömür aldýðý bildirilmekdedir. Zýrhsýz harb gemisi 40 adet, torpido stimbotu, birinci sýnýf 13, ikinci sýnýf 7, üçüncü sýnýf 1, tahtelbahr [deniz altý] 2 dir. Bunlarda çalýþan yüzlerce deniz subayýnýn rütbeleri ve ismleri de yazýlýdýr. Sultân Ýkinci Abdülhamîd Hânýn donanmayý Halice çekdirerek eskimesine sebeb olduðuna dâir insafsýz sözlerin sâhibleri bu yazýmýzý insâfla okumalý ve tevbe etmelidirler.

Haydar Pâþa týb fakültesi, Viyana týb fakültesinden sonra Avrupada en ileri idi. Her bölümün laboratuvarlarý en yeni âlet ve makinalarla techîz edilmiþdi. 1931 senesinde, bu fakültede okuyanlar, Histoloji laboratuvarýnda her talebe için birer mikroskop bulunduðunu, her mikroskop üzerinde sultân Abdülhamîd hânýn tuðrasý, ya’nî ismi oyma olarak yazýlý olduðunu söylemiþlerdir. Avrupadan getirilen seçme profesörlerin yetiþdirdikleri asistan ve doçentler ve hocalar, gençlere en modern týb bilgilerini veriyorlar. Deðerli mütehassýslar yetiþiyordu.

Kolaðasý kimyâger Cevad Tahsin beðin 1321 de (Mekteb-i týbbiyyeyi þâhâne matba’asý)nda basdýrdýðý kimyâ kitâbý, bugünkü yeni bilgileri ve analiz usûllerini bütün incelikleriyle yazmakdadýr. Miralay Mehmet Þâkir beðin 1319 da basýlan (Dürûs-i Hayât-i Beþeriyye) kitâbýndaki, modern týb bilgilerini görenler ve týb fakültesinde hijyen profesörü Muhammed Fahri beðin 1324 de basýlan (Ýt’âm ve Taðdiyye) kitâbýndaki týb bilgilerini okuyanlar ve týb fakültesinde kimyâ muallimi olan tabib kolaðasý Vasil Neun beðin 1312 de basýlan (Ýlm-i Kimyâyý Týbbî) kitâbýný ve yine o sene Mýsrda basýlan (Hulâsatül Kavl fî tahlîlil-bevl) kitâbýný okuyanlar ve mekteb-i týbbiyyeyi þâhâne botanik muallimi tabib Þerefeddîn beðin 1305 senesinden beri talebenin ellerinden düþmeyen (ilm-i nebâtât) kitâbýný okuyanlar ve mekteb-i mülkiyeyi þâhâne ve hendese-hâne fizik muallimi Sâlih Zeki beðin (Hikmet-i tabî’iyye) kitâbýný ve bunlar gibi nice kýymetli kitâblarý görenler, Sultân ikinci Abdülhamîd hân zemânýnda çok deðerli mütehassýs doktorlarýn ve fen adamlarýnýn yetiþdirildiðini tasdîka mecbûr kalmakdadýr.

Sultân ikinci Abdülhamîd hânýn mubârek beldelere ve bunlarýn þefâ’at sâhibi efendisine yapdýðý hürmet ve hizmetler, öncekilerin hizmetlerini kat-kat aþmýþdýr. Ýhsânlarý ve hizmetleri yalnýz Ümerâya ve Ülemâya ve makâmlara mahsûs kalmamýþ, ehâlînin ve fakîrlerin hepsine ulaþmýþdýr. Mescid-i harâmý gözleri kamaþdýracak derecede ta’mîr ve tezyîn etmiþ, Hadîce-tül Kübrânýn türbesini ve Mevlidin-Nebî ile Mevlid-i Fâtýma olan binâlarý, benzeri olmayacak þeklde ihyâ etmiþ, Minâ þehrini su þebekeleri ile doldurmuþdur. Seyyid Ahmed Rýfâînin ve diðer Velîlerin türbelerini fevkal’âde bir himmet ile ta’mîr etmiþdir. Mekkede Gayretiyye ve Hamîdiyye piyâde kýþlalarýyla, topçu kýþlasý ve hükûmet konaðý yapdýrmýþdýr. Osmânlý halîfelerinin herbirinin (Hâdimülharemeyn) olduklarýný, eserleri bütün dünyâya i’lân etmekdedir. Vehhâbî eþkiyâlarý, Haremeyn-i þerîfeyni tekrâr ele geçirdikden sonra, bu behâ biçilemiyen târihî eserleri, güzel san’atlarý, sinsice yok etmekde, böylece bozuk inançlarý ile ve barbarca saldýrýlarý ile islâmiyyeti içerden yýkmakdadýrlar.

Sultân ikinci Abdülhamîd hân memleketin her köþesinde ayný þekl ve deðerde liseler yapdýrdý. 1950 senesinde Bursa askerî lisesinin kumandaný, Bursa erkek lisesini ziyârete gitmiþdi. Lise müdîri kimyâger Rýfat beðe, (okulun en iyi odasýný kendinize ayýrmýþsýnýz. Böyle haksýzlýk olur mu?) dedi. Rýfat beð, (Bu mektebin her odasý böyle güzel, havadar ve hoþdur. Ben Manastýrda bu binâda okudum. Sultân Abdülhamîd hân, büyük þehrlerde hep ayný binâlarý, ayný güzellikle ve ayný metânet ile yapdýrmýþdýr. Bu binânýn ta’mîre ihtiyâcý hiç olmadý. Hâlbuki, karþýmýzda geçen sene yapýlan ticâret lisesinin bu sene dývarlarý çatladý. Þimdi ta’mîr ediliyor) dedi, târihî birçok bilgiler verdi. Ankarada, Yeniþehr istasyonundaki kayalarýn üstünde (Ankara lisesi) de Bursadaki lisenin ayný idi.

Ankara vâlîlerinden Âbidîn pâþa, Elmadaðýndan Ankaraya tatlý su getirmek için halkdan para toplamýþdý. Ýþe baþlamak için halîfeden izn istedi. Ýkinci Abdülhamîd hân, vâlîye gönderdiði cevâbda, (Susuzlara su vermek çok sevâbdýr. Dînimizin emrlerinden biridir. Bu vazîfe ve þeref bana âiddir. Topladýðýn paralarýn hepsini sâhiblerine geri ver. Bütün masrafý hazîne-i þâhânemden olmak üzere hemen iþe baþla. Milletimi iyi suya kavuþdur!) dedi. Az zemân içinde Ankaralýlar tatlý suya kavuþduruldu.

Sultân ikinci Abdülhamîd hânýn Osmânlý devletini her bakýmdan ilerletmesi, güçlendirmesi, islâm düþmânlarýnýn ve en baþta Ýngilizlerin harekete geçmesine sebeb oldu. 1308 [m. 1890] senesinde politik ve masonik feâliyete geçdiler. Birkaç harbiye ve týbbiye talebesi tarafýndan (Ýttihâd ve terakkî cem’iyyeti) kuruldu. Yedi sene sonra, haber alýnarak daðýtýldý. Birkaç üyesi Parisde çalýþmalarýna devâm etdi. Halîfe, mit baþkaný Orgeneral Ahmed Celâleddîn pâþayý Parise gönderdi. Nasîhatleri te’sîr ederek üyelerden çoðu tevbe etdiler. Ancak Ahmed Rýza beð ve birkaç arkadaþý nasîhat dinlemediler. Haçlý kuvvetler tarafýndan yaðdýrýlan paralarla daldýklarý lüks hayâtdan, kadýnlý, içkili sefâhet âleminden ayrýlmak istemediler. Hele Ahmed Rýza beð, parlamento baþkanlýðýna getirileceði va’dinin sevinci ve serhoþluðu içinde, türk düþmânlarýnýn kuklasý hâline gelmiþdi. Halîfeye karþý basýn propagandasýna baþladýlar. 1326 [m. 1908] senesinde ikinci meþrûtiyyetin i’lânýna ve bir sene sonra da, Halîfenin tahtdan indirilmesine sebeb oldular. Sonradan arkadaþlarý, bunu kýskanarak kendisini Millet meclisi baþkanlýðýndan atdýlar. Onlarýn düþmâný hâline geldi. Cumhuriyet gazetesinde, yayýnlanan hâtýrâtýnda, vaktiyle küfrler etdiði ikinci Abdülhamîd hâný, överek ve piþmân olduðunu bildirerek öldü.

Ayný hâl, sultân ikinci Abdülhamîd hâný, tahtdan indiren Tâlat, Enver ve Cemâl pâþalarda da tecellî etdi. Onun büyüklüðünü anlayamadýklarýný i’tirâf edip, hayâtlarýný hüsrânla bitirdiler. 1326 [m. 1908] senesinde devlet idâresini ellerine geçiren gençler, câhil, tecrübesiz, dünyâ ve memleket þartlarýndan gâfil, gözü kapalý adamlardý. Kimi, telgraf memûru iken baþbakan oldu. Kimi yarbay iken otuzüç yaþýnda harbiye nâzýrý ve baþkumandan vekîli, kimi jandarma teðmeni iken dâhiliye nâzýrý oldu. Ýttihâd ve terakkîcilerin zulm ve iþkencelerinin ve bunun kanlý olmasýnýn, sultân Abdülhamîd devrini aratmýþ olduðunda bütün târîhciler birleþmekdedirler. Ýttihâd ve terakkî cem’iyyeti, Türkiyede kötü bir particilik hayâtýnýn baþlamasýna, bölücülüðe yol açdý. Particiler, birbirlerine düþmân gibi oldular. Bu yüzden balkan harbi ve birinci cihân harbi gayb edildi. Nihâyet imperatorluk parçalandý.

Sultân ikinci Abdülhamîd hânýn tahtdan indirilmesi ile din iþlerine de fesâd karýþdý. Ýttihâd ve terakkî fýrkasýna kaydlý olan câhiller, hattâ masonlar, din iþlerinde yüksek mevki’lere getirildi. Ýlk iþ olarak, sultân Abdülhamîd hânýn son þeyh-ül-islâmý Muhammed Ziyâ-üd-dîn efendi, vazîfesinden alýndý. Bu yüksek makama 1328 [m. 1910] da Mûsâ Kâzým efendi getirildi. Bu zât, koyu ittihâdcý ve mason idi. Bunun gibi, islâmiyyete uymýyan hareketlerinden ve sapýk yazýlarýndan dolayý ikinci Abdülhamîd hân tarafýndan nefy edilmiþ, Iraka ve Fizana sürülmüþ olan bölücü kimseler, Ýstanbula getirilip, kendilerine din iþlerinde vazîfeler verildi. Bu câhil ve partizan kimseler, bozuk, sapýk din kitâblarýnýn yazýlmasýna, yayýlmasýna, önayak oldular. Abdülhamîd hân zemânýnda yazýlan din kitâblarý, bir ilm hey’eti tarafýndan tedkîk edilirdi. Tasdîk edilip, izn verilenler basdýrýldý. Böylece, o târîhlerde basýlan din kitâblarýna güvenilir. 1327 [m. 1909] den sonra din kitâblarý salâhiyyetli âlimler tarafýndan kontrol edilmez oldu. Bu kitâblardan, ancak vesîkalar vererek, yazýlanlara güvenilir. Ne olduklarý belirsiz kimselerin ve þî’îlere, vehhâbîlere satýlmýþ olan mezhebsiz din adamlarýnýn yazdýklarý bozuk kitâblarý okuyan müslimân yavrularý, temiz gençler, dîni yanlýþ öðrendiler. Böyle câhil yetiþdirilen müslimânlardan ba’zýlarý, siyâset canbazlarýnýn tuzaklarýna düþdüler. Kendi partilerinden olmýyanlara kâfir diyecek kadar taþkýnlýk yapanlarý oldu. Müslimânlar arasýndaki bu fitne, islâm düþmânlarýnýn iþlerine yaradý. Ýngilizlerin (Ýslâmiyyeti yok etmek) plânlarýnýn gerçekleþmesini kolaylaþdýrdý. Ýþte bunun için, Allahü teâlâ, müslimânlarýn bölünmelerini yasak etmiþ, kardeþ olduklarýný bildirmiþ, seviþmelerini, vatan düþmânlarýna karþý birleþerek kuvvetli olmalarýný emr etmiþdir. (Birleþmemiz kâfirleri korkutur ve Allahýn yardým etmesine sebeb olur. Tefrikaya düþmemiz kâfirleri sevindirir ve Allahýn gadabýna uðramamýza sebeb olur) nasîhati, her müslimânýn kalbine iþlenmiþ olmalýdýr.

Sarax
09-19-2008, 14:43
RÛMI TAKVIM

Osmanli Devletinde Hicri 1205 (1790) yilindan itibaren malî Isleri tanzim etmek için kullanilan takvimin adi. Osmanlilar, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bütün Isleri ni Hicri tarih esasi üzerinde yürütüyorlardi. Daha sonralari bir takim, malî gerekçeler sebebiyle resmî islemlerde Hicri tarihi birakarak günes esasina dayali tarihleme sIstemine geçIlmistir. Baslangiç tarihi M.S 594 tür. Mart ayi ile baslamaktadir. Hicri takvim ayin hareketlerine göre tesbit edildigi için Semsi takvime göre 1 yili, on bir gün önce tamamlar. Bu fark 33 senede Semsî takvime bir yillik bir fark yapar. Bunun için her otuz üç yilda, bir yil düsülerek Semsî sene ile mutabakat saglanmaktaydi. Düsülen bu seneye "Sivis senesi" denir. DüzeltIlmemis Julien takvimine göre ayarlanmis oldugu için Rumî Takvim ile miladi takvim arasinda 13 günlük bir fark vardir. Bu fark 1582'de Gregorien takviminde yapilan 10 günlük düzeltmenin 1900 yilinda 13 güne çikmasindan dogmaktadir. 1871 yilinda Cevdet Pasa, baskanliginda kurulan komisyon münasebetiyle kaleme aldigi "Takvimul-Edvar" adli eserde, bu takvimin, Semsî aylar esasina göre Kamerî hesapla tesbit edIlmesinin dogurdugu mahzurlari ortaya koymaktadir. Bu takvim Osmanli Devleti'nin sonuna kadar yürürlükte kalmistir.

Rumî takvim, 1871'de hicret esas alinarak yeniden sekillendirIlmistir. Baslangiç tarihi, Miladi 23 Eylül 622 olarak alinmistir. Aylar Semsî olarak hesaplandigi isin Hicrî-Kamerî tarihe göre her otuz üç yilda bir yil geri kalmaktadir.

Sarax
09-19-2008, 14:44
Kizil Sultan'i kim, niçin uydurdu ?
Bazi kimselerin yayinlanan bunca vesikaya ragmen, günümüzde hâlâ, Sultan Ikinci Abdülhamid Hân hakkinda "Kizil Sultan " tabirini kullanabilmeleri, böylesine korkunç bir hak ve hakikat kalpazanligindan utanmamalarinin sebebi, bize en çok sorulan suallerden biridir. Devamli sorulmaktadir: " Kim, niçin uydurmustur bu "Kizil Sultan" tabirini?.."

"Kizil Sultan" tabirinin kim tarafindan niçin uyduruldugunu incelemeden evvel hemen kaydedelim ki, bu tabir, yurdumuzdaki Ermenilerin ne yapmak istedikleri ve nasil çalistiklarini tesbit yönünden mühimdir!... Bu mühim hususu görgü sahidinin sehadetiyle gözler önüne serelim. Sultan Ikinci Abdülhamid Hân devrinin ünlü Mâbeyn Baskâtibi Tahsin Pasa hatiratinda der ki:

"... Ermeni ayaklanmalarinda Ermeni papazlarinin büyük rolü oldugunu ve kiliselerin ibâdetten ziyade fesad ve sekavete hizmet ettiklerini haber almistik. Ancak Ermeni ihtilalcileri bazi elçiliklerin de yardimiyla o derece mahirane tertibat almislar, silah ve komitacilar, memlekete sokmak hususunda öyle yardimlar te'min etmislerdi ki, ipucu bulmak mümkün olamiyordu. Nihayet bir gün, yine kendi aralarindan te'min ettigimiz bazi kimseler bize bu silahlarin Beyoglu'nda Ermeni kilisesinin duvarinda sakli oldugunu haber verdi.

Bunun üzerine Zaptiye Nâzirina emir gönderildi, bir heyet marifetiyle kilise basilarak duvar yikildi, silah deposu meydan çikti!.. Bir ibadethaneyi eskiya siginagi haline sokan Ermeni ihtilalcilerin bu fesad ve ihaneti elçiliklerden çagrilan kimselere gösterildi ve hemen bir zabit tutuldu. Ermeni komitacilari, en ziyade Londra'da efkâr-i umumiyyeyi aleyhimize tahrik etmekte ve bilhassa nüfuzlu Ingiliz kadinlarinin yardimlarindan istifade eylemekte olduklarindan Türk dostu Sir Arshmitt Bartlet'in vasitasiyla bu, kilisede çikan silahlar Londra'ya gönderilerek Parlamento'nun yaninda teshir ve bu suretle bize karsi uyandirilan gayz ve gazabin mecrasi degistirildi."

Mâbeyn Baskâtibi Tahsin Pasa böyle kiliseyi silah deposu haline getiren Ermenilerin bu mel'anetinin Londra'da teshir edilmesi "bize karsi duyulan gayz ve gazabin mecrasi degistirdi" diyor ama, Ingilizler'deki bu degisiklik, gözler önüne serilen aci gerçege ragmen geçici olmus, Ingilizler kisa bir zaman sonra yine Ermenilerin haklarindan bahsetmeye baslamislardir!.. Ve Ingilizlerin bu tutumu o devrin olaylari içinde tabiidir!...

Sultan Ikinci Abdülhamid Hân devrinde faaliyetlerini böyle kiliseyi silah deposu haline getirecek derecede arttiran Ermeniler yillar boyu yer yer isyanlarla Dogu-Anadolu'yu bir Ermeni yurdu haline getirmek için çalismislarsa da, Abdülhamid Hân siyasî dehasiyla mel'aneti önlemis, Dogu Anadolu'yu Ermeni tecavüzünden kurtarmis ve iste bu hizmeti dolayisiyla kendisine bize düsman ser kuvvetlerce "Kizil Sultan" ünvani verilmistir!...

Dogu Anadolu'yu elde edebilmek için mel'anetlerini nerelere kadar götürdüklerini bir görgü sahidinin sehadetiyle yukarida kaydettigimiz Ermeniler, korkunç bir demagoji ile uzun yillar, Müslümanlar Hristiyanlari katlediyorlar (!) propagandasina ile devrin büyük devletlerinden birinin müdahalesini te'min için her yola basvurmuslardir!... Dogu'daki Müslüman köyleri yagmalanmis, yakilip yikilmis, Müslümanlar türlü iskenceyle öldürülmüs ve hattâ müslüman kiligina bürünen Ermeniler kendi kardeslerini öldürmüs ve sonra disaridaki yoldaslari vasitasiyla yürütülen propaganda basari kazanarak, bazi büyük devletlerin "Ermeniler katl olunuyor!..." bahanesiyle Babiâli'yi protesto edebilmeleri te'min edilmistir!...

Sultan Ikinci Abdülhamid Hân büyük devletler arasindaki rekabetten istifade ile disarinin bu müdahalesini bosa çikardigi gibi, aldigi isabetli tedbirlerle de yer yer patlak veren Ermeni isyânlarini basstirmasini bilmistir!... 1894 yilinda Mus ve Siirt civarindaki Sason'da ayaklanan Ermeniler daha sonra Diyarbakir isyanini baslatmislarsa da her iki isyanda Abdülhamid Hân'in yumrugunu yiyerek büyük zayiat verip geri çekilmisler ve bu maglubiyetten hemen bir yil sonra, bu kere 30 Eylül 1894 (30.09.1894, M.F.) Pazartesi günü ayaklanmislar, fakat netice alamamislar, 1896 yilinin 26 Agustos (26.08.1896, M.F.) Çarsamba günü yine Istanbul'da baslattiklari isyanda Osmanli Bankasi'ni (Osmanli Bankasi baska bir hikaye, M.F.) basmak, Babiâli'yi, tüneli havaya uçurmak, bazi elçiliklere tecavüzle Avrupa devletlerinin müdahalesini te'min etmek etmislerse de, Abdülhamid Hân, emrindeki "Yildiz Istihbarat Teskilâti" vasitasiyla isyani evvelden haber almis ve o gün Bankayi basan Ermeniler, haklari (!) verilmedigi, yani, Dogu Anadolu kendilerine birakilmadigi takdirde Bankayi havaya uçuracaklari tehdidini savurup bu arada bir kaç bomba da patlatmislar, fakat alinan tertibatla cümlesi ellerindeki silah ve bombalarla yakalanmislardir!...

Patrik Izmirliyen idaresindeki bu isyan daha sonra Ermeni mahallelerinde intikal etmis ve Sultan Ikinci Abdülhamid Hân'in bu asi Ermenilerle mücadelesi pek basit olmustur!... Sakalini degirmende agartmayan Sultan Ikinci Abdülhamid, devam edegelen Ermeni isyanlarinin içyüzünü bilmektedir!... Isyani Avrupa devletlerinin müdahalesine meydan vermeden bastirmak iyteyen Abdülhamid Hân askeri ve polisi kislalarina çektikten sonra limandaki hamallarla sivil halktan gönüllülere kalin sopalar dagittirmis ve bunlari katiyyen atesli ve kesici âlet kullanmamak sartiyla Ermeniler üzerine göndermistir!... Müslümanlar ellerindeki kalin sopalarla yakaladiklari Ermeninin hesabini görmüsler ve iki üç gün sürdükleri bu Ermeni avi ile hdefe varip 1905'teki meshur bomba vak'asina kadar Ermenileri sindirememsilerdir!...

Bütün bu islerolup biterken Avrupa devletleri Ermeni meselesini yine körüklemisler, Ruslar yukaridaki sopali olayi protesto ederken, Ingilizler bir ara donanmalariyla Çanakkale önlerine kadar gelmislerse de, Abdülhamid Hân'in siyasî dehasiyla aldigi tedbirler önünde geri çekilmeye mecbur olmuslardir!...

Sultan Ikinci Abdülhamid Hân böyle aldigi tedbirlerle Devlet-i Aliyye'nin varligi ve bekasi yolunda çalisirken, düsmanin serrinden kurtulamamis ve Fransiz tarihçisi Albert Vandal, Ermeni isyanlarini bastirmasini bilen Abdülhamid Hân'a kan dökücü manasina "Le Sultan Rouge" demis, bizdeki gaafiller de bir Hristiyanin Ermeni menfaatleri ugruna uydurdugu bu tâbiri "Kizil Sultan"'a çevirerek Abdülhamid Hân hakkinda kullanmaktan utanmamislardir!...

Talihin ne garip cilvesidir ki, ömrü boyunca kan dökmekten kat'iyyen çekinen Sultan Ikinci Abdülhamid Hân, içimizden yetisen gaafillerce "Kizil Sultan" diye anilmis ve yanlis bir maarif politikasiyla mekteplerde evlatlarimiza böyle tanitilmistir!...

Veyl, böylesine Islam düsmanlarinca uydurulan tâbiri günümüzde hâlâ tekrarlayanlarin haline!...

Mustafa Müftüoglu

Sarax
09-19-2008, 14:44
Ulu Hakan

ABDÜLHAMID HAN'IN

BAGDAT DEMIRYOLU PROJESI


Ali Askin

II. Abdülhamidin Bagdat Demiryolu Projesi, dünya çapinda basli basina bir hâdise teskil etmektedir. Bilindigi üzere Orta Asyadan beri Dogu'yu Bati'ya baglayan en önemli ticaret yollarindan biri ve baslicasi "Ipek Yolu" ve "Güneydogu Yolu" denen ve Cebelitarik'tan Afrika sahillerini katettikten sonra Ümit Burnu'ndan dolasarak Hindistan'a giden yol güzergâhidir.

Türkiye üzerinden ve Bagdat-Musul istikâmetinden Medine'ye varacak demiryolu güzergâhi ucuz ve rahat bir ulasim imkâni saglayacagi gibi, ticari hareketi artinci yeralti ve yerüstü zenginliklerinden istifade imkânini gelistirecekti. Bir yandan Musul-Bagdat-Medine fevkalâde imkânlarla merkeze baglanirken öte yandan Musul ve Suriye üzerinden Iran ve Pakistan'a ayrilacak hat. Orta Asya'ya kadar ulasma firsati temin edecekti.

Istanbul-Basra arasinda yaklasik 4 bin km'yi bulan bu proje o zamana kadar gerceklestirilen hemen bütün hatlardan daha büyük ve kapsamlidir. Chicago'dan Los Angeles'a giden Santa Fe hattindan (ki bu hat o tarihte 2246 km idi) ve Omaha'dan San Fransisco'ya giden Union Pasific Demiryolu'ndan daha uzundu.

Sarax
09-19-2008, 14:45
PROJENIN GAYESI

II. Abdülhamid düsmanlarinin devamli ileri sürdükleri gibi bu projenin amaci halife lehine puan toplamak degildir. Bu projenin teknolojik, sanayi, ticari ve ulasim yönünden askeri ve stratejik açidan sayisiz faydasi vardir. Bundan dolayi hatiralarinda "Hicaz

Demiryolu insasi benim en eski hülyamdir. Bu yol devletimiz için sadece iktisadi bakimdan büyük fayda etmekle kalmayacak ayni zamanda oradaki kuvvetimizi saglamlastirmaya da yarayacagindan askeri bakimdan da gok ehemmiyetli olacaktir" diyen II. Abdülhamid isin fevkalâde suurundadir.(1)

E.M. Earle, kitabinda Sultan II. Abdülhamid'in Bagdat Demiryolu imtiyazini verirken "Aptal" olmadigi, ülkesinin çikarlarini gözettiginden bahisle sunlari yazar: "Sultan Hamid ne olursa olsun, hiçbir zaman aptal degildir. Bagdat Demiryolu imtiyazini verirken bu akilli ve ayni zamanda otokratin bir Alman tuzagina düsmüs oldugunu düsünmek saçmalik olur. Sultan Hamid'in vermek âdeti yoktu, vermekten kaçinmaz duruma düstügü zaman da daima kendisi ve devleti icin sonuna kadar kâr ettirecek seyler verirdi.(2)

Grey'in "Ben diplomasiyi ondan ögrendim"(3) dedigi bir diplomat olan II. Abdülhamid nasil aptal olur? Diger taraftan onu birçok yönlerden tenkit eden tarihci Y. Hikmet Bayur, Bagdat Demiryolu projesinin Türk mühendis, usta ve isçisinin yetismesine vesile oldugunu itiraf eder.

Sarax
09-19-2008, 14:45
MALI KÜLFETI

Bahsedildigi kadar önemli ve uzun demiryolunun en çetin problemi o gün için devlete yükledigi agir mali yüktü. Ama sultanin dehasi onun da çaresini bulmustu. Müslümanlar arasi dayanismayi saglayacakti. Ama bu muazzam projenin onlara geregi gibi anlatilmasi icap ediyordu. Sultan, plânini 1900 yilinda açiklayinca gerekli paranin temini yollari arandi. Herkes fedakârlik edecekti.

Örnek olarak önce kendisi sahsi servetinden 2.5 milyon altin bagisladi. Sivil ve asker devlet memurlari ayliklarindan % 10 vereceklerdi. Bütün dünya Müslümanlarina yapilan çagri da semeresini verdi. Misir Hidiv'i, Iran Sah'i, Haydarabat Nizami,Okyanus adalarindaki Müslüman cemaat ve digerleri yardima kostular. Daha sonra Istiklâl Savasimizda da yardimimiza kosacak olan Hintli Müslümanlar büyük fedakârlik yaparak gerekli paranin üçte birini karsiladilar. Yardim toplamak için hazine pulu ve Düyün-ü Umümiye kanali ile tahvil çikarildi.

Sarax
09-19-2008, 14:46
BATILILAR BOS DURMUYOR

Ancak Orta Dogu'nun serveti rüyalarina giren ve bu servet için istahlanan Batililara karsi uyanik olmak gerekiyordu. Hem ihâleleri almak hem de firsattan istifade yagmalamaya çalisacak Haçli zihniyetli is adamlarini ilk is olarak Sultan Abdülhamid birbirine

düsürdü. Bir hattin ihâlesini birine veriyordu ardindan bir digerini devreye sokuyordu. Hat güzergâhinda çikarilacak tarihi ve arkeolojik eserlerin kaçirilmamasi için gerekli talimatlari da verdi. Ileride çok degerlenecek bu topraklarin elden çikmamasi için ve siyonistlerin eline geçmemesi için gerekli tedbirler alindi.

II. Abdülhamid Han hat boyu topraklari Memâliki Sahâne'den sayarak alinip satilmasina kesin yasak getirdi. Yabancilarin topraklarda bir hak iddia etmemeleri için gizlice bir antlasma yapti.

1904 yilina gelindiginde 4 yillik kisa bir dönem içinde 3.5 milyon altin toplanmisti. Daha sonra bu rakam 15 milyon altina çikti.

Bir yandan dünya pazarlarina girmemizi saglayan öte yandan demirçelik üretimini artiran bu muazzam proje tatbikat için 18 Mârt 1902 tarihinde Sultanin emri ile Anadolu Demiryollan Kumpanyasina verildi. Yabancilann her an bu güzel esere gölge dusürebilecegini hesaplayan Sultan, hatlari mümkün mertebe içeriden geçiriyordu.

Asker, köylü, isçi olanlar dahil hatta 6.000 kisi çalismaya basladi. Sonralari bu rakam 700.000'e ulasti. Isi bilen yabancilara kilometre basi 1 para verilerek isin çabuklastirilmasi saglaniyordu.

Sarax
09-19-2008, 14:46
INGILIZLER DEVREDE

Bir taraftan umduklari neticeyi bulamayan ve Alman

rekâbetine karsi koyamayan Ingilizler, Irak ve Kuveyt petrol yataklarindan endise duyduklari için her firsatta kargasa çikarmayi ihmâl etmediler. Bu sebeple Balfour kabinesinde Demiryolu Sirketinden ayrildiklarini 1903'te resmen ilan ettiler. Demiryolu

1904'de Hardan'a, Beyrut'a 1905'te ise Hayfa'ya vardi. 1902'de Konya'yi ziyaret eden bir yabanci seyyah orada demiryolu sayesinde bir ziraat makineler sergisi açildigini, halka ucuz ve taksitle ziraat makineleri verildigini ve bunlarin tamiratinin da Eskisehir Demiryollarinda yapildigini kaydetmektedir. Abdürresit Ibrahim Efendi adinda bir Müslüman seyyah da 1912 yilina ait hatiratinda Hindistan, Türkistan, Çin, Japonya ve Rusya'yi bastan basa dolastigini ifade ederek: "Sultan'in adi anildiginda her ferdin hürmet gösterdigini ve Müslümanlarin Bagdat Demiryollari için gösterdikleri fevkalâde gayreti" dile getirmektedir.

Yol çok kisa bir zaman içerisinde yapilmasindan sonra (8 yil) 1908 yilinda tamamlandiginda Medine Gan'na yaklasinca Sultan Abdülhamid Han mukaddes beldeye olan hürmeti dolayisiyla o kisma özel ray dösenmesi ve 56 km'lik güzergâhta sessiz lokomotif çalistirilmasini emretmistir. Açilisin Sultanin tahta çikisinin yildönümüne rastlamasi için de özel bir gayret gösterilmistir. Açilistan 8 yil sonra 1916'da yillarca bir Arap Seyhi gibi yetistirilen Ingiliz casusu Lawrens'in tertibi ile ayaklanan Mekke Serifi Hüseyin'in baskaldirmaslyla Bagdat Demiryolu kundaklandi. Maalesef Serif yilda 40.000 sterlin için bize arka çevirmisti. Ürdün'deki Mani'dan Medine'ye 680 km kadar yolu Ingilizler bombaladilar. Ürdün kendi sinirlarindaki bu yolu günümüzde halen kullanmaktadir.

1938'de Kral Abdülaziz 50.000 Hicaz lirasi (yaklasik 350.000dolar) vaatte bulundu. Ama bir sey yapilamadi. 1946 ve 1955'de konu yine gündeme geldi. Ama bir faaliyet gösterilemedi. 1955'de 575.000 dolar ayrildi ise de insaat sirketi komünizm isnadi ile kabul edilemedi. 1972'de Suriye ve Ürdün kendi hatlarini kullandilar. Bagdat Demiryolu tamamlaninca toplam demiryollarimizin 1856'ya

oranla 10 kat uzadigi kaydedilmektedir. Sultan Abdülhamid Han bu proje tamamlandiginda eseri görmek için Hicaz'a gelecegini vaat etmis ancak mahut nifaklar ve ardi arkasi kesilmeyen hâdiseler sebebiyle buna firsat bulamamistir. 1888'de Macaristan'in, Istanbul ve Ankara'ya demiryollarinin bir parçasi olarak baglandigi proje muazzam faydalar saglamistir.

Sarax
09-19-2008, 14:47
FAYDALARI

Bagdat Demiryollari için 1905 senesine kadar 205.456.975 kurus 29 para gelir saglandi ve 36.267.023 kurus 36 para gider kaydedildigi ifade edilmektedir.. (Bu miktarlarin günümüze göre degerleri hesaplanmalidir).

1907 tarihli Beyrut Salnamesi'ne göre toplam gelir 323.990.508 kurus 7 para ve toplam gider 143.162.576 kurustur.

Böylece net gelirin 180.827.931 kuru? 84 para oldugu anlasilmaktadir. Demiryollari sebebiyle Bati'ya olan ihracatimizin da arttigi bir vakiadir. 1888'de Almanya'ya yapilan ihracatimizm 2 milyon 300 bin mark'tan 1893'de bes yil içinde %700 oraninda artarak 16 Milyon 500 bin marka ulasmistir. 20. yüzylla girerken bu ihracat 28 milyon 900 bin mark ile rekor seviyeye çikiyordu. (4)

Bagdat Demiryolu Projesi binlerce yerlesim yerini gelistirdi.

Nüfuslann artmasina vesile oldu. Bagdat Demiryollannda kalan ray ve traversleri getirenlere Ingilizlerin agirliginca altin vaat ettikleri filmlere konu olmustur. Bugün geriye kalan Medine-i Münevvere bahçelerinde korkuluk olarak kullanilan ray parçalari, Ambariye Köprüsü Medine Istasyonu camisi ile kömürlü lokomotif ve ahsap vagonlardir.

Bütün dünya Müslümanlarinin zengini ve fakiri ile imkânin ölçüsünde destekledikleri hat umulanin üstünde bir performansla kisa sürede bitirildi.

Hattin amaçlari söyle özetlenebilir:

a) Hacci kolayilstirmak ehl-i Islâm'm kemali sürat ve sihhatle ifal farizâi hacci serif edebilmeleri.

b) Yabanci saldirisi vukuunda kutsal mahalleri korumak, bir düsmani hariciye karsi merkezi hilâfeti seniyyeden asker yetistirilmesi maksadi âli ve dindarânesinin gerçeklestirilmesi "Ingilizlerin Süveys'i kapatip bölgeye saldirmalari halinde Osmanli Devleti zamaninda müdahale edememesi endisesi vardi. Bu arada hatta yabanci müdahalesine engel olmak için hükümet, hattin etrafinda Osmanli tebasi olmayanlarin hiçbir sekilde maden isletmek, ocak açmak, ziraat yapmak veya mesken insa edip ikâmet etmek hakkina sahip olmadiklarini ilan etmistir."

c) Demiryolu tasimacilik için kullanilirken bölgeye gelen haci, tüccar ve diger ziyaretçiler artacaktir. Bunun saglayacagi yarar hattin ziraat ve sebzecilige verecegi hizmetin yaninda az kalir.

d) Tebük-Medine arasi tahil ve sebze meyve tanmina elverislidir. Halbuki ulasim güçlügü nedeniyle ürün pazara ulastirilamadan tarlada çürümektedir. Hatta ucuza tasinacak ürünler topraktan alinan geliri artirir. Öte yandan demiryolu ile medeniyet götürülecek yerlerden insanlarin egitim ve ögretim alip insanca yasamalarinda yardimci olacaktir.

Devlet din bilgileri vermek üzere ilk ve ortaokullar açabilecektir.

e) Demiryolu ile gelenlere hizmet satabilecek halk gelirini artirma imkâni bulabilecegi gibi Kurban Bayrami münasebeti ile küçük bas hayvan ticareti kolaylasacakti.

Ingilizlerin büyük bir endise ile basindan sonuna kadar izledikleri hat, bitiminde II. Abdülhamid'in nüfuzuna dünya Müslümanlan nezdinde büyük katkida bulunmus, Ingiliz sömürüsündeki Müslümanlar Halifeye minnet ve sükran duygularini gönderdikleri mektuplar, telgraflar, yazdiklari siirlerle ifade etmislerdi.

Ve....

Cennetmekân Abdülhamid Han Hazretlerinin devri, çileler, entrikalar, oyunlarla dolu aydinlarimizin (!) gaflet içinde bogulduklari bir devirdir. Kendisinin düsmanlarinin tasdiki ile dahi bu kadar firâseti açik, siyasi bir dâhi olmasina ragmen Devleti Aliyye-i Osmaniyenin çöküsüne mâni olamamistir. Devrinde

ve devrinden sonra da anlasilamamis, talihsiz bir gönül sultanidir.

Kendisini sevmeyenler bile onun açtigi okullarda yetismislerdir.

Birlik, beraberlik adina ta o günlerde yapilgimiz kanal açma, yollar yapma ve demiryollari döseme gibi çagrilarimiz bugün âdetâ unutulmustur. Eserler yok olma tehlikesi ile karsi karsiyadir. Biz bunu Novaybe (Misir), Akabe (Ürdün),Maan, Tebük ve Medine hac seyahâtlerimizde defalarca gördük.

Tebük-Bagdat, Tebük-Maan, Amman, Suriye seyahâtlerimizde içimiz burkula burkula hazin seyirlerle dolu yolculuklarimiz oldu, Ürdünlü kaptanimiz bize bu yollari hüzünle anlatti. Çaresizlik içinde kivrandik durduk. Yollarda raylar sökülmüs, ray hatlari halen hizmet edecek durumda, fakat isleri tas toprak dolu.

Bugünkü durum: Telefon direkleri sehir merkezierinde kerevet haline gelmis, tastan yapilmis bos istasyon binalari dimdik ayakta, bazi yerlerde demiryollari üzerine asfalt dökülmüs, vagon garajlari,

otobüs garajiari haline getirilmis, parçalanmis tahta vagonlar, camiye çok yakin olmasina ragmen musluklari çalinmis, kapilan parçalanmis, paslanmis abdesthaneler...

Modern sistem trenleri tasiyacak kadar ayakta olan o yollara bugün ne kadar çok ihtiyacimiz var. Bu yollarin önemi o gün anlasilmadi ama keske bugün anlasilabilse... Bizim Osmanli torunu oldugumuzu anlayan orta yasli bir Arabin defalarca sarilip aglamasi bende bugünkü gibi hâlâ simsicak ve bir hicrandir. Ve sanki bana "O gün öyle olsa bile yarinlar öyle olmayacak" der gibiydi. Kardeslik ruhuyla dopdolu, yarinlarin bizim oldugunu ifade edisini gözyaslarinin damlalarinda okudum.

Allah o günlerimizi geciktirmesin. Âmin.

Kaynaklar:

1) Eserleriyle ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid, Aydin Talay, Risâle Yay, Subat 1991, Istanbul.

2) Tarihte Türkler ve Almanlar, Süleyman Kocabas, Vatan Yay., Eylül 1988, Istanbul.

3) I. Bardaksi, Imparatorluga Vedâ, Ist. 1988.

4) II. Abdülhamid ve Islam Birligi, Dr. Cezmi Eraslan, Ötüken Yay., 1992, Istanbul.

Sarax
09-19-2008, 14:49
Sultan Abdülhamid Hân niçin tahttan indirildi?!.

Necip Fazil Bey rahmetlinin ifadesiyle: “Mesrutiyet, bir takim fikirsiz Makedonya kabadayilarinin ruhuna gem takmis ve kör hamlelerini istismara yol bulmus teskilâtli Yahudilik, Masonluk ve Dönmeligin eseridir!..” Ittihatçi çete bu sekilde Ikinci Mesrutiyet hareketini basarmis fakat zamanin pâdisahi Ikinci Abdülhamid Hân’i devirememisti!.. Hem Sultan Hamid, hem o dönemin devlet adamlari iktidarda idi!.. Halbuki gaye, ne Kanun-u Esasî’nin (Anayasa) tekrar yürürlüge girmesi, ne Mesrutiyet’in ilâni, ne de Meclis-i Meb’ûsân’in açilmasiydi... Bunlar birer vasita idi ve bu vasitalardan istifade ile Sultan Hamid devrilecek, Pâdisahin Islâm âlemindeki hilâfet politikasi yok edilecek, Devlet-i Aliyye yagma edilecekti...

Bize düsman ser kuvvetler bu gaye ile Ittihatçi çete efradinin elinden tutmustu amma, Mesrutiyet’in ilânina, Meclis-i Meb’ûsân’in açilmasina ragmen Sultan Ikinci Abdülhamid Hân hâlâ mevkiini muhafaza ediyordu. Üstelik millet çogunluguyla padisahi seviyordu, ordu, mühim ekseriyyeti ile Pâdisaha bagli idi, “Hareket Ordusu” Kumandani Mahmud Sevket Pasa, Meclis-i Meb’ûsân Baskani Ahmed Riza Bey’e söyle diyordu: “Ben maiyyetimdeki askeri, mesrutiyet ve pâdisahi kaldirmak isteyenleri te’dib edecegiz (cezalandiracagiz), Pâdisahin ve milletin cani tehlikededir diyerek buraya getirdim. Hal’in (Pâdisahi tahttan indirmenin) bizim tarafimizdan vuku’ bulacagini asker duyarsa isyan eder, mahvoluruz.” Milletvekilleri ise, Yildiz Sarayi’nin “Tûlânî Merasim Salonu”nda 31 Aralik 1908 Persembe günü verilen ziyafette birbirini çignercesine Pâdisahin elini etegini öpmüslerdi, koyu bir Sultan Hamid düsmani olan o devrin ünlü kalemsoru Hüseyin Cahid (Yalçin) hâtiratinda: “Abdülhamid ile görüsen Avrupalilar, onun pek çekici ve baglayici bir nezaket ve sahsiyyeti oldugunu ötedenberi yazarlardi. Bunu dalkavukluga ve menfaatperestlige hamlederek inanmazdik. Fakat bu gece Abdülhamid’deki büyük cazibeyi ben yakindan gördüm. Ziyafet sonunda hemen bütün mebuslarin/milletvekillerinin kalbini kazanmisti” diyerek bu gerçegi itiraf etmistir!.. Sultan Abdülhamid Hân’in saltanati boyunca (1876–1909) kazandigi bu muhtesem nüfuz ve itibar, Ittihatçilari korkutmus ve iste onlar, bütün gayretlerine ragmen sekiz buçuk aydir Pâdisahi devirmeye muvaffak olamamislardi!..

Halbuki, Ittihad ve Terakki adli çetenin basindakilerin ekserisi masondu ve bu masonlarin kayitli bulundugu loca Sultan Abdülhamid Hân’in tahttan indirilmesine çoktan karar vermisti!.. Masonlar bu kararla Ittihatçilara yardimci olmuslar, tiyatro oyununu andiran bir merasimle (tekris) yemin ettirmislerdi!..

Gizli anlasma!..

Sevr’e kadar, düsmanlarimizin aleyhimize yaptiklari –elimizde bulunan bes gizli antlasmaya göre– gayeleri: Milletin ve devletin haklarini titizlikle koruyan, düsmanin bütün mel’anetlerini en ince teferruatina kadar bilen ve aldigi fevkalâde tedbirlerle, bu arada bizzat elindeki “Yildiz Istihbarat Teskilâti” çalismasiyle koskoca Osmanli Imparatorlugu’nu (Adriyatik’ten Bagdat’ta, Kuzey Karadeniz sahillerinden Orta Afrika’ya kadar) bütün iç ve dis düsmanlara ragmen ayakta tutan Sultan Ikinci Abdülhamid Hân devrilecek ve sonra... Ve sonra Yahudi Filistin’e yerlesecek, Pâdisahin Islâm âlemindeki taa Çin’e kadar uzanan büyük nüfuz ve itibari yok edilip Ingiliz emperyalizmasi hâkim olacak, Moskof, gözünü diktigi “Bogazlar”i alip Akdeniz’e inecek, “Türkiye’nin mirasi üzerinde Almanya’nin haklari”ndan bahseden Almanlar, Ingilizleri alt edip Anadolu ve Mezopotamya ile beraber Hindistan ve Misir’a sahip olacak, biri surayi, digeri burayi zaptedecek... Velhasil muhtesem Imparatorlugumuz yikilip gidecekti!..

Asirlardan beri bu gaye pesinde kosan düsman, Tanzimâtçisini da, Yeni Osmanlisini da, Ittihatçisini da zaman zaman hep bu gaye ugruna besleyip bagrina basmis bu gaafilleri veya hainleri kendi usullerince ayni gaye ugruna yetistirmistir!..

Tanzimâtçidan Yeni Osmanli’ya, ondan da Ittihatçi’ya intikal eden bu gaflet veya ihanet nihayet netice vermis, tarihimize “irticâ” diye geçen Rumi: 31 Mart 1325, Milâdî 13 Nisan 1909 olayi sonunda Sultan Ikinci Abdülhamid Hân al-asagi edilmis, kendi ifadesiyle: “........ fimabaad (bundan sonra) ne pâdisahligin ve ne de hilâfetin ehemmiyeti kalmayacaktir. Zannedersem ben, hateme-i müluk (pâdisahlarin sonu) olacagim” demis ve gerçekten ondan sonra gelen kardeslerinden Suldan Resad (1909–1918) Ittihatçilar elinde esâretten bir saltanat sürmüs; Sultan Vahideddin (1918–1922) ise bahtsiz bir Osmanoglu olarak yurt disina hicret edip hayatini gurbette tamamlamistir!..

Ve sonrasi...

91 yil evvel 27 Nisan 1909 Sali günü “Meclis-i Millî” denilen içlerinde pek çok hainin de bulundugu Âyan/Senatör ve meb’ûsanin/milletvekillerinin bulundugu topluluk “tamamen uydurma, iftira, yalan, efsane saheseri” bir fetvâ ile Abdülhamid Hân’i tahtindan indirdi!.. Böylesine bir fetvâya Fetvâ Emini Haci Nuri Efendi bütün tehdit ve tazyike ragmen muhalefet ederek meslek-i ilmiyyenin haysiyyetini korumustur. Mevlâ râhmet eyleye...

Sultan Ikinci Abdülhamid Hân’i tahtindan indirenlerin basinda Talât Pasa vardir. Mason, hem de Üstad-i-a’zam derecesinde mason olan bu Talât Pasa için Falih Rifki Atay: “Imlâsini bizim düzeltecegimiz kadar Türkçesi vardi” der!.. Iste bu masonun basinda bulundugu çete, “tamamen uydurma bir fetvâ” ile Abdülhamid Hân’i devirdikten sonra, yeni bir “afvolunmaz hatâ”, “silinmez leke” ile, içlerinde ünlü bir Yahudi’nin, bir Ermeni’nin ve iki de karanlik islerin adamindan kurulu bir heyeti, “Osmanli tarihinde tek bir misli olmayan fâcia” ile Müslümanlarin Halifesi olan alti yüz yillik Osmanli devletinin hâkanina göndererek tahttan indirildigini bildirmekten utanmadilar!.. Ve sonra da ayni günün gecesinde alelacele bir kararla Selânik’e gönderdiler!.. Yirmi dört kisilik maiyyetiyle çok zor sartlar içindeki bu yolculugun ne müdhis bir eziyet içinde geçtigine dair pâdisahin kizlarindan Sadiye Sultan (1886–1977) ile Ayse Sultan’in (1887–1960) yayinlanmis hâtiralarinda ibretle okunacak sayfalar vardir!..

O tarihe kadar pek çok pâdisah hal’ edilmis/tahtindan indirilmis, hattâ Ikinci Osman/Genç Osman (1618–1622) ve Abdülaziz Hân (1861–1876) gibi öldürülenler olmus, fakat Istanbul disina sürgün edilen pâdisah olmamisti!.. Hareket Ordusu basinda Istanbul’a giren ve Abdülhamid Hân’in “büyüklügü” sayesinde müdhis bir lüpçülükle zafer (!!!) kazanip tam bir diktatör kesilen Mahmud Sevket Pasa bu sürgün isini plânlayan kimsedir!.. Sultan Hamid bu nankörün tertibi, oyunu ile Selânik’e giderken, Istanbul’da korkunç bir soygun baslamis, daha evvel kaydettigimiz bu korkunç soygun tarihimize “Yildiz Yagmasi” diye geçmis ve bu “yagma”dan kurtulabilen yalniz Yildiz Kütüphânesi olmustur!..

91 yil evvel 27 Nisan 1909 Sali günü baslayan Abdülhamid Hân’in Selânik’deki sürgün hayati 1912 yilinin 1 Kasim Cuma gününe kadar üç sene, alti ay, üç gün devam etmistir!.. Bu üç buçuk yillik sürgün hayatinin zorluklari, istirabi, hüznü ve üstelik servet gasbi basta Mahmud Sevket Pasa olmak üzere, Ittihatçi çete basindaki sergerdelerin yüz karasidir!..

Bu haftaki yazimizi Ali Riza Alp’in bir cümlesiyle noktalayalim: “Abdülhamid’i kötülemek cehalettir.”

Sarax
09-19-2008, 14:51
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz - Arastirama



31 Mart Vak’asi diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 tarihine rastlamaktadir. Tarihçiler bu olayin, kendi zulümlerini örtmek isteyen Ittihadcilarin, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için, Ingiliz Gizli Servisi’nin yardimi ile ve Ingilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise oldugunda ittifak etmislerdir. Ancak suç, samimi Müslümanlara yikilsin diye, bir kisim dini sloganlar kullanilmis ve “seri’at elden gidiyor” diye dine ve dindarlara hücum planlari hazirlanmistir. Ittihadcilar, kendilerinin tertipledikleri bu olayi dindarlari mürteciler diye suçlayarak dindara yikmislar ve maalesef kendileri gibi düsünen tarihçileri de kullanarak, bu olayi en büyük irtica olayi diye takdim etmislerdir. Böyle bir tertibi fiiliyata dökmek için hem yeterli sebepler vardir ve hem de memleketin bazi halleri böyle bir fitne için alevlendirici özellik arzediyordu. Þöyle ki:

Evvela, 31 Mart Vak’asinin sebepleri nelerdi?

A) Bu olayin asil sebebi, Ittihadcilarin yaptiklari zulüm ve istibdaddi. Ittihadcilar, tam bir zorba kesilmislerdi ve muhaliflerini sokoklarda öldürecek kadar azitmislardi. Mesela, Ismail Mahir Pasa, muhalif gazetecilerden Ahmed Samimi ve Hasan Fehmi Bey Istanbul caddelerinde açikça öldürüldü ve faili meçhuller artmaya basladi. Sultan Abdülhamid, Mesrutiyen geregi icraya karismiyor ve sadece temsil vazifesini görüyordu. Devlete daha çok hakim olmayi isteyen Ittahadcilar, yabanci devletler tarafindan Abddülhamid’e karsi bir seyler yapmaya zorlaniyorlardi. Onlar için tek hedef, gölgesinden dahi korktuklari Sultan Abdülhamid idi.

B) Osmanli Devleti’ni yikma planlarinin yapildigi Meclis’teki vekillerin degismesi için, millet tam manasiyla kayniyordu. Ermenistan ve Rum Pontus tartismalariyla ugrasan Meclis’teki vekillerden halk rahatsizdi.

C) Icradan uzak tutularak kösesine çekilmeye mecbur edilen Sultan Abdülhamid’in yeniden devlet ve millet lehine harekete geçmesini arzu edenler vardi. Çünkü Itihadcilar, Ingilizlerin masasi gibi, onu tahttan indirmek için mesgullerdi.

D) Asker siyasete karismisti. Aldigi askeri ve dini terbiyeye aykiri isler yapmaya baslamisti. Mesela Selanik ve Manastir’dan Istanbul’a getirilen III. Orduya ait subaylari fiyakasindan halk ve diger ordu mensuplari yaka silkmeye baslamislardi. Bununla kalmayip Ittihadcilar, Istanbul’u korumakla görevli I. Orduyu tahkir ederek, III.Ordunun Selanik’teki tümeninden nigahbân-i hürriyet ve muhâfiz-i mesrutiyet adiyla avci taburlarini Istanbul’a sevk ettiler.

E) Hasan Fehmi Bey basta olmak üzere, faili meçhul olaylarin artmasi milleti tedirgin ediyordu.

F) Ittihadçilar kendilerine muhalif gördükleri subaylari ve hatta askerleri kadro disi ediyorlardi; açikça bir tasfiye hareketi baslamisti. Bu durum da ciddi bir gerginlik sebebiydi.

G) Hürriyet adi altinda her türlü ahlaksizlik serbest hale gelmisti. Açikça Þer-i serife aykiri isleri yapan Ittihadcilara karsi, halkta ve özellikle de sagini solundan ayiramayan Dervis Vahdet gibi bazi dindarlarda, idareye karsi bir nefret olusmaya baslamisti.

Bütün bu sebeplerin bulundugu bir ortamda, özellikle 24 Temmuz 1908-14 Nisan 1909 tarihleri arasinda, her iki tarafa ait gazeteler, gerginligi artirici yayinlar yapiyorlardi. Partiler, sanki bir iç savas olacak gibi fedai yazmaya baslayan cemiyetler kurmaya basladilar. Ittihadcilar, zafer sarhosluguyla baski ve zorbaliklarini daha da artirmaya basladilar. Sinirsiz hürriyet anlayisi, askerlere kadar asilandi ve erler subaylara itaat etmez hale geldiler. Dine ve ahlaka aykiri bazi seyler, askerlere telkin edilmeye baslandi. Orduda itaat ve ahlak bozulmaya baslayinca, dinde hassas ama muhakeme-i akliyede eksik olan bazi nâdânlar, iyilik yapiyorum zanniyla bazi fitne tohumlarini ekmeye basladilar. Hürriyetin yanlis anlasilmasi ve tatbik edilmesi sonucunda, devletin idaresi cahillerin elinde kaldi ve herkes kendi basina hareket eder hale geldi. Istanbul serseri mayinlarla dolu bir hale gelmisti.

Iste Ingiliz Gizli Servisi’nin tahrikleriyle hareket eden Ittihad ve Terakkiciler, 31 Mart 1325 günü yani 14 Nisan 1909 tarihinde, gergin durumu firsat bilerek tertiplerini fiiliyata dökmeye karar verdiler ve III. Ordudan getirdikleri avci taburlarina mensup neferlerin fisegini patlattilar. Baslarinda tek bir subayin dahi bulunmadigi ve sadece basçavus ve çavuslarin komuta ettigi bu erler, “Þeri’at isterüz” deyü isyan ettiler. Ayasofya ve Sultanahmed Camii önlerinden toplanan kalabalik, Sadrazam Hüseyin Hilmi Pasa ile Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmet Riza Bey’in azlini ve bütün Ittihadcilarin sürgün edilmelerini istiyorlardi. Yukarida zikredilen sebeplerden dolayi, isyan eden askerlere, basta hamallar olmak üzere her çesit insan karismisti.

Görünürde Ittihadcilara karsi, seriati ve onun teminati olan Abdülhamid’i kurtarmak için yapilmis bir isyandi. Ancak tamamen Ittihadcilarin ve Ingiliz Gizli Servisi’nin, Abdülhamid’i tahttan indirmek ve bu arada dindar halki da ezerek gözdagi verilmek için yapilmis bir tertipti. Bu serseri mayin gibi isyan eden askerler, Ittihadcilarin ileri gelenlerinden Ahmet Riza Bey zannederek Adliye Nâziri Nâzim Pasa’yi ve Gazeteci Hüseyin Cahid zanniyla da Milletvekili Emir Þekib Arslan Bey’i öldürdüler. Sultan Hamid, II. Tümen kumandanini çagirarak âsileri dagitmasini istedi; ancak Padisah’in talimatini dinlemeyen komutan Ordu Komutanindan emir almadigini söyleyecek kadar alçalmisti. Maalesef Ittihadci olan ve sonradan bu haline çok pisman olan Mahmud Muhtar Pasa ise, emir vermemekte direndi. Daha sonra isyan eden bu cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve de sagini solundan fark edemeyecek kadar ahmak olan bazi dindarlar da katildi. Zaten Ittihadcilarin muhalifleri de böyle bir firsat bekliyordu. Onlar da akilli hareket edemediler. Is, çigirindan çikmisti. Bediüzzaman basta olmak üzere, bir kisim akilli Islam alimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun oldugunu ve oyuna gelmemeleri gerektigini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaata getirmisti.

Ittihadcilar, Ingilizlerin aleti olmuslar ve bütün Müslümanlarin ümidi haline gelen Abdülhamid’i indirmekten baska gaye gütmemislerdir. Bu olayi kendileri tertip etmelerine ragmen, israrla bir irtica olayi oldugunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasini açmak adetinin kötü bir baslangici oldu.

Firsati ganimet bilen Ittihadcilar, olaylar büyüyünce, Selanik’ten Hareket Ordusu adini verdikleri kuvvetleri, Padisah’i kurtarmak gibi yalanci bir sloganla Istanbul’a sevk etmeye basladilar. Bu hareket ordusunun sadece kumandani olan Mahmut Þevket Pasa Müslüman ve Türk’tü. Askerlerin çogu, yagmaci ve Müslüman katili olan Makedonyalilardi. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayin vahametini anlayan Istanbul’daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutani Nazim Pasa, Sultan Abdülhamid’e müdahele etmeleri gerektigini anlattilarsa da, Müslümani Müslümana kirdirmayacagini söyleyen Padisah, onlara gerekli talimati vermedi. I. Ordu Kumandani Nazim Pasa’ya, Hareket Ordusu’na silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan’da Hareket Ordusu, Yunan ordusu gibi davrandi ve Yildiz Sarayi’ni yagmaladi. Kütüphane disinda Padisah’in altin arabasini bile parçalayip götürdüler. Daha sonra da 27 Nisan 1909’da Meclis-i Umumi’yi toplayarak Abdülhamid’i hal’ kararini silah zoruyla çikardilar. En önemli ithamlari, 31 Mart Vak’asi’ni tertip etmekle suçlamak idi. Halbuki bu tamamen yalandi. I. Orduya talimat vermemekte direnen Padisah, Müslümani Müslümana kirdirmakla itham ediliyordu.

Kisaca 31 Mart Olayi, Ittihadcilarin tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalifleri olan Kâmil Pasa-zâde Said Pasa, Ismail Kemal Bey, muhalif gazetecilerden Mizanci Murad ve Volkan Gazetesi bas yazari Dervis Vahdeti gibi bazi safdiller de durumdan pasta çikarmak ugruna atese körükle gittiler ve fitne atesini söndürmek yerine daha da alevlendirdiler. Neticede düsmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-i Harb-i Örfî çok masumlari idam sehpalarinda sallandirdi. Din düsmani kesimlerin eline de tam bir irtica sermayesi verilmis oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayi ile suçlandilar; ama beraat ettiler.1

Sarax
09-19-2008, 14:52
31 Mart bir Yahudi ihtilâli gibi!





Yahudi-sabataycilar ve onlarin hizmetkârlari olan masonlarin Ittihatçilar vasitasiyla Osmanli’yi nasil mahvettiklerini Ingiliz elçisi Sir G. Lowter, Ingiliz Hariciye Naziri Sir C. Harding’e gizli kaydiyla gönderdigi raporda anlatmaya devam ediyor:
“Birkaç yil önce, Selanikli Yahudi-mason Emmanuele Carasso - ki, hâlâ Osmanli Meclis’inde Selanik temsilcisidir- orada Makedonya Risorta isimli Italyan farmasonluguna bagli bir loca kurdu. Bu kisi görünüste Sultan Abdülhamid’in casuslarini aldatmak maksadiyla, fakat aslinda Türkiye’de Yahudi tesirini kuvvetlendirmek için Jön Türkler’i yani Ittihatçilari farmasonlugu kabule tesvik etmistir.
“IT”IN SLOGANI DA, RENGI DE MASONIK
Evinde onlara toplanti izni saglamistir. Selânik’teki hareketin temeli Yahudidir. Ittihatçilarin Liberta-Egalite-Fraternite yani Hürriyet-Esitlik-Kardeslik sloganlari Italyan farmasonlarindan alinmistir. Ittihatçilar’in amblemi olan kirmizi beyaz renkler de aynidir. 1908 temmuzundan kisa zaman sonra Cemiyet Istanbul’a tammen yerlesince, belli basli üyelerinden çogunun farmason oldugu ögrenildi.
31 MART TÜRK DEGIL, YAHUDI IHTILALI
Carasso mühim rol oynuyordu. Balkan cemiyetini de avucuna aldi ve gerek yerli ve gerekse yabanci Yahudiler yeni hükûmetin hevesli destekleyicileri hâline geldiler. Öyle ki, bir Türk’ün ifade ettigi gibi; herkesin Ibrânî-Yahudi cemiyetinin casuslugunu yapmaya koyuldugu ve ihtilalin (yani 31 Mart’in) Türk’ten ziyade Yahudi ihtilaline benzedigini söylüyorlardi.
Müslümanlarin masonluga karsi büyük nefreti vardir. Onu dinsizlikten beter sayarlar. 13 Nisan 1909’da bu unsurun önemini inkâr etmek mümkün degildir. Fakat dikkati çeken nokta, Selanik’ten Istanbul’a yollanan dört taburu Kâmil Pasa geri göndermek istemis, ayaklanmayi, sözüm ona gerici hareketi yapan taburlarin basinda Selanikli farmason Kripto-Yahudi Resmi Bey ve emrindeki askerlerin davranislarindan dolayi askerî mahkemeye sevkedilmeleri gerekirken, Sultan Mehmed Resad’a yâver tayin edilerek taltif olundu.
“ISRAIL’I EZEN”I DEVIRMENIN SEVINCI
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Selanik’teki Yahudi gazeteler, “Israil’i ezen” sultandan kurtulduklari için sevinçli yazilar yazdilar. Zira, Abdülhamid, siyonist lider Theodor Herzl’in Musevilere kirmizi pasaport istegini iki defa reddederek, siyonistlerin Filistin’deki emellerine mani olmustu. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra Hamburg’daki 9. siyonist kongresinde “Türk Ihtilalinin Mucizesi” Yahudi basarisinin dogurdugu sevinçle kutlanmisti.
Ayni zamanda, kabiliyetli farmason Kripto-Yahudi ve Selanik Milletvekili Cavit bey, Maliye Bakani oldu. Farmason olan Talat Bey, Içisleri Bakani yapildi. Basvekil Hilmi Pasa da mason olmak için müracaatta bulunmus.
ASKERÎ MAHKEME SUBAYLARININ ÇOGU FARMASON
31 Mart üzerine iki sene örfî idare (sikiyönetim) ilan edildi. Askerî mahkemelerdeki subaylarin çogu farmasondu. Meclis’e verilen emirle çok siki bir basin kanunu çikti ve Selanikli bir Yahudi Basin Bürosu Müdürü yapildi. Bu çok kudretli bir mevki idi. Zira, böyle bir mevkiye sahip kisi, istedigi gazeteyi “yeni rejimi tenkit -ki buna gericilik deniliyordu-” suçuyla kapatabiliyor, sahibini veya yazi isleri müdürünü askerî mahkemeye sevkedebiliyordu.
DEVLET TAMAMEN YAHUDI VE MASONLARIN ELINE GEÇTI
Osmanli telgraf ajansi Bagdatli bir Yahudi emrinde baslatildi. Selanikli bir Yahudi de Adalet Bakanligi’na da danisman getirilme tesebbüsü yapildi.
Istanbul’daki Ittihat ve Terakki Baskani Selanikli bir Yahudi ve masondur. Baska bir Selanikli Yahudi mason, belediye baskani oldu. Misirli mason, Prens Halim Pasa, belediye baskan yardimcisi oldu. Ayni zamanda eski polis teskilatinin yerine polis ve jandarmayi kontrol eden bu teskilatin basina da Selanikli bir mason Yahudi getirildi.
Ayni zamanda farkedildi ki Makedonya ve diger memleketlerin köylerinden sehir merkezlerine kadar her yerinde muhtarliklar gibi farmason localari açilmaya baslandi. Sadece Istanbul’a 12 mason locasi bir seneden az bir zamanda açildi.
Localarin gizliligi aslinda “açik” oldugunu iddia eden Ittihatçilar’in gizli faaliyetlerini sürdürme ve mevkilerini muhafaza edebilmelerine yardimci idi.
Masonlugu kabul etmeleriyle memleketin diger büyük milli meselelerinin Türkiye lehine halledilebilecegi söyleniyordu. Böylelikle uluslararasi politikanin parçasi sayilacaklari, Ingiltere kralinin kardesi olup, Istanbul’a geldiginde onunla özel isaretlerle el sikisabilecekleri anlatiliyordu.
MASON OLMA YARISI
Yeni yeni kisiler eski Ingiliz locasi La Turquie’ye gelmeye basladi. Bu yolla bir Ingiliz teskilatina girdikleri telkin ediliyor, Ingiltere kralinin bu locayi destekledigi belirtiliyordu. Ittihatçilarin ordu üzerindeki nüfuzunu muhafaza edebilmesi için, subaylar, bilhassa genç subaylar mason yapiliyordu.
Bu subaylar Makedonyali Niyazi’nin dogum yeri olan Resne’den alinan isimle Resna locasina katiliyordu.
Cemiyetin (Ittihatçilarin) milletvekili ve senatörlerinin çogu ise Içisleri Bakani Talat Bey ve Maliye Bakani Cavit Bey’in mensup olduklari La Constitution locasina katiliyorlardi. Bazi muhalif milletvekilleri, bilhassa Araplar, kenara itildiklerini politik entrikalardan uzakta kaldiklarini farkedince Uhuvvet-i Osmaniye, Muhibban-i Hürriyet gibi localara girdiler. Ayrica Arnavtuluk’taki bir milyona yakin Bektâsî zaten masonluga yakin teskilat ve düsünce sahibi idi ve mason olma istegini gerçeklestirdiler.
Istanbul’daki ve diger yerlerdeki bütün mason localari, Selanik ve Makedonya’daki farmason agi gibi temel olarak Yahudiler tarafindan yönetilmektedir. Diger unsurlar yoktur.”

Sarax
09-19-2008, 14:53
Sehzâde Âbid Efendi'nin anlattiklari

Sultan Ikinci Abdülhamid Hân'in (...) en küçük oglu/sehzâdesi Haci Mehmed Âbid Efendi'nin (17.05.1905 Yildiz Sarayi - 08.12.1973 Beyrut) hayatinin son yillarinda Sayin Taha Toros'a anlattiklarinin bir kismini naklederek mühim bir kaç gerçegi hatirlatmaya çalisacagiz. Âbid Efendi ile yaptigi görüsme (mülâkat-röportaj) söyle basliyor Sayin Taha Toros:

- Birinci Dünya Savasi'nda, Çanakkale'nin düsmanlar tarafindan zorlanmasi üzerine Ittihatçilarin telâslandigi biliniyordu. Bu bakimdan hükümet bâzi tedbirler almayi tasarliyordu. Meselâ, Pâdisah (Sultan Resad) Dolmabahçe Sarayi'ndan, eski pâdisahi da (Sultan Hamid) Beylerbeyi Sarayi'ndan kaldirip, bunlarin düsman eline geçmeyecek sekilde Anadolu sehirlerine götürülmesi Ittihatçilarin tasarilari arasindaydi. Sultan Resad hükûmetin her dedigine boyun egecek yumusaklikta bir insandi. Bu bakimdan onun rizasini almak problem olamazdi. Çetin mesele eski pâdisah Sultan Hamid'in Istanbul'dan Anadolu'ya götürülmesine riza gösterip göstermeyecegi üzerinde toplaniyordu. Onunla bu temasin gizli yapilmasi gerekti. Hattâ o kadar gizli yapilmasi lüzumluydu ki, bu konuda araci kullanilmasi bile mahzurluydu.

Sultan Abdülhamid'le temaslar, Sadrâzam Talât Pasa ile Baskumandan-vekili Enver Pasa tarafindan yapilmisti. Oglu Âbid Efendi bu konuyu söyle özetledi:

"- Pasalar babami, gece kimsenin göremeyecegi saatlerde ziyaret ettiler. Annemle Sultan Hamid'in diger hanimlari ve hizmetkârlari, böylesine ânî ve gece karanliginda yapilan ziyaretten fazlasiyla endiselendiler!.. Hattâ babama bir su'i-kast yapilacagi süphesine düstüler, korku içerisinde titresip durdular. Ben yanlarindaydim. Sahilden gelen pasalarin babamin odasina girmelerini, bütün siddetiyle çarpan kalbimle izledim. Talât Pasa ile Enver Pasa babamin bulundugu odaya girdiler. Her ikisi de, eski bir pâdisah olan babama -sanki günün hükümdari imis gibi- yerlere kadar temennalarla ilerledi. Tarifi ancak görülmekle mümkün olabilecek asiri bir saygiyla, hattâ riya dolu bir saygiyla elini öptüler. Kapi araligindan iyice gözetleyebildim. Babam Abdülhamid onlari ayakta, fakat hiçbir zaman bulundugu yerden ilerlemeyerek karsiladi.

O gün devleti parmaklarinda ve dudaklarinda tutan bu iki ünlü pasanin beklenmedik ziyaretleri, hele önceden tahmini mümkün olmayan protokol kaidelerinin üstünde asiri hürmetleri karsisinda, babamin zerre kadar sasirmadigini ve ziyaretçilerine karsisindaki koltuklara oturmalari için eliyle yaptigi isareti bugün olmus gibi hatirliyorum.

Ben o anda, bu ziyaretin sebebini bilmeden, merak içinde olan annemle; babamin diger haniminin birlikte bulundugu odaya kostum. Onlara endise etmemelerini söyleyerek gördüklerimi çarçabuk anlattim. Pasalarin jestini ve asiri saygilarini öylesine heyecanla anlatmis olacagim ki, bundan kendine göre bir mânâ çikartan annem Naciye Sultan (1887-1923): "Allah büyüktür. Insaallah Sultanimi tekrar tahta davet ediyorlar" dedi.

Ancak, pasalarin babamin yaninda uzunca müddet oturduklarini biliyorum. Bu misafirlere o gece, Beylerbeyi Sarayi'nda neler ikram edildigini unutmus olacagim.

Misafirler gittikten sonra Kadin-Efendiler, Muhafiz Beyler ve yakin hizmetkârlar odalarda bu ziyaretin neticesini yorumlamaya çalistilar. Bir gün sonra ögrendik ki, Talât Pasa ile Enver Pasa, Çanakkale'deki savasin muhtemel kötü neticelerinden bahsetmisler. Sultan Resad'la babamin ve Veliahdin Anadolu'ya götürülmeleri plânini açiklamislar. Eski hükümdardan, tecrübeleri nedeniyle mütalâsini sormuslar. Sonradan babamin anlattigina göre, pasalari büyük bir sükûnetle dinlemis. Onlara sahsî görüsünü ve tavsiyesini asagi yukari su sözlerle bildirmis:

SULTAN HAMID DIYOR KI:

"- Ben yerimden bir adim bile kimildamam ve bir yere gitmem. Biraderim Pâdisah (Sultan Resad) için de tavsiyem, saraydan asla ayrilmamasidir. Allah göstermesin bir ayrilik hem ordunun, hem milletin mânevîyyatini bozar. Yenilmek mukadderse bu ayrilik onu çabuklastirir.

Ben pâdisah iken, Balkan milletleriyle topragimizda gözü olan ve ülkemizi parçalamak isteyen büyük devletlerle daima baris yolunda yürümeye çalistim. Pâdisahliktan ayrilirken yeni idareye miras olarak büyük bir vatan topragi birakmisti. Bu degerli topraklar gün geçtikçe düsmanlarimizin eline geçti. Kala kala elde bugünkü topragimiz var. Sayet Çanakkale'de tutunamazsaniz, bu durumunuz Istanbul'un düsman eline geçmesine hizmetten baska bir seye yaramaz.

Ben, büyük ceddim Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri'nin zaptedip milletimizin gözbebegi haline gelen ve devletimizin merkezi olan Istanbul'u düsman isgâli altinda görmektense, topragin altina girmeyi ve onlarin kursunlari ile bu sarayda ölmeyi tercih ederim. Biraderimin (Sultan Resad'in) Istanbul'u terk etmesi yolundaki tavsiyenize gelince, bu husus tarihimize büyük bir leke olarak geçer. Bundan kat'i olarak vazgeçilmesini tavsiye ederim."

Âbid Efendi babasi Sultan Hamid'in son günlerini ve vefatini söyle anlatti:

SON GÜNLERI

"- Ölümü, normal bir ölümdü. Zaten yetmis alti yasina gelmis, saltanati günlerinde de çok tehlikeli olaylar geçirmis, su’i-kastten kurtulmus, hele sürgünde yasadigi yillarda memleketin ve milletin savaslarla ugradigi toprak ve insan kaybindan büyük üzüntü duymus, her gün yeni bir felâket isittikçe içi içine sigmaz olmustu!..

Ittihatçilarin tedbirsizligi yüzünden, koca Rumeli’den Istanbul’a dogru atilmamizi, Arnavutlugun, Trakya’nin bir bölümünün kaybi, Afrika’daki Trablusgarb olayi, Mekke ve Medine gibi Müslümanligin ocagi olan mukaddes yerlerin kaybi, münbit Mezopotamya’nin elden çikisi, Suriye’nin karisikligi babami son derece üzmekteydi...

Ileri yasinin normal sayilan hastaliklarina disini sikarak katlanabiliyordu. Ancak, memleketin o günkü haline, ecdâd kanlariyla yogrulmus imparatorluk topraklarinin erimesine, savaslarda kaybedilen insanlara öylesine üzülüyordu ki, bu felâket haberlerinin çöküntüsü içersinde âdeta ölümü bekler olmustu!..

Babam Abdülhamid’in cenaze merasimi de hiç unutamayacagim hazin hâtiralarim arasinda mühim bir yer alir. Kat’iyyetle iddia edebilirim ki, Osmanli Devleti’nin son döneminde ölen hiçbir pâdisaha bu kadar büyük merasim yapilmamistir. Oysa, babam öldügünde hükümdar degildi. Bir fetvâya dayanilarak Parlâmento karariyla tahtindan uzaklastirilmis, gözaltinda tutulan eski bir pâdisahti. Hükûmet ve millet üzerinde hiçbir tesiri yoktu. Hattâ genis bir toplulugun gözünde, pek de lehinde, olmayan kötülüklerin töhmeti altinda bulunuyordu!.. Öyle olmasina ragmen cenazesinde bütün Istanbul sanki ayakta onu ugurluyordu. Sultanahmed’ten Divanyolu’na eller üstünde götürülen tabutunu pencerelerden ve çatilardan izleyen kadinlarin gözyaslari, gelenin gideni çok çok arattiginin bir isaretiydi."

Ölmeden bilinmedi kadri

Babam Abdülhamid Hân’in

Hiç kimseye bâkî degildir.

Itibari bu fani cihanin

Ayse Osmanoglu

(Sultan Hamid’in kizi)

Sarax
09-19-2008, 14:55
II. ABDÜLHAMID VE JAPONLAR

II. Abdülhamîd'in ilk padisahlik yillarinda, Rus Harbînden üç sene kadar sonra (1296 - 1880) Istanbul'a bir Japon heyeti gelmisti. Heyet, Japon Imparatorunun akrabasindan (Prens Hebi) nin baskanligi altindaydi.

Asil gayesi Avrupa'yi gezmek, Japon ilerleyisinin temellerini kuvvetlendirmek olan heyet, Istanbul'a ugramayi, Türkiye'nin halini de görmeyi ihmâl etmemisti. Resmî bir sifati olmayan heyete, sarayca alâka gösterilmemesi gayet tabiîyken, Abdülhamîd aksini yapmis, heyeti, yâverleri ve tercümanlarina karsilatmis, Beyoglu'nun en iyi otelini ikâmetlerine vermis ve bütün masraflarini üzerine almisti...

Abdülhamid, Dogu milletlerinden biri olan Japonlarin bas döndürücü terakki hamlelerini büyük bir merakla tâkip ediyor, vatanina ait yükseltme sirlarindan belki onlarin vaziyetinde kendi eliyle çözebilecegi bir mânâ ariyordu. Bu bakimdan heyetle alakalanmis, Japonlari Yildiz'a dâvet ederek kendilerine göz kamastirici bir ziyafet vermis, onlari yakindan görmek ve tanismak istemisti.

Bu temasm neticesinde heyet, ertesi günü ziyaret ettigi Sadrâzama iki Dogulu millet arasinda siyasî ticarî münasebetler kurulmasini teklif etti, teklifleri Rusya'ya karsi biraz ihtiyatli olmak sartiyle müsai karsilandi. 1881'de Türkiye'nin Moskova sefiriyle oradaki Japon elçisi arasinda mevzu teskil eden bir anlasma projesi, bir müddet Osmanli Hariciyesini mesgul ettiyse de, neticede, Rusya kaygisi yüzünden, Japonlari siyasî anlasmaya girilmeksizin ticarî bir yakinlik ve ruhi dostluk kurulmasi, gerektigi anda da bu dostlugu hemen ittifaka döndürülebilecek bir mahiyet tasimasi münasip görüldü.

Aradan alti yil geçince, ikinci bir heyet... Heyet, bu defa maresal rütbeli (Prens Akihito) baskanliginda... Bu Prens, Günesin Oglu farzedilen Mikado'nun yegeni, dayisinin oglu...

Abdülhamid, Prens'e ve heyete büyük alâka gösterdi, onlari Dolmabahçe Sarayi'na misafir etti ve Yildiz'a dostça karsiladi.

Bu defa heyetin vaziyeti resmiydi. Prens, Abdülhamîd'e Mikado'nun gönderdigi en büyük Japon nisanini takdim ediyor, Sultan ise o zamana kadar hiç bir ecnebî devletten nisan kabul etmedigi halde, onu zevkle benimsiyordu.

Prens, Hünkâra, Mikado'nun hususî bir mektubunu getirmisti. Mektupta hiçbir sir yok, sadece siyasi ve ticarî sahalarda iki milletin yakinlasmasina ait dilekler var... Fakat üslûbunda öyle bir eda mevcut ki, Abdülhamid'e Rusya'ya karsi basi sIkilir sIkilmaz hemen Japon destegini vâdetrnekte...

Abdülhamid bu manâyi, hemen sezdi, sezdigini de Prens'e göz isaretiyle bildirircesine hissettirdi, ayni mânâya bagliligini Prens'e hesapsiz ikramlar ve iltifatlar seklinde gösterdi. fakat disariya hiçbir ipucu vermedi.

Japon Prensi, mes'ut, memleketine dönerken Payitahtta büyük mesele:

— Japon heyetinin ziyaretine mutlaka mukabele etmek sart... Fakat hangi sehzadeyi ve beraberinde kimleri göndermeli?.. Böyle bir ziyaret bütün Avrupa'yi, hele Rusya'yi müthis kuskulandirir. Ne yapmali?..

Vezirler, parmaklarini sakaklarina dayamis, bunu düsünürken, Abdülhamîd, formüllerin en ince ve sahânesini buldu. Sadrâzam Kâmil Pasa'yi saraya çagirtti ve emrini verdi:

— Japonlarin ziyaretine karsilik olarak, siyasi mânâ tasiyan blr heyet göndermeyecegiz de, talim ve terbiye vesilesi altinda bir mektep gemisi gönderecegiz. Bu gemi, bayragimizi, Hindistan ve Çin sularinda ve müslümanlarin oturdugu adalarda dalgalandiracak...

Japonya'ya karsi resmi vaziyeti de esasta sIki dostluk nisanesi altinda bir ilmi tetkik seyahati olacak...

Karar derhal tatbik edildi ve «Ertugrul» isimli gemi, seçkin bir kadroyla Japonya'ya gönderildi.

Gemiye, Bahriye Nâziri'nin damadi Miralay (albay) Osman Bey kumandan tâyin edilmis ve bu degerli subayin vazifesi, hakikatte, Sultan'in mektubunu Mikado'ya vermek, hediyelerini takdim etmek ve fevkalâde murahhas olmak üzere tâyin edilmisti.

Miralay Osman Bey olarak yola çikan «Ertugrul'» kumandani, gemi Singapur'a varinca, yolda pasaliga yükseltildi. Mikado'nun huzuruna pasa olarak çikmaya hazirlandi; ve Istanbul'da verilmeyip yolda bahsedilen bu rütbe hâdisesi de yine Sultan'in siyasî dehâsindan bir örnek oldu.

Taktigi, bütün nazarlarin "Ertugrul" üzerine çevrildlgi bir anda fazla alâyis ve seyahat üzerinde hususî blr kiymet belirtmemekti.

«Ertugrul», (1306 - 1890) yilinin 26 Mayis günü, onbir ay süren bir seyahatten sonra Yokohama limaninda...

O zamanin seyrüsefer sartlarina göre, bu seyahat, Türk Bahriyesi adina bir basari... Yol boyunca ugranilan Islâm ülkelerinde yildizli hilâlin dalgalanisi bakimindan da muazzam ruhî kiymet...

Karsilikli merasim toplari atilirken, gemiye gelen Japon Tesrifat Nâziri, Osman Pasa'nin elini hararetle sIkarken söyle diyordu:

— Hos geldiniz Amiral ! Hasmetlû Mikado Hazretleri adina sizi selâmladigim su dakikada hilâl ve günesin birlesmis oldugunu görmekle saadet duymaktayim !

«Ertugrul» gemisinin sembollestirdigi mânâ ve sahislara gösterilen alâka ve sicaklik, Mikado'dan çöpçüye kadar pek büyük oldu. Arada, bellibasli ve madde madde sinirli bir anlasmaya varilmaksizin, bir daha gelmeyen bir güne ismarlanmis olarak, ruhi yakinlik ve dostluk zemini tamamiyle kuruldu. «Ertugrul» her aksam, etrafindaki binlerce Japon kayigina 50 kisilik bandosiyle konserler vererek üç ay kadar Japon sularinda kaldi ve nihayet döndü.

Dönemedi.

Hareket edecegi gün Japon Bahriye Nezaretinden barometrelerin birden çok düsmüs oldugu ve Japon Denizi'ne ait korkunç firtinalardan birinin patlamasina ihtimal bulundugu, bu yüzden hareketini geciktirmesi gerektigi haberini almasina ragmen denize açildi.

Hareketinin ertesi aksami, Japon Denizi'nin o müthis tayfununa yakalanis... 44 saat, ha batiyor, ha batti, su yüzünde bir findik kabugu gibi firtinayla bogusma; ve neticede (Osima) kiyilarindaki kayaliklar üstünde parçalanmis... Içindekilerin çogu sehit, gerçek sehit... 607 candan, kurtulabilenler 69 kisi... Osman Pasa bogulanlar arasinda...

«Ertugrul» hakkindaki en güzel sözü bir Japon gazetesi söyledi:

"— Ertugrul vazifesini yapmistir."

Japonya ve Türkiye'de duyulan aci, her mikyasin üstünde... Mikado, kendi sularindaki felâket yüzünden dövünür ve elindeki 69 kazazedeye ne yapacagini bilemezken, Abdülhamid, günlerce ne yedi, ne içti, ne de lâf edebildi.

Türk kazazedelerini Istanbul'a getiren iki Japon harb gemisine halk ve Abdülhainîd tarafmdan alâkalarin en coskunu...

Abdülhamîd'in Japonlar ve Japonya mevzuunda baslicâ emeli, Avrupalîlasirken sahsiyetini elde tutan ve ondan zirnik feda etmeyen bu milleti, siddetle atildigi yükselme yolunda gerçek dine de ulastirmakti. Nitekim, Japonya'da «Dinleri înceleme» adinda bir de tesekkül kurulmus ve kongre tertiplenmisti. O güne kadâr Japonya'da pek fena ve kaba, sekilde yürütülen Islâm propagandasi, iste bu vesileyle birdenbire Japon halkinin ruhuna yöneltilebilir ve Dogunun bu muazzam milleti elinde Müslümanlik yepyeni bir hamleye kavusabilirdi.

Abdülhamîd, bu dâvaya çok ehemmiyet verdi; ve Japonlar tarafindan istenilen din kitaplarini, kütüphanesinin en nâdide eserleri arasindan seçip gönderdi ve bu kitaplarm arasina bir de, üzerindeki insan emegi bakimmdan madde ölçüsüyle paha biçilmez bir Kur'ân ilâve etti. Toplanacak kongre üstünde de en derin sekilde müessir olmayi düsünürken, misyonerler ve kozmopolitler tarafindan araya bin fesat sokuldu ve basari yollari kapatildi. Mikado ise, yine ayni fesatlar yüzünden böyle bir kongreye lüzum görmedigini ve tebaasinin fert fert diledigi dini seçmekte hür oldugunu ilân etti.

1904 Rus - Japon Harbinde koca Rusya'yi dize getiren Japonlarin ruhundaki ham mistigi anlayan ve onu îslâmiyetle kemallestirmek isteyen Abdülhamid, böylece, Japonlar nezdinde gizli bir müttefik muhafaza etmekten baska bir imkân bulunmadigini anladi ve her sahada niüdafaadan ibaret olan kaderine boyun egdi.

Sarax
09-19-2008, 14:56
Çanakkale Savasi gerçekleri

Sultan Ikinci Abdülhamid Hân'in keyfi idaresinden (!!!) sikâyetle isbasina gelen Ittihatçi sergerdeler devlet idaresine hâkim olduktan sonra öylesine keyfî bir idare kurmus ve "hürriyet kahramani" diye alkislanan bu kabadayilar o derece müdhis birer diktatör olmuslardir ki, Birinci Dünya Savasi'nin baslamasindan (24 Temmuz 1914) hemen sonra Almanlarla yapilan ittifak, Sadrâzam Said Halim Pasa, Harbiye Naziri (Bakan) Enver, Dahiliye Naziri Talât ve Meclis-i Meb'ûsan Baskani Halil (Mentese) ile Alman Büyükelçisi Baron Von Wangenheim arasinda hazirlanip imzalanmis (2 Agustos 1914) ve isbu ittifak basta devrin padisahi olmak üzere bütün Heyet-i Vükelâdan (Bakanlar Kurulu'ndan), hatta Ittihatçilarin üçüncü adami Cemal Pasa'dan gizlenmistir!.. Cemal Pasa'nin hatiratinda bu mevzuda genis bilgi vardir.

***

* Dünyanin pek buhranli bir döneme sürüklendigi o günlerde Almanlarla gizlice anlasan Ittihatçilardan nevzuhur hürriyet kahramani Enver Pasa'nin emriyle iki Alman zirhlisi "Goeben" ve "Breslav" (bilâhare "Yavuz" ve "Midilli") Çanakkale Bogazi'ndan içeri alinmis (11 Agustos 1914) ve Enver Pasa bu mühim olayi arkadaslarina mütebessim bir çehre ile: "Bir oglumuz oldu" diyerek duyurmustur! Bu olaydan da ne padisahin (devlet reisi), ne Sadrâzamin (basbakan) ne Heyeti Vükelâ'nin (Bakanlar Kurulu) ve ne de alâkali diger kimselerin haberi olmamistir!

***

* Devletin Birinci Dünya Savasi'na katilmasi ise, yine bütün ilgili mes'ul devlet adamlarinin bilgisi disinda Enver Pasa'nin emriyle olmus, isimleri "Yavuz" ve "Midilli"ye çevrilen iki Alman zirhlisi bizzat Enver Pasa'nin emriyle Karadeniz'e çikip 29 Ekim 1914 Persembe günü Rus donanmasiyla sahillerini topa tutmus ve böylece Osmanli Imparatorlugu savasa katilmistir!.. Rus donanmasiyla sahillerine taarruz için Enver Pasa'nin Alman Amiral Souchon'a çok gizli isaretli bir emir gönderdigi ve devletin savasa katilmasindan alâkali kimselerin haberi olmadigi Nimet Kuraf'in "Türkiye ve Rusya",Hikmet Bayur'un "Türk Inkilâbi Tarihi", Amiral Lorley'in "Türk -Sularinda- Deniz Hareketleri", Yilmaz Öztuna'nin "Türkiye Tarihi", Ali Ihsan Sabis Pasa'nin "Harb Hatiralarim" ve General Fahri Belen'in "Yirminci Yüzyilda Omanli Devleti", Ismail Hami Danismend'in "Kronoloji"si gibi pek çok eserde sarahatle kaydolunmustur.

***

* Birinci Dünya Savasi boyunca pek çok cephede: Galiçya, Yemen, Iran, Irak, Makedonya, Dobruca, Hicaz, Kafkasya, Çanakkale, Sina ve Filistin gibi on cephede feragat ve fedakârlikla dövüstük. Bu cephelerden Çanakkale'de savas 3 Kasim 1914 Sali sabahi yirmi sekiz gemiden olusan bir Ingiliz-Fransiz filosunun Kum-Kale ve Sedd-ül-Bahir istihkamlarina açtigi ates ile baslamis, torpil tarlasina ragmen içeri girebilen Ingiliz denizaltilari zaman zaman agir zayiatimiza sebeb olmus, bu arada 26 Kasim günü Mes'udiyye zirhlimiz batmis, 19 ve 25 Subat'la 4 Mart günkü düsman taarruzu dis istihkâmlarda ve buralardaki bataryalarda büyük hasara sebeb olmustur.

***

* "Çanakkale Sehidleri" sairi Mehmed Âkif Bey'in "Safahat"inin altinci kitabi "Âsim"da: "Eski dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-i beser/ Kayniyor kum gibi, tufan gibi, mahser mahser..." "Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ" diye andigi düsmanin "rezil istilâ"siyla "daglar, taslar sühedâ gövdesi" ile dolmus, Çanakkale'nin böyle zor günler geçirdigi safhada Babiâli (hükümet) her ihtimale karsi hükümet merkezini Anadolu'ya nakletmeyi düsünmüs ve bu karari Beylerbeyi Sarayi'nda adeta mahpus hayati yasattiklari Sultan Ikinci Abdülhmid Hân'a bildirmek üzere Talât ve Enver Pasalar saraya gelerek huzura kabul edilmislerdir. Abdülhamid Hân'in en küçük sehzâdesi Âbid Efendi'nin (17.05.1905 Yildiz Sarayi) 8.12.1973 (Beyrut) anlattigina göre:

"- Pasalar, Çanakkale'deki savas durumunun muhtemel kötü neticelerinden bahsetmisler. Padisahla (Sultan Resad), babamin ve Veliahdin Anadolu'ya götürülmeleri planini açiklamislar. Babamdan, tecrübeleri dolayisiyla mütalâasini sormuslar. Sonradan babamin anlattigina göre, pasalari büyük bir sükûnetle dinlemis, onlara sahsi görüsünü ve tavsiyesini asagi yukari su sözlerle bildirmis: "Ben yerimden bir adim bile kimildamam ve bir yere gitmem. Biraderim Padisah (Sultan Resad) için de tavsiyem, saraydan asla ayrilmamasidir. Allah göstermesin bir ayrilik hem ordunun hem milletin maneviyatini bozar. Yenilmek mukadderse bu hareket onu çabuklastirir. (.......)

Ben büyük ceddim Fâtih Sultan Mehmet Hazretleri'nin zaptedip milletimizin göz bebegi haline gelen ve devletimizin merkezi olan Istanbul'u düsman isgali altinda görmektense ölmeyi tercih ederim. Biraderimin (Sultan Resad) Istanbul'u terk eylemesi yolundaki tavsiyenize gelince, bu husus tarihimize büyük bir leke olarak geçer. Bundan kat'i olarak vazgeçilmesini tavsiye ederim."

Abdülhamid Hân'in bu sâhâne jesti neticesinde Istanbul bosaltilmaktan kurtulup nakil isinden vazgeçilmistir!..

***

* Çanakkale'deki rezil istilâya büyük darbeyi Mehmed Âkif Bey'in: "Âsim'in nesli, diyordum ya, nesilmis gerçek/ Iste çignetmedi namusunu çignetmeyecek" dedigi nesil vurmus, 18 Mart 1915 Persembe günü Ingiliz amiral Robeck ile Fransiz amiral Guépratte kumandasindaki on sekiz büyük zirhli ile, daha bilmem ne kadar muhrip ve denizalti üç filo halinde bogaza girerek yedi saate yakin taarruzunu sürdürmüsse de, "ancak ebediyyetlerin istiâb" edebilecegi "bu topraklar için topraga düsmüs asker" karsisinda maglup olmus, Ingilizlerin Ocean ve Irreristible zirhlilariyla Fransizlarin Bouvet zirhlisi alti yüz mürettebatiyla batmis, daha bazi zirhlilar agir hasar görürken üç düsman gemisi karaya oturmustur!.. Böyle üçte birini kaybeden düsman donanmasinin geriye kalanlari da selâmeti firarda bulup kaçmislardir!..

***

* 86 yil evvelki Çanakkale zaferinin kahramani "Gömelim gel seni tarihe dense sigmayacak, gökten ecdâd inerek o pâk alnini öpecek olan, sehid oglu sehidlerdir." Bu gerçegi Çanakkale savasinda Anafartalar kumandani olan Miralay (Albay) Mustafa Kemal Bey'in (Atatürk) Rusen Esref Ünaydin'a anlattiklariyla ortaya koyalim:

"Karsilikli siperler arasinda mesafemiz 8 metre, yâni, ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulamamacasina kâmilen düsüyor, ikincidekiler onlarin yerine gidiyor. Fakat ne kadar gibtaya deger bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendi ölecegini de biliyor, hiç fütur bile göstermiyor, sarsilmak yok!.. Okumak bilenler ellerinde Kur'ân-i Kerîm, Cennete girmeye hazirlaniyorlar. Bilmeyenler, Kelime-i Sehadet çekerek yürüyorlar. bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren sâyan-i hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalisiniz ki, Çanakkale muharebesini kazandiran bu yüksek ruhtur."

***

* Kara savasi da dahil sekiz ay, on dört gün devam eden Çanakkale Savasi'nda 55.127'si sehid, 100.177'si yarali, 10.067'si kayip ve 21.498'i muhtelif hastaliklardan hayata veda eden cem'an 186.869 evlâdimizi kaybettik. Yarindan sonra kutlayacagimiz 18 Mart zaferinin 86'nci yildönümünde Çanakkale sehidleriyle birlikte, cümle sühedâyi sükran, minnet ve rahmetle aniyor, sehidlerimizden sefaat diliyoruz...

Sarax
09-19-2008, 15:02
ÇANAKKALE SAVAŞINDA İNGİLİZ OYUNU



Tarih boyunca İslam’a en büyük düşmanlığı İngilizlerin yapmış olduğunu görürüz. Günümüzde ise Amerika, yeni düşman addettiği İslam’a ve İslam dünyasına karşı ahlaksızca saldırırken İngilizler bu saldırılara ve Amerikan projelerine tam destek vermekte ve Amerika ile omuz omuza hareket etmektedirler. Bu yazımızda, Çanakkale savaşında İngilizlerin yaptığı alçaklıkların bazılarını inceleyecek ve bu alçaklıkların günümüzdeki versiyonlarına dikkat çekeceğiz.



İngilizler Çanakkale için sömürgeleri altında olan müslüman ülkelerden asker topluyorlardı. Saf müslümanları, “Sizin halifenizi Almanlar kaçırdı. Biz, sizin halifenizi kurtarmak için Almanlarla savaşıyoruz.” diyerek kandıran İngilizler, bu yalana kanmayan müslümanları, ailelerini öldürmekle tehdit ederek zorla cepheye sürdü. Gelmek istemeyenleri ise öldürdüler. İngiliz’in oyununa gelen müslüman askerler Çanakkale’de, Türklerle savaştıklarından habersiz harp ediyorlardı.



Bir bayram sabahı ilahî bir lütuf olarak Türk siperlerinin üzerini bulutlar kapamıştı. Düşmanın, siperlerimizi gözetleme imkanı ortadan kalkmıştı. Askerlerimiz çok sevinmişti. Zira bayram namazı kılmayı çok arzu ediyorlar fakat komutanları, toplu halde namaz kılmanın düşman için bulunmaz bir fırsat olacağını söyleyerek müsaade etmiyordu. Siperlerimiz bulutlarla kapandığına göre artık namaz kılınabilirdi. Komutanından erine hep beraber saf tuttular ve vecd içinde namaza durdular. Bayram namazını kıldıktan sonra hep bir ağızdan şevkle tekbir getirmeye başladılar. Bu sırada düşman siperlerinden gürültü, arkasından da silah sesleri gelmeye başladı. Meğer, kendileri gibi müslümanlarla savaştıklarını anlayan kandırılmış askerler, düşman siperlerinde karışıklık çıkarmışlardı. İngilizler de onların bir kısmını kurşuna dizmiş, bir kısmını da cephe gerisine çekmişti.



Müslüman askerleri kandırarak cepheye süren İngilizler, müslüman olmayan Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeleri de propaganda yolu ile kandırıyordu. Hıristiyan devletlerine, dünyayı barbar Türklerden kurtarmanın zamanı gelmiştir, diyorlar. Bu savaşın aynı zamanda bir haçlı savaşı olduğunu ifade ediyorlardı. Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen Anzak askerleri de İngilizler tarafından kandırılmıştı. Çanakkale savaşında Türklerin kahramanlığı gibi insanlığına da hayran kalan Anzak askerleri İngiliz kalleşinin gerçek yüzünü görüyordu. Nitekim İngilizler onlara “Türkler yamyamdır. İnsan eti yerler. Dünyayı bu yamyamlardan kurtarmak için savaşıyoruz” şeklinde propagandalar yapmışlardır. Fakat onlar cephede gördüler ki Mehmetçik kendi hayatını tehlikeye atarak düşman askerini kurtarabilecek kadar, kendi yaralı iken düşman askerinin yarasını sarabilecek kadar, kendi bayat ekmek yerken düşman esirine taze ekmek yedirebilecek kadar insanlığın zirvesindedir. Çanakkale’ye gelirken Türklerden nefret eden Anzaklar, Türklere hayran kalarak memleketlerine dönmüşlerdir.



İngilizlerin Çanakkale’de yaptıkları âdiliklerden birisi de kimyasal gaz kullanma teşebbüsleridir. Bu insanlık cinayeti, Lordlar Kamerasında Çörçil tarafından gündeme getirilmişti. Bunun bir insanlık suçu olduğu vurgulanınca Çörçil, “Türkler insan değildir. Bu yüzden gaz kullanmamızda bir sakınca yoktur” diyerek oradakileri ikna etmişti. Varillerle kimyasal gazlar gemilere yüklenip Çanakkale’ye sevk edildi. Rüzgar, mevsimin özelliğinden dolayı denizden karaya doğru esiyordu. Varillerin kapaklarını açacaklar, rüzgarın etkisiyle karaya doğru esen gazlar Türkleri zehirleyecekti. Fakat Müslüman Türk’e olan ilahî yardım İngilizlerin hesabını bozmuştu. Variller Çanakkale’ye ulaşınca rüzgar yön değiştirmiş, karadan denize doğru esmeye başlamıştı. Bu durum savaş boyunca devam etti.



Zehirli gaz kullanmaya muvaffak olamayan İngilizler başka bir kalleşliğe, başka bir insanlık suçuna imza atmayı başardılar. 28 Haziran 1915 gecesi direk, Sargı Yeri Hastanesini hedef alarak, çoğu parmağını bile kıpırdatamayacak kadar ağır yaralı olan 18.000 yaralı askerimizi şehit ettiler. Mehmetçiğimiz onların hastane gemilerinin hiçbirine tek kurşun bile atmazken, buna mukabil düşmanın yaralı askerlerini bile büyük bir şefkatle tedavi ederken İngilizler Ortaçağdan kalma vahşiliklerini pervasızca sergiliyorlardı. Bir savaş ve insanlık suçu işleyerek 18.000 savunmasız insanı katlediyorlardı.



Çanakkale’de İngilizler ve müttefikleri mağlup oldular. Savaş bitti, fakat İngiliz hilesi bitmedi. Savaştan sonra İngilizler Londra’nın iki önemli caddesine, Oxford ve Cambridge caddelerine birer heykel dikmişlerdi. Hâlen mevcut olan bu heykellerde, Osmanlı askerinin süngüsünün ucunda bir İngiliz askeri tasvir edilmekte ve altında şu ifadeler yazmaktadır: “Türkler, Çanakkale’de babanı böyle öldürdüler”



Şu ikiyüzlü İngilizlere bakın. Aldatmacaları ile yetmiş iki milleti peşlerine takıp dev zırhlılarla, dünyanın bir ucundan gelip ülkemizi işgal etmeye çalışıyorlar, her türlü imkansızlığa mukabil göğüslerindeki imanla savaşan Mehmetçiğe ölüm kusuyorlar, buna mukabil vatanını savunan Türkler hunhar, saldırgan İngilizler mazlum oluyor.



Bugün de yapılan şeyler dün yaşadıklarımızın benzeridir. Dünyanın bir ucundan kalkıp gelen Amerika ve İngiltere, Ortadoğu’yu işgal etmeye çalışmakta, buna mukabil ülkesini savunmaya çalışan bir avuç direnişçiye terörist damgasını vurmaktadırlar. Irak’ın işgalinde yeniden görüldüğü üzere öncelikle müslümanı müslümana kırdırmayı hedeflemektedirler. Bu yüzden etnik farklılıkları ve mezhep farklılıklarını ön plana çıkarmakta, müslümanların birbirine düşmesine çalışmaktadırlar. Dünyayı yanlarına alabilmek için müslüman ülkelerde kimyasal silah olduğunu ve bu ülkelerin dünya barışını tehdit ettiğini iddia etmektedirler. Halbuki dünyayı asıl tehdit eden kendileridir. Nitekim Amerika, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atarak yüz binlerce masum insanı buharlaştırmış, İngiltere ise başarılı olamasa da Çanakkale’de gaz kullanmaya teşebbüs etmiştir. Kimyasal silah kullanmadan yana sabıka dosyaları kabarık olan saldırgan müttefikler, kendilerinin, dünyanın en korkunç kimyasal ve nükleer silahlarına sahip olmasında herhangi bir sakınca görmemekte buna mukabil bir müslüman ülkede bu silahların olabilme ihtimaline bile savaş açabilmektedir. Hayalî gerekçelerle müslüman ülkeleri işgal edebilmektedirler.



Gerek İngilizler, gerek Amerika ve gerekse diğer batılı devletler dün ne iseler bugün de aynısıdırlar. Tarihten ibret alıp yanlış adım atmamamız gerekmektedir. Maalesef bizim içimizde de Amerika, İngiltere ve batılı devletlerle hareket etmeyi savunan gafiller bulunmaktadır. Ziya Gökalp’in bu hususta öğüt veren şu dörtlüğü dikkat çekicidir:



Kardeş dalgın çıkma yola



Bir yol tut ki emin ola



Önde varsa bir İngiliz,



Gitme sakın, fena bir iz.



Şu gerçeği asla unutmayalım ki İngiliz’in, Amerika’nın veya AB’nin izinden gitmek bize az şey kazandıracak fakat çok şey kaybettirecektir. Kaybedeceğimiz şeylerin en büyüğü ise Müslümanlıkla ve Türklükle yoğrulmuş millî şahsiyetimiz olacaktır. Unutmayalım ki, millî şahsiyetini kaybeden milletler millî hakimiyetlerini de kaybetmiş demektir...



Kaynak: Ilkadim dergisi, 04/2005

Sarax
09-19-2008, 15:02
Osmanli da devlet yönetimi

OSMANLI PADISAHLARI

Osmanli hânedani, Oguzlarin Kayi boyuna mensuptu. Bu boy, Avsar, Beydili ve Yiva gibi hükümdar çikaran boylardandi. Bir uç beyligi olarak tarih sahnesine çikisindan itibaren bünyesinin gerektirdigi dini, sosyal ve ekonomik degisIklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanli Beyligi, kisa bir müddet içerisinde köklü bir devlet haline geldi. Döneminin sartlarina göre çok kisa denilebilecek zamanda, tarihin akisini degistirecek kadar büyüyen bu devletin gelismesini, basit ve bazi tesadüflerle izah etmeye çalismak mümkün degildir.

Gerçekten, çok genis topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanli Devleti, çesitli din, dil, irk, örf ve âdetlere sahip topluluklari asirlarca âdil bir sekilde idare etmisti. Ulasim teknolojisi bakimindan günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansizliklar içinde bulunan o asirlarin dünyasinda, bunca farkli yapidaki topluluklari cebir ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hakimiyet anlayisinin sonucu olmasa gerekir. M. Fuad Köprülü'nün n bir madde halinde siraladigi ve Rasonyi'ye göre batili tarihçilerce de kabul edilen basarinin bu sebepleri de pek tatmin edici görünmemektedir. Zira onun isaret ettigi bu on bir maddenin birçogunda diger Anadolu beylikleri de ortakti. Osmanlilarin din, irk ve cografi ortam bakimindan Anadolu beyliklerinden pek farki yoktu. Hal böyle olunca Osmanli basarisinin sebeplerini baska sahalarda da aramak gerekir. Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, diger beyliklerin sahip olmadiklari veya yapamadiklari bazi seyleri basarmislardi. Bu konuyu arastiran pek çok tarihçi gibi Mustafa Nuri Pasa da baslangiçta küçük bir uç beyligi olan bu devletin basarisini, maddî ve manevî sebeplere baglar. Ona göre bu sebepler sunlardir:

1-Kurulus dönemindeki hükümdarlarin tamami, Islâm dinine ve bu dinin prensiplerine bagli olan kimselerdi. Onlar, hukukî ve ser'î meseleleri bütünüyle kadilara havale etmislerdi. Bu mevzuda kendilerini halktan ayri görmezlerdi. Dolayisiyla halktan herhangi birine yapilan muamele, kendileri için de geçerli idi. Keza onlar, hukuk adamlarina baski yapmadiklari gibi, tamamen Islâm hukukunun ruhuna uygun olarak verilen kararlarina da müdahalede bulunmazlardi. Bu da ülke içinde saglam bir adlî mekanizmanin çalismasina ve adaletin gerçeklesmesine sebep oluyordu. Iste bu adalet anlayisi sayesindedir ki, devletleri büyüyüp gelisti.

2- Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bagli kaldilar. Bu baglilik, adi geçen devletin varligina son verildigi ana kadar devam etti. Onlarin bu baglilik ve vefalarindan dolayi Allah, kendilerini mükâfatlandirdi. Zaman zaman ortaya çikan isyan ve bas kaldirmalarda hep onlara yardimci oldu.

3- Selçuklu Devleti'nin ortadan kalkmasi ve Bizans'in içinde bulundugu sIkIntili durumlar yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmamasi.

4- Osmanlilar, Islâm dünyasinin hudud boylarinda kurulmuslardi. Cihad ve ilay-i kelimetullah için devamli harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve söhretleri de artiyordu. Onlarin bu durumunu ögrenen ve baska ülkeler ile topraklarda yasayan Müslümanlar, gelip kendilerine iltihak ediyorlardi. Bu da onlarin kuvvetlenmesine sebep oluyordu.

5- Osmanli hükümdarlari, ilim adami ile fazilet ehli kimselere karsi son derece hürmetkâr davranip onlari gözetiyorlardi. Devlet için hizmet edip yardimci olanlara timar arazisi vermek suretiyle onlari devlete ortak ediyorlardi. Ayrica topraklarini genisletip Müslüman nüfusunu artirmak için büyük bir gayret sarf ediyorlardi. Çikardiklari kanunlara da sIkI sIkIya bagli kaliyorlardi. Mustafa Nuri Pasa'ya göre, Osmanli Devleti'nin kisa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal mertebesine ulasmasina ve emsâllerine göre daha uzun ömürlü olmasina sebep olan âmiller, onlarin bu anlayis ve davranislaridir.

Selçuklu-Bizans hududlarinda tesekkül eden bir uç beyliginin, yeni bir din ve kültürün tasiyicisi olarak eski Bizans Imparatorlugu'nun enkazi üzerinde kurulan bu yeni devlete bir Türk ve Islâm damgasi vurmasi hadisesi, çagdas tarihçiler arasinda henüz tam anlamiyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakasa edilmektedir. Öyle anlasiliyor ki bu münakasa daha uzun süre devam edecege benzemektedir. Nitekim Leopold Von Ranke gibi bazi kimseler de bu gelismeyi padisah sahsiyetlerine, askerî sisteme ve toprak uygulamasi gibi maddî manevî bazi unsurlara baglarlar.

Tarihin uzak dönemlerinden itibaren kurulmus bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye göre, Osmanlilarda da ülke, ailenin müsterek mali olarak kabul ediliyordu. Osmanlilarda saltanatin intikalinde yerlesmis bazi merasimler önemli yer tutmaktadir. Bunlarin basinda bey'at, cülûs ve kiliç kusanma merasimleri gelmektedir. Saltanatin intikali, baslangiçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört padisahta "amûd-i nesebî" denilen babadan ogula geçmek suretiyle olmustur. Eski Türklerdeki devletin, hânedanin ortak mülkü olma telakkisi Osmanlilarda özellikle Fâtih döneminde degisIk bir anlayisa bürünmüstür. Kanunnâmenin meshur olan maddesi ile saltanatin babadan ogula intikalinde kolaylik saglanmistir. 1617'de I. Ahmed'in ölümü üzerine "ekberiyet" usûlü benimsenmis. Daha sonraki dönemde bir iki istisna disinda "ekberiyet ve ersediyet" usûlüne göre hânedanin en yasli erkek üyesi padisah olmustur. Hükümdarlik ailesinin reisi olan ve "Ulu Bey" adini tasiyan kisi, ayni zamanda devletin de reisi olurdu. Osmanli Beyligi'nin ilk zamanlarinda da görülen bu âdet, I. Murad zamanindan itibaren sadece hükümdarin çocuklari için geçerli hale gelmisti. Buna göre belirtilen dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarinin hakki olarak telakki edilmeye baslandi. Bununla beraber bir veliahd tayini söz konusu degildir. Devlet adamlari ve askerlerce sevilip takdir edilen sehzade, ölen babasinin yerine hükümdar ilan olunurdu.

Osmanli padisahlari cülûslan münasebetiyle çikardiklari fermanda Allah'in lütfu ile "bi'l-irs ve'l-istihkak" saltanatin kendilerine müyesser oldugunu ifade ederler. Öyle anlasiliyor ki ilk dönemlerde devletin kurulus hamurunda mayasi bulunan ahi teskilatinin da bu seçimde büyük bir payi bulunmaktadir. Çok nadir de olsa, zaman zaman padisahlarin, yerlerine geçecek sehzadeyi devlet ileri gelenlerine vasiyet ettikleri görülmektedir. Mesela Çelebi Mehmed, Bizanslilarin yaninda bulunan kardesi Mustafa Çelebi'nin tekrar hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikma ihtimalini göz önüne alarak hayatindan ümidini kestigi sirada yanindaki vezir ve beylerine oglu Murad'in hükümdar yapilmasini ve o yetisinceye kadar ölümünün gizli tutulmasini vasiyet etmisti. Böylece Çelebi Mehmed, kardes kavgasinin sebep olacagi politik ve ekonomik huzursuzluklar için tedbir almis oluyordu.

Biraz önce temas edildigi gibi, Osmanlilarda hükümdarin çocuklarindan kimin padisah olacagina dair kesin bir saltanat kanunu yoktu. Hükümdarlar, bir isyan hareketinin önüne geçmek için kardeslerini öldürürlerdi. Kardes katli, Yildirim Bâyezid zamanindan beri tatbik edilmekle beraber Fâtih kanunnâmesiyle yazili hale getirilmistir. Bu kanunnâmede "Ve her kim esneye evladimdan saltanat müyesser ola, karindaslarini nizâm-i âlem içün katl etmek münasibtir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmistir. Aninla âmil olalar" denilerek memleketin selameti için kardeslerin katline bir nevi izin verilmistir.

Töreye göre Osmanli padisahi, memleketin sahibi sayilirdi. Bu sebeple tebeasinin mali ve cani üzerinde tasarruf hakki vardi. Vasitali vasitasiz bunu kullanirdi. Her türlü kuvvet padisahin elindeydi. Fakat o bunu keyfî olarak degil, kanun, nizam ve ananenelere dayanarak muamelatin icaplarina göre yürütürdü. Fâtih Kanunnâmesi (s. 16)'nde, padisahin yetkilerini nasil kullandigina isaretle söyle denilmektedir: "Ve tugrayi serifim ile ahkam buyrulmak üç canibe mufazzdir. Umur-i âleme müteallik ahkâm vezir-i azam buyruldusu ile yazila ve malima müteallik olan ahkâmi defterdarlarim buyruldusu ile yazalar. Ve ser'-i serîf üzre deavi hükmünü kadiaskerlerim buyruldusu ile yazalar." Bu ifadelerden anlasildigina göre bütün dünyevî ve dinî idare padisah adina yapilmaktadir. Buna dayanilarak padisahin, dünyevî yetkilerinin idaresinde sadrazamlari, dinî yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadiaskerleri, daha sonra da seyhülislâmlari vekil tayin ettigi söylenebilir. Nitekim bu iki makama yapilacak tayin ve azillerde padisahin mutlak selâhiyet sahibi oldugu bilinmektedir. Bundan baska divan toplantilarinda alinan her türlü kararin "arz" yolu ile onun tasdikine sunulmasi da padisahin nihaî karar mercii oldugunu teyid etmektedir.

Islâm hukukuna göre devletin basinda bulunan hükümdarin, hakkinda nass bulunmayan mevzularda tebeasinin maslahatini gözeterek çikardigi kanunlarina uymak dinin emridir. Islâm hukukuna göre hükümdar her istedigini yapan ve her türlü arzusuna uyulmasi gereken bir kisi degildir. O da ser'î hukukun gerektirdigi emirlere uymak zorundadir. Aksi takdirde Hz. Peygamber'in "Allah'in emirlerine uymayana itaat yoktur" Hadis-i Serifi ile Hz. Ebu Bekir'in halife seçildigi zaman yaptigi ilk konusmasinda dedigi gibi emirlerine itaat mecburiyeti kalkar.

Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli devlet adamlari, bundan baska türlü hareket de edemezlerdi. Zira bu devletin geleneginde hâkim bulunan anlayisa göre "devlette din asil, devlet ise onun bir fer'idir" Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada dinî anlayisin disina çikmamak için Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Islâm fikhina (hukuk) yakindan âsina olan ulemâya devlet idaresinde yer veriyorlardi. Nitekim Orhan Gazi'nin vezirlerinden Sinan Pasa ile Çandarli Halil ulemâdandi. Esasen, XIV. asir Türk dünyasini gezip onlar hakkinda canli levhalar gibi saglam bilgiler veren Ibn Batuta'nin müsahede ettigi gibi, Anadolu Türkmen beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yaninda en serefli mevkide yer almakta idiler.

Bernard Lewis'in dedigi gibi; "Kurulusundan düsüsüne kadar Osmanli Devleti, Islâm gücünün ve inananin ilerlemesine veya savunmasina adanmis bir devlet idi. Osmanlilar, alti yüzyil, ilk önce esas itibariyla basarili olarak, Avrupa'nin genis bir kisminda Islâm egemenligi kurma çabasiyla, daha sonra da Bati'nin amansiz karsi saldirisini durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen hemen devamli olarak Hiristiyan Bati ile savas halinde idiler. Yüzyillar boyu süren bu mücadele, Türk Islâmliginin tâ köklerindeki kaynaklari ile Türk toplumunun ve kurumlarinin bütün yapisini etkilememezlik edemezdi. Osmanli hükümdarinin halki, her seyden önce kendini Müslüman sayardi. Daha önce gördügümüz gibi Osmanli ve Türk, nisbeten yeni kullanilan deyimlerdir. Osmanli Türkleri, kendilerini Islâm ile özdes görmüslerdir. Diger herhangi bir Islâm ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini Islâmiyet içinde eritmislerdi. Türk kelimesi, Türkiye'de hemen hemen kullanilmaz iken, Bati'da Müslümanin es anlami haline gelmesi ve Müslüman olmus bir Batiliya, olay Isfahan veya Fas'ta olsa bile "Türk olmus" denmesi ilginçtir."

Osmanli pâdisahlarinin, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini hissetmeleri, onlarin keyfî bir sekilde hareket etmelerine mani oluyordu. Hatta öyle ki, bazan devlet güvenligi için tehlike teskil edenlerin durumu bile hükümdarlarin fevrî hareketlerine terk edilmiyordu. Nitekim II. Murad dönemi olaylarindan bahs edilirken görüldügü gibi Haçlilarla birlik olup Osmanli vatandasi olan Müslümanlari arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen Karamanoglu Ibrahim Bey'in bu tecavüzünü, Islâmla bagdastiramayan hükümdar, döneminin Ehl-i Sünnet âlimlerine müracaatla Karamanoglunu yola getirmek üzere onlardan fetva istemisti. Ibn Hacer el-Askalanî, Saadeddin Deyrî, Abdu's-Selâm el-Bagdadî, Bedreddin Tenesî ve Bedreddin el-Bagdadî gibi dört mezheb otoritesi, onun, Karamanoglu ile mücadele etmesi için fetva vermislerdi. Sultan Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoglu üzerine yürümüstü. Keza Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafina topladigi bazi çapulcularla birlikte isyan baslatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike haline gelen Seyh Bedreddin Mahmud, yakalandigi zaman hemen öldürülmedi. Hareketinin Islâm'a uygunluk derecesinin arastirilmasi ve cezanin, âlimler tarafindan kurulacak bir heyet tarafindan takdir edilmesini bizzat padisah istemisti. Padisahlar, her zaman bir kurulun danisma niteligindeki kararlarini almazlarsa bile hiç olmazsa en az seyhülislâm veya müftüden fetva aldiktan sonra hüküm verirlerdi. Onlarin bu emir ve iradeleri, hatt-i hümâyun, biti, ferman, berat, irâde, ahidnâme ve emannâme gibi belgelerle ifade edilirdi. Bunlardan hatt-i hümâyunun bizzat padisahin kendi el yazisi oldugu, digerlerinin onun adina Divan-i Hümâyundan çiktigi bilinmektedir.

Osmanlilarda, devlet islerinde kesin bir karar verilmeden önce, isler, Divan'da görüsülürdü. Bu görüsmelerden sonra son karar hükümdarin olurdu. Hükümdarin herhangi bir mesele hakkinda verdigi karar ve kesin olarak beyan ettigi fikir, kanundu. Bununla beraber pâdisah, devlet isleri ile ilgili meselelerde ser'î ve hukukî konularda gerekli gördügü kimselerle görüsüp onlarin fikirlerini alirdi. Bu durumdan anlasilacagi üzere zâhiren genis ve hudutsuz selâhiyeti oldugu görülen padisah, gerçekte bir takim kanunlarla bagli di. Bu da bir devletin devam ve bekasi için sartti. Osmanli hükümdarlarinin ilk ve en kudretli zamanlarinda bile divan kararlarina tamamen riayet ettikleri ve alinan kararlarin disina çikmadiklari görülmektedir.

Osmanli padisahlari, XVI. yüzyil sonlarina kadar sehzadeliklerinde hizmet ve muharebelerde ordunun kollarinda komutanlik yaparak memleket idaresinde ve muharebe usûllerinde tecrübe kazaniyorlardi. Hükümdar olduklari zaman bu bilgi ve tecrübe birikiminden istifade ediyorlardi. Osmanli hükümdarlari, ordularinin baskomutani idiler. Büyük ve önemli savaslara bizzat kendileri istirak edip komutanlik yapiyorlardi. Küçük savaslara ise selahiyetli bir komutan tayin ediyorlardi.

Fâtih Sultan Mehmed döneminin ortalarina kadar Osmanli padisahlari, Divan-i Hümâyuna baskanlik ederlerdi. Divan'da halki ve devleti ilgilendiren isleri görüp gereken hükümleri verirlerdi. Hastalik veya baska bir sebepten dolayi padisahin istirak etmemesi halinde onun yerine vezir-i azam baskanlik ederdi. Solakzâde'nin bir ifadesine dayanilarak Fâtih'in, Divan baskanligini terk edisi söyle bir hadiseye baglanir: Bir gün Fâtih'in baskanliginda Divan toplantisi yapildigi sirada isini takip etmek üzere payitahta gelmis olan bir Türk köylüsü, Divan çavuslarinin ellerinden kurtularak toplanti yerine girer ve "Devletlû Hünkâr kanginizdir, sIkayetim var" demis. Bir suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket, padisahin canini sIkmis. Vezir-i A'zam Gedik Ahmed Pasa'nin tavsiyesiyle hükümdarin Divan müzakerelerini bir perde arkasindan dinlemesi ve vezâret mührünün yani mühr-i hümayunun vezir-i a'zama verilmesi sistemi kabul edilmisti. Bundan sonra adi geçen vezir-i a'zamin teklifi üzerine padisahlar için toplanti mahallinin arkasinda biraz yüksekçe ve önü kafesli bir yer yapilmisti. Bundan sonra padisahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye baslamislardi.

Bu hadiseden sonra Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine baskanlik etmeyip bir perde veya kafes arkasindan dinlerdi. Meshur kanunnâmesinde de "Cenab-i serifim pes-i perdede oturup" demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmisti. Görüldügü gibi II. Murad da dahil olmak üzere Osmanli hükümdarlari devamli olarak halkla temasta bulunuyor, bizzat davalari dinleyip devlet islerini görüyorlardi.

Öyle anlasiliyor ki, Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her firsatta halka yardimci olmaya çalisiyorlardi. Bunu bilen halk, sIkâyet, taleb ve arzularini çesitli vesilelerle hükümdarlara ulastiriyordu. Bu anlayis, kökleri mazide olan eski bir an'anenin yerlesmesine sebep oluyordu. Bu an'anelerden biri, Hz. Peygamber'den beri devam edegelmekte idi. Buna göre Medine sehir devletinde, oldukça sade bir yapi içerisinde halk, külfetsizce Hz. Peygamber ile görüsüyordu. Süphesiz ki bu davranis, daha sonraki Müslüman hükümdarlar için ideal bir örnek teskil ediyordu. Hulafa-i Rasidîn döneminde gelisen fetihlerle büyüyen idarî yapida, çok farkli inanç ve düsüncede olan kimselerin mevcud olmasi, bazi suikast ve cinayet ihtimallerini de akla getiriyordu. Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarinda bazi tedbirlerin alinmasi ihtiyaci dogdu.

Halk ile Osmanli hükümdarlari arasindaki münasebeti saglayan çesitli vesileler vardi. Cuma ve bayram namazlari, ava çikma, Istanbul'un içi ve çevresindeki mesire yerlerine, saray ve kasirlara yapilan ziyaretler, halka hükümdara ulasma imkani veren firsatlardi.

Osmanli hükümdarlari, daha Osman Bey'den itibaren mesru mazeretlerinin disinda Cuma namazini sarayin disinda ve halka açik bir camide kilmaya büyük bir itina gösteriyorlardi. Bu durum, vekayinâme, hatirat ve seyahatnâmelerden açikça anlasilmaktadir. Cuma selamligi sirasinda üzerinde durulmasi gereken en önemli husus, halkin dilek ve bilhassa sIkayetlerini bizzat hükümdara ulastirmis olmasidir. Osmanli tarihi boyunca bunun pek çok örnegini görmek mümkündür. Aslinda Osmanli Devleti'nde tebeanin padisaha ulasmasi yerlesmis bir gelenekti.

Padisahlarin zaman zaman kiyafet degistirerek halk arasinda dolasip kamuoyunu yoklamalari (tebdil gezmeleri), günlük hayatlari, yemekleri, Istanbul ve civarinda çesitli gezintiler' saltanat kurumu açisindan önemli hususlardir.

Gerek günümüzde gerekse tarihteki devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da hükümdarin hakimiyet (egemenligini)'ini temsil eden ve adina "Hükümdarlik alametleri" denilen isaret ve semboller vardi. Kaynaklar, yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler. Buna göre kurulus döneminde Osmanli padisahlarinin hakimiyet sembolü olan hükümdarlik alametleri sunlardir: Payitaht, saray, çadir (otag), taht, tac, hutbe, sIkke, ünvan ve lakaplar, nevbet, kiliç, bayrak, tiraz, tug.

Padisahlarin kullandiklari unvanlar, bunlarin kullanildigi yerler Osmanli hâkimiyet anlayisi açisindan önemlidir. Halil Inalcik ("Padisah", ÎA, IX) bunlari, ser'î ve örfî ünvanlar olarak iki kisimda degerlendirmekte ve resmî belgelerde bunlarin itina ile kullanildigina isaret etmektedir. Bunlar: bey, han, hâkan, Hüdavendigâr, gazi, kayzer, sultan, emîr, halife ve padisah gibi ünvanlardir. Bundan baska Yavuz Sultan Selim, Mercidabik zaferinden hemen sonra Haleb'de "Hadimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" ünvanini kullandi. Bu ünvan daha sonraki padisahlarca da kullanildi.

OSMANLI SEHZÂDELERI

XIV. asrin sonlari ile XV. asirda, diger Anadolu beyliklerinde de görüldügü gibi "çelebi" ünvani ile de anilan Osmanli hükümdar çocuklarina, sehzâde ismi verilmekte idi. Mense' ve mânâsi tam olarak tesbit edilemeyen ve Türkçe bir kelime olan "çelebi" kelimesinin ilk defa Anadolu'daki Türkler tarafindan kullanildigi ifade edilmektedir.

Osmanli sehzâdeleri babalarinin sagliginda yüksek haslarla bir sancagin idaresine (sancaga çikma) tayin ediliyorlardi. Böylece, askerî ve idarî islerde tecrübe kazanip yetistiriliyorlardi. Sehzâdeler, tâkriben on-onbes yaslarinda tayin edildikleri sancaga gönderilirlerdi. Devlet islerinde kendilerini yetistirmek üzere, "lala" denilen tecrübeli bir devlet adami ile çesitli hizmetler için kalabalik bir maiyet verilirdi. Sehzâdeler, gidecekleri sancaga validelerini de beraberlerinde götürürlerdi. Sancakta bulunan sehzâdelere "Çelebi Sultan" denirdi.

Osmanli sehzâdelerinden, sancak beyi olanlarin maiyetlerinde nisanci, defterdar, reisü'l-küttab gibi kalem heyetiyle miralem, mirahur, kapi agasi ve diger bazi saray erkâni vardi. Çelebi sultanlarin yaslan müsaitse bizzat kendileri divan kurup sancaklarina ait isleri görürlerdi. Yaslari küçük olanlarin bu islerine de lalalari bakardi. Sancagin bütün islerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe itimad edilen sahislardan (vezirlerden) tayin edilirdi. Sehzâdeler, kendi sancaklarinda zeâmet ve timar tevcih edebildikleri gibi berat ve hüküm verip bunlara kendi isimlerini hâvi tugra çekebilirlerdi. Ancak yapacaklari bu tayin ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asil deftere kaydettirmek mecburiyeti vardi.

XV. yüzyil ortalarina kadar duruma göre Izmit, Bursa, Eskisehir, Aydin, Kütahya, Balikesir, Isparta, Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi sehirler, baslica sehzâde sancak merkezleri olmustur. Sehzâdelere Rumeli'de sancak verilmesi kanun degildi. Sehzâdelerin bulunduklari sancak merkezlerinde çevrelerinde bir fikir ve kültür hâlesi meydana gelirdi.

Kurulus dönemindeki Osmanli sehzâdeleri, ya babalari ile beraber veya yalniz olarak sefere giderlerdi. Babalariyla sefere katildiklari zamanlarda ordunun yanlarinda, bazan da gerisindeki (ihtiyat) kuvvetlere komuta ederlerdi. Her Osmanli sehzâdesi, veliahd tayini usûlü olmadigindan dolayi hükümdar olma hakkina sahipti. Bu sebeple hükümdar olana karsi zaman zaman diger kardeslerin saltanat iddiasiyle ortaya çiktiklari görülür. Bu arada Savci Bey gibi, babasi I. Murad'a karsi hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikanlar da olmustur.

III. Mehmed'in cülûsundan (1595) itibaren sehzâdelerin fiilen sancaga gönderilmeleri usûlü tamamen terk edilerek, onun adina bir vekil sancaga gönderilmistir. Sehzâdeler ise âdeta Harem'e hapsedilmislerdi. Bu gelenegin terk edilmesi, Osmanli saltanat kurumu için tam bir felaket olmustu. XVII-XVIII. asirlarda Topkapi Sarayi'nin Harem kisminda "Simsirlik" denilen dairede hayatini geçiren sehzâdelerin sahsiyetleri, tam gelisememis, ilim ve kültür bakimindan zayif kalmislardi. Bununla beraber XVIII. asrin sonlarinda sehzâdeler, tekrar serbest hareket eder olmus ve devlet isleri ile ilgilenir olmuslardir.

Sarax
09-19-2008, 15:03
OSMANLI MERKEZ TESKILÂTI

Kurulus dönemi Osmanli Devleti'nde yönetim, eski Türk töresindeki asiret usûllerine göre tatbik ediliyordu. Bu mânâda memleket, ailenin müsterek mali sayiliyordu. Bununla beraber hükümdar, önemli konularda tek basina karar vermeyerek bir kisim devlet adaminin fikrine de müracaat ediyordu. Bu fonksiyon, daha sonra adina "Divan" denecek meclis (bir çesit bakanlar kurulu) tarafindan yerine getiriliyordu. Baslangiçta vezir-i azam ve vezirler, hükümdarin birinci derecede yardimcilari idi. Her sey belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu. Fâtih dönemine kadar örfe dayali olan bu sistem, Fâtih'le birlikte yazili kanun haline getirilmistir. Bununla beraber, devletin genel kanunlari disinda, her kaza ve sancagin ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunlari vardi.

îdarede bütün yetki padisahin ve onu temsilen divanin elinde toplanmisti. Bu durum, mutlak bir merkezî otoriteyi ön plâna çikarmis oluyordu. Bu da devlete merkeziyetçi bir karekter kazandiriyordu. Çünkü daha kurulustan itibaren hükümdarlar, merkeziyetçilige giden bir yol tutmuslardi. Bu bakimdan bütün tayin ve aziller, merkezin bilgisi altinda yapiliyordu. Merkezin en önemli karar organi da "Divan-i Hümayûn" denilen müessese idi.

Sarax
09-22-2008, 15:38
DIVAN-I HÜMÂYUN

Islâm dünyasinda, Hz. Ömer ile baslayan divan teskilati, daha sonra degisIk sekil ve isimlerle gelisip devam etti. Osmanli döneminde bizzat padisahin baskanliginda önemli devlet islerini görüsmek üzere toplanan Divan'a, "Divan-i Humâyun" denirdi. Bu müessesenin, devletin ilk yillarinda nasil gelistigine dair kesin bir bilgiye sahip degiliz. Ancak Ibn Kemâl, (Defter I, s. 28, 106) bu müessesenin daha Osman Gazi zamaninda ortaya çiktigini kayd eder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya çikan divanin bir benzeri olmalidir ki, pek fazla bir gelisme göstermemistir. Babasinin yerine geçip Bey ünvanini alan Orhan döneminde, divanin varligi artik kesinlik kazanmis görünmektedir. Hatta ÂsIkpasazâde'nin, bu bey zamaninda, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarinin (divan üyeleri) burmali tülbent, yani bir çesit sarik sarmalarini emr ettigini söylemesi, onun divan erkâni için bir kiyafet tesbit ettigini göstermektedir. Osmanli divani, daha sonra gelen hükümdarlar vâsitasiyle bir hayli gelistirilerek devletin en önemli organlari arasinda yer alacaktir.

Ilk dönem Osmanli divaninin çok sade ve basit oldugu tahmin edilebilir. Öyle anlasiliyor ki bu ilk divan, uç beyligi zamanindaki seklini az çok muhafaza etmisti. Divan heyetinde, Osmanli beyinin kendisinden baska bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan sehrin kadisi, beyligin malî islerini idare eden nâib veya defterdar gibi az sayida üye vardi. Zaman zaman, bey yerine icabinda orduya kumanda eden sahis olarak sahnede Osmanli beyinin oglu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan kurulusunun uç beyligi divaninin modeline göre oldugu hakkinda bir kanaat vermektedir. Fakat Selçuklu Devleti tamamen yikilip Mogol nüfuzu da sarsilmaya baslayinca müstakil bir devlet olma yolunu tutan Osmanli Beyligi'nde, divanin gittikçe Selçuklu divani modeline benzer bir mahiyet kazandigi görülür.

Orhan Bey zamaninda müesseselestigi görülen divanin üyeleri için, artik resmî bir kiyafetin tesbit edildigi görülür. Divan toplantilari, Sultan I. Murad, Yildirim Bâyezid, Çelebi Sultan Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmisti. Yildirim Bâyezid, halkin sIkâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çikardi. Herhangi bir derdi ve sIkIntisi olanlar orada kendisine sIkayette bulunurlardi. O da bunlarin problemlerini derhal çözerdi.

Divan, Orhan Bey zamanindan, Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanirdi. Toplantilar sabah namazindan sonra baslar ve ögleye kadar devam ederdi. XV. asrin ortalarindan sonra (Fâtih dönemi) toplantilar haftada dört güne (Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Sali) inmis, Pazar ve Sali günleri de arz günleri olarak tesbit edilmisti.

Divan, hangi din ve millete mensub olursa olsun, hangi sinif ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadin erkek herkese açikti. Idarî, siyasî ve örfî isler re'sen, digerleri de müracaat, sIkâyet veya görülen lüzum üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle tedkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksizliga ugrayan, zulüm gören veya mahalli kadilarca haklarinda yanlis hüküm verilmis olanlar, vali ve askerî siniftan sIkâyeti bulunanlar, vakif mütevellilerinin haksiz muamelelerine ugrayanlar vs. gibi davacilar için divan kapisi daima açikti. Divanda önce halkin dilek ve sIkâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet isleri görüsülüp karara baglanirdi.

Divanda idarî ve örfî isler vezir-i azam, ser'î ve hukuki isler kadiasker, malî isler defterdar, arazi isleri de nisanci tarafindan görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye (gündem) göre yapilirdi. Toplanti bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane, vezir-i a'zamin mührü ile mühürlenip kapandiktan sonra çavusbasi, elindeki asasini yere vurarak divanin sona erdigini bildirirdi. Divandan sonra Yeniçeri agasi padisah tarafindan kabul olunarak ocak hakkinda bilgi alinirdi. Ondan sonra kadiaskerler huzura girip kendileri ile ilgili isleri arzederlerdi. Bundan sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu. Bütün bunlardan sonra da padisahlar, vezir-i a'zam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak bu usûl, Fâtih Sultan Mehmed döneminde kaldirilmisti. Divan erkânindan baska o gün isleri için divana gelmis bulunan halka da din ve milliyet farki gözetilmeksizin yemek verilirdi.

Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti divani, devletin en yüksek organi özelligini tasimaktaydi. Devlet baskani olarak hükümdar, sIk sIk divan üyelerinin fikirlerini almak ihtiyacini hissediyordu. Bu durum, devlet idaresinin bir kisinin degil, bir kurulu teskil eden üyelerinin fikirlerinden yararlanilarak en mükemmel sekilde yapilabileceginin açik bir göstergesidir. Divanda, halk ile devletin bütün problemleri, özellikle timar tevcihleri ve önemli mevkilere yapilacak atamalar da görüsülmekteydi. Bu, yüksek memuriyetlere, hükümeti teskil eden üyelerin fikirlerinin alinarak atamalar yapildigina isarettir. Bir kurulun yapacagi atamalarin ise bir tek kisinin yapacagi atamalardan daha isabetli olacagi bir gerçektir. Divanda son söz süphesiz ki sultanindir. Ancak gördügümüz gibi hükümdarin, vezirlerin mütalaalarini almasi, daha dogrusu böyle bir ihtiyaci hissetmesi, devlet idaresinde is birligi ve koordinasyonun ön planda tutuldugunu göstermektedir.

Sarax
09-22-2008, 15:38
DIVAN ÜYELERI

Kurulus dönemi Osmanli divani, her gün sabah namazindan sonra padisahin huzuru ile toplanarak görevinin gerektirdigi isleri yapardi. Divan toplantilarinda üyelerden her birinin kendisini ilgilendiren vazifeleri vardi. Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri ile mesgul olurdu. Padisahi bir tarafa birakacak olursak kurulus döneminde divanda vezir-i a'zam, kadiasker, defterdar ve nisanci gibi asil üyeler bulunuyordu.

Sarax
09-22-2008, 15:38
VEZIR-I A'ZAM VE VEZIRLER

Osmanlilarin ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sinifina mensuptu. Daha sonra vezir sayisi artinca birinci vezire "Vezir-i a'zam" denildi. Bundan baska "Sadr-i âlî", "Sâhib-i devlet", "Zât-i asefî" ve "Vekil-i mutlak" gibi tabirler de kullanilmis ise de bunlar asil el-kabtan degillerdir.

Osmanli Devleti'nde ilk vezir, Haci Kemaleddin oglu Alaeddin Pasa'dir. Bu zat, ilmiye sinifina mensup oldugu gibi ayni zamanda taninmis ahi reislerindendi. Osmanli tarihçilerinin büyük bir kismi, bu zat ile Sehzâde Alaeddin'i birbirine karistirir. Alaeddin Pasa'dan sonra bu makama sira ile Ahmed Pasa, Haci Pasa ve Sinaneddin Yusuf Pasa gelmislerdi. Çandarli Halil Hayreddin Pasa ise Sinaneddin Yusuf Pasa'dan sonra vezirlige getirilmisti. Onun ölümü üzerine vezir olan ve bu makamda onbir yil kadar kalan Çandarlizâde Ali Pasa zamaninda, Timurtas Pasa'ya da vezirlik verilince Çandarlizâde Ali Pasa vezir-i a'zam diye anilmaya baslandi.

Çandarli Halil Hayreddin Pasa'dan önceki vezirler orduya komuta etmiyorlardi. Bu görevi, askerî sinifa mensub olanlar yürütüyordu. Fakat Hayreddin Pasa'nin Rumeli fetihlerinde komutanligi vezirlikle birlestirip mühim muvaffakiyetler kazanmasi, idarî ve askerî islerin bir elde toplanmasina sebep olmustu. Bundan sonra gelen birinci vezirler hep ayni sekilde hareket etmislerdi.

Daha sonraki tarihlerde vezirlerin sayisi artmis ve XVI. asir ortalarina yakin zamana kadar vezirlik, sadece Istanbul'da bulunan mahdud kimselere münhasir iken Kanunî devri vezirlerinden Çoban Mustafa Pasa ile Hain Ahmed Pasa, önemine binaen vezirlikle Misir valiligine tayin edilmislerdi. Daha sonraki tarihlerde Budin, Yemen ve Bagdad eyaletlerine de vali olarak vezirler gönderilmisti.

Vezir-i azam, padisahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarin mutlak vekili oldugundan, sözü ve yazisi padisahin iradesi ve fermani demekti. Çandarli hanedaninin düsüsüne kadar bütün islerde birinci merci vezir-i azamdi. Çelebi Mehmed zamanindaki Amasyali Bayezid Pasa'nin vezir-i azamligi bir tarafa birakilacak olursa Çandarli ailesinin bir silsile halinde kadiaskerlikten gelmek suretiyle yetmis seneden fazla bir müddet kesintisiz o mevkii isgal etmeleri ve hükümdarlarin itimadlarini kazanmalari bütün Türk devlet adamlarinin bir ailenin etrafinda toplanmalarina sebep olmustu. Hatta Segedin muahedesinin akdi üzerine saltanati oglu Mehmed'e birakan Ikinci Murad, karsi tarafin bu firsati ganimet bilip antlasmayi bozmasi üzerine, anormal bir hal alan olaylar karsisinda tekrar hükümdar olup idareyi eline almak istedigi zaman, Vezir-i azam Çandarlizâde Halil Pasa'nin tesebbüsüyle ikinci defa hükümdarlik makamina getirilmisti.

Icabinda padisah adina divana riyaset (baskanlik) eden vezir veya vezir-i azamlar, hükümdarin mutlak vekili idiler. Pâdisahin elips seklindeki altin bir mührü, bunun alameti olarak yanlarinda bulunurdu. Vezir, devlet islerinde bütün selahiyet ve mesuliyetlere sahip oldugu gibi bütün azil ve tayin isleri de onun reyi ile olurdu. Bu dönemlerde, hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi adet haline gelmisti.

Kendisinden önceki töre, örf ve gelenekleri yazili bir metin haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in kanunnâmesinde vezir-i âzamla ilgili olarak söyle denilmektedir:

"Bilgil ki vüzerâ ve ümerânin vezir-i azam basidir, cümlenin ulusudur. Cümle umurun vekil-i mutlakidir. Ve malimin vekili defterdarindir ve ol, vezir-i azam nâziridir. Ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden mukaddemdir."

Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesinde de vezir-i azam hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir:

"Evvela sadr-i azam olanlar cümleyi tasaddur edüp amme-i mesalih-i din ve devlet ve kâffe-i nizâm-i ahval-i saltanat ve tenfiz-i hudud ve kisas ve haps ve nefy ve enva-i ta'zir ve siyâset ve istimai da'va ve icray-i ahkâm-i seriat ve def-i mezâlim ve tedbir-i memleket ve tevcih-i eyâlet ve emâret ve ulûfe ve zeamet ve timar ve tevliyet ve hitabet ve imâmet ve kitâbet ve cem'i cihet ve taklid-i kaza ve nasb-i müvella ve tefviz ve tevkil ve tayin ve tahsil ve umur-i cumhur ve tevcihat-i gayr-i mahsur ve'l-hasil cemi-i menâsib-i seyfiyye ve ilmiyenin tevcih ve azli ve cemi-i kadaya-i ser'iyye ve örfiyenin istima ve icrasi için bizzat cenab-i padisahîden vekil-i mutlak ve memâlik-i mahruse-i Osmanî ve taht-i hükümet-i sultanîde olan cemi-i nâsin üzerine hakim-i sahib-i ferman oldugu muhakkaktir.

Sair vüzera ve vülat ve amme-i ulemâ ve kudat ve mesayih ve sâdat ve a'yan ve ekâbir ve tavaif-i asâkir ve reâya ve berâya ve ehl-i cihât ve ashab-i ticarat kebir ve sagir ve gani ve fakir ve kavi ve zayif ve vadi" ve serif ve muhassalan havas ve avam kâffe-i enâm cemian sadr-i a'zam olanlarin kelamini bizzat sevketlû ve mehâbetlû ve seadetlû padisah zillullah hazretlerinin mübarek lisan-i seriflerinden sadir olmus ferman-i vâcibu'l-iz'an bilüp emrine imtisâl ve kendüye ta'zim ve tavkir ve iclâl etmeye me'murlerdir."

Kanunnâme metinlerinde görüldügü gibi vezir-i a'zamlar, vekil-i mutlak olarak büyük ve genis yetkilere sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir. Çünkü o, padisahi temsil etmekteydi. Vezir-i a'zam (Kanunî döneminden itibaren) sadr-i a'zamlar, padisahin yüzük seklindeki tugrali altin mührünü tasirlardi. Vezir-i a'zamlarin, diger vezirlerden farklari "mühr-i hümâyun" denilen bu mühür ile olup hükümdarlik selâhiyetinin icrasina ve padisahin kendisini vekil ettigine dair bir delil oldugu için onlar bu mührü örülmüs bir kese içinde koyunlarinda tasirlardi. Vezir-i azamin azlinde veya ölümü halinde "mühr-i hümâyun" ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i a'zam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi suretiyle verilirdi.

Osmanli Devleti'nde XVI. asrin ilk yarilarina kadar yalniz devlet merkezinde bulunup divan-i hümâyuna memur "kubbe veziri" veya "kubbenisîn" denilen vezirler vardi. Bunlarin sayilari pek fazla degildi. Kubbe vezirleri divanda kidem sirasina göre otururlardi.

Fâtih Sultan Mehmed'den itibaren hükümdarlar Divan-i Hümâyun toplantilarina katilmayi terk edip, riyaseti sadrazama biraktiktan ve XVI. asrin ikinci yansinda bu toplantilar haftada dört güne inhisar edildikten sonra hükümdarlar, arz odasinda sadrazamin verdigi izahati dinleyerek müzakerelerden haberdar olurdu. Bir müddet sonra devlet isleri Pasakapisi'nda görülmeye baslanmis ve Divan-i Hümâyun XVIII. asirdan sonra elçi kabulü ve ulûfe tevziine tahsis edilmisti. Sadrazamlarin hükümdarlarla görüsmeleri ise XVI. asirdan itibaren gittikçe azalmisti. Bunlar, devlet islerini "telhîs" veya "takrîr" adli vesIkalarla ve ekleri ile birlikte hükümdara arz ederlerdi. Böylelikle telhîsler, kanun, nizam, tevcih, usûl ve âdet ile tayin edilmis olan ve hükümdarin tasdikine ihtiyaç gösteren hususlara ait sadrazamin arzi mahiyetinde idiler. Sadrazam kendi fikrini de beyan ettikten sonra ilgili konu hakkinda padisahin fikrini sorardi. Telhislerin hazirlanmasi Reisü'l-küttabin görevi olup, hazirlandiktan sonra genellikle padisahi yormamak ve merami açikça ifade etmek üzere sade bir ifade ve iri nesihle yazilarak saraya gönderilirdi. Padisahin "manzurum oldu", "verilsin", "verdim", "tedarik edesin", "zamani degildir", "berhüdar olasin", "olmaz" gibi hatt-i hümâyunu ile isaret etmesinden sonra sadrazam onu isleme koyardi. Sadrazamlarin diger devlet ricaline ve idarecilere olan tahriratina ise "buyruldu" denirdi. Osmanli Devleti'nin ilgasina kadar sadrazamlarin ya re'sen veya bir muamele dolayisiyle mektubî kaleminden yazilan kagitlara "buyruldi-i sâmi" ismi verilmektedir. Bu buyruldunun divanî yazi ile yazilmasi ve bas tarafina da sadrazamin ismini havi sadaret mührünün basilmasi usûldendi.

Sarax
09-22-2008, 15:39
KADIASKER

Osmanli Devleti'nde askerî ve hukukî islerden sorumlu olan kadiaskerlik teskilâti, gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmise sahiptir. Hz. Ömer tarafindan ordugâh sehirlerine tayin edilen kadilar, sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet tasiyorlardi. Bu sebeple, kadiaskerligin Hz. Ömer tarafindan kuruldugu belirtilmektedir. Abbasîler'de de görülen bu mansib, Harzemsahlar'da, Anadolu Selçuklulari'nda Eyyûbîler'de, Memlûklerde ve hatta Karamanlilar'da da vardi.

Osmanli Devleti'nde ilk kadiaskerin Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil Hayreddin Pasa oldugu belirtilmektedir. Kaynaklar, ilk kadiaskerin adi geçen zat oldugunda müttefik olmalarina ragmen, tayin tarihi için farkli rakamlar vermektedirler. ÂsIkpasazâde ve Oruç Bey, bu makamin 761 (M 1359), Hoca Saadeddin, Solakzâde ve Müneccimbasi 763 (M. 1361)'de ihdas edildigini belirtmektedirler. Bundan baska kadiaskerlik hakkindaki arastirmasinda M. Ipsirli ,baska kaynaklarda bu tarihin 762 (M. 1360) olarak verildigini söyler.

Kelime olarak lügat mânâsi "asker kadist" demek olan kadiaskerlik, Osmanli ilmiye teskilâti içinde önemli bir mevki idi. Kadiasker terkibindeki "asker" kelimesi, müessesenin özelligi açisindan önem tasir. Zira, Seyhulislâmliktan takriben bir asir kadar önce (80 sene) kurulmus olan müessesenin kurulusunda devletin, asker ve onlarin ihtiyaçlarini karsilamada titizlikle hareket ettigini göstermektedir. Bununla beraber, Divan-i Hümâyun azasi olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sinirli degildi. Kadiaskerler ayni zamanda bütün sivil adlî islere de bakiyorlardi. Onlar, belli seviyedeki bazi kadi ve nâiblerin tayinlerini de yapiyorlardi. Divan toplantilarinda vezir-i a'zamin saginda vezirler, solunda da kadiaskerler yer alirdi.

Fâtih Sultan Mehmed'in son senelerine kadar yalniz bir kadiaskerlik vardi. Hududlarin genislemesi ve islerin çogalmasi yüzünden 885 (M. 1481) yilinda biri Rumeli, digeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrildi. Belirtilen tarihte, Muslihiddin el-Kastalanî daha üstün kabul edilen Rumeli kadiaskerligine, o dönemde Istanbul kadisi olan Balikesirli Haci Hasanzâde Mehmed b. Mustafa da Anadolu kadiaskerligine getirildiler. Dogu ve Güneydogu Anadolu'nun Osmanli ülkesine ilhakindan sonra Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tarafindan 922'de yani XVI. asrin ilk çeyreginde (1516) merkezi Diyarbekir (Diyarbakir) olan Arap ve Acem kadiaskerligi adi altinda üçüncü bir kadiaskerlik kuruldu. Devlet merkezine olan uzakligi sebebiyle olsa gerek ki divân üyeligi bulunmayan bu kadiaskerligin basina meshur tarihçi ve bilgin Idrisî Bitlisî getirildi. Bilahare merkezi, payitahta (Istanbul) nakledilen bu kadiaskerlige Fenarîzâde Mehmed Sah Efendi tayin edildi. 924 (M. 1518) de adi geçen sahsin bu görevden ayrilmasindan sonra bir müddet vekaletle idareye baslanan bu kadiaskerlik lagv edilerek vazife ve selahiyetleri Anadolu kadiaskerligine birakildi. Böylece Rumeli ve Anadolu kadiaskerlikleri diye tekrar ikiye indirilen bu müessese, Osmanli saltanatinin sonuna kadar devam etti.

Protokola göre daha üstün addedilen Rumeli kadiaskerleri ile daha asagi bir mevkide bulunan Anadolu kadiaskerinin vazifeleri kanunnâmelerde söyle belirtilir:

"Bilfül Rumeli kadiaskeri olan efendi, Rumeli ve adalarda vaki kazalari ve kismet-i askeriyeleri tevcih eder.

Ve bilfül Anadolu kadiaskeri olan efendi, Anadolu'da ve Arabistan'da vaki kazalari ve kismet-i askeriyeleri tevcih eder.

Ve bu efendiler, divân günlerinde elbette Divan-i Hümâyuna müdavemet edüp Cuma günlerinde vezir-i a'zam hazretlerinin hânesine varirlar. Amma dâva istimai lâzim gelse Rumeli kadiaskeri istima edüp Anadolu kadiaskeri kendi halinde oturur. Meger vekil-i saltanat tarafindan me'zûn ve me'mûr ola, ol zaman istimai ser'an caiz olur.

Ve yirmi, yirmibes ve otuz ve kirk medreselerin ve kendi taraflarina müteallik olan bazi mahallin cihet ve tevliyet makulesin tevcih edegelmislerdir."

Böylece Anadolu'da bulunan müderris ve kadilarin tayini, Anadolu kadiaskerinin, Rumeli'de bulunan müderris ve kadilarin tayini de Rumeli kadiaskeri tarafindan yapilmaktaydi. Görüldügü gibi müessesenin görevleri, egitim ve yargi teskilatinin idaresi, ordu ve askerî zümrenin gerek baris, gerekse savas sirasinda hukukî ihtilaflarinin giderilmesi ve davalarinin görülmesi seklinde iki ana grupta toplanabilir.

Kadiaskerler, XVI. yüzyilin ikinci yansini müteakip, Seyhülislâmligin ön plâna çiktigi tarihe kadar bütün kadi ve müderrisleri aday (namzet) gösterip tayinleri sadr-i a'zama ait olan kirktan yukari müderrisler ile mevâliyi vezir-i a'zama arz ile tayinlerine delâlet ederlerdi. Daha sonra bu gibilerin arzlari kendilerinden alinarak, kirk akçaya kadar olan müderrislerle kaza kadilarinin tayinleri eskisi gibi bunlara birakildi. Kirktan yukari yevmiyeli müderrisler ile mevâlinin tayinleri ise seyhülislâmlara verilmistir. Tayin olunacak müderris veya kadi Anadolu'da ise Anadolu kadiaskeri, Rumelide ise Rumeli kadiaskeri tarafindan arz günlerinde, bizzat kendisi tarafindan, padisah huzurunda okunan "Defter-i akdiye" de okunup inha olunan kadilarin tayinleri için padisahin muvafakati alinirdi.

Bir kimsenin kadiasker olabilmesi için "mevleviyet" denilen 500 akça yevmiyeli büyük kadilik mansibinda bulunmasi gerekirdi. XVI. asrin ikinci yarisina kadar kadiasker olmak için muayyen bir usûl yoktu. Fakat bu tarihten sonra Istanbul ve Edirne kadilarindan veya Anadolu kadiaskeri pâyesi olan Istanbul kadisi mazullerinden birinin fiilen Anadolu kadiaskeri olmasi kanun haline gelmisti. Bu kadiaskerlikten sonra da Rumeli kadiaskerligi gelirdi. Kurulustan sonraki dönemlerde kadiaskerlik müddeti, diger mevleviyetlerde oldugu gibi bir yildi. Bu müddeti dolduran kadiasker, mazûl sayilarak yerine sirada olan bir baskasi tayin edilirdi. XVI. asrin ikinci yarisindan itibaren Rumeli kadiaskerleri Seyhülislâm olurlardi.

Zamanla maaslarinda farklilik görülen kadiaskerler, Fatih kanunnâmesine göre devlet hazinesinden yevmiye 500 akça aliyorlardi. XVI. yüzyilin ortalarindan sonra Rumeli kadiaskeri 572, Anadolu kadiaskeri ise 563 akça yevmiye aliyorlardi. Bunlarin maaslarindan baska askerî siniftan olup vefat edenlerin "resm-i kismet"lerinden, binde onbes akça olarak gelirleri vardi. Bu para, kadiasker kassamlari vasitasiyle tahsil edilirdi. Âli'nin kaydina göre Rumeli kadiaskerine resm-i kismetten günde sekiz bin akça hasil olurdu. Anadolu kadiaskerinin resm-i kismeti ise daha fazla idi. Irak, Suriye ve Misir'in bu kadiaskerlige bagli olmasi, bu artisa sebep oluyordu. Mazuliyet veya tekaüdlerinde de kendilerine maas tahsis edilen kadiaskerlere, daha sonra birer arpalik verilerek iaselerinin temin edilmesi saglanirdi.

Divân'daki davalari dinleyen kadiaskerler, Sali ve Çarsamba hariç olmak üzere hergün kendi konaklarinda divân akdedip kendilerini ilgilendiren ser'î ve hukukî islere bakarlardi. Kadiaskerlerden her birinin tezkireci, rûznamçeci, matlabçi, tatbikçi, mektupçu ve kethüda olmak üzere yardimcilari bulunurdu. Ayrica her birinin davali ve davaciyi divâna getiren yirmiser muhziri bulunmaktaydi.

Padisah, sefere çiktigi zaman kadiaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padisah sefere gitmedigi takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda ser'î muameleleri görmek üzere onlarin yerine "ordu kadisi" tayin edilip gönderilirdi. Ayni sekilde padisahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da padisahla birlikte gider ve akd edilen divân oturumlarina istirak ederlerdi.

Bu müessese, Osmanli Devleti'nin sonuna kadar devam etmis, Osmanli hükümeti ile birlikte o da tarihe mal olmustur.

Sarax
09-22-2008, 15:39
DEFTERDÂR

Defter ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan "defterdâr" "defter tutan" demektir. Dogudaki Müslüman devletlerin "müstevfi" dedikleri görevliye Osmanlilar, defterdâr diyorlardi. Bir bakima günümüzdeki Maliye bakanligi mânâsini ifade eder. Osmanlilar, XIV. asrin son yarisinda ve Sultan I. Murad zamaninda maliye teskilâtinin temelini atip onu tedricen gelistirmislerdir. Buna bakarak Osmanlilarin daha kurulus yillarindan itibaren maliye isleri üzerinde önemle durduklari söylenebilir. Hatta Abdurrahman Vefik, Osman Gazi'nin ölümü esnasinda oglu Orhan'a yaptigi vasiyetinden bahs ederken onun "beytü'l-mal-i müslimîn"i korumasi gerektigini söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve gereksiz yere para harcamamasi gerektigine isaretle bunun önemini belirttigine temas eder.

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tedvin ettirilmis olan kanunnâme-i Âl-i Osman ile diger kanunnâmelere göre defterdâr, padisah malinin (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir. Dis hazine ile maliye kayitlarini ihtiva eden devlet hazinesinin açilip kapanmasi defterdârin huzurunda olurdu. Baska bir ifade ile hazinenin açilmasinda hazir bulunmak, defterdârin vazifeleri arasinda bulunuyordu. Divân'in aslî üyelerinden olan defterdâr, sadece sali günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla beraber, padisahin huzurunda okuyacagi telhîs hakkinda daha önce vezir-i a'zamla görüsür ve onun muvafakatini alirdi. Bayram tebriklerinde padisah vezirlere oldugu gibi defterdarlara da ayaga kalkardi.

Genel olarak devlet gelirlerini çogaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olani da muhafaza altinda bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr, Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kurulus yillarinda bir defterdâr varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçlarin çogalmasi yüzünden sayilan artirildi. Bunlar, II. Bâyezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait islere bakan Rumeli defterdâri veya bas defterdâr ile Anadolu'nun malî islerine bakan Anadolu defterdâri olmak üzere iki kisi idi. Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesine göre daha sonraki dönemlerde bas defterdârdan baska Anadolu defterdâri ile "sIkk-i sânî" denilen defterdârlar vardir. Bunlar da bas defterdâr ile divana devam ederler. Sefer esnasinda bas defterdâr ordu ile gittigi zaman, Anadolu defterdâri onun yerine vekâleten bakardi.

Defterdârlar, kendilerini ilgilendiren malî islerdeki sIkâyetleri, Defterdâr Kapisi'nda akd edilen divanda dinler ve gerek görülürse "tugrali ahkâm" verirlerdi. Zaten kanunnâmeye göre kendilerine bu selahiyet verilmistir. Her defterdâr, kendi dairesinden çikan evrakin arkasini imzalardi. On yedinci asrin ortalarindan itibaren bütün maliye hükümlerinin (tugrali ahkâm) arkalarina kuyruklu imza koyma hakki, bas defterdâra verildi. Bundan baska bas defterdâr, divan karari ile malî tayinlere ait kuyruklu imzasi ile "buyruldu" yazmakla birlikte bunun üst kenari sadr-i a'zamin buyruldusuyla tasdik olunurdu. Defterdâr, sadr-i a'zama re'sen yazdigi veya havale edilmis bir muameleli kagit üzerine cevap verdigi zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza koyardi.

Kanunnâmede bas defterdâr ve vazifeleri hakkinda su bilgiler verilmektedir:

"Bas defterdâr pâye ve itibarda "nisanci" gibidir. Bas defterdâr olan mal vekilidir. Ve kendi evinde divân eder. Ve maliyeye müteallik davalari dinler. Maliye tarafindan ahkâm verir. Ve ahkâmin zahrina (tugrali ahkâmin arkasina) kuyruklu imza çeker. Ve tahsil-i mal-i mirî için mültezimleri haps eder. Ve mahallinde mukataati tevcih edüp buyurur. Ama "pençe" çekmez. Ve bi'l-cümle mal-i beytü'l-mali tahsil ve hazineyi tekmil ile memur olup beytü'l-mala müteallik olan umur-i cumhuru onlar görür. Ve mültezimleri zulüm ve taaddiden tahzir ve reaya fukarasini himaye babinda sa'y-i kesir etmek ve söz tutmayip fukaraya zulm eden mültezimleri vekil-i devlete arz ve ta'zir ettirmek, defterdârlarin lazime-i zimmetleri ve zahri ahiretleridir (ahiret aziklari). Hususan emval-i yetamadan (yetim mallarindan) hazine-i âmireyi siyânet (korumak) ve beytü'l-mal-i müslîmîni mal-i haramdan himayet etmek. Kanunnâme metninden anlasilacagi üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdârlarin vazifeleri, sadece devlet hazinesini zenginlestirmek degildir. Onlar, devlet hazinesine haram malin girmesine engel olmak zorunda olduklari gibi yetim mali dahi sokmayacaklardir.

Onsekizinci asir baslarindan itibaren Rumeli defterdârlarina veya bas defterdâra "sIkk-i evvel", Anadolu defterdârina "sIkk-i sânî", üçüncü defterdâra da "sIkk-i sâlis" adi verildi.

Icraat ve tahsilatta defterdârin icra memuru olarak maiyetinde farkli vazifeleri bulunan bes görevli bulunurdu. Bunlardan ilki, bas bakikulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur. Defterdârlikta bunun bir dairesi olup emri altinda bakikulu ismiyle altmis kadar mübasir vardir.

Bunlar, hazineye borcu olup vermiyenleri hapis ve sIkIstirma ile tahsilat yaparlardi. Bu yüzden maliyeye borcu olanlar bas bakikulu hapishanesinde tutuklanirlardi.

îkinci icra memuru, cizye bas bakikuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanlari takip eder. Iltizama verilen cizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememis veya yatirmamis olanlari takib ederdi.

Adi geçen dairenin üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere nezâret eden veznedar basidir. Bunun da maiyetinde dört veznedar vardi. Bas defterdârin icra memurlarindan dördüncüsü sergi nâziri, besincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelatinin defterini tutuyorlardi.

Defterdâr tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayinda sadir olan Hatt-i hümâyun mucibince terk edilerek yerine "Maliye Nezâreti" tabiri kullanilmistir.

Sarax
09-22-2008, 15:39
NISANCI

Osmanli devlet teskilâtinda Divan-i Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanilan bir tabirdir. Nisan kelimesinden türetilmis olan "Nisanci", ferman, berat, mensûr, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm ve biti gibi devlet resmî evrakinin bas tarafina padisahin imzasi demek olan nisani koyardi. Bu görevliye nisanci, muvakkî, tevkiî ve tugraî gibi isimler de verilirdi.

Osmanli devlet teskilâtinda XVIII. asir baslarina kadar önemli bir makam olan nisancilik, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Nisancilik müessesesinin basinda bulunan görevliye Osmanlilar'da nisanci denirken, Abbasîler'de buna "Reisu Divani'l-Insa" deniyordu. Bu teskilat, sadece Müslüman Dogu'da degil, Bati Müslüman devletlerinde de vardi. Nitekim batida devlet kurmus ve zaman zaman Endülüs'e de geçmis bulunan Merinîler (592-956 = 1196-1458)'de "Divanu'l-insa" adi ile ayni görevi yerine getiren bir müessese vardi. Büyük Selçuklular'da da ayni vazifeyi gören bir divan vardi ki, bu divanin basindaki görevliye "Sahib-i Divan-i Tugra ve Insa" adi veriliyordu. Bazan da sadece "Tugraî" deniyordu. Bu zat, hükümdarin mensûr, ferman vs. gibi isimler altinda çikardigi emirnâmelere, onun isaret ve tugrasini koymakla görevliydi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkez teskilati içinde de ayni görevleri yerine getiren ve adina "Tugraî" denilen bir görevlinin bulundugunu belirtmek gerekir. Kalkasandî, Misir'daki bu hizmeti bes merhalede ele alir ve Memlûklerde bu görevi üstlenen kisiye "Kâtibu's-Sir" veya "Sahibu Divani'l-însa" adinin verildigini bildirir. Görüldügü gibi müesseselesmis hali ile Abbasîlerde görülen nisancilik, daha sonraki bütün Müslüman devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da olacakti. Bunun için Osmanli Devleti'nin merkez teskilâti içinde önemli bir yeri bulunan divanin azalarindan biri de "Nisanci" adini tasiyan görevli idi. Önemli hizmeti bulunmasina ragmen, nisanciligin Osmanlilar'da hangi tarihlerde kuruldugu kesin olarak tesbit edilebilmis degildir. Bununla beraber, bazi arastiricilar bu kurulusu Osmanli Devleti'nin ikinci hükümdari olan Orhan Gazi dönemine kadar çikarirlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tugra bulunmaktadir. Bu da nisanciligin basit sekli ile de olsa Orhan Gazi döneminde var oldugunun bir isareti olarak kabul edilebilir. Keza, bu tabirin devletin ilk zamanlarinda kullanildigini gösteren kayitlar da vardir. Nitekim, Sultan Ikinci Murad'in emri ile Türkçe'ye tercüme edilen Ibn Kesir tarihinin Arapça metnindeki "Muvakkî" tabirinin "Nisanci" olarak tercüme edilmesi de bunu göstermektedir. Ibn Kesir'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adli tarihinin mütercimi olan zat, nisanci kelimesini kullandigina göre, bu tabir, o dönem Osmanli toplumu arasinda biliniyordu demektir.

Fâtih Sultan Mehmed'in tedvin ettirdigi kanunnâmede bu memuriyetin isim ve selâhiyetleri ile zikr edilmis olmasi, bunun Fâtih'ten önce mevcud oldugunu, fakat onun zamaninda tam anlamiyla gelistigini göstermektedir.

Divan-i Hümâyunda vezir-i a'zamin saginda ve vezirlerin alt tarafinda oturan nisanci, önemli bir hizmeti yerine getiriyordu. Nisancilar, görevleri icabi bazi özellikleri tasiyan kimseler arasindan seçiliyorlardi. Nisanci olacak kimselerin insa konusunda maharetli bulunmalari gerekirdi. Nitekim kiraat ilminin büyük isimlerinden Seyh Muhammed Cezerî'nin küçük oglu Ebu'l-Hayr Muhammed (Muhammed-i Asgar), Misir'dan, Osmanli hizmetine geldigi zaman insadaki kudretinden dolayi kendisine nisancilik verilmisti.

Görevleri icabi olarak insa konusunda maharetli olmalari, devlet kanunlarini iyi bilerek yeni kanunlar ile eskiler arasinda bag kurup anlari telif etme kabiliyetine sahip bulunmalari gereken nisancilarin, ilmiye sinifi arasindan dahil ve sahn-i semân müderrislerinden seçilmesi kanundu.

Nisancilar, XVI. asrin baslarindan itibaren Divan-i Hümâyunun kalem heyeti arasinda, bu vazifeyi yerine getirebilecek olan reisü'l-küttâblardan seçilmeye baslanmistir. Eger reisü'l-küttâb bu vazifeyi yerine getirebilecek kabiliyete sahib degilse yine müderrisler arasindan uygun görülen bir kisi bu vazifeye tayin edilirdi.

Fâtih döneminde müesseseleserek kuruldugunu gördügümüz nisancilik, Osmanli Divan-i Hümâyunun dört temel rüknünden birini teskil ediyordu. Fâtih kanunnâmesinde de belirtildigi gibi bu dönemde vezirlik, kadiaskerlik ve defterdarliktan sonra en önemli vazife nisancilikti. Fâtih zamaninda bu görevi büyük bir basari ile yürüten Karamanî Mehmed Pasa ile nisanciligin itibari daha da artmisti. Fâtih'ten sonra gelen II. Bâyezid ve onun oglu Yavuz Sultan Selim dönemlerinde nisancilik yapan Tacizâde Cafer Çelebi de büyük bir itibar kazanarak tesrifatta defterdârin üstüne yükseltilmis ve vezirler gibi otag kurmasina müsaade edilmistir. Niçancilik mansibinin üstünlügü, Kanunî Sultan Süleyman döneminde de devam etmis, "Koca Nisanci" lakabi ile taninan Celalzâde, meslegindeki kidemi ve vukufiyeti sebebiyle defterdârin önüne geçirilmisti.

Nisancilarin nüfuzlari ve gördükleri önemli hizmetler, bundan sonra da devam etti. Bunlardan büyük bir kismi beylerbeyi ve vezir rütbesini ihraz etti. Bununla beraber, XVI. asrin sonuna kadar nisancilar vezir olmayip sadece beylerbeyi rütbesinde idiler. Bu rütbe ile nisanci olan Boyali Mehmed Pasa (öl. 1001) vezirlige nakl edilince nisanciligi birakmis fakat sonradan tekrar nisanci olunca tayini beylerbeyi rütbesi ile yapilmisti. Daha sonra bazan kubbe vezirligi ile nisanciligin birlestirilerek bir kisiye verildigi (tevcih) de oldu.

Nisanci, Divan-i Hümâyun azasi olmasina ragmen, vezir rütbesini haiz degilse kanun geregi arz günlerinde padisahin huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nisanciliga tayin edildigi zaman bir defa padisahin huzuruna girip tayinlerinden dolayi tesekkür ederdi.

XVI ve XVII. asrin baslarinda serdar veya padisah seferde bulundugu zaman, Istanbul muhafazasinda birakilan vezire nisanci tarafindan tugralari çekilmis bos ahkâm kagitlari gönderilir ve bunlar, icab ettikçe kaim-i makam tarafindan doldurularak kullanilirdi.

XVII. asrin sonlarinda (1087) tedvin edilmis önemli bir Osmanli kanunnâmesi olan Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesinde "Kanun-i Nisanci" basligi altinda ayri ve özel bir fasil bulunmaktadir. Bu fasilda, o dönem nisancilarinin nizamlari tafsilatli bir sekilde verilmekte, onlarin resmî ve hukukî durumlari belirtilmektedir. Buna göre nisanci, "tugra-i serif hizmeti ile me'murdur. Kendi dairesinde kanuna müteallik ahkâm yazilir. Mümeyyizi tashih ettikten sonra tugralarini çeker ve defteri tashih etmek lazim gelse, kendisine hitaben vârid olan ferman mucibince defterhaneden getirtip kendi kalemi ile tashih eder. Bu ferman gelince defter emini ile defter kesedarini, düzeltilmesi lazim gelen defter hakkinda vazifeli kilar. Sonra tashihi yapar, fermani da kendisi saklar, Kadiaskerlerden mühürlü kese ile gelen ehl-i cihat beratlarinin tugralarini çektikten sonra ehl-i cihatin isimlerini defterlerine "sahh" çekip ve yine kesesine koyup mühürleyerek kendi kesedari ile kagit eminine gönderir. Divan tarafindan verilen sIkâyet ahkâmini reis efendi (reisu'l-küttâb) resid ettikten sonra kesedari toplayip kendisine getirir, tugralarini çekerdi." Kanunnâmede aynen su ifadeler yer almaktadir: "Ve kavanin-i Osmaniye ve merasim-i sultaniye, nisancilardan sual olunagelmistir. Sâbikta (eskiden) bunlara müftî-i kanun itlak olunmustur.”

Kanunnâme, nisancilar hakkinda daha tafsilatli bilgiler vermektedir. Buna göre, nisancinin vezirligi varsa vüzeray-i izam silkine dahil hükmünü verir. Eger Rumeli beylerbeyilik pâyesi var ise beylerbeyi merasimini icra edip kendisinden kidemli Rumeli pâyesinde olan beylerbeylerden baska bütün beylerbeylere ve kadiaskerlere tasaddur eder. Bu pâye ile Divan-i Hümâyuna girip çiktikça vezirler ile birlikte girip çikar. Fakat arza girmezdi. Kanunnâme, arz esnasinda nisancinin disarida nerede ve nasil selama çikacagini da belirtmistir. Nisancinin beylerbeyilik pâyesi yok ise sadece ümerâ pâyesindedir. Kendisine nisanci bey denilmektedir. Bu takdirde Divan-i Hümâyuna ümerâ. tariki üzere gider. Ancak taht kadilarina tasaddur eder. Diger divan hacegâni gibi mücevveze, sof üst, lokmali kutnî ve iç kaftani giyer. Ata orta abayi ve orta raht vururdu. Haslari da dört yükten (400.000 akça) fazla olurdu. Nisancilarin vezir-i a'zama gitmeleri için belli ve muayyen bir zaman yoktu. Sadece isti'zan (izin isteme) âdet idi.

Nisancilik, XVI. asrin sonlarindan itibaren yavas yavas önemini kayb etmeye basladi. Bunun içindir ki, önceleri âmiri durumunda bulundugu reisü'l-küttâbla esit duruma getirilmisti. XVII... asnn ortalarinda nisancilik adeta kuru bir ünvan haline geldi. XIX. yüzyilin baslarina kadar ismen de olsa varliklarini devam ettiren nisancilar, eski önemlerini tamamen kayb ettiler. Bu sebeple nisancilik 1836 yilinda tamamen lagv edilerek vazifeleri "Defter eminine" verilmistir. Mühim islere dair fermanlarin üzerlerine Bâbiâlî, digerlerine de defter eminleri tarafindan tayin edilen ve tugranüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilirdi. 1838'de tugra-nüvislik görevi de kaldirilip Bâbiâlî ile defter eminligi tugraciligi birlestirildi. Böylece bu hizmetin Bâbiâlî'de görülmesi kararlastirildi

Sarax
09-22-2008, 15:39
SARAY TESKILÂTI

Bursa feth edilip merkez haline getirilmeden önce, Osmanogullari'na ait özel bir saray yoktu. Osmanli Beyi, diger emirler gibi kendi ailesi halki ile birlikte bir evde oturur, beyligin ileri gelenlerini ve tebeasini burada kabul ederdi. Isler, bu mütevazi evde görüsülürdü. Bu sekildeki bir ikametgâhin, muhafiz vs. gibi fazla sayida yardimci kimselere de ihtiyaci yoktu. Nitekim bir katip, birkaç çavus, haberci ve az sayida bir muhafiz grubu, bütün isleri görmeye yetiyordu. Yaz aylarinda, genellikle bey evinin karsisindaki ulu çinarlarin serin gölgelikleri, toplanti yeri olurdu. Yaz mevsimindeki bu toplantilar, Osmanlilarin Sögüt bölgesine yerlesmeden önceki göçebelik dönemini hatirlatiyordu. Zira bu dönemlerde, asiretin ileri gelenleri açik havada, beyin çadirinin önünde toplanip isleri görüsüyor ve bir karara variyorlardi. Bununla beraber zaman zaman sefer veya herhangi bir sebeple hareket halinde bulunan beyler, eski Türk âdetlerine göre at sirtinda da toplantilar yaparlardi. Böyle toplantilarda sadece sifahî kararlar verilirdi. Bey, Cuma günleri Cuma namazinda hazir bulunurdu. Bu, beyin tebeasiyla görüsmeye, onlarin dert ve sIkâyetlerini dinlemeye vesile olurdu. Bu dönemdeki bütün âdet ve merasimler, Oguz töresince icra olunurdu.

Orhan Bey, Bursa'yi feth edip is basina geçtikten sonra beyligi her sahada teskilâtlandirmaya gayret etmisti. Bunun içindir ki bazi arastiricilar, Osmanli Devleti için onun döneminden itibaren bugünkü mânâda "devlet" denebilecegini kayd ederler.

Gerçekten, Osmanli Devleti, gelisip büyüdükçe, hükümdarlarinin oturduklari saraylar da bu gelismeye paralel olarak büyümüs ve ihtisamlari artmisti. Ilk Osmanli sarayi, mütevazi bir sekilde Bursa'da yapilmisti. Bundan sonra Edirne'de saraylar insa edilmisti. Istanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan bugünkü Bâyezid'de Istanbul Üniversitesi'nin bulundugu sahada bir saray yaptirilmisti. Fakat daha sonra begenilmeyen bu sarayin (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasinda bulunan çikintili tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray insa edilmisti. Yeni saray adi verilen bu saray (Topkapi Sarayi), padisahin ailesine mahsus daireler (harem), Enderûn ve dis hizmetlerle alâkali Birûn adi verilen üç kisimdan tesekkül etmekteydi. Fâtih'ten sonra gelen Osmanli padisahlari, 1400 metre uzunlugunda "Sûr-i Sultânî" denilen yüksek ihata duvan ile çevrili olan bu sarayda ikamet ettiler.

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan insasina baslanilan ve XIX. yüzyil ortalarinda Dolmabahçe Sarayi'na tasinincaya kadar yaklasIk dört asra yakin Osmanli padisahlarina hizmet eden Topkapi Sarayi'na, hemen her Osmanli padisahi bir ilavede bulunmustu. Bu saray, 3 Nisan 1924 tarihinde çikanlari Bakanlar Kurulu karan ile müze haline getirilmistir.

Orhan Bey'in, Bursa'nin iç kalesinde bir sarayi vardi. Fatih devrine kadar gelen Osmanli hükümdarlari tarafindan kullanilan Bursa sarayindan Evliya Çelebi de bahs etmekte, ancak sarayin bu hükümdardan sonra ragbet görmedigini, sadece muhafiz bostancilarinin burada bulundugunu kayd etmektedir. Mamafih, Bursa büyük bir yangin ve depreme maruz kaldigi için Evliya Çelebi'nin bahs ettigi sarayin, Orhan Bey devrinden kalan bina olmadigi söylenebilir. Ayrica 1402'deki Ankara Muharebesi'nden sonra Bursa'nin maruz kaldigi Mogol istilasi esnasindaki yangin ve yagmalamalar da düsünülecek olursa Orhan döneminden XVII. asra pek fazla bir seyin kalmayacagi kanaatine varilabilir.

Bursa sarayi hakkinda bilinenler pek fazla degildir. Teskilat ve iç taksimati ise hemen hemen hiç bilinmemektedir. Sadece, muhafazasi için kapicilarinin, muhtelif hizmetler için iç halkinin ve harem kisminin bulundugu söylenebilir. Edirne'nin fethinden sonra da Bursa bir müddet daha devlet merkezi olmakta devam etmisti.

Bilindigi gibi Rumeli fetihlerinin basladigi siralarda Osmanli Devleti'nin merkezi Bursa idi. Edirne'nin fethinden sonra da burasi hemen terk edilmedi. Bununla beraber Edirne'de ilk sarayin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) tarafindan h. 767 (m. 1365) yilinda yaptirildigi ve yerinin de bugünkü Selimiye Camii'nin bulundugu yüksek yerde veya yakininda oldugu ileri sürülmektedir. Evliya Çelebi, kendi zamaninda bu sarayin bulundugunu ve Musa Çelebi tarafindan etrafinin bir duvarla çevrilmis oldugunu bildirir. Yine onun yazdigina göre, Kanunî Sultan Süleyman da bu sarayi tamir ettirmis ve acemi oglanlarina tahsis etmistir. Bu eski saraydan günümüze kadar bir iz kalmamakla beraber, Selimiye Camii'nin üst tarafindaki Saray Hamami denilen Çifte Hamam harabesinin bu saraya ait hamamin kalintisi oldugu kabul edilmektedir.

Edirne saraylarinin en meshuru, Hünkârbahçesi Sarayi denilen Yeni Saray olup burada harem daireleri ile diger teskilâtlar vardi. Yine Evliya Çelebi'nin kaydina göre önceleri koru halinde bulunan bu yer, Sultan Birinci Murad tarafindan imar edilmis, fakat Sultan II. Murad, Tunca nehrinin kenarinda bulunan bu mevkii kösklerle süslemisti. Kendisinden sonra gelenler de buraya ilaveler yaparak Kanunî zamaninda mükellef bir hale getirmislerdi.

Istanbul'un fethinden üç yil sonra, yani 1457 senesinde Edirne sehri büyük bir yangin sonunda tamamen yok olmus gibiydi. Bu arada saray da yangindan zarar görmüstü. Bunun için sehrin yeniden imari sirasinda Fâtih'in emri ile yeniden Hünkârbahçesi Sarayi diye anilan yerde insa edilen sarayda alti bin iç oglani ile besyüz civarinda bostanci vazife görüyordu. Iç oglanlari, Topkapi Sarayi'nda oldugu gibi muhtelif koguslar halindeydiler. Bostancilar hem Edirne sarayi bahçelerine hem de Edirne'de bulunan Mamak, Çömlek ve Mesihpasa bahçelerine bakiyorlardi. Aynca Edirne Bostancibasisinin idaresinde sehrin inzibat isleri ile de mesgul oluyorlardi. Hükümdarlar, Istanbul'da ikamete baslamadan önce Edirne sarayinda, muhafiz kapicilar ve kapicibasilar vardi. Bunlar sonradan kaldirilmislardi. Onlarin yerine bostancilar bakmaya baslamislardi. Edirne sarayindaki iç oglanlarin kidemlileri, üç senede bir Istanbul'daki yeni sarayin Enderûn kismina veya kapi kulu süvari ocaklarina verilirlerdi. Keza Bostancilar da zamani gelince kidemlerine göre Yeniçeri, Sipahi veya Müteferrika olurlardi.

Edirne sarayi da Istanbul'daki yeni sarayda oldugu gibi Enderûn, Birûn ve Harem kisimlarindan meydana geliyordu.

Sarax
09-22-2008, 15:40
ENDERÛN

Osmanli Devletinde XV. asir ortalarindan itibaren medrese disinda en köklü ve saglam ikinci egitim kurumu, Enderûndu. Sarayin, Enderûn halkini, devsirme denilen bazi hiristiyan tebea çocuklari veya harplerde esir alinip yetistirilen gençler meydana getiriyordu. Bunlar, devsirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaslari arasinda toplanip önce Enderûn disindaki Edirne Sarayi, Galatasarayi ve Ibrahim Pasa Sarayi gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-Islâm âdet ve geleneklerini ögrendikten sonra Enderûn'daki ihtiyaç ve kidemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânini ögrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarindan birisine çikarilirlardi. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda gelirdi. Kiler ve Hazine odasindaki eskiler, yani kidemlilerin seçmeleri münhal vukuunda (bosaldiginda) buraya verilirlerdi. Veya zamanlari gelince kapikulu süvarisi olarak disari çikarilirlardi. Bu odalarin en ilerisi ve mümtazi olan Has oda idi ki, asil Enderûn agalan bunlardi. Gerek devsirme sistemi, gerekse Iç oglanlari hakkinda asagidaki bilgiler konuya daha bir açiklik getirecektir.

Devsirme olarak alinip sarayda uzun müddet hizmet ve terbiyeden sonra devletin muhtelif makamlarina namzet olarak yetistirilen çocuklara, Iç oglani denirdi. Rivayete göre Osmanli sarayinda Iç oglani istihdami Yildirim Bâyezid zamanindan itibaren baslamistir. Iç oglanlarinin bedenî egitimlerine de önem verilirdi. Ok atmak, mizrak kullanmak, cirit ve çomak oynamak, binicilik gibi hareketler, o dönem için baslica bedenî hareketler olarak kabul ediliyordu. Bundan dolayi bunlar kuvvetli, çevik ve dayanikli olurlardi. Bazan odalar arasinda müsabakalar yapilirdi. Bunlar, mensup olduklari odalara göre hizmet ve sanat ögrenirlerdi. Öyle anlasiliyor ki, Iç oglanlari II. Murad zamanina kadar silah egitiminden baska egitim görmüyorlardi. Bu dönemde saray, Osmanli Devleti'nin kültürel, siyasî ve askerî gelisiminin ana yönlerini belirleyen önemli bir faktör olmustur. Bu bakimdan saray, en parlak ilim merkezlerinden biri haline gelmistir.

Sarax
09-22-2008, 15:40
HAREM

Topkapi Sarayi'nda ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyunun arka kisminda yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nâzir çesitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çesmeler ve hizmet binalarindan meydana gelmekte idi. Buralarin üzerleri kubbeler ve tonozlarla örtülüydü. Duvarlari en degerli çini ve mermerlerle kapli oldugu gibi en güzel kitâbe ve yazilarla da süslü idi. Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri açisindan yüzyillari burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür. Harem, Osmanli padisahlarinin hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir. Islâm dünyasinda eskiden beri yaygin olarak bilinen bir terim olarak harem, saraylarin ve büyükçe evlerin sadece hanimlara tahsis edilen bölümü ve selamligin mukabili olarak kullanilmistir. Topkapi Sarayi da Osmanli padisahlarinin sarayi oldugundan, padisahin aile efradi ve onlara hizmet eden kadinlara tahsis edilmis bölümüne Harem-i Hümâyun denilmistir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padisah olduguna göre buradaki hiyerarsi ile mevcud binalarin konumu, tefrisi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alinarak belirleniyordu. Böylece vâlide sultan, hasekiler (kadin efendiler), sehzâdeler, padisah kizlari (sultanlar), ustalar, kalfalar ve câriyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer aliyorlardi.

Harem halkini, padisah, vâlide sultan, padisah hanimlari, sultanlar ve sehzâdeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, câriyeler seklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta degerlendirmek mümkündür.

Sarax
09-22-2008, 15:40
AK VE KARA HADIM AGALARI

"Aga-i Bâbu's-Saâde" denilen kapi agasi, hadim ak agalarindan olup yeni sarayin bas nâziri, ve "Bâbu's-Saâde"nin âmiri idi. Baska bir ifade ile bunlar, Osmanli sarayinin "Bâbu's-Saâde" denilen kapisini muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrin sonlarina kadar sarayin en nüfuzlu agasi Bâbu's-Saâde veya Kapi agasi idi. Atâ tarihinde belirtildigine göre Kapi agaligi ile Hazinedar basilik, Saray agaligi ve kilerci basilik, Sultan Ikinci Murad zamaninda ihdas edilmislerdi. Kapi agasi, Harem'in en büyük zâbiti durumunda idi. Kapi agasinin emrindeki Ak hadimlar, sarayin kapisini muhafaza etmekte olup sayilari otuz civarinda idi.

Kara hadim agalari ise kadinlarin bulundugu harem kisminda vazife görüyorlardi. Kara hadimlarin en büyük âmirine "Dâru's-Saâde Agasi" veya "Kizlar Agasi" denirdi. Bunlar harem kisminda bulunduklari için kendilerine "Harem Agasi" da deniyordu.

Sarax
09-22-2008, 15:40
BIRÛN ERKÂNI

Osmanli sarayinin dis hizmetlerine bakan ve sarayda yatip kalkma mecburiyetinde olmayip disarida evleri bulunan kimselerdir. Bunlar, padisah hocasi, hekimbasi, cerrahbasi, göz hekimi, hünkâr imami gibi ulemâ sinifindan olanlarla sehremini, matbah-i âmire emini, darphâne emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil vazife sahipleri idi. Bunlardan baska sarayin Enderûn disindaki hizmet erbabindan olup emir-i alem, kapicilar kethüdasi, çavusbasi, mirahur, bostanci ve bunlarin maiyetinde bulunan memurlar da "Bîrûn" erkâni içinde yer aliyorlardi.

Bîrûn'da hizmet eden ilmiye sinifi ile "Agayan-i Bîrûn" yani dis agalari denilen agalar, sarayin Harem ile Enderûn kisminin haricindeki yer ve dairelerde oturup islerini görürlerdi. Aksam olunca da evlerine giderlerdi. Bunlar, Enderûn agalari gibi sIkI bir disipline tabi olmadiklari gibi sarayda yatip kalkma mecburiyetleri de yoktu. Bunlardan isteyenler sakal da birakabilirlerdi. Bîrûn teskilâtinin bütün tayinleri, sadr-i azam tarafindan yaptirdi.

Sarax
09-22-2008, 15:40
ASKERÎ TESKILAT

Bir toplumun "devlet" haline gelebilmesi, onun varligina vücud veren halk ve idarecilerin "bagimsizlik" (istiklâl) kavramini tanimalari ile mümkündür. Bu tanima, sadece fikir ve düsüncede kalmayip fiilen tatbik edilmelidir. Bu da belli sinirlari koruyacak olan "askerî güç" denilen bir sinifin mevcudiyeti ile gerçeklesir. Disiplinli ve sistemli hareket eden bir askerî gücün ifade ettigi mâna çok iyi bilindiginden, tarihte üne kavusmus bütün büyük devletler, bu konu ve teskilât üzerinde hassasiyetle durarak onu muhafazaya çalismislardir.

Disiplinli ve devamli bir ordunun teskili fikrinden hareketle sarf edilen çabalar, milletlerin kendi bünyeleri, bulunduklari cografî ortam ve zamanlarina göre degisik olagelmistir. Bu sebepledir ki, hayatlarini ziraî ürünlerle kazanan milletler gibi topraga siki sikiya bagli olmayan göçebe Türklerin hayatlarinda hayvanlarinin büyük rolü vardi. Bu, onlarin daha disiplinli hareket etmesini sagliyordu. Keza bu, onlarin harp disiplin, oyun ve usûllerine alismalarina da yardimci oluyordu. Nitekim sonbaharda yapilan büyük sürek avlarinin sebepleri, bu önemli gerçek içinde yatiyordu. Uygurlarin birçok aile ve boylarinin bir araya gelerek yaptiklari bu sürek avlari, Göktürkler'de oldugu gibi bir çesit savas egitimi idi. Ekonomi, devlet ve ordu idaresi, askerî bilgi ve eglence bu bahanelerle tatbikat sahasina konuyor, yasaniyor ve deneniyordu.

Ortaasya'li atli kavimlerin hayatlarinin en önde gelen özelligi, hareket halinde olma idi. Fertlerin bu hareketli hayati, topluma da bir dinamizm veriyordu. Bu hareket ve canliligin sonucu olsa gerek ki, Islâm öncesi Türklerinde hakim bulunan anlayisa göre "kendileri bir kurt, düsmanlari da bir koyun sürüsü idi." Türklerdeki bu dinamizm, Müslaman olduktan sonra daha bir kuvvetle devam etmis görünmektedir. Zira onlar, tarihî kültürlerinin bir mirasi olarak devam ettiregeldikleri bu anlayisi, Islâm'in "cihâd" ve "sehidlik" motifleri ile birlestirmislerdi.

Düsmanlarina karsi yaniltma, ani hücum ve sizma gibi taktikleri ile taninan Türklerin, Müslüman Arap ordulari içinde yer almalarindan sonradir ki, Islâm ordulari genis bir cografî mekânda yayilma imkânini buldular. Miislüman Türk askerlerinin Islâm ordusundaki durumundan bahs eden bir arastirici sunlari söylemektedir:

"Bazen uygulanan usûl de yürüyüs halinde olan düsman hatlarini tuzaga düsürmek veya hemen girisilen muharebe ile anlari, önceden hazirlanmis tuzak bölgelerine çekmek idi. Bu taktikteki büyük avantaj, saf nizaminda hücuma alismis Arap süvarileri için pek söz konusu degilse de, âni hücum, yaniltici çekilme, kanatlara sizma, her taraftan ok yagdirma ve hücumu sür'atle tekrarlamada mâhir Türkler içindi."

Tarih sahnesinde görünen birçok millet, askerî güç olarak ifade ettigimiz devamli ve disiplinli orduyu ayakta tutup kendisinden istifade edebilmek için çesitli çarelere bas vurmustur. Bu meyanda, harplerin sebep oldugu nüfus azalmasini bir dereceye kadar ortadan kaldirmak için galiplerin, maglup olan toplumlarin çocuklarindan yararlandigi da görülmektedir. Osmanlilarin da bas vurdugu bu sistem, onlarin basarili sonuçlar almalarina sebep olmustur.

Özellikle kurulus ve daha sonraki dönemlerde kullanilan sistemler ile ordunun sahip oldugu disiplin, Osmanli ordusunu basarili bir hale getiriyordu. Batida bulunan Hiristiyan devletlerce de farkina varilan bu duruma isaret eden bir seyyahin su sözlerine dikkat çeken Gibbons, o seyyahin ifadesini söyle nakleder:

"Osmanlilar, daha önceden Hiristiyan ordularinin ne vakit geleceklerini ve kendileri ile çatisma için müsait yerin neresi oldugunu bilirler. Çünkü bunlar, daima seferber bir halde idiler. Çavuslari ve casuslari, kuvvetleri nasil ve nereye sevk etmek lazim geldigini biliyorlardi. Bunlar, birdenbire harekete geçebilirlerdi. Yüz Hiristiyan askeri, on bin Osmanlidan daha fazla gürültü yapiyordu. Trampet bir defa vurdu mu, derhal yürüyüse baslarlar, adimlarini kat'iyyen yavaslatmaz ve yeni bir komut verilinceye kadar kat'iyyen durmazlardi. Hafif techizatli olduklari için Hiristiyan mühasimlarinin üç günde kat edemedikleri mesafeyi bir gece içinde kat ederlerdi."

Pek çok müessesede oldugu gibi, kendinden önceki Müslüman ve MüslümanTürk devletlerinin teskilatlarindan yararlanmis bulunan Osmanlilar, bu uygulamayi askerî sahada da gösteriyorlardi. Gerçekten, Osmanli askerî teskilâtinin, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Ilhanli ve Memlûk askerî teskilâtlan ile benzerlik arz etmesi, bu ifadelerin dogrulugunu ortaya koymaktadir. Bununla beraber biz, daha açik bir fikir vermesi bakimindan B. Selçuklu askerî teskilâtindan kisaca ve ana hatlari ile bahs etmek istiyoruz.

Özellikle Alp Arslan ve oglu Meliksah dönemlerinde devrinin en büyük askerî gücü haline gelen Selçuklu ordusu, günümüzün Milli Savunma Bakanligi durumundaki "Divan-i Arizu'l-Ceys" denilen bir teskilât tarafindan idare ediliyordu. Büyük Selçuklu ordusu, çesitli kavimlerden alinarak hususi saray terbiyesi ile yetistirilmis, tören, usûl ve protokolü bilen ve dogrudan dogruya Sultana bagli bulunan "Gulaman-i saray", en seçkin komutanlarin egitimi altinda her an emre hazir bekleyen "Hassa ordu" su ile melik, vali, vezir gibi ileri gelen devlet büyüklerinin askerleri ve tabi hükümetlerin askerlerinden kurulu idi. Isimleri "Divan defteri"nde yazili bulunan "Gulaman-i saray" efradi, yilda dört maas (bistgâni) alirdi. Devletin esas askerî gücünü teskil eden, harplere katilan ve düsmana agir darbeler indiren "Hassa ordu"su askeri de maasliydi. Ayrica vezir Nizamülmülk (öl. 485/1092) vâsitasiyle daha küçük parçalara bölünen askerî iktalarda, geçimini arazi gelirlerinden temin eden ve her zaman harbe hazir kalabalik bir süvari kuvveti (sipahiyan) de vardi. Bu sâyede Selçuklu Devleti, büyük bir askerî kuvvet bulundurma imkânina sahip olmustu. Buna karsilik Gazneliler ile Büveyhîler döneminde askere ikta degil maas veriliyordu. Sikisik durum ve zamanlarda, devletin bu maaslari ödeyemedigi oluyordu. Böyle durumlarda komutanlar, vilayetlerin vergilerini kendi nâm ve hesaplarina topluyorlardi. Halkla aralarinda bir menfaat birligi olmadigindan askerin faaliyetleri, zaman zaman vilayetlerin harab olmasina kadar variyordu. Halbuki askerî iktalar sayesinde Büyük Selçuklu Devleti 400 bin, Türkiye Selçuklulari da 100 bin kisilik bir orduya sahip bulunuyorlardi.

Sarax
09-22-2008, 15:40
OSMANLILARIN ILK ASKERÎ TESKILÂTI

Bizans Imparatolugu'nun hududlarinda bulunan ve Osman Gazi'ye bagli olan Türk asiretleri atli idiler. O dönemin iklim, harp, teknoloji ve siyasi sartlarina göre bu gerekliydi. Bu sebeple Osman Bey zamaninda harplere istirak edip fetih yapanlar bu asiret kuvvetleri idi. Asiret kuvvetleri, baslarinda serdarlari olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay aliyor ve zapt edilen topraklardan yerlesme hakki elde ediyorlardi. Topraga yerlesen Türkmenler, tasarruf ettikleri (kullandiklar) yer karsiliginda Osman Gazi'ye tabi oluyorlardi. Timarlarinin gerektirdigi sayida atli askeri de savasa gönderiyorlardi. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakin çevresini koruyan ve yevmiye hesabi ile ücret alan askerlerin sayisini artirdi. Bunlar, Selçuklular'da oldugu gibi "Kul" veya "Nöker" adi ile aniliyorlardi. Ulûfeli askerlerin sayisi, beyligin gücü ile orantili olarak artiyordu. Bu bakimdan beyligin sinirlari genisledikçe Osman Bey'in kapisindaki kul sayisi da artiyordu.

Osman Bey zamaninda, beyligin kuvvetleri, hizmetleri karsiligi ganimetten hisse alan ve feth edilen yerlere atli asker vermek sartiyla yerlesen Türkmen kuvvetleri ile ücretleri gündelik olarak ödenen Osman Bey'in sahsî askerlerinden ibaretti. Nöker veya Kul adini tasiyan bu askerler, fetih hareketlerinde henüz etkin rol oynayacak sayiya ulasmamislardi.

Asiret kuvvetleri ile ulûfeli askerler, ilk zamanlarda yeterli oldularsa da fetihler çogaldikça sayi olarak kifayet etmemeye basladilar. Bu bakimdan Osman Bey, fetihlere devam edebilmek için dinamik eleman arayisina baslama ihtiyacini duydu. Bundan sonra ihtiyaç hasil oldugu zaman Sögüt, Karacasehir, Eskisehir ve Bilecik dolaylarindaki köylerde oturan ve tarimla ugrasan Türk köylülerinden yararlanmaya karar verdi.

Atli olan asiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarinda fazla tesirli olamiyorlardi. Bundan baska fetihler sonucu arazi genisleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandasi durumuna gelmesi ve muhasaralarin uzamasi üzerine asiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulasamiyorlardi. Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamli bir askerî birlige ihtiyaç duyuldu.

Sarax
09-22-2008, 15:41
YAYA VE MÜSELLEMLER

Osman Bey'in ölümünden kisa bir süre sonra, beyligin sinirlarinin genislemesi ve kisa bir gelecekte, daha bir genislemeye namzed olmasi, Orhan Bey'i askerî, malî ve idarî düzenlemeler yapmak zorunda birakti. Gerçekten de beylik çerçevesinden çikip güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardi. Orhan Bey de bu görüsten hareketle önce orduyu ele aldi.

Orhan Bey'in saltanatinin ilk yillarinda askerî kuvvetler, Osman Bey zamanindan pek farkli degildi. Fetihler arttikça topraga yerlesen Türkmenlerin sayisi artmis, buna bagli olarak timarli sipahî sayisi da çogalmisti. Kul veya Nöker denilen sinif, Osman Bey zamaninda oldugu gibi yine ulûfe aliyordu.

Fetihlerin devami için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa'nin fethinden sonra ve Iznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Pasa ile Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri dogrultusunda yapilmisti. Buna göre devamli surette savasa hazir yaya ve atli bir kuvvetin bulundurulmasi gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsiz askerine "Yaya", atli askerine de "Müsellem" adi verildi. Alaeddin Pasa'ya göre askerî sinifa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kiyafet giyerek halktan ayird edilmeliydi. Bu sebeple, bunlarin giyecekleri elbise ve baslarinda tasiyacaklari sarigin renk ve biçimi tesbit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece tasradaki timarli sipahilerden de ayrilacaklardi.

Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kisi olan bu askerî birligin efradi. Çandarli Kara Halil tarafindan seçilmisti. Asikpasazâde'nin ifadesine göre birçok kisi "Yaya" yazilmak için Çandarli Kara Halil'e müracaat etmisti. Savas zamaninda bu gençlere önce birer, daha sonra da ikiser akça gündelik verilmesi kararlastirildi. Savas olmadigi zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi. Bunlar, vergilerden muaf tutuldular. Orhan Bey zamaninda hassa ordusu sayilan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atli sancaga bölünerek basina sancakbeyi tayin edildi. Yaya denilen piyade sinifinin her on kisisi için bir bas (onbasi), her yüz kisiye de daha büyük bir bas (yüzbasi) tayin edilmisti. Müsellem adi verilen atli birligin her otuz kisisi bir "Ocak" meydana getiriyordu. XV. yüzyil ortalarina kadar fiilen silahli hizmette bulunmus olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapikulu ocaklarinin kurulup gelismesiyle yerlerini onlara terk ettiler. Daha sonra Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlarin katilmasiyla Osmanli askerî teskilâtinin geri hizmet sinifini meydana getirdiler. Bu sinif, köprü yapimi, yol insaati, kale tamir ve yapimi ile hendek kazimi gibi islerde kullanildi.

Görüldügü gibi Osmanli Devleti'nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamaninda beyligin kuvvetleri iki kisimdan ibaret bulunuyordu. Bunlardan biri, Türkmen asiretlerinden saglanan ve kendilerine hizmetleri karsiliginda elde ettikleri ganimetler disinda timar da verilen atli kuvvetler, digeri de Osman Bey'in, ücretlerini gündelik olarak verdigi sahsî askerlerdi. Bunlara Nöker deniyordu ki tamami hür insanlardan meydana gelmisti. Orhan Gazi döneminde ise Yaya ve Müsellem adi ile yeni ve devamli bir askerî birlik kurulmustu.

Bu bilgilerin isigi altinda konuya bakildigi zaman Osman ve Orhan Bey'ler zamaninda Osmanli ordusu, üç gruptan tesekkül ediyordu. Bunlardan biri asiret kuvvetleri, ikincisi Nöker adi verilen ve sonradan "azab" adini alan sahsî askerler ki bir çesit hassa orduyu meydana getiriyorlardi. Üçüncüsü de biraz önce kuruluslarindan bahs ettigimiz Yaya ve Müselle ordusu idi.

Kurulus döneminden baslamak üzere Osmanli ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kisimdan ibaretti

Sarax
09-22-2008, 15:41
OSMANLI KARA ORDUSU

Ordu-u Hümâyun denilen Osmanli Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrilmakta idi. Bunlardan biri "Kapikulu Askerleri" digeri de "Eyâlet Askerleri" adini tasiyordu. Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kisimlara ayrilip ona göre isimler aliyor. Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip olusturduklarindan ayrica bunlara "ocak" deniyordu. Ocag'in en büyük subayina da "Ocak Agasi" adi veriliyordu.

Sarax
09-22-2008, 15:41
KAPIKULU ASKERLERI

Kapikulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diger bazi devletlerde oldugu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi. Bu sinifa dâhil olan askerler, devletten "Ulûfe" adiyla maas alirlardi. Burada "kapi" kelimesinin kullanilmasi ve devletten maas alan askerlere de "Kapikulu" askeri denmesinin sebebi, Kapi kelimesinden bizzat devletin anlasilmasiydi. Zira eskiden beri dogu ülkelerinde isler, hükümdar saraylarinin kapisinda görülürdü. Bu tabir, Kapi müdafaasinda bulunan askerler için de kullanilmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir. Askerler için de bu kelime kullaniliyordu. Iste bu sebepten dolayi devletten maas alan askerlere "Kapikulu askerleri" deniyordu.

Kapikulu askerleri baslangiçta devlet merkezinde bulunuyorlardi. Fakat ülke genisleyip muhafazasi için hudud boylarinda kaleler insa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldilar.

Osmanli Devleti, Rumeli taraflarinda fetihler yapip genislemeye baslayinca devamli bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasil olmustu. Bu da savaslarda esir alinan ve askerî sartlara uygun hiristiyan çocuklarinin kisa bir müddet Türk terbiyesi ile yetistirilerek yeni bir askerî sinifin meydana getirilmesiyle karsilanmisti. Iste bu teskilât, Kapikulu ocaginin çekirdegini teskil etmisti. Kapikulu askerleri iki gruba ayrilmaktadirlar. Bunlar:

1. Kapikulu Piyadesi

2. Kapikulu Süvarisi.

Sarax
09-22-2008, 15:41
KAPIKULU PIYADESI

Osmanli Devleti'nin, merkez askerî teskilât, içinde yer alan Kapikulu askerleri, Osmanli askerî teskilâtinin önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardi. Kapikulu piyadesi de kendi arasinda ayri gruplara ayrilmisti.

Sarax
09-22-2008, 15:41
ACEMI OCAGI

Osmanli askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapikulu piyadesinin mühim bir bölümünü teskil eden yeniçerilere mense' olan "Acemi ocagi", Sultan Birinci Murad zamaninda Kadiasker Çandarli Kara Halil ile Karaman'li Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çikmisti. Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdigine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'in devr-i saltanatinda 763 (1361-62) tarihindeki Zagra'nin fethi ile baslamistir. Devlet adina ve "Pencik" kanununa göre alinan esirler", Yeniçeri ocagina asker yetistirmek için Gelibolu'da kurulmus bulunan Acemi ocagina gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasinda isleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardi. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocagina aliniyorlardi. Fakat bu esirler, firsat buldukça kaçip memleketlerine gittikleri için bu sistem degistirildi. Savaslarda esir edilen küçük yastaki Hiristiyan çocuklari, evvela Anadolu'daki Türk köylülerinin yanina verilerek (Türk'e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye baslandi.

Gerçi bu ocagin, Rumeli fatihi Süleyman Pasa zamaninda, bizzat kendisi tarafindan savasta esir alinan Hiristiyan çocuklari ile basladigi belirtilmekte ise de ocagin gerçek manada müesseselesmesi, yukarida belirtilen sekilde olmustur.

Sözlük manasiyle beste bir demek olan "pencik" harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanilmak üzere beste birinin alinmasi demektir.

Islâm hukukunun ganimetlerle ilgili vaz' etmis oldugu prensiplerinden dogmus olan "pencik", Osmanli Devleti'nin ilk kurulus yillarinda uygulanmiyordu. Harpler sonunda ele geçen diger ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu. Gaziler, hisselerine düsen esirleri, Islâm hukuku geregince istedikleri sekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onlari satabiliyordu.

Osmanlilarda Acemi oglani iki sekilde alinirdi. Bunlardan biri savaslarda elde edilen erkek esirlerin beste birinden (pencik), digeri de Osmanli vatandasi olan Hiristiyan çocuklardandi. Savaslarda elde edilen esirlerin asker olarak alinmasiyle ilgili "Pencik Kanunu" tertib edilmisti. Buna göre alinan esir oglanlara "Pencik Oglani" adi verilmisti. Elde edilen bu esirler, "Pencikçi" denilen memur tarafindan tesbit edilir, bunlardan on ila on yedi yaslari arasinda olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve saglam olanlar devletçe üçyüz akça karsiligi satin alinirdi. Böylece Acemi ocagina ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmistir. Bu sistemin gelismesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu'da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmisti.

Pencik oglanlarinin, Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanina verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarina engel olmak içindi. Bununla beraber, zaman zaman bazi esir çocuklarin Avrupa'ya kaçtigi görülüyordu. Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanina verilmesi ile ilgili kanun hakkinda kaynaklarda farkli tarih ve zamanlar verilmektedir. Bu cümleden olarak Sirpsindigi savasi, Edirne'nin fethi ve Bilecik tarafina yapilan ilk akinlarda olduguna dair rivayetler bulunmaktadir.

Cüz'i bir ücretle Türk çiftçisinin yanina verilen Acemi oglanlarina çok az bir ücretin verilmesi, onlarin "ben padisah kuluyum" deyip çiftlik sahibine kafa tutmamasi içindi.

Acemi oglanlar, ziraat islerinde çalistirildiklari gibi kisa zamanda Türkçe ile birlikte Islâm-Türk örf ve âdetlerini de ögreniyorlardi. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocagi"na kayit ettiriliyorlardi. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karsiligi "Yeniçeri Ocagi"na gönderiliyorlardi. Yildirim Bâyezid döneminin sonlarina kadar belirtilen sekilde devam eden bu usûl, Ankara Savasi'ndan (1402) sonra fetihlerin durmasi ve iç karisikliklarin bas göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmustu. Kapikulu ocaklarindaki kadro eksikligini gidermek için baska bir çareye bas vurmak gerekiyordu. Bu sebeple Rumeli'ndeki Hiristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve "Devsirme" ismiyle münasib sayida Hiristiyan çocugu alinmasina karar verildi.

Daha önce de temas edildigi gibi Ankara Savasi'ndan sonra Osmanli fetihleri durmus, bazi yerler Bizans ve Sirplara terk edilmislerdi. Gerek Çelebi Mehmed zamaninda, gerekse oglu Sultan Ikinci Murad'in ilk devirlerinde Rumeli'de fütuhat yapilamadigi için esirlerden istifade edilememisti. Bunun üzerine Osmanlilardan önceki Türk ve Islâm devletlerinde uygulanmamis olan yeni bir usûl ile devletin, Hiristiyan tebeasi olan ve yaslan uygun çocuklarindan sadece bir tanesinin Osmanli ordusuna alinmasi kararlastirildi. Böylece Hiristiyan vatandaslarin çocuklarindan asker devsirmek için bir "Devsirme Kanunu" yürürlüge konuldu. Bu yeni kanunla, bastan basa gayr-i müslim olan Rumeli halki, tedrici surette müslümanlastirilacakti. Müslümanlastirilan bu insanlarla da Osmanli ordusu kuvvetlenecekti. Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulasmis oluyordu. Gerek Müslüman nüfusu çogaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakimindan iki yönden faydali olan bu Devsirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanin yerine geçmisti. Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye baslamisti.

Devsirme kanunu geregi ihtiyaca göre üçbes senede ve bazan daha da uzun bir sürede Hiristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazan yirmi yas arasindaki sihhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oglani alinmaya basladi. Bununla beraber 14-18 yas arasindakiler tercih ediliyordu. Önceleri Rumeli'de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan, daha sonra ise Sirbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandi. Bu durum, XV. Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocagina kayit ve kabullerine "Çikma" veya "Kapiya Çikma (bedergâh) denirdi.

Devsirme usûlü, kendi dönem ve zamanina göre iyi bir sonuç vermisti. Bu sonuç hem Osmanlilar, hem de çocugu devsirilen aileler için faydali olmustu. Osmanlilar açisindan faydali olmustu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamli surette insanlari yutan birer makine haline gelmislerdi. Iste bu makinalarin zararlarini en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayri müslim vatandaslarindan istifadeyi düsünmüstü. Böylece hem Islâm Türk mefkûresinin daha genis sahalarda yayilmasini saglamak, hem de kendi asil nüfusuna dokunmamak suretiyle azinliga düsmeyecekti. Devsirme sistemi, çocugu devsirilenler bakimindan da faydali bir seydi, çünkü onlar da çocuklarinin içinde bulunduklari mali sikintidan kurtulacagini biliyorlardi. Muhtemelen çocuklari devlet kademelerinde vazife alir ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi. Bunun da kendileri için faydali olacagi bir gerçekti. Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hiristiyan ailenin, çocugunu devsirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yaristiklarini kayd ederler. Hatta sadece Hiristiyan çocuklarinin devsirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halki Müslüman olan Bosna'dan da devsirilmek suretiyle acemi oglani alinirdi. Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu.

Bilindigi üzere her saha ve konuda oldugu gibi devsirme sisteminde de arzu edilmeyen bazi suistimallerin oldugu söylenebilir. Buna karsilik devlet, gönderdigi memurlarinin kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu. 9. Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semendire Beyi ile Ivraca Kadisina yazilan bir hükümde Acemi oglani devsirmeye giden bir memurun hâne (ev) basina onar akça nal parasi vesair kanunsuz paralar alip 5-10 yasindaki çocuklari önce alip sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarina sattigi bildirilmekle Yayabasilarindan Ferhad gönderilip hakkiyla teftis olunmasi ve memurun esyasi arasinda bulunan para, kumas vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmistir. Böylece devlet, bu ve benzeri haksizliklarin önüne geçmeyi, adaletsizligi ortadan kaldirmayi istiyordu.

II. Yeniçeri Ocagi

Avrupa'da kurulan devamli ordudan bir asir önce vücuda getirilmis olan Yeniçeri ordusu, Osmanli Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanin en mükümmel ordusu haline getirilmisti. Bu ordu, teskilât ve disiplini ile bu sifati tasimaya hak kazanmisti. Osmanli Devleti'ni kuran ve kisa bir zamanda hududlari Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine;

Iran, Arabistan ve Misir çöllerine kadar götüren hükümdarlarin en büyük dayanaklarindan biri bu ordu olmustur.

Piyade birligi olan Yeniçeri ocaginin, hangi tarihte ihdas edildigi kesin olarak tesbit edilememekle birlikte bunun, Murad Hüdavendigâr zamaninda yani on dördüncü asrin son yarisi içinde bir ocak halinde kuruldugu söylenebilir. Bazi kaynaklarda bu kurulusun 1365 yili oldugu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yilinda oldugudur. Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanli Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bagli bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmistir. Haci Bektas-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âsikpasazâde, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere "Taife-i Bektasiye", ocaga da Bektasî ocagi denmistir.

Bu ocagin kurulus sebebi, mevcud askerin azligina ragmen, fetihlerin çogalip sinirlarin genislemesi ve eldeki askerin de bu sinirlari koruyamaz duruma gelme endisesi idi. Halbuki hem Rumeli'yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamli ve hükümdarin emir komutasi altinda bir askerî birlige ihtiyaç vardi. Benzer teskilâtlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Bu mânada Osmanlilarin, Selçuklular ile Memluklulari örnek aldiklari anlasilmaktadir.

Yeniçeriligin ilk kurulusunda, orduya bin kadar yeniçeri alinmisti. Bunlarin her yüz kisisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir "Yayabasi" tayin edilmistir.

Ocak, XV. yüzyil ortalarina kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adi verilen bir siniftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanindan itibaren (1451 senesi), "Sekban" bölügünün de iltihakiyla iki sinif haline gelmis. XVI. asir baslarinda ise "Aga" bölügü denilen üçüncü bir kisim daha teskil edilmistir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüge kadar çikmistir. Aga bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamina kadar yükselmistir.

Yeniçeriler, baslarina börk ismi verilen beyaz keçeden bir baslik giyerlerdi. Bunun arkasinda ise yatirtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydi. Yeniçeriler börklerini egri, subaylari da düz giyerlerdi. Fâtih kanunnâmesinde belirtildigine göre yeniçeri taifesine her yil beser zira' laciverd çuka ve otuz iki akça "yaka akçasi" ile her birine basina sarmasi için altisar zir'a astar verilmesi hükmü konmustu.

Her yeniçeri bölügüne "Orta" denirdi. Her ortanin da komutani olan ve "Çorbaci" denilen bir subayi bulunurdu. Sekban ve Aga bölüklerinde bu komutana "Bölükbasi" denirdi. Yeniçeri ocaginin en büyük komutani "Yeniçeri Agasi" idi. Yeniçeri Agasi, ocagin kurulusundan 1451 senesine kadar .ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbasilardan tayin edilmeye baslandi. Bununla beraber bu kanun daha sonra degistirilerek ocagin disindan olan kimseler de tayin edilmistir. Yeniçeri Agasi, Yeniçeri Ocagi ile Acemi Ocagi islerinden sorumlu idi. Bundan baska Istanbul'un asayisi ile de ilgilenir ve yaninda bulunan bir heyetle kol dolasip güvenligi saglardi. Bu sebeple hükümdarlar, bunlarin güvenilir ve sadik kimselerden olmasina dikkat ederlerdi. Yeniçeri Agalarinin azil ve tayini 1593'e kadar dogrudan padisah tarafindan gerçeklestirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmistir.

Yeniçeri Ocagi'nin en büyük komutani olan Yeniçeri Agasi'ndan baska Sekbanbasi, Ocak Kethüdasi veya Kul Kethüdasi, Zagarcibasi, Turnacibasi, Muhzir Aga ve Bas çavus ta ocagin büyüklerindendi. Bunlardan baska bir de "Yeniçeri Efendisi" denilen ocak kâtibi vardi.

Yeniçeriler, maaslarini (ulûfe) üç ayda bir alirlardi. Bu konuda ocagin en büyük âmiri olan Yeniçeri Agasi ile herhangi bir nefer arasinda fark yoktu. Onun için Yeniçeri Agasi da bu ulûfe isine dahil edilirdi. Ulûfe, pâdisahin nezâretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicrî kamerî takvime göre dagitilan ulûfenin Sali günü verilmesi kanundu.

XVI. asra kadar devsirmeden toplananlardan baskasi katilamazken 990 (1582) senesinde Sultan III. Murad (1574-1595)'in, sehzadesi Mehmed için tertiplenen sünnet dügününe katilan bir sürü canbaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocaga kayd olmalari, ocagin yavas yavas bozulmasina sebep olmustu. Devletin kurulusundan kisa bir müddet sonra teskil edilen Yeniçeri Ocagi, belirtilen olaydan sonra hariçten insanlarin ocaga girmesiyle bozulmaya yüz tutmustu. Çünkü, egitimsiz ve basibos kimselerin ocaga girmeleriyle bu askerî teskilât, dogrudan siyasete katilan, devlet adamlarini tayin veya azlettiren, padisahlari tahttan indiren veya tahta çikaran bir kuvvet halini almisti. Gerçekten de onlarin zorbaliklarini ve yaptiklari kötülüklere isaret eden (1826) tarihli bir hüküm Istanbul Kadisina gönderilmistir. Bu hükümde söyle denilmektedir: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ûlu'l-emre itaatediniz" âyet-i kerimesi muktezasinca kaffe-i mü'min ve muvahhid olanlar, emr-i ulu'l-emre itaat ve inkiyad ile me'mur olup bir müddetten beri Yeniçeri nâmina olan eskiya makulesi, hilâf-i ser'-i serif, daire-i itattan huruc ederek fürce bulmasi cihetiyle gerek memâlik-i mahrûsede ve gerek dâri's-saltanat-i seniyede her bir sey çigirindan çikmis ve ol makule esrar-i nâsin garazlari olan mel'aneti icra zimninda her bir seye müdahele daiyesine düsmelerinden nasi, Ümmet-i Muhammed'in mal ve canlarindan emniyetleri kalmayip rahatlarina halel gelerek bayagi alis verislerine varinca fesada varmis..." Bu hükümde de açikça görüldügü ve yukarida belirtildigi gibi Yeniçeri askeri her seye müdahele eder olmus. Buna karsilik gerçek vazifesi olan askerligi tamamiyle unutur olmustu. Zira onlar, askerlik yerine esnaflikla ugrasiyorlardi. XVII ve XVIII. asirlarda sik sik ayaklanmislardi. Bunun üzerine ocak, "Vak'a-i Hayriye" diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826'da Sultan Ikinci Mahmud tarafindan lagv edilerek ortadan kaldirildi.

Sarax
09-22-2008, 15:42
CEBECI OCAGI

Kapikulu askerinin piyade ocaklarindan biri de "Cebeci Ocagi"dir. Kelime olarak "cebe" zirh demektir. Osmanlilar, bir nevi istilah olarak bu kelimenin mana ve kapsamini genisletmis görünmektedirler. Bunun içindir ki "cebeci" dendigi zaman belli hizmetleri olan bir askerî sinif akla gelmektedir. Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kiliç, tüfek, balta, kazma, kürek, kursun, barut, zirh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçlari olan savas alet ve esyasi yapan veya tedarik eden ocaga "Cebeci Ocagi" denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazim olan harp levazimatini deve ve katirlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dagitirdi. Savas sonunda da bunlari tekrar toplardi. Bu arada tamire muhtaç olanlari da tamir ederek silah depolarinda muhafaza ederdi.

Sefer esnasinda ordu komutanlari refakatina münasib bir miktar cebeci verilirdi. Bunlarin, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olmasi gerekirdi. Bu maksatla Cebecibasiya bu yolda emirler verilirdi. Baris zamaninda bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarinda ve Tophane civarinda bulunan kislalarinda ikamet ederlerdi.

Bu ocagin kurulus tarihi kesin olarak tesbit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocagi ile birlikte veya ondan çok kisa bir müddet sonra oldugu tahmin edilmektedir. Bu ocaga girecek olanlar, "Pencik" ve "Devsirme Kanunu" devam ettigi müddetçe Acemi oglanlari arasindan seçilirdi. Sonralari Yeniçeriler gibi bunlarin da evlenmelerine müsaade edildiginden yetisen çocuklari da cebeci olurdu. Ocaga alinacak kimseler, önceleri "sakird" ismiyle alinir, daha sonra fiilen cebeci olurlardi.

Ocak mevcudu, aralarindaki münasebet dolayisiyla Yeniçeri askerinin azalip çogalmasina bagli olarak artar veya eksilirdi. XVI. asir ortalarinda yeniçeriler 12 bin nefer iken bunlarin sayilan 500 kadardi. XVII. asirda (1675) te cebecilerin sayilari 4180 civarindadir. XVIII. yüzyilda cebecilerin sayisi 2500-5000 arasinda degismekteydi. Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocagi, Asakir-i Mansûre ile yeniden tesis edilmisti.

Diger Kapikulu ocaklari gibi "orta" denilen ve 38 bölüge ayrilmis bulunan cebecilerin en büyük komutani "Cebecibasi" idi. Ortalar, kendi aralarinda silah yapan, silahlan tamir eden, barutlari islâh eyleyen, harp levazimatini tedarik edip hazirlayan ve humbara yapanlar gibi ayri ayri kisimlara ayriliyorlardi.

Sarax
09-22-2008, 15:42
TOPÇU OCAGI

Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teskil edilen bu ocak da, Kapikulu ocaklarinin yaya kismindandi. Efradi, Acemi Ocagi'ndan saglanirdi. Osmanli ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamaninda 1389 yilinda Kosova Meydan Muharebesinde kullanilmistir. Yildirim Beyâzid tarafindan da gerek Istanbul muhasaralarinda gerekse Nigbolu kusatmasinda topun bir silah olarak kullanildigi, Asikpasazâde tarafindan anlatilmaktadir. Görüldügü gibi Osmanli Devleti'nin daha baslangiç yillarinda top, ordunun ayrilmaz bir parçasi haline gelmistir. Bununla beraber topun silahli kuvvetlerin agir ve önemli bir silahi olarak ordu ve donanmaya yerlesmesini saglayan, Fâtih Sultan Mehmet olmustur. Kale yikan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed oldugu belirtilmektedir. Bu silahin, askeriyedeki önemi o kadar büyümüs ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermistir ki, patlatilamayan bir topun patlamasini temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymistir.

Topçu ocaginin top döken kismi ile top kullanan bölükleri ayri ayri idiler. Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi. Bazen kale muhasaralarinda kalelerin önünde de top imal edildigi görülmektedir. Nitekim Sultan II. Murad zamanindaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da Istanbul kusatmasinda develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüstü.

Osmanlilar, gelecekteki ihtiyaçlarini karsilamak ve devamli bir sekilde hazirlikli bulunmak gayesiyle Istanbul'un disinda da top fabrikalari kurmuslardi. Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakin yerlerde idi. Bu yerler:

Belgrad, Semendire sancaginin Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya'da Iran sinirina yakin Kerkük'ün Gülanber kalesi idi. Bu toplarin mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç'da idi. Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayri ayri yerlerde depolar yaptirilmisti. Her yil ne kadar mermi ve gülle dökülecegi, Divan tarafindan planlanip Topçubasina bildirilirdi. Dökümhanelere de buna göre emir giderdi. Bir gülle dökümhanesinin yillik ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasinda degisiyordu. Bu mermilerin en küçükleri 320 gram agirliginda idi. Bunlar, "Sahî" denilen toplarin gülleleri idi. Sahîler, katir sirtinda tasinabilen ve yalniz iki topçu eri tarafindan kullanilabilen küçük, pratik, atesi seri ve müessir toplardi. "înce Donanma"yi meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanilirdi. Kale muhasaralarinda surlari yikmak için kullanilan toplar daha büyüktü. Bu toplarin gülleleri 70 kg. agirliginda idi. Top mermisi döken madenlerde dökücü ustalari ve yeterince isçi vardi Dökücüler, Istanbul'daki Tophaneden gönderilirlerdi.

Osmanlilar, sadece madenî degil, tas gülle de kullanmislardi. Bu gülleleri demir olanlardan ayirmak için "Tas gülle" tabirini kullaniyorlardi.

Topçu ocaginin en büyük zâbitine (subayina) "Sertopî" veya "Topçubasi" denirdi. Bundan baska Dökümcübasi, Ocak kethüdasi ve çavusu gibi yüksek rütbeli subaylari ile "Çorbaci" veya "Bölükbasi", Dökücü halifeleri" gibi subaylari ile Ocak katibi vardi.

Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu. Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi. Tophane Emini, tophaneye alinan ve sarf edilen esyanin defterini tutar ve her sene hesabini verirdi. Tophane levazimi, bunun eli ile tedarik edildiginden vazifesi çok önemli idi. Bütün bunlardan anlasildigina göre Topçubasi, Dökümcübasi, Tophane naziri, top dökümcüleri kethüdasi, Tophane emini ve Topçu çavusu Tophane ocaginin yüksek rütbeli subaylarindandi.

Topçular, sayica "Cebeciler"e yakin idiler. XVI. asirda ocagin mevcudu 1204 nefer iken, XVII. asirda bu sayi 2026'ya kadar yükselmistir. Onyedinci asrin sonlarinda muharebelerin devami yüzünden sayilari 5084'e kadar çikmistir.

Oldukça islah edilmesine ragmen Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesi (hal') esnasinda Kabakçi Mustafa'ya iltihak eden Topçu ocagi, isyana istirak etmisti. Halbuki Sultan Selim, bu ocagin, zamanin sartlarina göre islâh edilmesine ehemmiyet vermis, derece ve itibarlarini artirmisti. Vak'a-i hayriye esnasinda topçular, devlete sadik kalarak Humbaraci ve Lagimci ocaklari ile birlikte "Sancag-i Serif altina gelmislerdi. Yeniçeri ocaginin ilgasindan sonra Topçu ocagi yeni sekle göre tertip edilmisti.

Topçu ocagi ile çok yakindan ilgisi bulunan bir ocak daha vardir ki, bu da "Top Arabacilari Ocagi"dir. Osmanlilarin ilk dönemlerinde kullanilan toplar, deve, katir ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardi. XV. asirdan sonra topçulugun büyük ölçüde gelismesi üzerine ve büyük toplarin dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlilar, bunlari araba ile savasa götürmeye basladilar. Demek oluyor ki bu ocak, toplarin daha ziyade tekemmül ederek arabalarla tasinmasindan sonra dogmustur. Arabacibasi adinda bir subayin komutasinda bulunan bu ocak da çesitli ortalara ayrilmisti.

Sarax
09-22-2008, 15:42
HUMBARACI OCAGI

Farsça asilli bir kelime olan humbara, içine patlayici maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapilmis bulunan mermi demektir. Humbaraci da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranin el ile atilani (el bombasi) oldugu gibi havan topu ile atilani da vardir. Ayrica tas da atilabilirdi.

Daha çok kale kusatmalarinda ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karsi kullanilan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate deger basarilar saglamislardi. Topçular gibi Kapikulu ocagina mensub bulunan humbaraci ortalarinin XVXVI. asirlar arasinda ihdas edildigi tahmin edilmektedir. Humbaracibasi adi verilen bir subayin komutasinda bulunan bu ocak mensuplari, baslangiçta biri topçulara, digeri cebecilere bagli olmak üzere iki kisimdan ibaretti. Bu ocagin esas kisminin Kapikulu gibi maasli degil, timarli oldugu bilinmektedir. Nitekim 1126 yili Safer ayinin sonlarinda Humbaracibasi tarafindan Payitahta gönderilen bir arizadan, Hotin Kalesi muhafazasinda bulunan timarli humbaraci neferatinin bulundugu anlasilmaktadir. Buna göre humbaracilari topcu, cebeci, ve timarli olmak üzere üç kisma ayirabiliriz.

Bulunmasi gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracilarin müstakil bir ocak haline gelmesi XVII. asirdan sonra olmalidir. XVIII. yüzyil baslarinda büsbütün ihmale ugrayan humbaracilik mesleginin, günün sartlan ve Avrupa'daki gelismesi de göz önüne alinarak yeniden tesisi düsünüldü. Bir müddet Avusturya'da kaldiktan sonra Osmanli ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransiz asilzâdesi Copmte de Bonneval (Ahmet Pasa), Birinci Mahmud devrinde Mirimirân rütbesi ile humbaracibasiligina tayin edildi. Humbaraci ocagi, "fenn-i humbara ve sanayi-i atesbazîde maharet-i tammesi" olan bu zat tarafindan Avrupa'daki usûl ve sistemlere uygun bir sekilde teskilatlandirilmaya tabi tutuldu. Ahmed Pasa'nin bu konudaki çabalari sonucunda Bosna'dan 301 nefer alinarak her 100 kisi bir "oda" teskil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüge bir yüzbasi, iki ellibasi, on onbasi, tabib, cerrah ve yazicilar tayin olunduktan ve ulûfeler tesbit edildikten sonra teskilât, humbaracibasinin emri ve sadrazamin nezareti altina aliniyordu. Siki bir talim ve egitim ile yetisecek olan humbaracilardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna"nin serhad kalelerine "Humbaracibasi" olarak tayin edileceklerdi.

Fabrika ve kislalari Üsküdar'da bulunan humbaracilarin, devlet askerî teskilâti bakimindan önemli bir yeri bulunduklari anlasilmaktadir. Yeniçeriligin ilgasi esnasinda meydana gelen olaylarda, devletin yaninda yer almis olan Humbaraci Ocagi, Asakir-i Mansûre ordusu içinde topçulara baglanarak ayri bir ocak olmaktan çikmis oldu.

Sarax
09-22-2008, 15:42
LAGIMCI OCAGI

Kusatma altindaki surlarinin altindan tünel (lagim) kazmak suretiyle yikan veya düsmanin açtigi tünelleri kapatan bir ocaktir. Osmanli ordusunda mühendislik bilgisine dayali olan bu ocak, XVII. asrin ortalarindan itibaren bozulmaya yüz tutmustu. Biri, Cebecibasinin komutasinda ve maasli, digeri de Lagimcibasi denilen komutanin emri altinda ve timarli olan iki kisma ayriliyorlardi.

Yer altinda yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yikan veya lagim açarak berheva eden lagimcilik, Osmanli ordusunda çok gelismisti. Gerçekten, günümüzün istihkâm sinifi diye adlandirabilecegimiz bu ocak hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir: "XVIII. asra kadar Türk istihkamcisi, gerek teknik ve gerekse tabya bakimindan dünyanin mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkâm sinifi idi. Bunu, o dönemin bütün Avrupali yazarlari ve taninmis generalleri teyid etmektedirler. Modem Avrupa istihkamciliginin kurucusu da Türklerdir. Türk istihkâm teknigini ilk defa Fransizlar ögrenmis ve XIV. Louis devrinde tatbik etmislerdir. Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa ordulari tarafindan aynen iktibas edilmistir. (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamciliginin babasi sayilan mühendis general Vauban, ilk defa Türkler'den ögrendigi tabya teknigini, 1673 senesinde Hollanda'nin Maestricht kalesi kusatmasinda kullanmis, basarili olmasi üzerine ayni asrin sonlarinda bu teknik, bütün Avrupa'ya yayilmistir. Vauban, Türk istihkam tabyasini Kandiye'de ögrenmisti."

Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de agirliklarinin geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudlari tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi. Kale muhasaralarinda bunlarin bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmistir. Bu sayede zapti kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarinin açtiklari tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmisti. Nitekim Serdar-i Ekrem Köprülüzâde Ahmed Pasa'nin 1078 (1667) senesindeki Kandiye kusatma ve fethinden bahs edilirken lagimcilarin burada ne denli hizmet ve yararliliklar gösterdigine temas edilir. Bu tarihten sonra da Osmanlilarin lagimciligi yavas yavas gerilemeye baslamisti. Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de "Nizam-i Cedid" denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalisildi. Bu maksatla ocak, biri lagim baglamak, digeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimarî bilgi gerektiren iki kisma ayrildi

Sarax
09-22-2008, 15:42
KAPIKULU SÜVARISI

Osmanli kapikulu ordusunu teskil eden ikinci sinif askerî güç, Kapikulu süvarisidir. Osmanlilarin muvaffakiyetli hamlelerinde bu sinifin da büyük bir hissesi vardir. Osmanli topraklan genisledikçe timarlar çogaliyor, timarlar çogaldikça da timarli süvari (sipahi)nin sayisi da artiyordu. Fakat bunlar, kendi timarlarinda ikamet ettiklerinden, basarilari mahdud kiliyordu. Bu bakimdan daha kurulus yillarindan itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamli ve maas alan bir süvari birliginin bulundurulmasi ihtiyaci hissediliyordu. Bu sebeple Sultan I. Murad döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtas Pasa'nin yardim ve tavsiyesiyle ilk adim atilmis oluyordu. Önce "Sipah" ve "Silahdar" adi ile iki bölük olarak teskil edilen Kapikulu süvarisine daha sonra "Sag Ulûfeci" ve "Sol Ulûfeci" (Ulûfeciyan-i yemin ve yesâr) ile "Sag ve Sol Garipler" (Gureba-i yemin ve yesâr) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapikulu süvari ocagi alti bölüge yükseltilmis oldu.

Kapikulu süvari sinifini meydana getiren efrad da devsirme çocuklari ile harplerde esir alinan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarin sahsina mahsus olan atli kuvvetler idi. Bunlardan vücutça uygun ve kabiliyetli olanlar, Istanbul, Edirne ve Gelibolu saraylarinda terbiye olunduktan sonra yedi senede bir "Bölüge çikmak" tabir edilen bölüklere verme islemi yapilirdi. Derece ve maas itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarina ragmen, idare üzerindeki nüfuzlari ve harplerdeki önemleri itibariyla onlar kadar ilerde degillerdi.

Kapikulu süvari birliklerinden ilk ikisine "Bas", öbür ikisine "Orta", son ikisine de "Asagi bölükler" adi verilmisti. Bunlardan sipah bölügüne "Kirmizi bayrak", silahtar bölügüne "San bayrak", orta ve asagi bölükler için de Alaca bayrak" tabiri kullanilirdi.

Kapikulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sag ve solunda yürürlerdi. Sipah sagda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin saginda sag ulûfeciler, silahtarlarin solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunlarin sag ve solunda da sag ve sol garipler yürüyorlardi.

Sipah ve silahtarlar, muharebe meydaninda padisahin çadirini (Otag-i hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasinda, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarini, garipler ise ordu agirliklari ile hazineyi muhafaza ederlerdi.

Adi geçen "Alti Bölük" efradi, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer'asi bol yerlerde ikamet ediyorlardi. Bu yüzden bunlardan bir kismi Bursa ile Edirne, bir kismi da Istanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler. Kanunî Sultan Süleyman zamanindan baslamak üzere, bunlardan 300 kisi, sefer zamanlarinda devlet merkezinde bir çesit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmislerdi. Mülazim adi verilen bu 300 kisi, baris zamanlarinda mirî mukataalarin idaresi ile cizye cibâyeti (toplanmasi) gibi islerle görevlendirilmislerdi.

Kapikulu süvarilerini meydana getiren her bölügün âmiri olarak ayri ayri agalari vardi. Bunlar, Sipah agasi, Silahtar agasi, Sag ulûfeciler agasi gibi isimler aliyorlardi. Belge ve kanunnâmelerde bu isimler aynen kullaniliyordu. Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Agustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad'a kadar yol üzerinde bulunan kadilara gönderilen hükümde bu isimlerden ayni lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir. Protokol bakimindan bunlarin en ileride olani Sipah agasi oldugu gibi, bunun komutasinda bulunan bölük de en itibarli bölük idi. Agalardan baska her bölügün bölükbasilari, kethüdalari, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini tasiyan bir komuta heyeti ile basçavus ve çavus adlarinda küçük rütbeli zâbitleri vardi.

Kapikulu süvarilerinin kullandiklari silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanilan silahlardi. Bunlarin orijinalligi, silahlarin imal ve kullanilmasinda idi. Türk silahlarinin daha hafif, yani tasinma ve kullanilmasinin kolay olmasi bir üstünlük sagliyordu. Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mizrak ile bele takilan balta, pala veya hançerle atlarin eger kasina asilmis olan gaddare denilen genis yüzlü kisa bir kiliç ve bozdogan ismi verilen yuvarlak basli bir agaç topuzdu. Kapikulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) oklari vardi. Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanini kullanirlardi. Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zirhli gömlekler vardi. Kalkanlari ise elbise ve basliklarinin renginde boyanmisti. Muharebelerde yanlarinda yedek hayvanlari da bulunurdu.

Sultan III. Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremedigi bu ocaga, adi geçen hükümdar zamaninda, disardan iltihaklar basladi. Ocak teskilâti bozulduktan sonra "veledes" denilen süvari ogullari da ocaga alinmaya baslamisti. Kanunî Sultan Süleyman zamaninda sayilan yedi bin kisi civarinda iken, hariçten ocaga girenler yüzünden bu sayi yirmi bini bulmustu. Bilahere Kaptan-i Derya Kara Murad Pasa'nin, ocaklari, Ibsir Pasa aleyhine kiskirtmasi sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmis olanlari da tekrar almak suretiyle elli bine ulasmisti XVII. asrin ortalarinda, vezir olarak Osmanli Devleti'ne hizmet etmis bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaslatmaya ve hatta durdurmaya basladiklari gibi bazi islahat hareketlerinde de bulunmaya tesebbüs etmislerdi. Iste bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayilan on bes bin civarina indirilebilmisti. Bunlarin, yaptiklari bazi isyanlari da bastirilinca takibata ugradilar. Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sinif haline geldiler. Zaman zaman zorbaliklar yapan ve isyan eden bu askerî birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Pasa'dan yedikleri iki büyük darbe, bunlari önemsiz bir hale getirmisti. Hezarfen Hüseyin Efendi, bunlarin, bu dönemdeki sayilarini su rakamlarla bize aktarmaktadir. Ona göre Sipah bölügü 7203, Silahtar bölügü 6254, Ülûfeciyan-i yemin 488, Ulûfeciyan-i yesâr 488, Gureba-i yemin 410, Gruba-i yesâr 312 olmak üzere toplam 15155 kisiye kadar yükselmektedir.

XVIII. asirdan itibaren sayi ve güçleri giderek zayiflayan Kapikulu süvarisi de "Vak'a-i Hayriye" diye adlandirilan ve yeniçeriligin ortadan kalkmasiyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu siralardaki serkeslik ve isyanlarina katilmayan bu ocak mensuplarindan, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarina müsaade edilmisti.

Sarax
09-22-2008, 15:42
EYÂLET ASKERLERI

Osmanli kara ordusunun ikinci kismini meydana getiren, devletin büyümesinde, gelismesinde ve sinirlarini genisletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir. Bunlan : Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Timarli Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz.

Sarax
09-22-2008, 15:43
YERLIKULU

Yerli Kulu piyadesi, eyalet pasalari ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanlari da bunlar tarafindan tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî siniftir. Rikab-i Hümayûndaki askere Kapikulu dendigi gibi, devlet merkezinin disinda bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi. Hizmet gördükleri müddetçe maas alabilen bu askerî sinifin iasesi, eyalet veya sancak beyi vasitasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi. Bu sinifa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lagimcilar, 5 Müsellem'ler olmak üzere bes gruba ayirmak mümkündür.

Sarax
09-22-2008, 15:43
AZEPLER

Yerlikulu askerinin ilk sinifini meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardi. Ordunun ön saflarinda yer almalarindan dolayi düsman taarruzuna en çok onlar maruz kaliyorlardi.

Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanli askerî teskilâtinda: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmis bir askerî sinif için kullanilmaktaydi.

Klasik Osmanli ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birligidir. Bununla beraber yine ayni adi tasiyan ve 1450'den sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan teskil olunan kale azepleri de vardir.

Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren XVI. asrin yarisina kadar meydana gelen harplerde hafif okçu kuvvetlerine ihtiyaç vardi. Bu bakimdan, harp esnasinda ne kadar azebe ihtiyaç varsa tesbit edilirdi. Tesbit edilen miktar, sancaklara taksim edilirdi. Böylece ihtiyaca göre 20 veya 30 hâne (ev)den bir azep istenirdi. Istenilen azebin bekâr, güçlü ve kuvvetli olmasi lazimdi. Sancaga bagli kazalardan seçilen her azebin ücret ve masrafi onu seçen yere ait olup bu, XV. asrin sonu ile XVI. asirda her azeb için 300 akça tutmakta idi. Her azebin, askerden kaçmamasi için bir kefili vardi. Kaçtigi takdirde masraf bu kefilinden alinirdi. Azeplere verilecek para, azeb alinan yer ile halkinin servetine göre tahsil edilirdi. Sefer hazirligi esnasinda azeplerin toplanmasina "Azep çagirtmak" denirdi. Bunlarin maaslari olmadigindan harp zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayilirlardi.

Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatilmis olan azepler, ordunun ön saflarinda bulunduklarindan ilk olarak onlar düsman hücumuna maruz kalirlardi. Bunlarin gerisinde toplar, onlarin arkasinda da yeniçeriler yer alirdi. Savas basladigi zaman azepler saga sola açilmak suretiyle topçunun rahat ates etmesine imkan saglarlardi.

Bahsimize konu teskil eden ve iki asirdan fazla büyük hizmetler ifa eden hafif piyade azepleri, XVI. asir ortalarinda, Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin sonlarina dogru ilga edildiler. Kale azepleri ise 1826 senesine kadar hizmetlerine devam ettiler.

Sarax
09-22-2008, 15:43
SEKBAN VE TÜFEKÇILER

Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasil oldugu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkindan olduklari için, diger birlikler gibi saglam bir askerî egitime sahip degillerdi. "Salyâne"den kurtulmak için zaman zaman Hiristiyanlar bile bu birlige istirak edebiliyorlardi. Bunlar, bulunduklari bölgenin pasasindan baskasini tanimazlardi. Hizmet gördükleri müddetçe ulûfe alirlardi. Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile siniflara ayrilirlardi. Sekban bölükbasisi ve Bayraktar adinda subaylari vardi. Bunlar, silah olarak kiliç kullanirlardi.

Zamanla sekbanlarin önemleri azalinca bunlarin yerini "Tüfekçi" adi ile yeni bir piyade sinifi aldi. Her elli-altmis tüfekçi bir bayrak kabul edilerek, "Gönüllü zabiti" adi verilen bir subayin komutasi altinda bulunurdu. Her sancak veya eyaletteki tüfekçi bayraklari, "Tüfekçi basi" adi verilen bir subayin komutasina verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beser tüfekçi basi varsa, bunlardan biri bas seçilerek adina "Serçesme" denirdi.

Sarax
09-22-2008, 15:43
ICÂRELILER

Hudud boylarinda bulunan sehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir siniftir. Ücretle vazife gördüklerinden dolayi kendilerine bu isim verilmistir. Komutanlari, topçulugu iyi bilen ve "Topçu agasi" adi verilen bir kimsedir. Topçu agasi, eyalet pasalarinin komutasinda bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.

Sarax
09-22-2008, 15:43
LAGIMCILAR

Yerlikulu askerinin bir bölümünü teskil eden bu sinif, hududa yakin bulunan önemli bazi kalelerin aniden muhasara edilmesi düsünülerek kurulmus bir siniftir. Ayrica düsman tarafindan kazilacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüstü. Kapikulu ocaklarindan olan Lagimcilarla ayni vazifeyi görmelerine ragmen bunlarin durumlari daha farkli idi. Zira bunlar, baris zamanlarinda da bagli bulunduklari kalelerde bulunuyor ve genellikle Hiristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardi. Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lagimcibasi" denilen bir subayin komutasina verilmislerdi.

Sarax
09-22-2008, 15:43
MÜSELLEMLER

Osmanli Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarinda ordunun geçecegi yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karsilik baris zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayiliyorlardi. Zaten bu ismi bu yüzden almislardi. Rumeli'de genellikle Hiristiyan tebeadan olan müsellemlere karsilik, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu. Bunlara "Yörük" ismi verilirdi.

Sarax
09-22-2008, 15:44
SERHAD KULU

Osmanli kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sinifi olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarina göre ayri kategorilerde mutalaa edilmistir. Bu sinif: Akincilar, Deliler, Gönüllüler ve Besliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrilmislardir.

Sarax
09-22-2008, 15:44
AKINCILAR

Serhad kulu grubunun en önemli birligini akincilar teskil ederdi. Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çikacaktir.

Serhad denilen hudud boylarinda bulunan akincilar, fevkalade disiplinli bir teskilâta sahiptiler. Bunlar, atlarla düsman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düsmandan elde edilen esirler vâsitasiyla ögrendikleri bilgileri degerlendirerek önemli bir istihbarat agi kurmuslardi. Öncü kuvvetler olduklari için, ordunun kesif hizmetlerini görüyorlardi. Bundan baska onlar, düsman topraklarindaki araziyi tedkik ederek orduya yol açiyorlardi. Çok seri hareket ettikleri için, düsmanin pusu kurmasina imkan vermiyorlardi. Ayrica ordunun geçecegi yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sagliyorlardi. Akincilar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de ögreniyordu. Bunun içindir ki akincilar, esas ordudan dört bes gün daha ileride bulunurlardi. Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve sür'atli hareket ettikleri için, düsmana karsi dehset saçar ve onlarin maneviyati üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardi.

Islâmî suurdan kaynaklanan bir ruha sahip olan akincilarin, ordunun basarisi için yaptiklari akinlarda, pekçok esir aldiklari bir gerçektir. Akinci anlayisina göre savasmak (cihad yapmak) hem dinî hem de millî bir vazifedir.

Hafif süvari birlikleri olduklarindan, düsman kale ve ordusu üzerine varmayan akincilar, ordu için yollan açiyorlardi. Bu yollarin birkaç yönden açilmasi gerekiyordu. Ordunun hedefi olan ülke, hem maddî hem de manevî bir sekilde yipratilmali idi. Düsmanin, maddî güç kaynaklari yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hirpalanmali idi. Halka korku salip onlarin manevî güçlerini kirmak gerekiyordu. Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi. Akincilarin açtiklari bu yol ve verdikleri hizmetten sonra, Padisah veya Serdar-i Ekrem asil ordu ile gelip harp ederlerdi.

Akincilar içinde devsirme yoktur. Bu sinifa, Arnavut ve Bosnak gibi, Osmanlilar vasitasiyle Müslüman olanlar da alinmazdi. Akinci olabilmek için Osmanli Türkü olmak gerekiyordu. akinci beylerinin çogu, Osman Gazi'nin arkadaslari olan maruf komutanlarin çocuklaridir. Akinci beyleri, istediklerini ocaga alir, istemediklerini de almazlardi. Bu konuda Divan anlari tamamiyla serbest birakmisti. Bu yüzden Divan, onlarin bu tasarruflarina karismazdi. Akinci ocagi beyleri, genis bir yetkiye sahip ve dogrudan dogruya padisahtan emir alan kimselerdi.

Büyük bir kismi, Avrupa ve Balkan halklarinin dillerini çok iyi biliyordu. Bu sebeple sinirlarin ötesinde kendilerine bagli birçok ajanlari vardi. Bu ajanlar sayesinde akincilar, Orta Avrupa ve ötesi hakkinda günlük bilgileri elde edebiliyorlardi. Bu sekilde hareket etmek, onlar için bir zorunluluktu. Aksi takdirde girisecekleri akin bir felaketle sonuçlanabilirdi.

Her biri ayri bir komutana bagli bulunan akinci birlikleri, ayri ayri yerlerde ikamet ediyorlardi. On kisilik akinci birliginin komutanina onbasi, yüz kisilik birlik komutanina yüzbasi, bin kisilik birligin komutanina da binbasi deniyordu. Bütün bunlarin üstünde de "Akinci beyi" denilen akinci komutani vardi ki, buna akinci sancakbeyi denirdi.

Düsman ülkesine yapilan bir akinin, akin adim alabilmesi için o taarruzun akinci komutanlarinin emrinde olmasi lazimdi. Akinci komutani kendisi sefere istirak etmez, gönderdigi birlik te 100 veya daha fazla kisiden meydana geliyorsa buna "Haramîlik", 100 kisiden daha az ise buna da "Çete" denirdi. Hazar zamaninda (harb olmadigi zaman) akincilar, kendi is ve talimleri ile mesgul olurlardi. Düsman ülkesine yapilan akinlar, gelisigüzel degil, bir plan ve program dahilinde olurdu.

Rumeli'de ayri ayri ocaklar halinde bulunan akincilar, komutanlarinin isimleri ile anilirlardi. Osmanlilar'in ilk fetihleri zamaninda Evrenos Bey akincilari vardi. Daha sonra Mihalogullari, Turhan ve Malkoç Bey akincilari meydana çikti. XVI. asir sonlarina kadar söhretlerini muhafaza eden akincilar, Osmanli fetihlerinde önemli rol oynamislardi. Genelde Akincilar, Rumeli sinir boylarinda kullanilmakla birlikte zaman zaman Anadolunun dogusunda da istihdam edilmislerdir.

Savaslarda basarili olan akincilara dirlik tahsis edilince timarli akincilar ortaya çikti. Böylece akincilar, timarli ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrilmis oldular. XVII. asir baslarindan itibaren vergiden muaf olanlar, bazi kadilar tarafindan vergi vermeye zorlanmis görünmektedirler. Merkezden gönderilen emirlerle kadilarin bu neviden davranislarindan vaz geçmeleri istenmektedir. Nitekim 1014 (1605) senesine ait bir hükümde söyle denilmektedir:

"Akinci taifesinin sakin olduklari yerin kadilarina hüküm ki, kadimu'l-eyyamdan olan sefer-i hümayunuma eser akinci taifesi sefere estikleri (sene) umûmen avanz-i divâniye ve tekâlif-i örfiyeden muaf ve müsellem olmak babinda emr-i serifim vârid olmus iken, haliya taife-i mezbureye kudat tarafindan tekâlif çektirilmekle, sefere ihraç olunmak lazim geldikte taife-i mezbûre sair reaya gibi hem tekâlif çekeriz ve hem sefere teklif idersiz deyü sefere gitmekte taallul ettikleri ilam olundu. Imdi taife-i mezbûre memur olduklari sefere gelüp hizmet ettiklerinden sonra tekâlif ile rencide olunmamak ferman olunmustur."

Akincilarin silahlan, bir zirhli gögüslük ve yaka ile mizrak, kalkan ve atlarinin egerine takili basi topuzlu bir bozdogandi. Akincilarin tamami zirh kullanmazdi. Bunlarin yiyecekleri ve kaplari da kendileri gibi hafifti. Atlarinin egerine asili birer küçük kushâne ile yemek islerini görürlerdi. Çogu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastirmasini pisirirlerdi.

XVI. asir sonlarina kadar Bati'da önemli hizmetlerde bulunan akincilarin sayisi, zaman ve sartlara bagli olarak azalip çogaliyordu. Nitekim 1530 Budin ve 1532 Alman seferinde sadece Mihaloglu Mehmed Bey'in komutasinda 50 binden fazla akinci vardi.

Eflak Beyi Mihal'in isyanindaki harekâtta (1595), Vezir-i A'zam Sinan Pasa'nin tedbirsiz hareketi sonucu adeta mahv olurcasina zayiat veren akincilar, bundan sonra pek fazla is yapamadilar. Gerçi XVII. yüzyilin ilk yarisi içinde cüz'î bir kuvvetle bazi muharebelerde görünmüslerse de eski kuvvet ve kudretlerine ulasamadilar. Bundan sonra akincilarin vazifesi, Tatar ve Kirim Hani kuvvetleri tarafindan görülür olmustu. Varligini ismen de olsa uzun süre devam ettiren akincilik, 1826 yilinda resmen ortadan kaldirilmisti.

Sarax
09-22-2008, 15:44
DELILER

Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teskil ediyordu. Bunlarin büyük bir kismi Türk'tü. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlilar da akincilar gibi gözünü budaktan sakinmiyorlardi. Gerçekten bu sinifa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asir "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayi halk arasinda "deli" olarak meshur olmustu. Iri yan ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birligi, ocaklarini Hz. Ömer'e kadar dayandirirlar. Fevkalade cesaret, atilganlik ve korkunç kiyafetleri ile düsmana dehset veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sinif askerî birligin parolasi "yazilan gelir basa" seklinde idi. Böyle bir anlayis ve suura sahip olduklari için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.

Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akincilarin bütün silahlan vardi. Bunlarin her ellialtmis kisisi "bayrak" adi ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibasi" adinda bir subayin komutasinda idi. Birkaç delibasinin askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçesme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayin komutasina havale edilmislerdi.

XVI. asirlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden baska Bosnak, Sirp ve Hirvat gibi Müslüman olmus cengaverlerden meydana gelmisti. Bunlar, tamamiyle Rumeli halkindan olduklari için orada bulunurlardi.

Baslarinda, benekli sirtlan derisinden yapilmis ve üzerine kartal kanatlari takilmis bir baslik bulunurdu. Salvarlari kurt veya ayi derisinden olup tüyleri disarda idi. Bu kiyafetleri ile deliler, düsmana büyük bir korku verirlerdi.

Devlette, zaaf belirtilerinin görüldügü XVIII. asirdan itibaren bu askerî birlik de önemini kayb etti. Yeniçerilerin ortadan kaldirilmasi ile bunlar da lagv edildi.

Serhad kulu askerini teskil eden "Gönüllü" ve "Besliler" diye iki ayri birlik daha vardir. Hafif süvari birlikleri olan bu birlikler, zamanlarina göre önemli hizmetler ifa etmislerdi. Bunlar, hududlardaki sehir ve kasabalarin muhafazasina memur edilmislerdi. Bu birlikler, ulûfelerini bulunduklari yerin maliyesinden aliyorlardi. Atli ve tüfekli olan gönüllü sinifi sag ve sol gönüllüler diye ikiye ayriliyorlardi. Besliler de sag ve sol besliler diye ayrildiklari gibi "Cemaat-i besluyan-i evvel", "Besluyan-i sani", "Besluyan-i salis" ve "Besluyan-i rabi" gibi isimler alirlardi.

Sarax
09-22-2008, 15:44
TIMARLI SIPAHILER

Osmanli eyâlet kuvvetlerinin en kalabalik ve önemli sinifini timarli sipahi denilen atli birlikler meydana getiriyordu. Devletin büyüyüp gelismesinde baslica rolü oynayan toprakli ve timarli süvari teskilâti, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Osmanlilar, bu sistemi daha da gelistirmislerdi. Bu sayede Osmanlilar, bir taraftan topragin islenmesini saglarken, öbür taraftan devletin atli ihtiyacini gideriyorlardi. Bu mânâda kendilerine dirlik verilmis olan toprak sahipleri, buna mukabil devletin muhafazasini üzerlerine almislardi. Kurulus döneminden itibaren devam edegelen bu sistem, uzun müddet devam etmisti. Böylece devletin asker ihtiyaci, kendilerine timar vermek suretiyle halk tarafindan karsilaniyordu.

Dirlik verilen timar sahibi, elindeki imkânlardan istifade ile "Cebelû" veya "Cebelî" denilen bir askerî güç bulundurmak zorunda idi. Timarli sipahilerin besleyecekleri asker (cebelû) sayisi, timarin gelirine göre degisiyordu. Sefer esnasinda timar sahibi olan sipahi, cebelûleri ile birlikte harbe istirak etmek zorunda idi. Aksi takdirde geri verilmemek üzere timari elinden alinirdi. Mesru bir mazeretinden dolayi gelemeyen veya beylerbeyinin emri ile güvenlik mülahazasiyla yerinde kalip sefere istirak etmeyenler için böyle bir ceza uygulanmazdi. Atli olan bu askerî sinif, binicilikte ve kiliç kullanmada son derece maharet sahibi idi. Piyadelerin korunmasi bunlarin sayesinde mümkün oluyordu.

Cebelûler, genellikle Anadolu gençlerinden teskil ediliyorlardi. Bununla beraber bazan sipahinin para ile satin aldigi veya savaslarda esir etmis oldugu kimselerden de olabilirdi. Cebelûnun bütün masrafi "sahib-i arz" da denen timar sahibine aitti. Sipahi, kendi bölgesinde veya bagli bulundugu sancak dahilinde oturmak zorunda idi.

Timarli sipahiler her sancakta bir kisim bölüklere ayrilmislardi. Her bölügün "Subasi" denilen çeribaslari ile bayraktar ve çavuslari vardi. Timarli sipahilerden her on bölük (bin kisi) bir alaybeyinin komutasi altinda bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bagli bulunduklari sancakbeylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutasi altinda sefere giderlerdi. Timarli sipahilerin iyi atlari, kiliç, kargi, kalkan ve oklari ile baslarinda migfer, üstlerinde de zirh bulunurdu. Savas esnasinda ordunun sag ve solundaki kanatlari teskil ederek hilal seklini almak suretiyle yandan gelecek saldirilara karsi merkezi muhafaza ediyorlardi. Savasta ölen sipahinin çocuklari devlet tarafindan himaye edilir ve çocuklarindan birine dört bin, ikincisine üç bin akçalik timar baglanirdi.

Bilindigi gibi mirî arazi rejiminin bir sonucu olarak ortaya çikan dirlik sisteminde sipahî, topragin gerçek sahibi degildir. Bu sebeple o, tasarruf hakkini elinde bulundurdugu araziyi herhangi bir sekilde satamayacagi gibi varislerine miras da birakamazdi. O, devlet tarafindan belli hizmetler karsiliginda kendisine verilen araziyi kullanma (tasarruf) yetkisine sahiptir. Kanunnâmelerle belirlenen kaidelerin disina çikamaz. Bu bakimdan, vazifesini kötüye kullandigi veya timarinda çalisanlara (reâya) zulm ve teaddi ettigi kesin olarak belirlenen sipahinin topragi elinden alinirdi. Kendisi ayrica cezaya da çarptirilirdi. Bununla beraber sipahinin seferde ölmesi halinde timari çocuklarina kalirdi. Nitekim daha Osman Gazi zamaninda, sipahi, çocuklari ve timarla ilgili bazi kanunlarin yürürlüge girdigi bilinmektedir. Asikpasazâde'nin ifadesine göre ölen dirlik sahibinin timari, ogluna verilecektir. Sayet ölen kimsenin oglu küçük ve sefere gidemeyecek yasta ise, o zaman onun yerine hizmetçileri sefere gideceklerdir. Böyle bir uygulama, seferdeki sipahiye daha bir kuvvet kazandiriyordu. Insan ruh dünyasinin karmasik isteklerinden biri de kendinden sonra evlatlarina bir seyler birakma arzusudur. Binaenaleyh, tam anlamiyla maliki olmasa bile öldükten sonra topraginin kendi çocuklarina intikal edecegini bilen bir sipahi, sefer esnasinda cephe gerisinden emin demekti. Bu da ona ayri bir güç veriyordu. Çünkü ölse bile, devletin kendi çocuklarini koruyacagini biliyordu. Bu bilgi, ona bir dinamizm veriyordu.

Kanunî Sultan Süleyman'in son zamanlarina kadar Türk ordusunun en güçlü askeri olan timarli sipahi, bilhassa XVI. yüzyilin sonlarindan itibaren bu sinifin arasina da yabancilarin girmesiyle yavas yavas bozulmaya yüz tutmustu. Bunlarin, disiplinli ve muntazam olmalari, Kapikulu ocaklari ile bir denge sagliyordu. Timarlarin önemlerini kayb etmesi, timarlarin muharib olmayan siniflara verilmesi ve bazi timar gelirlerinin mukataa-i miriye adi ile hazineye aktarilmasi, bunlarin nüfuzlarinin azalmasina sebep oldu. Keza, XVII. yüzyilin ortalarindan itibaren hizmet bölüklerinin kaldirilmasi üzerine timarli süvariler, adeta yaya, müsellem ve yörükler gibi top, cephane ve diger harp levazimatini, nakl etmek, kalelere zahire götürmek, tamir islerinde hizmet görmek ve benzer daha nice geri hizmetleri ile vazifelendirildiler. Bu uygulama, teskilat için ikinci bir darbe oldu.

XVII. asir baslarina kadar Anadolu ve Rumeli'deki timarli sipahîlerle, bunlarin kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur olduklari "Cebelû" sayisi 90 binden fazla iken bu miktar, sonralari üçte bire inmisti. Timarli sipahi askerinin azalmasi sonucunda valiler, kapilarinda besledikleri derme çatma levend, sarica, sekban gibi kuvvetlerle bunlarin yerlerini doldurmaya çalistilar.

Sarax
09-22-2008, 15:44
OSMANLI DONANMASI

Osmanli denizciliginin temelinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Aydinogullari ve Karesi Beyligi gibi komsu devlet ve beyliklerin teknik ve tesirleri bulunmaktadir. Gerçekten, Osmanli Beyligi gelisip denizlere ulastigi ve kiyi sahibi oldugu zaman, komsu Türk beyliklerinin gemilerinden istifade etmisti. Nitekim Rumeli'ye de bu beyliklerin gemileri ile geçmisti. Bununla beraber Osmanlilarin ilk zamanlarda küçük de olsa Karamürsel, Edincik ve Izmit'te tersane kurduklari bilinmektedir. Gelibolu'nun fethinden sonra burada bir tersane kurularak denizcilik yolunda ilk önemli adim atilmis oluyordu. Bundan baska Saruhan, Aydin ve Mentese beylikleri gibi denizde kiyisi olan beylikler, Osmanli Devleti'nin idaresine girince, onlarin tersanelerinden de istifade edilmisti. Böylece daha ilk dönemlerden itibaren tarih sahnesinde önemli rol alip hizmet yapacak olan muazzam bir devletin donanmasinin temelleri atilmis oluyordu. Gibbons'un ifadesine göre, Osmanlilardan önce Ege sahillerine yerlesmis bulunan Türklerden de Latinler gibi Akdeniz'de korsanlik yâpanlar vardi. Bunlar, Venedik ve Cenevizlilerin ticareti ile Yunanistan ve adalarda kalmis olan Latin prenslerinin hakimiyetleri için tehlike teskil etmeye baslamisti. Bu korsanlar daha sonra Osmanli donanmasinin hizmetine alinmislardi. Osmanli donanmasi, özellikle Yildirim Bâyezid zamaninda büyük bir gelisme göstermisti. Bu arada Sakiz ve Egriboz adalari ile Yunanistan'in dogusuna akinlarda bulunulmustu. Bu yüzden Venedikliler, Ceneviz gemileri ile birleserek Çanakkale Bogazindan içeri girmislerdi. Fakat Saruca Pasa komutasindaki on sekiz parçadan meydana gelmis olan Osmanli donanmasina yenilmislerdi. Buna karsilik Rodos sövalyeleri ve yeni gemilerle takviye edilen Venedikliler, Osmanli donanmasini maglup ettikleri gibi onu yakmislardi.

Osmanli donanmasinin ikinci ciddi çatismasi Çelebi Sultan Mehmed zamaninda meydana gelmisti. Çali Bey komutasindaki Osmanli donanmasi, Ege'de Naksos dükaligina ait adalari vurduktan sonra 1415'te Venediklilerle savasti. Bu savasta Çali Bey sehid olmus, donanma da yok olurcasina zayiat verip maglub olmustu. Bu maglubiyetler, Osmanli denizciliginin gelismesini yavaslatmissa da, devletin büyüyüp gelismesinde, donanmaya olan ihtiyaci açikça ortaya koymustur. Bu anlayis, iyi bir donanmaya sahib olmak için gerekli çalismalarin hizlandirilmasina sebep olmustur. Nitekim Sultan II. Murad döneminde donanma, Karadeniz'de Trabzon Rum Imparatorlugu'nu tehdid edecek bir güce ulasmisti. Ayni donanma, Fâtih Sultan Mehmed zamaninda ve Istanbul'un fethi sirasinda Baltaoglu Süleyman Bey komutasinda önemli roller oynamisti. Bununla beraber henüz Venedik donanmasiyla boy ölçüsecek bir güce ulasamamisti. Bu sebeple Istanbul'un fethini müteakip, donanmanin daha da gelismesi için çalismalar yapildigi ve hatta Fâtih'in Trabzon seferi sirasinda Osmanli ordusuna denizden büyük destek sagladigi görülmektedir.

Osmanli harp gemileri, Gelibolu ile Istanbul tersanelerinden baska Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkide yapilirdi. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle bu hariç tersanelerde yapilacak gemilerin sayi ve çesitleri, hükümet tarafindan o mahallin kadilarina bildirildigi gibi bunlarin insa müddeti de tayin edilirdi. Bunlarin insasi için icab eden malzeme ile mühendis ve ustalar, ya mahallinden tayin olunur veya gönderilirdi. Onyedinci asrin ortalarina kadar her sene kirk tane kadirga yapilmasi kanundu. Daha sonraki tarihlerde bu kanun terk edilerek yavas yavas kalyon tipi gemilerin insasi ehemmiyet kazanmisti.

Osmanlilarin, kurulustan itibaren XVI. asir sonlarina kadar kullandiklari gemilerin esasini çekdiri sinifindan gemiler teskil etmekteydi. Kürekle hareket eden gemiler, genellikle çekdiri sinifindandi. Bununla beraber yelkenli gemiler de vardi. Buna göre Osmanli donanmasinda biri kürekli ve yelkenli, digeri de sadece yelkenli olmak üzere iki çesit gemi bulunuyordu. Çekdirilerin en küçük gemisine Karamürsel, en büyügüne de Bastarde denirdi. Bastarde, kaptanin bindigi otuz alti oturakli en büyük savas gemisi idi ki, her oturaginda bes ila yedi kürekçi bulunurdu. Gemi mevcudu kürekçi, savasçi, topçu vs. ile birlikte sekiz yüz kadardi. Bunlardan baska gerek ince donanmada, gerekse büyük donanmada kullanilan gemilerden bazilari sunlardir: Uçurma, Varna bes çifteleri, Aktarma, Çete kayigi, Celiye, Kütük, Kancabas, Sayka, Sahtur, Çekelve, Kirlangiç, Firkate, Mavna, Kadirga. Yelkenlerle hareket eden gemilere gelince bunlar da iki ve üç direkli olarak iki kisimdi. Salope, Brik ve Uskuna iki direkli; Kalyon, Firkateyn ve Korvet üç direkli idiler.

Sarax
09-22-2008, 15:45
OSMANLI MALIYESI

Osmanli Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teskilâta sahip olmustu. Kaynaklarin verdigi bilgiye göre Osmanlilardaki ilk maliye teskilâtinin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) zamaninda Çandarli Kara Halil ile Karamanli Kara Rüstem tarafindan yapildigi belirtilmektedir. Bu bilgiler isiginda meseleye bakildigi zaman Osmanli maliyesinin daha ilk kurulus dönemlerinde ortaya çiktigi ve devletin buna büyük bir itina gösterdigi anlasilmaktadir. Gerçekten Fâtih zamaninda tedvin edilmis olan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanli hükümdarlarinin, bir araya getirilip tedvin edilmemis kanunnâme hükümleri ile âmil olduklari anlasilmaktadir. Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yilda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarim irad ve masrafim okuyalar hil'at-i fahire giysinler." ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarim emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri, Osmanlilarin maliye teskilâtina ne denli önem verdiklerini, bu anlayisa daha ilk zamanlardan beri nasil sahip çiktiklari görülmektedir. Aslinda bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider hesaplari olmayan, neyin nereden ve ne zaman gelecegi bilinmeyen ve bu konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düsünülemez.

Görüldügü gibi Osmanli maliye teskilâtinin basinda "Defterdâr" adi verilen bir görevli bulunmaktadir. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarinin yerine getirmekle yükümlü olduklari görevleri yapiyordu. Önceleri teskilatin basinda bir defterdarla, onun maiyeti vardi. Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanli ülkesinin genislemesi üzerine defterdar sayisi ikiye çikarildi. Kanunnâmede de belirtildigi gibi defterdar padisah malinin vekili idi.

Kurulus döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karsilik masraflar pek o kadar fazla degildi. Zira bu dönemde Osmanli askerinin büyük bir kismi timarli sipahi idi. Ayrica devlet erkânindan çogunun has ve timarlarinin geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafi ise sadece Kapikulu askerlerine verilen para (maas) idi. Gelirlerin fazlasi ise cami, medrese, köprü, han, hamam vs. gibi imar islerinde kullaniliyordu.

Osmanli maliyesi, "Miri hazine" (veya dis hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kisimdi. Dis hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masraflari yerli yerinde kullanmak seklinde belirlenmisti. Iç hazine ise padisaha aitti. Padisahlar, bu hazineyi istedikleri sekilde kullaniyorlardi. Sayet dis hazinenin parasi yetismez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alinirdi. Dis hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açilip kapanirdi. Bu hazine, defterdarin sorumlulugu ve vezirin denetimi altinda idi.

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanli sikkesinin Orhan Bey'e ait oldugu biliniyordu. Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasiyla eski bilgi, geçerliligini kayb etti. Buna göre ilk Osmanli parasinin Osman Gazi döneminde tedavüle çiktigi anlasilmaktadir. Gümüsten mamul Osmanli parasina "akça" deniyordu. Her padisah, hükümdarlik alameti olarak kendi adina para bastirirdi. Osmanli hükümdarlari Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüs ve bakir para bastirdilar. Kurulus döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranin ayarina ve saf gümüs olmasina özen gösteriliyordu.

Sarax
09-22-2008, 15:45
VERGILER

Osmanli maliyesinin farkli gelir kaynaklari vardi. Bunlarin basinda da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakia olan vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir sekilde devamliligini temin için bas vurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli bir yeri bulunmaktadir.

Siyasî bir çevre içinde ortaya çikan Islâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcud olup tatbik edilen vergilerle karsilasti. Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu oldugu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduguna göre Islâm, kendisinden müstagni kalamazdi. Bununla beraber Islâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasina konmamistir. O, Islâm'in yayilisina ve ihtiyaçlarin ortaya çikisina göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseselesmistir.

Osmanli devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alip tatbik ve inkisaf ettirdigi vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakimindan önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi degerlendirmek gerekir.

Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanli Devleti, inkisâf ettirip kemâl mertebesine ulastirdigi müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettigi verginin temeli, Islâm hukukunun kaynaklarina dayaniyordu.

Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanli Devleti'nin bu uygulamasi, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildigi kadar karmasik ve anlasilmaz degildir. Gerçekten mintika ve zamanlara göre farkli isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, saglam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarini çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek sekilde basitlestirilebilir.

Bilindigi gibi Osmanli devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanagini teskil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrilir. Bunlardan biri tamamiyle seriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir. Ikincisi de bas gösteren malî sikintilar yüzünden devlet tarafindan bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

Müslüman bir cemiyete istinad eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir sekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanli Devleti, diger Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarini gözden irak tutmuyordu. Bu bakimdan, Osmanli tarih ve teskilâtlarini basli basina ve kendinden öncekilerden tamamen ayri düsünemeyiz. Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi. Bunun içindir ki, bir sehir veya kasaba Karamanlilardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya baska bir beylikten Osmanlilara geçmekle fazla bir degisiklige ugramiyordu. Çünkü Osmanli Devleti teskilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teskilât ve müesseseleri arasinda pek büyük farklar bulunmuyordu.

Osmanli vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alinan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemis olmasidir. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldigi vergilerde degil, onun adina timar sahibinin aldigi vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarlari kanunlarla tayin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selahiyetli degildi. Yetkisini asip onu kötüye kullanandan dirligi, bir daha geri verilmemek üzere alinirdi.

Ana hatlari ile Osmanli vergi sisteminden bahs ettikten sonra artik vergi çesitlerini görebiliriz. Daha önce de temas edildigi gibi Osmanli vergisi iki ana bölümde inceleniyordu. Bunlardan biri Ser'î Vergiler, digeri de Örfî vergilerdir.

Sarax
09-22-2008, 15:45
SER'Î VERGILER (TEKÂLIFI SER'IYYE)

Osmanli Devleti'nde "Tekâlif-i Ser'iyye"nin temelini teskil eden vergilerin tarh, cibâyet vs. gibi hükümleri, fikih kitaplarinda tafsilâtli bir sekilde anlatildiklari gibiydi. Bununla beraber farkli din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sinirlari içinde barindirdigi için, tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çesitleri de farkli olagelmislerdir. Bu bakimdan Zekât, Ösür, Cizye ve Harac gibi temel vergilerden baska bunlarin kisimlari olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydi.

Sarax
09-22-2008, 15:45
ZEKAT

Bilindigi gibi zekât, Islâm'in üzerine bina kilindigi bes esas rükünden birini teskil etmektedir. Islâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka degildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkidir. Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest birakmaz. Onu, âmilleri vâsitasiyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadir. Nisaba mâlik bulunan ve belli sartlari tasiyan her müslümanin vermekle mükellef oldugu zekât, Osmanli Devleti'nde diger Müslüman devletlerde oldugu gibi uygulaniyordu. Bu sebeple biz, konunun detaylarina girmek istemiyoruz.

Sarax
09-22-2008, 15:45
HARAC

Osmanlilarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biri, Harac adini tasimaktadir. Islâm vergi hukukunda oldugu gibi Osmanlilarda da Harac iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar Harac-i Muvazzaf ve Harac-i Mukasem adini tasimaktadirlar. Harac'in bu iki kismi da ser'î vergilerden oldugu için gerek ilk tarhi, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir baslangiç tesbit etmek mümkün degildir. Bununla beraber 11 Cemaziyelahir 860 (17 Mayis 1456) tarihli bir fermanda belirtildigine göre Fâtih Sultan Mehmed, babasi II. Murad'in Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haractan muaf saydigi, kendisinin de buna aynen uydugu görülmektedir. Bu belge, harac uygulamasinin kurulus döneminde mevcud oldugunu göstermektedir.

Harac-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir sekilde konmus bulunan akça olup zaman ve mintikalara göre farkli isimler aliyordu. Bunlarin bir kismi adeta topragin ücreti olarak alinmaktaydi. Bu gruba girenlerden bir kismim söyle isimlendirmek mümkün olacaktir: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlilar döneminde "ösür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakimdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz.

Sarax
09-22-2008, 15:46
ÖSÜR

Bilindigi gibi Islâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler sartlar dahilinde Müslüman tebeadan alinan vergiye Ösür denir. Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda diger Müslüman devletlerde oldugu gibi, mülk olan "arazi-i ösriyye"den sadece ösür alinmaktaydi. Bu dönemde Osmanlilarda arazi biri "Ösriyye" digeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayriliyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreginden itibaren bazi sebeplerden dolayi birtakim degisiklikler yapilarak, arazinin bir kismi "Emiriyye" olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonralari Hicaz mintikasi hariç kalmak üzere "Osmanlilarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmis oldu. Binaenaleyh, Osmanli Devleti'nde ösür denince biri kurulus dönemindeki mülk arazi mahsulatindan alinan vergi ve sonralari sadece Hicaz bölgesinde alinan ösür ile, digeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alinan ve "amme-i nâs tarafindan galat-i fâhis" olarak kendisine ösür denen "harac-i mukasem" anlasilmaktadir. Zira Osmanlilarda haracin mukasem kismina ösür adi verilmekteydi.

Osmanli Devleti'nde, Ösür kelimesi yerine baska tabirler de kullaniliyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çikmisti. Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mintikasina ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanli Devleti'nde ösür, su asagidaki maddalerden de alinmaktaydi: Bag, sira, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balik).

Sarax
09-22-2008, 15:46
CIZYE

Islâm hukukuna göre cizye, devletin, müslüman olmayan vatandasini (tebeasini) yakindan ilgilendiren bir vergidir. Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldigi zekât karsiligidir denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayi cizyeye baglamakla, devlette bir denge saglanmis bulunuyordu. Islâm nazarinda müslümanlarla zimmîler (devletin müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaslaridir. Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarindan yararlanmaktadirlar. Bu sebeple, Müslümanlarin ödedigi zekâta karsilik, ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Gerçekten Islâm Devleti, bu vergiyi koyarken yukarida belirtilen dengeyi saglamaktan baska bir sey düsünmüyordu. Nitekim ilk Islâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda Islâm devletinin idaresine giren Gayr-i müslimlerin durumundan bahs edilirken "zimmîler bazan eski idarecilerinin topladiklari vergiden daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardi. Bu hal, Islâm'in onlari hakkiyle himaye ettigini göstermesi bakimindan Islâm devleti için bir serefti" denilmektedir.

Osmanli vergi hukukunun "Tekâlif-i Ser'iyye" bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarindan birini teskil ediyordu. Müslüman bir devlet olmasi hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasinin ilk kurulus yillarindan itibaren basladigi söylenebilir.

Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarim korumak, onlara gelebilecek zararlari ortadan kaldirmak ve askerlik hizmeti karsiliginda aldigi bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir seydir. O kadar ki bunu, müslüman vatandas ile müslüman olmayan vatandas arasinda mühim ve farkli bir muamele olarak görmek mümkün degildir. Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarini korudugu gibi onlara gelebilecek zararlari da ortadan kaldirmaya çalisiyordu. Hatta, onlara yapilan bir haksizlik veya onlara karsi islenen bir suç, aninda en agir bir sekilde cezalandirilirdi. Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasim 1567) tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dagda üç nefer zimmîyi katl eden dört sipahinin suçlarinin sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektigi bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakilmaksizin, suçlarinin gerektirdigi cezalarin verildigini göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asirlarin dünyasinda bu kadar rahatlikla uygulanamazdi.

Osmanlilarda, padisahlarin cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri seriatin cizyeye ait kararlarina dayaniyordu. Nitekim daha Sultan I. Murad Han zamaninda bu verginin Islâm hukukuna uygun olarak iki sekilde cibayet edildigi (toplandigi) görülmektedir. Bu sekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlasilarak alinan "Maktu Cizey", digeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alinan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir.

Osmanli Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûg) çagina gelmis akil ve vücutça saglam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalisamayacak derecede bir rahatsizligi olup fakir düsenler, 14-75 yaslarindan küçük veya büyük olanlar ile kadinlar cizyeden muaf idiler. Bundan da anlasilacagi üzere Osmanlilarda cizye, tamamen Islâm hukukunun esaslarina göre uygulaniyordu.

Baslangiçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alinmiyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranin kiymet ve degeri de ayni degildi. Bu sebeple cizye miktari, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalip çogalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)'nin fetvasidir. Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapisi hakkinda da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednâdir, on iki dirhem-i ser'î alinir. Ikiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'î alinir. On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kirk dirhem-i ser'idir" demektedir.

Kismen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasinin bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulundugu siniflamada en az cizye verenler (ednâ sinifi), her zaman öbür siniflardan daha fazla olmuslardir. Örnek olmasi bakimindan 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazasi ve tevabiinde cizye verenlerin siniflarina göre sayisina baktigimiz zaman karsimiza asagidaki tablo çikmaktadir:

A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.

Daha önce de belirtildigi gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlikla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in Islâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttigi gibi cizye ödeyen mükellefler, Islâm devleti ile yalniz iman ve âyinlerine müsamaha degil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahs eden bir mukavele akd etmis olurlar ki, benzer örnekleri Osmanli Devleti'nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yanginda, dükkânlari yanan Yahudilere, devlet tarafindan verilen atiyye ile yardimin taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.

Osmanli Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayinda degisik müesseselerce toplaniyordu. Birligi ortadan kaldiran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sikintilara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptigi istisareden sonra, cizyenin toplanmasini belli kaide ve sistemlere baglayarak toplama isinin tek elden yapilmasini sagladi. Bundan sonra her üç sinif zimmî için ayri birer mühür kazdirdi. Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayitlar koydurttu. Her sene için tarihleri degisen bu mühürlerin ve dolayisiyle cizye mükelleflerinin, birbirinden açik ve kesin çizgilerle ayrilabilmesi için bunlarin gerek sekillerinde ve gerekse yazi karakterlerinde farkli uygulamalara gidildi. Bu uygulama o kadar yayginlasti ki, asagida fotokopilerini göreceginiz mühürler 1269 (1852) senesine aittir. Demek oluyor ki cizyenin kaldirilisina kadar bu uygulama devam etmistir.

Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kagitlarinin renkleri de degisiyordu. Kagitlarin üzerinde de cizyenin hangi seneye ait oldugu, sinifi, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardi.

Osmanlilarda cizye uygulamasi, 1272 (1855) senesinde cizyenin, "Bedel-i askeriye"ye tebdili zamanina kadar devam etti.

Sarax
09-22-2008, 15:46
ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)

Osmanlilarda ser'î vergilerin yaninda, temeli ihtiyaçlardan dogan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduguna temas edilmisti. Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayri bir kategoride mütalaa edilir. Osmanli Devleti, kendisinden önceki diger devletlerde oldugu gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Zira devrin özelligi diyebilecegimiz harpler, durmaksizin devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yükledigi masraflari karsilamaktan uzak bulunuyordu. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatilmasi ve harbe hazir bir duruma getirilebilmesi ile donanmanin hazir halde bulundurulmasi gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda birakiyordu. Iste bunun için devlet, II. Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sikintiyi ortadan kaldirip gidermeye çalisiyordu.

Görüldügü gibi, devlet için ser'î vergilerden ayri olarak örfî vergi tarh etmek, bir zaruret halini almisti. Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettigi (koydugu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarinin azalmamasi için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda birakiyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin sayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çogaltiliyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildigine daha önce de temas edilmisti. Zaten Osmanli sultanlarinin bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanlari ile, eski uygulamalari bir araya toplayan kanunnâme mecmualarinin basinda bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açikça anlasilmaktadir.

Normal olarak geçici olmasi gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sikintilar neticesinde devamlilik kazanan örfî vergileri de iki kisma ayirmak mümkündür:

1- Tekâlifiâdiye

2- Tekâlif-i sakka

1- Tekâlif-i Âdiye: Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, araliksiz devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çikmisti. Böyle bir zaruretin, örfî vergilerin konmasina cevaz ve imkân sagladigi daha önce anlatilmisti. Binaenaleyh, Islâm hukukunun müsaade ettigi bu nevi vergilerin Osmanli Devleti'nde bulunmasinda bir sakinca yok demektir. Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatin verildigini söyleyebiliriz.

2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bagli olmadan tekâlif kaideleri disina çikilarak konmus bulunan vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadigindan bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceginden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemistir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazami Lütfi Pasa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir."

Osmanlilarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kismi olan "sakka"nin olmadigini, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmedigi, ancak bazi vergilerin buna benzemelerinden dolayi "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII. asirdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çiktigi bilinmektedir. Fakat padisahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmamasi için "adâletnâmeler" gönderiyorlardi.

Örfî vergilerin tahsili, ser'î vergilerin tahsilinden farkli idi. Ser'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha dogru bir ifade ile köylüye hasr edilmis görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler, bu kaidenin disinda bulunmaktadir. Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü, ösür ve harac gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadir. Buna karsilik örfî vergiler, daha çok sehirliyi bilhassa ticaret erbabini ve pazarlarla alakali kimseleri kapsamaktaydi. Sehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta oldugundan birçok vergi bu kisma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kisminin devlet adina sipahîler tarafindan alindigini bildigimiz ser'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafindan, mintika ileri gelenleri ve kadi marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu. "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasim" hesabina göre senede iki taksitle alinmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kayd edilirdi. Bu defterlere bir memleket halkindan, toplanmasi kararlastirilmis ne kadar örfî vergi varsa tamami yazilirdi. Yazilan bu miktar, esit sekilde fertlere taksim edilerek alinirdi. Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadigi sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaslik görevlerini yerine getirmis olurlardi.

Zaman ve mintikalara göre isimleri ile birlikte çesitleri de degisen örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardim halini almisti. Bu vergilerin basinda "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir. "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kisma ayrilan bu vergi, isminden de anlasilacagi üzere sefer ve harplere bagli olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe masraflarini karsilamak üzere vatandaslardan alinan bir vergidir. Bu vergi, Osmanli Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsilasmasi yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldiramamasi sebebiyle konulmustu.

Muharebeler esnasinda, bosalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyaci olan parayi tedarik etmek ve askerin donatilmasini saglamak için konulan imdadiye vergisi, bazan hazineye gönderilir, bazan da dogrudan dogruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. Miktari, durum ve ihtiyaca bagli olarak fermanlarla artip eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazilip toplanirdi. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs. gibi halk tabakalarindan alinmiyordu. Duruma göre devlet adamlari da bu vergiye istirak ediyorlardi.

Osmanli Devleti'nde, örfî vergiler kismina giren vergi kalemlerinden biri de "Avânz" adini tasiyan vergidir. Bu vergi, olaganüstü hallerde, tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye adi ile de anilan bu vergi, devlet masraflarinin memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çikmistir. Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olundugu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlilardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazi vesikalar sayesinde haberdar olmaktayiz. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden Uzunçarsili, benzerinin Osmanlilarda da aynen uygulandigini bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir. Bu hususa dair asagida vesikalar kisminda Karamanogullarina ait kayitlarla Osmanli tahrir kayitlan karsilastirilacak olursa görüsümüz kesinlik kazanir."

Bu verginin 4-5 yilda bir defa alindigini belirten Lütfi Pasa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alindigini kaydeder.

Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdigi masraflar ile muayyen vasiflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazim ve masraflarini, belirü vergi kaynaklarindan karsilayamayacagini anladigi zaman, özel bazi tedbirler ile memleketin bütün imkânlarini seferber etmeye karar verirdi. Bu karar geregince vaziyetin icabina göre, kendisine lazim olan para, hizmet, esya ve mahsûl miktari tesbit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi edilirdi.

Halk arasinda "salgun" diye de adlandirilan bu vergi XIX. asirda tamamen paraya çevrildi. Tanzimat fermani ile de ortadan kaldirildi.

"Avâriz" vergisi, degisik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali, bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve kereste bedeli, beldaran, hâne, çayir kirasi gibi isimler bunlardan birkaçidir."

Diger bütün vergilerde oldugu gibi, bazi sinif ve zümreler avârizdan muaf tutulmuslardir. Askerî sinifa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazi mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçi, katranci ve dogancilar ile bazi vakiflarin reâyasi ve bazi hizmet erbabini burada zikredebiliriz.

Osmanli örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altinda zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düsenlerden alinmaktaydi. Degisik isimlerle alinan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadi ve naiblerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, mesihat makamindan yazili olarak çikan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçilari arasinda yapilan miras taksiminden, nikah vs. gibi muamelelerin karsiligi olarak alinmaktaydi.

Sarax
09-22-2008, 15:47
TOPRAK IDARESI

Osmanli Devleti'nin kurulus döneminde ve bu devletin ekonomik, sosyal ve askerî gelismesinde önemli derecede rol oynayan etkenlerden biri de süphesiz ki toprak sistemidir. Bu sistemin gelismesi ile ilgili müesseseler, devlete bir dinamizm veriyordu. Bu sebepledir ki ortadan kalkip tarihe mal olusuna kadar toprak, bu devletin hayatinda önemli bir rol oynamisti.

Bir toplumun, devlet olabilmesi için, bazi hususiyetleri tasimasi gerekir. Toprak (ülke) bu hususiyetlerin basinda gelmektedir. Çünkü her bagimsiz devletin, hak ve selahiyetlerini, mutlak surette kullanabildigi, belirli sinirlarla tesbit ve tayin edilmis bulunan cografî bir toprak parçasi diye tarif edilen "ülke" kavrami, ancak belli bir topraga sahip olmakla mümkün olabilir.

Islâm öncesi Türklerinde toprak, biri fertlerin digeri de cemaatin olmak üzere iki kisma ayriliyordu. Islâm öncesi Türk devletlerinin, kismen yerlesik de olsa, göçebe hayat tarzi ve an'anelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip olduklari bilinmektedir. Hayvanlarina otlak vazifesi görmesinden dolayi göçebeler için topragin ehemmiyeti büyüktü. Eski Türklerde otlaklar, fertlerin degil, kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardi. Yedisu havalisinde oturan Kazak-Kirgizlarin isledikleri topraklarda, özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardi. Özel mülkiyete dahil bulunan arazi, kabilenin müsterek mülkiyetinde bulunan topraklarin paylasilmasi ve sahis ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmisti. Hususi mülkiyette sahibi, tam anlamiyla toragi temellük eder. Öldügü zaman arazi, ogullarina miras kalir. Ancak vâris bulunmadigi zaman söz konusu olan toprak cemaata kalir. Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca, cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir. Sayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa, cemaat tarafindan onun için, bir arazinin tedarik edilmesine çalisilirdi. Cemaat mülkiyetine ait olan arazi, muayyen parçalara ayrilarak bir kira karsiliginda geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi. Bu arazinin kiracilar elinde birakilma müddeti, muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim sartlarina göre degisiyordu.

Türklerin Islâm'i kabul edip Islâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarindan sonra, dinî, iktisadî ve ictimaî hayatlarinda degisiklikler meydana geldi. Bu sebeple Müslüman Türkler, her konuda oldugu gibi toprak hukuku ve idaresi bakimindan da Islâmî prensiplere bagli kaldilar. Bunun içindir ki, Islâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açidan bu sistemi dört ana devreye ayirirlar. Bunlar:

a) Islâmiyetin baslangicindan Hz. Ömer'in halifeligi dönemine kadar olan devre,

b) Hz. Ömer devri,

c) Abbasi ve Selçuklu devri,

d) Osmanli devre.

Islâm medeniyeti içerisinde basli basina bir devreye konu olabilecek olan Osmanli toprak uygulamasi, gerçekten toprak hukuku bakimindan büyük bir önem arz eder. Filhakika Osmanlilar, birçok müessesede oldugu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatindan istifade etmislerdi. Zaten onlara bigâne kalmalari da mümkün degildi. Bu sebepledir ki devlet, henüz bir beylik durumunda oldugu zaman bile, Islâmî bir sistemin yerlesmesi için çalisiyordu. Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanli Beyligi'ni siyasî ve kültürel bakimlardan, klasik Islâm geleneklerinin ihyasini hedef tutan bir devlet olmaya dogru gelistirdiler. Osman Gazi'nin halefleri, tedricen "sultan"lar haline geldiler. Onlarin etrafinda karakterini dil ve irktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettigi bir "Osmanlilar cemiyeti" tesekkül etti.

Islâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk Islâm devletlerinde uygulanmistir.

Selçuklularin, askerî mukataalar ihdas etmeleri, hanedanin, kendi baslica dayanagi olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabanci sahalarda yerlestirmek, onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden dogmustur. Bu suretle yavas yavas topraga baglanan göçebeler, hem bir karisiklik âmili olmaktan çikiyor, hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teskil ediyorlardi. Bu usulün ehemmiyet ve faydasi, bilhassa Bizans'tan zapt edilen yeni sahalarda daha açik bir sekilde görünüyordu. Kismen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve kismen de yerlerinde birakilan yerli ahaliden kalmis genis Anadolu topraklari, Selçuklularin takib ettikleri ikta sistemi sayesinde yavas yavas Türklesti.

Osmanlilarin, kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alip tatbik ettikleri timar sistemi, Osman Gazi ile baslar. O, zapt ettigi bütün yerleri timar olarak silah arkadaslari ile askerlerine veriyordu. Itaat eden yerli halki da yerinde birakiyordu. Hatta o, arkadaslarindan bazilarinin uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçirmalarina engel oluyordu. Âsikpasazâde'ye göre o: "Her kime kim bir timar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldügü vakitte ogluna ve eger küçücük dahi olsa vireler. Hizmetkârlari sefer vakti olicak sefere varalar, tâ ol sefere yarayinca. Ve her kim kanun düzse Allah andan râzi olsun. Ve eger neslimden bir kisi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzi olmasin" demistir. Selçuklu uygulamasi ile ayni özellikleri tasiyan bu sözlerden su sonuçlar çikmaktadir:

1- Sebepsiz yere hiç kimsenin timari elinden alinamaz.

2- Timar sahibinin ölümü halinde timari ogluna intikal eder.

3- Ogul sefere gidemeyecek kadar küçükse, harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlari sefere gideceklerdir.

Anadolu'da, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, ondan sonra gelen torunlari tarafindan devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamaninda timar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayit bulunmaktadir. Ayrica gazilerin yani timar erlerinin yeni zaptedilen uslara yerlestirildigi hakkindaki rivayetler de timarlarin askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamiza vesile olmaktadir. Hatta timarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeslerine karsi harplere katiliyorlardi. Rumeli fetihleri baslayinca timar sistemi oralarda da uygulanmaya basladi. Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil'a timar olarak verildigi ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhati ehemmiyet kazaninca Anadolu'dan pekçok halk ve bazi Türk asiretleri oradan alinip Rumeli'ye iskan ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini saglamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu durum sebebiyle, timar sistemi daha da yayginlik kazanmaya basladi.

Baslangiçta "Has" ile "Timar" seklinde ikiye ayrilmis olan birlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katilmasi ile üç kisma ayrildilar. Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ölünce, onun yerine Kara Ali oglu Kara Timurtas Pasa beylerbeyi olmustu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtas Pasa, "Has" ile "Timar" arasinda "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettigi muhakkak olan bu toprak sistemi, topragin mülkiyet haklari ile ilgili degildir. Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alikonulmus topraklar rejimi, Osmanli Devleti'nde en genis ölçüde ve en serbest bir sekilde tatbik edilebilmistir. Bu rejimde, topragin menfaati kendisine birakilan sinif, topragi fiilen isleyen reâyâdir. Burada sunu da hemen belirtelim ki, Osmanli reâyasinin sahip bulundugu haklar, Avrupa'daki "Serf'lerin sahip oldugu haklar ile kiyas edilemeyecek kadar daha medenî, daha insanî ve daha mütekâmildir. Konuyu daha netlestirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanli reâyasinin muasiri olan Avrupa'daki serflikten ve onlarin durumundan kisaca söz etmek gerekir.

Avrupa'da topraga yerlestirilmis olan köle (serf, çiftçi) bazi isleri hür insanlar gibi yapamaz. O, birçok haktan mahrumdur. Derebeylik sisteminin getirdigi feodalizme göre serfler, hukukî bakimdan diger insanlardan tamamen farkli bir hüviyete sahiptirler. Asagidaki maddeler, onlarin nasil bir statüye sahip olduklarini ortaya koyacaktir:

a- Istedikleri ile evlenemezler, baska senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez.

b- Serflerin mirasi hür olan insanlarinki gibi vârislerine intikal etmez, sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler.

c- Istedikleri meslegi seçme, çalisip çalismamada serbestlikleri yoktur.

d- Efendilerinin angarya islerinde çalismak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var.

e- Serfleri cezalandirmak efendilerine aittir.

f- Serfler, ruhban sinifi ve manastirlara giremezler, mahkemelerde hür bir insana karsi sahidlikleri kabul edilmez.

Serflerin içinde bulundugu bu duruma karsilik Osmanli reâyâsi hür insanlardi. Onlar ,her türlü hukukî statüye sahiptirler. Serf veya ortakçi kullarla bir ilgileri yoktur. Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapisinda görülen köylü isyan ve ihtilallerine, son derece karisik dinî ve sosyal gruplari bünyesinde toplayan Osmanli Devleti'nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz. Sinif tesekkül ve kavgasina zemin hazirlamayan Osmanli toplum yapisi, baska toplumlarla kiyasi mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder. Bati insaninin yüzyillar boyu sürdürdügü sinif mücadelesini ve kölelikten kurtulma savasinin izlerini Türk ictimaî hayatinda görmek mümkün degildir.

Osmanli Devleti kuruldugu ve daha sonra feth ettigi memleketlerde, bir çesit toprak köleliginin mevcud oldugu düzensiz bir derebeylik nizami ile karsilasmistir. Bu nizamin, toprak münasebetlerinde sebep olacagi düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür'atle müdahale etmis, topraga dayanan asalete son vermek suretiyle, topragi isleyenleri serf olmaktan çikarmis, derebeylik yerine timar sistemini, serf yerine timar sahibi olan sipahî ile aralarinda sadece akdî bir münasebet bulunan, bir çesit aynî hak sahibi kiraciya benzer toprak mutasarriflarini ikame etmistir. Böyle bir toprak düzeni ise topragin mülkiyetinin devlette olmasiyla mümkündür. Iste bunun içindir ki Osmanli hükümdarlari, Islâm fetihlerinin baslangicinda oldugu gibi, fethedilen topraklarin bir kisminin mülkiyetini halka birakirken, bir kisminin rakabesini hazine için alikoymus ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmistir.

Baslangiçta, arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrildigi Osmanli Devleti'nde, bilahare arazinin tamamina yakin bir kismi mirî rejime tabi tutulmustur. Üsküp ve Selânik kanununun basina koydugu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574), arazinin mirî olus sebeplerine temas ederken ayni zamanda, Islâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder. Ona göre:

"Bilâd-i Islâmiyede olan arazi, muktezay-i seriat-i serife üzre üç kisimdir:

Bir kismi arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasinda) ehl-i Islâm'a temlik olunmustur. Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir). Sâir mallari gibi nice dilerlerse tasarruf ederler. Ehl-i Islâm üzerine ibtidâen harac vaz'i, na mesrû olmagin (mesru olmadigi için) ösür vaz' olunmustur. Ekerler, biçerler, hâsil olan gallenin ösründen gayri asla bir habbe alinmaz. Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler. Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür. Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir.

Bir kismi dahi arz-i haraciyedir ki, hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasillarindan ösür yahut sümün yahud subu', yahud südüs, nisfa degin (1/10, 1/8, 1/7, 1/6, 1/2) arzin tahammülüne göre harac-i mukaseme vaz' olunup yilda bir miktar akça dahi harac-i muvazzaf vaz' olunmustur. Bu kisim dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir. Bey'a ve siraya (satma, satin alma) vesair enva-i tasarrufata kadirdirler. Istira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler, harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin verirler. Ehl-i Islâm istira etseler dahi kefereden alinagelen haraclari sâkit olmaz (haraçlari düsmez). Bi kusur edâ ederler. Egerçi ehl-i Islâm'a ibtidâen harac vaz' olunmak mesru degildir. Amma bekaen alinmak mesrudur. Mutasarrif olanlar eger ehl-i zimmettir eger ehl-i islâmdir madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edüp ta'dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder. Sevad-i Irak arazisi böyledir. Kütüb-i ser'iyyede mestûr ve meshur olan arazi bu iki kisimdir.

Bir kisim dahi vardir ki, ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir. Âna arz-i memleket derler. Asli haraciyedir. Lakin sahiplerine temlik olundugu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degüp her birinin hissesine mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degiip her birinin hissesine göre haraclari tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmagin rakabe-i arazi, beytü'l-mal-i müslimîn içün alikonulup reâyaya ariyet tarikiyla virülüp ziraat ve hiraset idüp, bag, bahça ve bostan idüp hâsil olandan harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin vermek emr olunmustur. Sevad-i Irak'in arazisi eimme-i din mezheblerinde bu kabildendir.

Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki, arz-i mîrî demekle mâruftur. Reâyânin mülkleri degüldür. Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp ösür adina harac-i mukasemesin ve çift akçasi adina harac-i muvazzafin virüp madem ki, ta'til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya degin nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta ogullari kendilerin makamlarina kayimlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler. Ogullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alinip tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler."

Görüldügü gibi devlet, reâyânin elindeki topragin miras yolu ile parçalanmasi, serbest alisveris usûlü ile gelisigüzel sahip degistirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerie müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düsüren muameleleri önleyici hükümler koymustu. Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir", yerde bey'u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat ser'an ve örfen memnudur denilmektedir.

Müslüman Devletlerde arazinin mîrî olus sekillerini söyle siralayabiliriz:

a) Fethedilen arazi, gâliplere (fâtihlere) tevzi, veya mahallî halk elinde birakilmayarak devlete (beytü'l-mal) mal edilmek suretiyle. Islâm hukukuna göre devlet baskani bu arazi ile ilgili olarak istedigi gibi tasarrufta bulunabilir.

b) Fetih esnasinda nasil muamele gördügü belli olmayan arazi.

c) Mülk araziden olan topragin, mâlikinin mirasçi birakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmamasi halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile.

d) Topragin, mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle.

e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak.

Osmanli toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar:

1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü'l-male ait)

2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)

Tafsilatina girmeden,sadece kaç kisim olduguna isaret ettigimiz arazi-i emirîye, 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3. maddesinde söyle tarif edilmektedir:

"Arazi-i emirîyye, beytü'l-male ait olarak ihale ve tefvizi, taraf-i Devlet-i Aliyye'den icra olunagelen tarla ve çayir ve yaylak ve kislak ve korular ve emsali yerlerdir ki, mukaddema ferag ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan timar ve zeamet ashabinin ve bir aralik mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken, muahharan bunlarin ilgasi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye'den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarriflari yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir."

1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlilarda arazi:

a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metrûke, e- Arâzi-i Mevât olmak üzere bes gruba ayrilmaktadir:

a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kisimdan ibarettir:

1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir.

2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüstürülen yerlerdir.

3- Ösrî topraklardir.

4- Haracî topraklardir.

Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarini diledikleri gibi kullanir, isler, satar, hibe veya vakf edebilir. Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir.

b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kislak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden timar ve zeamet sahipleri tarafindan kullanilan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmistir.

c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmis olan topraklardir. Vakfi yapan (vâkif) tarafindan tesbit edilen sartlara göre kullanilir.

d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapilan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkinin birlikte istifade edebilmesi için birakilan mera, koru vs. gibi yerlerdir.

e- Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemis bulunan ve imar bölgeleri disinda birakilmis olan topraklardir.

Sarax
09-22-2008, 15:47
TIMAR (DIRLIK)

Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaslarda yararliligi görülen, kale yapim ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diger bazi hizmet erbabina dagitilarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser'î vergileri toplamasi seklinde belirlenebilir. Topragin "rakabe" denilen çiplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakki timar sahibine aittir. Daha önce de temas edildigi gibi toprak üzerindeki bu hak, babadan ogula intikal etmekte, ancak timar sahibinin topragi satmasi, hibe etmesi, bagislamasi, rehine koymasi veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün degildir.

Osmanli Devleti'nde, mirî arazi rejiminin sonucu olarak timar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çikti. Bu, daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelismisti. Osman Gazi'nin fetihleri ile ortaya çiktigini daha önce gördügümüz bu uygulama, I. Murad döneminde teskilâtli ve sistemli bir kurum haline geldi. Önceleri timar ve has diye ikiye ayrilan dirliklere bu devirde Kara Timurtas Pasa yardimiyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kisim daha ilave edildi.

Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanli toprak rejiminin temelini teskil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî, ictimaî, askerî ve idarî teskilâtlarin tamami büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydi. Toplum hayatinda en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varincaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sagliyorlardi.

Toprak taksimatinin en küçük bölümü olan timar, geliri 3 bin ila 20 bin akça arasinda degisen askerî dirliklere verilen bir isimdir. Devrin imkânlari göz önünde bulundurularak bir kisim asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak saglanmistir. Nitekim bu mânâda "zeâmet ve timar ki defi a'da için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunlari tasarruf edenlerdir denilmektedir. Keza, Islâm Ansiklopedisindeki genis makalesinde Barkan da bu mevzuda sunlari söylemektedir:

"Osmanli Imparatorlugunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masraflari karsilamak üzere bir kisim asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarina tahsil selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmis olan vergi kaynaklarina ve bu arada bilhassa defter yazilarindaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir." Kendisine böyle bir imkân taninan kisi (timar sahibi, sipahî), buna karsilik bâzi vazifelerle mükellef tutulmaktadir. O, batidaki toprak sahiplerinin, serflerine karsi takindiklari tavir gibi bir pozisyonda bulunamaz. Keza, timari içinde meydana gelen olaylara, toprak sahibi sifatiyle müdahalede bulunamaz. Zira "Osmanli Imparatorlugunun adlî düzeni icabi, herhangi bir cezanin tatbiki için bütün suçlarin kadi mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tesbit edilerek hükme baglanmis bulunmasi lâzimdir. Ne kadar kudretli kisiler olurlarsa olsunlar, timar sahipleri reâyanin hukuk ve ceza dâvalarina bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip degildi. Hatta diger askerî sinif mensuplari gibi, timar sahiplerinin de kendi reâyasi ile beraber ayni mahkemeler önünde, ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icabediyordu. Mahkeme karari olmaksizin, kimsenin hapsedilmesi, zincire vurulmasi, iskenceye tâbi tutulmasi veya para cezasi ödemesi câiz degildi." Osmanlilarda topragin rakabesi devlete aittir. Bununla beraber, çiftçinin vermekle mükellef tutuldugu vergiyi dogrudan dogruya devlet degil ve fakat onun adina bir maas karsiligi olarak herhangi bir memur alir ki, böyle bir memuriyeti bulunana sipahî, bu tatbikata da, "timar sistemi" adi verilmektedir. Sipahî, timari içinde çalisanlara haksiz bir ceza veremiyecegi gibi, onlara angarya da yükleyemez. Zira Osmanlilarda, timari içinde, sipahinin bir kisim topraklari kendi nâm ve hesabina isleten ve bu maksatla idaresi altinda bulunan reâyânin isgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadigi anlasilmaktadir. Ayni sekilde, mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasinda, büyük ölçüde ekonomik bir farklilasma görülmez. Birisi, idarîaskerî vazifeler karsiligi toprak gelirinden istifade ederken, digeri sadece emek karsiligi bu ürünlerden faydalanmaktadir. Osmanli cemiyetindeki bu iki sinif insanin emeklerini toprak geliri ile karsilamasi, maddî farklilasmayi ortadan kaldiran önemli bir âmil olmustur.

Sipahî, reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tesbit ve tâyin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selâhiyetli degildi. Selâhiyetini tecavüz edenden de dirligi, bir daha geri verilmemek sartiyle alinirdi. Nitekim, 14 Muharrem 973 (12 Agustos 1565) de Sivas Beylerbeyi, Sivas ve Arapkir kadilarina yazilan bir hükümde, Divrigi Beyi Kasim'in seriat ve kanuna aykiri olarak reâyâya haksizlik ettiginin mahkeme tarafindan tesbit edilmis olmasi cihetiyle, sancaginin tebdiline karar verildigi bildirilmektedir. Ayni seneye 973 (1565) ait baska bir belgeye göre Avlonya Kadisina yazilan bir hükümde de mezkûr kazaya bagli Aspurokilise adindaki köyde timar tasarruf eden Burhan oglu Ahmed Sipahî, ehl-i senaattan olmak, çesitli kötülük ve haksizliklari bulunmakla hapsedilmesi ve timarinin elinden alinmasina dair tafsilâtli bilgi verilmektedir. Ekonomik ve sosyal durumlari ile dinî inançlari tamamen farkli, çesitli kavimlere mensup kimseleri sinirlan içinde barindirarak onlari tebea edinen Osmanli Devleti, böylece timar sahibinin yapabilecegi herhangi bir haksizligin önünü almis oluyordu.

Sipahî, mîrî arazinin halka tefvizinde, devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir. O, arazinin gerçek sahibi degildir. Bunun içindir ki devlet, timarlarin kapali bir sistem halinde çalismasini engellemek, onlari devamli kontrol etmek ve gerektiginde müdahalede bulunmak için devamli surette buralara çesitli memurlarini gönderir. "Timar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmis olan arazi ve reâyâya ait ser'î veya örfî bir takim hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarina toplayip onlarin gelirleri ile birtakim vazifelerin ifâsini temin ettiklerini biliyoruz. Bununla beraber, sipahî timarlarini, malî bakimdan hârice karsi tamamiyle kapali ve müstakil bir bütün, bir müafiyet (imnunite) sahasi olarak kabul etmek de mümkün degildir. Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyyeti hususlari, siki bir sekilde merkeziyetçi bir devlet teskilâti tarafindan mürakebe edilmekte ve sipahî timarina, muhtelif hak ve vazifeler dolayisiyle birçok devlet memuru girip çikmaktadir."

Sarax
09-22-2008, 15:47
TIMAR SISTEMININ TEKÂMÜLÜ

Osmanlilarda, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, Yildirim Bâyezid zamaninda Timur'la yapilan savastan dolayi bir duraklama devresine girmisti. Bu hâl, Fâtih devrine kadar tesirini göstermistir. Fâtih Sultan Mehmed, devletin artan ihtiyaçlarina uygun olarak, devlet teskilâtini tanzim etmek ve bu arada timar sistemini gelistirmek için yeni kanunlar çikarmistir. Nitekim o, timar sisteminin düzenlenmesi, timar topraklarinin arttirilmasi ve aksakliklarin giderilmesi konusunda önemli yeniliklerde bulunmustu. Onun, aslinda devlete ait olup çesitli yollarla devletin elinden çikarak mülk veya vakif haline gelmis olan topraklan tekrar mîrî haline getirmesi operasyonu meshurdur. Bu dönemde bütün vakif ve mülkler gözden geçirilerek 20.000'den fazla köy ve mezra vakif veya mülk olmaktan çikarilip sipahilere dagitilmistir.

II. Bâyezid (1481-1512) zamaninda timar teskilâtinda pek büyük bir degisiklik yapilmadi. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrinde timar sistemi mükemmel bir sekilde islenmis, sipahî ve "cebelû"lerin miktari 1514 yilinda 140 bin kisiyi bulmustu.

Timar teskilâti, Kanunî Sultan Süleyman devrinde tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Kanunî'nin timarlarla ilgili fermanlari bu hususta çok açik birer delil teskil etmektedirler. Keza bu dönemdeki timar sayisindan ve "cebelû" miktarindan da haberdar bulunmaktayiz. Nitekim, Kanunî zamaninda irili ufakli 37521 timar vardi. Bunlardan 6620 Rumeli, 2614 Anadolu, 419 Haleb ve Sam vilâyetlerinde bulunuyordu. Bunlardan 9653'ü kale muhafiz timari, geriye kalan 27868'i ise tamamiyle eskinci timari idi. Bahis mevzu 27868 eskinci timari sahiplerinin, harbe beraber götürmek mecburiyetinde olduklari "cebelû" (veya cebelî) denilen silâhli ve zirhli askerlerle 70-80 bin kisilik atli bir timarli sipahî ordusu teskil ettikleri tahmin edilmektedir. Padisahin hassa ordusu demek olan Istanbul'daki KapiKulu Ocaklarinin bu devirdeki mevcudu ise henüz 27 bin civarinda idi. Kanunî zamaninda bütün müesseseler gibi dirlik (timar) sistemi de tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Bu dönemdeki timarli asker sayisinin yukanda verilenden daha fazla oldugu ve bunun 200 bin civarinda bulundugu da söylenmektedir.

Osmanli toprak düzeninde dirlikler, üç kisma ayriliyordu. Bunlar:

a) Has: Padisah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarina tahsis edilip, senelik hâsilati 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi. Her has sahibi, gelirinin her bes bin akçasi için bütün masraflari kendisine ait olmak üzere bir "cebelû" yetistirmek ve beraberinde harbe götürmek mecburiyetindeydi. Haslar irsî degildir.

b) Zeâmet: Senelik hâsilati 20-100 bin akça arasinda degisen dirliklerdir. Bu gelirin 20 bin akçasi kiliç hakki oldugundan, zeâmet sahibi bunun disinda kalan her bes bin akça için bir "cebelî"yi yetistirmek ve harbe götürmek zorundaydi. Zeâmetler, devlet merkezinde bulunan hazine ve timar defterdarlarina, zeâmet kethüdalarina, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarina, kapicibasilara, hâcegan-i divan-i hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu. Bunlarin büyük bir suçu görülmedikçe zeâmetleri ellerinden alinmazdi.

c) Timar: En küçük kategoriyi teskil eden ve senelik geliri 3.000-20.000 akça arasinda olan dirliklerdir. Bu dirlikte, cinslerine göre kiliç hakki degismektedir. Nitekim, Rumeli'de bulunan Budin, Bosna, Timasvar beylerbeyliklerindeki 6000'lik tezkireli timarlarin kiliçlari 3'er bindir. Anadolu, Karaman, Maras, Rum, Diyarbekir, Erzurum, Haleb, Sam, Bagdad ve Kibris eyâletlerindeki tezkireli timarlarin kiliçlan ise 2 bindir. Kiliç hakkinin disinda kalan her üç bin akça için timar sâhibi bir "cebelî" yetistirmek zorundadir.

Osmanli toprak rejiminde her dirligin çekirdegini teskil eden ve "kiliç" adi verilen bir kisim vardir. Timarlar, kiliç tâbir edilen ve hiç degismeyen bir çekirdek kismi ile bu kisma zamanla ilâve edilmis olan hisselerden tesekkül eder. Timarlarin bulundugu yer ve durumuna göre farklilik arz eden her "kiliç"a bir timar sahibinin tayin edilmis olmasi lâzimdir. Bir kiliç yerine iki kisi tayin edilemez. Bu, her sancaktaki zeâmet ve timarlarin büyüklü-küçüklü dagilis seklinin ve kadro mevcutlarinin ayni kalmasini temin için bas vurulmus bir çaredir.

Sarax
09-22-2008, 15:47
TIMAR ÇESITLERI

Osmanli toprak düzeninde, timarlari siniflandirmak güç ve ince bir is olmakla birlikte onlari tiplerine göre birkaç kisma ayirabiliriz. Bunlar:

1. Timar arazisinin mülk olarak verilip verilmemesine göre:

aa) Mülk timarlar: Anadolu'nun bazi vilâyetlerinde mevcud olan bu tip timar sâhipleri, sefer aninda yerlerine "cebelû"lerini gönderebiliyor, kendileri ise sefere istirak etmeyebiliyorlardi. Bu mükellefiyetini yerine getirmeyen timar sahibinin bir yillik geliri hazine tarafindan alinirdi. Fakat timar baskasina verilmezdi. Ölümü halinde ogluna, yoksa diger mirasçilarina kalirdi.

bb) Mülk olmayan timarlar: Bunlar, hizmet mukabili vâridatinin bir kisminin tahsisi suretiyle verilen timarlardir ki, Osmanli timarlarinin çogu bu nevi'dendir.

2. Timar sahiplerinin gördügü islere göre:

aa) Eskinci timarlari: Bunlarin sahipleri alay beyinin sancagi altinda sefere eserler (giderler). "Cebelî"leri ile birlikte sefere gitmek zorunda olan bu tip timarlarin mutasarriflari, sefere esmedikleri zaman timarlan ellerinden alinirdi. Osmanli toprak sisteminde bu nevi'den olan timarlar çogunlukta idi.

bb) Mustahfiz timarlari: Bu timarlarin sahipleri, mensubu bulunduklari kale muhafazasinda bulunurlardi.

cc) Hizmet timarlari: Bâzi serhadlerde bulunan câmilerin imâmet ve hitâbetinde bulunanlar ile saraya hizmet edenlere verilen timarlardir.

3. Verilis sekillerine göre:

Timarlarin, beylerbeyi tarafindan veya Istanbul'dan verilmesine göre siniflandirilmasi ile ilgilidir. Buna göre timarlar ikiye ayrilmaktadir:

aa) Tezkireli: Beylerbeyilerin, bir tezkire ile devlet merkezine teklif ettikleri timarlara bu isim verilirdi.

bb) Tezkiresiz: Beylerbeyilerin, kendi beratlari ile verdikleri timarlara da tezkiresiz adi verilir.

Küçük timarlarin dagitilmasinda beylerbeyilerin selâhiyetleri büyüktü. Muhtelif eyâletlerde degisik baremlerde olmak üzere defter yazilari belirli bir rakamin altinda olan timarlarin sahiplerini beylerbeyiler kendi tugralarini tasiyan beratlarla dogrudan dogruya tâyin edebiliyorlardi. Daha büyük bir gelir saglayan timarlarda ise beylerbeyi, o timara hak kazanmis olan sipahinin eline bir "tezkire" vererek tâyinini devlet merkezine teklif eder. Bu sipahinin berati, devlet merkezinden verilirdi. Beylerbeyinden böyle bir tezkire alan sipahî, Istanbul'a giderek 6 ay içinde beratini almak zorunda idi. Aksi takdirde timarinin gelirinden faydalanamazdi.

Dogrudan dogruya beylerbeyi tarafindan verilen tezkiresiz timarlarin defter geliri düsüktür. Bunlarin en büyügü Rumeli'deki eyâletlerle (Budin, Bosna, Timasvar vs.) Sam, Haleb, Diyarbekir, Erzurum ve Bagdad bölgelerinde 6000, Anadolu ve Kibris eyâletlerinde 5000, Karaman, Zülkadiriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçalik geliri olan timarlardir.

Osmanli timar sisteminde dikkat edilen hususlardan biri de tezkireli timarlarin bozulup tezkiresiz hâle getirilemeyisidir.

4. Malî durumlarina göre:

aa) Serbest timarlar: Timar sahibinin "resm-i arûs", "resm-i tapu", "kislak", "yaylak", "cürüm, cinayet" vs. gibi vergileri, alma hakkina sahip bulundugu timarlardir, (dirliklerdir). Bunlar, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nisanci, defterdar, divan kâtipleri, çavuslar çeribasilari, sübasilar ve dizdarlar gibi yüksek rütbeli idare âmirleri ile memur ve askerlerin has ve zeâmetleridir. Bunlar, bazi imtiyazlara sahiptirler.

bb) Serbest olmayan timarlar: Böyle bir timari tasarruf eden sipahînin, serbest timar tasarruf eden gibi bir yetkisi yoktur. Onun için yukarida adi geçen vergileri kendi nâm ve hesabina alamaz.

Çesitli yönleri ile tedkik ettigimiz timar sisteminin geçirmis oldugu merhaleler ile farkli sebeblere bagli olarak aldiklari degisik isimleri gördük. Beldiceanu, kendine göre ve özellikle timar tasarruf eden kimselere göre ayri bir siniflandirma yapmaktadir.

Sarax
09-22-2008, 15:47
TIMAR SISTEMININ BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI

Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erisen timar sistemi, bu pâdisahin ölümünden sonra bozulma temâyülü göstermeye baslamis olacaktir. Koçi Bey (? 1640), 992 (1584) tarihine kadar timarlarin kiliç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulundugunu, bu sinifa yabanci ve kötü kisilerin girmedigini keza timarlarin büyükler ile âyânin sepetine de girmedigini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmedigine isaret eder. Fakat XVI. asrin sonlarina dogru timarlarin iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr saglayabilmeleri için reâyâya haksizliklarda bulunmalari, bozulmanin baslangici sayilmaktadir. III. Murad (1574-1595) devrinde bozulma emâreleri, daha belirgin bir sekil almisti. Zira bu devrede eski kanunlara riayet edilmeyerek çesitli yollardan timar sahibi olan kimseler türedi. Bununla ilgili olarak Koçi Bey, "bosalan timar ve zeâmetler de eski kanunlara aykiri olarak Istanbul tarafindan verilmeye baslandi. Ileri gelenler ve vükelâ, bosalan yerleri adamlarina ve akrabalarina verip, Islâm memleketinde olan timar ve zeâmetin seçmelerini ser'-i serife ve yüksek kanuna aykiri olarak kimini mülk olarak, kimini vakif olarak, kimini vücudu sihhatta olan kimselere emeklilik olarak verip bütün zeâmet ve timar, ileri gelenlerin yemligi oldu. Bu bozukluklar, devletin en secaatli, güçlü, san ve sevkete sebep olan askerinin harap olmasina sebep oldu. Halbuki parali asker, asagi tabaka halkindan devsirilirse hiç bir yararligi olmaz. Aksine bunlar, baris günlerinde azginlik ve isyana sebep olup ser aleti olduklarindan epeyce zamandan beri taskinligin ardi arkasi kesilmemektedir. Bu beylerbeyliklerinde ve sancakbeyliklerinde, vezirlerin agalarin, müteferrika, çavus ve kâtipler zümresinde, dilsiz, cüce taifesinde, padisah nedimlerinde bölük halkinin ileri gelenlerinde bir çok timar ve zeametler olup, kimi hizmetkârlari üzerine, kimi azadsiz kullan üzerine berat çikarmislardir. Nâm adamlarinin olup, mahsûlü kendileri yerler. Içlerinde öyleleri vardir ki, yirmiotuz belki, kirkelli kadar zeâmet ve timari bu yoldan alip, ürününü kendileri yeyip, sefer-i hümâyun olunca, cebe ve cevsen yerine aba ve kebe giydirip birer semerli beygir ile sefere gönderirler. Kendileri evlerinde zevk ve safâ, seyir ve sohbette olurlar" diyerek bozulmanin sebep ve sekillerini göstermeye çalismistir.

Iltizam usûlünün dogmasi, timarlarin akraba ile yakinlara dagitilmasi ve rüsvetin ortaya çikmasi sonucu, timar sahiplerinin askere gitmemesi üzerine bas gösteren bozulmanin sebeplerini söyle siralayabiliriz:

a) Merkezî devlet bürolarinda timar kayitlarinin son derece karisik bir hâle düsmesi. Timar sahiplerinin seferlerde yapilmasi gerekli yoklamalarinin türlü tesirler altinda iyi bir sekilde yapilamamasi ve bu yoklamalarin daha sonraki timar dagitimi için iyice muhafaza edilmemesi.

b) Bos kalan timarlarin, istihkak sahiplerine verilmesi yerine bir kenara ayrilarak (sepete konarak) çesitli hileli yollarla bazi nüfûzlu kisilerin adamlarina verilmesi.

c) Is adami vasfindaki yeni timar sahipleri, sefer zahmetinden, baç ve can korkusundan halas olup safâ ve huzur içinde kâr ve kazançlari ile mesgul olabilmek için, harp zamanlarinda timarlarini bir takim aracilara, seferden dönüste bu timarlardan eski sahipleri lehine feragat etmek sartiyle, devir ve tahvil ettirmenin yolunu bulmakta idiler.

Görüldügü gibi timar sisteminde, reâyâ, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadir. Bunlarin, birbirlerine karsi nasil davranmalari gerektigi, kanunnâme, adaletnâme ve zaman zaman isdar edilen fermanlarla tesbit edilmisti. Bununla beraber bu üçlünün bazan birbirlerine karsi olan yanlis davranislari, Osmanli sosyoekonomik tarihinin en önemli konusu olmustur. Bilindigi gibi dirlik sisteminde devlet, arazinin rakabesine yani çiplak mülkiyetine sahiptir. Sâhib-i arz veya timar sahibi adiyla da anilan sipahi ise devlete ait araziyi isleten, devletin reâyâdan alacagi vergileri toplayan kimsedir. Sipahi, topladigi bu paralarin bir kismini kendine ayirmakta, kalan kismi ile asker besleyip bu askerlerle birlikte seferlere istirak etmektedir. Bu durumu ile sipahi, mîrî topragi isleyen bir devlet memurudur. Bu bakimdan, reâyâ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadir. O, sorumlulugu altinda bulunan topraklarda devletin otoritesini temsil etmektedir.

Reâyâ ise üzerinde yasadigi topraklan isleyip bunlarin vergisini devlet adina sipahiye vermek zorundadir. O asirlarda halkin elinde nakit para pek fazla bulunmadigindan vergileri aynî (mahsûl) olarak öderlerdi. Reâyâ bu mahsulü teslim etmek üzere kendisine en yakin pazara götürmek zorunda idi. Sipahi, reâyânin bunu daha uzaktaki pazara götürmesini isteyemezdi. Bundan baska reâyâya eziyet edilmesine, maddî ve manevî külfet yüklenmesine (angarya) izin verilmezdi. Devlet, sipahi, reâyâ üçlüsünün statüleri ve karsilikli mükellefiyetleri "Tahrir Defterleri"nin basinda yer alan sancak kanunnâmelerinde genis ve etrafli bir sekilde belirlenmistir. Ayrica siyasetnâme nevinden olan eserlerde devletin bekasinin reâyâ ile mümkün oldugu ifade edilmektedir. Nitekim Kâtib Çelebi (Düsturu'l-Amel li Islahi'l-Halel, Istanbul 1280, s. 124) söyle demektedir: "Evvela reâyâ ve berâyâ selâtin ve ümerâya vediat-i ilâhiye oldugundan gayri La mülke illâ bi'rricâl, velâ ricâle illâ bi's-seyf velâ seyfe illâ bi'l-mal, velâ mâle illâ bi'rraiyye, velâ raiyye illâ bi'l-adl."

Farkli sebeplere bagli olarak bozulmaya yüz tutan timar sisteminin islahi için, çesitli tedbirlere bas vurulmus olmakla beraber, bu gidisin önü bir türlü alinamamistir.

Kurulusundan beri, Osmanli Devleti'nin ekonomik, sosyal ve askerî tarihinde büyük bir rol oynayarak önemli bir hizmet ifa etmis olan timar rejimi, birkaç asirdan beri buhranlar içinde geçen hayatinin son safhasinda sessiz sedasiz bir sekilde ve herhangi bir sarsintiya sebep olmadan ortadan kalkti. Tarihe mal olmasi çesitli safhalar geçiren bu sistemin ilk tatbikati,

1703 senesinde Girit adasinda basladi. Ülkenin diger mintikalarindaki timarlar ise 1812 yilindan itibaren mahlul oldukça (bosaldikça) baskasina verilmemeye baslandi. Bu uygulama ile timar sahiplerinin sayisi gittikçe azalmaya yüz tuttu. Nihayet, Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile muntazam ve disiplinli bir askerî sinif vücuda getirildikten sonra, intizamlarini büsbütün kaybetmis olan timar sahiplerinin de eskiden oldugu gibi kendi hallerine birakilmasi uygun görülmedi. Bu sebeple H. 1263 (M. 1848) senesinde bütün timar sahipleri kaydi hayat sartiyla ve yarim timar bedeli ile emekliye sevk edilerek timar sistemine son verildi.

Sarax
09-22-2008, 15:48
OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER

Osmanli Devleti, feth edip ele geçirdigi yerlerde derhal sosyal müesseseler kurup halkin hizmetine sunuyordu. Devlet sinirlari genisledikçe bu müesseseler de o nisbette artis kayd ediyordu. Bu sosyal tesisler sayesinde sehirlere Müslüman Türk damgasi vurulmus oluyordu. Bu neviden müesseseler kurulmakla yetinilmemis, bunlarin idareleri, korunmalari ve devamliliklarinin saglanmasi için genis imkânlara sahip vakiflar tesis edilmistir. Böylece devlet, bu müesseseler için, kendi hazinesinden ayrica bir bütçe hazirlama ihtiyacini duymuyordu.

Sosyal müesseselerin kurulup gelismesinde önemli derecede rol oynayan ve sadece genis halk kitleleri degil, çevre ve hayvanlara da hizmet götüren vakiflar hakkinda bilgi vermeden, onlarin kurulusunu saglayan prensip ve anlayislara temas etmeden sadece sosyal müesseselerden söz etmek, konuyu eksik birakmak olurdu. Bu bakimdan vakiflar, onlarin kurulusunu saglayan âmiller ve hizmet sahalarina isaret etmek zorundayiz. Bunu da:

1. Osmanlilarda Vakiflar,

2. Vakiflarin Hizmet Sahalari, Basliklari altinda ele alacagiz.

Sarax
09-22-2008, 15:48
1. VAKIFLAR

Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli Devleti'nin, tarih ve müesseselerini, kendinden önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinin müesseselerinden tamamen müstakil olarak düsünemeyiz. Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, örf, âdet ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi. Böylece Osmanlilar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin mirasi üzerinde ve onun bir devami olarak inkisaf etme imkânina sahip oldular. Bu vesile ile onlar, kendilerinden önce diger Islâm ve Türk Islâm devletlerinin çok zengin teskilât ve müesseselerinden de genis ölçüde faydalanma imkânini buldular. Nitekim Abbasîler devrinde, hukukî esaslari tesbit edilen vakif müessesesi, Islâm dünyasinin her kösesine sür'atle yayildi. Islâm cemiyetinin siyasî ve iktisadî gelismesiyle paralel olan bu çogalmayi, Mâveraünnehr'den Atlantik kiyilarina kadar her tarafta görmek mümkündür. Mescidler, türbeler, ribatlar, tekkeler, medrese ve mektepler, köprüler, sulama kanallari, su yollari, kervansaraylar, hastahaneler, hamamlar, imâretler gibi birçok dinî ve hayrî tesis hep bu vakiflar sayesinde vücuda getirildi.

Maddî bir karsilik beklemeden baskalarina yardim etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düsüncenin mahsulü olan vakif müessesesi, yüzyillardan beri Islâm ülkelerinde büyük bir önem kazanmis, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmis olan dinî ve hukukî bir müessesedir. Insan fitratinda mevcud olan yardimlasma hissi, süphesiz ki insanlik tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birlesince daha bir kuvvet kazanir. Islâm ülkelerinde vakiflarin, asirlarca büyük bir fonksiyon icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lazimdir. Çünkü "insanlarin en hayirlisi, insanlara faydali olan, malin en hayirlisi, Allah yolunda harcanan (baska bir ifade ile vakf edilen), vakfin en hayirlisi da insanlarin en çok duyduklari ihtiyaci karsilayandir" prensibinin anlamini çok iyi bilen müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yaris edercesine vakif tesisler kurmuslardir.

Osmanli sosyal müesseselerinin kurulup gelismesinde büyük ve önemli hizmeti bulunan vakiflarin kurulus sebebini yukarida temas edilen anlayisa baglamak gerekir. Ayrica, Ebû Hüreyre'den nakl edilen bir Hadis-i Serifte Hz. Peygamber'in söyle buyurdugu belirtilmektedir: "însanoglu öldügü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadaka (sadaka-i cariye), faydalanilan ilim ve kendisine dua eden bir evlad birakanlarinki kesilmez." Hadisçiler, "sadaka-i câriyeyi" vakf ile tefsir etmis ve sadaka devam ettigi müddetçe sevabinin da devam edecegine kani olmuslardir. Hz. Peygamberin bizzat kendisinin de vakif yapmis olmasi, ashabinin onu takiben böyle eserler meydana getirmesine sebep olmustur. Nitekim Câbir (r.a.) "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakif ve tasaddukta bulunmus olmasin." diyerek daha o dönemde bu gelismenin hangi seviyeye ulastigini belirtmek ister.

Lugat olarak pek çok mânâsi bulunan "vakif kelimesine farkli istilahî mânâlar verilmistir. Bununla beraber bu mânâlarin tamami birbirlerine çok benzemekte ve ihtiva ettikleri anlamin, hemen hemen birbirinin ayni oldugu görülmektedir.

Islâmî yardimlasma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çiktigini gördügümüz vakiflar, Islâm ülkelerinin tamaminda sayilamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardi.

Hemen hemen bütün müessese ve teskilatlarinin nüvesini kendilerinden önceki Müslüman devletlerden alan Osmanlilar, vakif konusunda da bu yolu takib ettiler. Nitekim Osmanli Devleti'nde daha ilk beyler zamaninda baslayan, devletin siyasî ve malî kudretinin inkisafina paralel olarak gelisip artan vakiflarin, Osmanlilar dönemindeki ilk müessisi (kurucusu) Orhan Gazi olmustur. Onun 724 Rebiülevvel (1324 Mart basi) tarihi ile azadli kölelerinden Tavasî Serafeddin'e Mekece'de vakf ettigi hankahin tevliyetini verdigine dair vakfiye ile vakfin sartlarini gösteren Farsça yazilmis tugrali belgesi, elimizde bulunmaktadir. Keza o, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurarken, onun idaresi için yeterince gelir getirecek gayr-i menkul vakf etti. Kisa bir müddet sonra bu medreseden kudretli ilim ve devlet adamlari yetisti. Sultan Orhan'in yaptirdigi ilim ve hayir müesseseleri sadece isimleri verilenler degildir. Adapazari'nda halen "Orhan Bey Camii", Kandira'da "Orhan Camii" adi ile anilan camiler ile yine Adapazari'nda medrese, Bursa'da bir cami, zâviye, misafirhane ve imâret insa ederek bunlara vakiflar tahsis etti. O, topluma yararli olan bu sosyal eserlerin görevlileri olarak müderris, imam, hafiz, nakib, tabbah, hâdim ve bevvab gibi kimseleri de tayin ederek onlara maas bagladi.

Orhan Gazi'den baslayarak Osmanli padisahlari, sultanlari, vezirleri, emirleri, zengin tebea ve hatta güçleri nisbetinde fakirler de pek çok vakif tesisler meydana getirdiler. Nigbolu'dan zaferle Bursa'ya dönen Yildirim Bâyezid, burada bir Dârulhayr, bir hastahane, bir Ebû Ishakîhane (tekke), iki medrese ve bir cami yaptirdi. Bütün bu müesseselerin ihtiyacini giderebilecek genislikte vakiflari da tayin etmeyi ihmal etmedi. Nitekim, Dârulhaynn evkafindan olmak üzere as ve yemden baska her yil bilginlere, yerli ve yabanci yoksullara 600 müdd bugday verilmek, her gün konuga ve yerliye et ile birlikte 300 çanak as eristirilmek üzere vakiflarini tayin buyurdu. Hastahane, Ebû Ishakîhane ve caminin her biri için ayrica vakiflar tayin etti. Bunlara seyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akçalarini tayin ettirdi. Keza o, Bolu'da cami, medrese, çifte hamam ve bir kütüphâne yaptirip vakif etmisti. Bunlar için de 30 kadar dükkân vakf ederk onlara gelir tahsis etmisti.

Istanbul'u, fizikî görüntüsü ile Bizans Devleti'nin merkezi olmaktan çikarip Osmanli Devleti'nin merkezi haline getiren Fâtih Sultan Mehmed, bu fetih esnasinda ümerâ, devlet adami ve askerlere ganimetten kendilerine düsen hisselerini verdikten sonra, kendi hissesine düsen emlâktan hiç birini almayarak tamamini toplum ve milletin hayrina olmak üzere vakf etti. O, Bizanstan kalan bu harab sehri, devletin merkezi olmaya yarasir bir hâle getirirken yaptigi vakiflardan epey istifade etti.

Osmanli hükümdarlari sadece kendi adlarina vakif yapmakla yetinmediler. Onlar, baskalari tarafindan daha önce yapilmis bulunan vakiflara da yardimda bulundular. Nitekim, meshur vakiflar arasinda padisahin maddî yardimlari ile senelik bütçelerini denklestirenler az degildi. Bu yardim, nakdî oldugu gibi bazan da aynî oluyordu. Konya'daki Sadreddin Konevî zaviyesi gibi orta büyüklükte bir vakif, XVI. asrin son senelerinde Karaman gelirlerinden yilda 3600 akça aliyordu. Bununla da yetinilmiyor, mal olarak da pirinç vs. gibi yardimlar da yapiliyordu. Barçinli kazasinda bulunan Uryan Baba zâviyesi, 8 Zilkade 975 (5 Mayis 1568) tarihli bir hükme göre Beypazari enhalarindan pirinç aliyordu. Çorum civarindaki Abdal Ata zâviyesi ise padisahin salyânesi olarak Boyabat eminlerinden pirinç temin ediyordu.

Osmanlilar, zapt ettikleri yerlerdeki vakiflara dokunmadan, eskiden beri devam eden sekli ile vâkifin sartlarina riayet ediyorlardi. Konu ile ilgili pek çok vakfiye ve vesika, Osmanlilar tarafindan, ilhak edilmeden önce Müslüman hükümdarlarin idaresinde bulunan vilayetlerdeki Osmanli öncesi vakiflarinin sartlarina bu yeni idarecilerce aynen riayet edildigini göstermektedir. Vakiflar, her türlü dis müdahaleye kapali olduklarindan hiç kimse ve hatta hükümdarlar bile bunlarin statülerini degistirmeye yeltenmezlerdi. Bu yüzden Osmanlilar, vakiflarin vâkifin (vakfi kuran, tesis eden) sartlarina göre idare prensibine titizlikle riayet ediyorlardi. Bununla beraber Osmanlilar, vakiflara önemli yenilikler getirdiler. Evkaf idaresinin merkezîlestirilmesini bu yeniliklere bir örnek olarak gösterebiliriz. Misir Kanunnâmesi, bu yolda bize isik tutmaktadir. Nitekim her sene pasanin huzurunda tedkik ve tasdik edilecek gelir ve gider makbuzlarindan, her birisinden birer suretin Istanbul'a gönderilmesi prensip ittihaz edildi. Bir vakfin idaresinde münhal (bos) olursa kadi, pasaya resmî bir yazi yazarak âlim ve faziletli filan oglu filan fakir sahsin o yere tayinini arz ediyordu. Vakifta münhal oldugu Defterdar tarafindan da tasdik edilecek ve münhal yere aday gösterilen kimse ancak Istanbul'daki selahiyetli makamdan berat gelince vazifesine resmen tayin edilmis sayilacakti.

Osmanli toplumunda vakif o kadar önemli ve itibarli bir müessesedir ki, malî imkân bakimindan toplumun en alt seviyesinde bulunanlar ile en üst seviyesinde bulunanlar arasinda anlayis bakimindan bir farklilik göze çarpmaz. Bu bakimdan iki veya üç göz (oda) evi bulunan yasli ve kimsesiz bir kadin bile evinin bir veya iki odasini vakf etmek suretiyle bu anlayisa istirak eder. Nitekim Ortaköy (Istanbul)'de üç bab evi olan Hakime Hanim'in vakfi bize bu konuda ne kadar ileriye gidildigini göstermektedir. Gerçekten, Müslüman Osmanli dünyasinda büyük tesisleri yaptirmaya güçleri yetmiyenler, bütün bir toplum tarafindan benimsenmis olan hayir müesseselerine katilmaktan geri kalmiyorlardi. Yüzlerce kadin, geliri azalmis bir vakif tesisine ufak ve çok mütevazi de olsa bir kaynak saglamak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla ve ziynet esyasi gibi mal varliklarini bagisliyorlardi.

O günün imkânlari içinde vakiflari, bitip tükenmek bilmeyen, uzun ve mesakkatli yollarda, farkli isimler altinda kervan ve yolcularin hizmetinde olduklarini görüyoruz. Hatta bu hizmeti geregi gibi yerine getirmeyen ve vakiflara bagli bazi tekkelerin sorumlulari hakkinda sorusturma yapildigi anlasilmaktadir. Nitekim 14 Muharrem 986 (24 Mart 1578) tarihini tasiyan bir hükümde belirtildigine göre Ankara çevresindeki yollar üzerinde bulunan tekke ve zâviyelerin, vakiflari müsait olduklari halde bunlari, sadece tekkenisîn ve zaviyedârlar "kendileri ekl ve bel' edüp âyende ve revendeye* sart-i vâkif mucibince taam verülmeyüp ebnay-i sebil ziyade müzayaka çektikleri bildirmegin ser'i serif muktezasinca evkaf teftis olunup" vakfiyeye göre hareket etmeleri istenmektedir.

Vakiflar, degisik maksatlarla tesis edilmekte ve her vâkif, vakfi üzerinde arzu ve iradesinin devam etmesini istemektedir. Bu durum normal karsilanmalidir. Zira, senelerin çaba ve emegi ile kazanilmis mal ve mülk üzerinde o kadar zahmet çekmis olan bir kimsenin, tescil ettirdigi sartlan ile ölümünden sonra da tasarruf sahibi olmak istemesi hakkidir. Sayet biz, onlar için böyle bir yetkiyi çok görür ve bu hakki ellerinden alsaydik, o zaman büyük bir ihtimalle vakiflar istenilen sekilde devam etmeyecekti. Kisi, kendisinden sonra toplumun hayir ve menfaatina vesile olmayacak bir mali, daha hayatta iken israf suretiyle yok etme derecesine getirebilirdi. Bunun da bir cemiyet için ne denli kötü ve olumsuz sartlar doguracagini söylemeye gerek yoktur. Çünkü böyle bir durumda vakiflarin yüklendigi nice hizmetler, yerine getirilmeyecekti. Ne egitim, ne ibâdet, ne iktisad, ne ulasim, ne de saglik bakimindan hiç bir hizmet yeterince yapilmayacakti.

Hukukî bir müessese olmasindan dolayi vakfin kurulabilmesi için bazi sartlarin bulunmasi gerekir. Her seyden önce vakfi yapmak isteyen kimsenin o vakfi yaptigina dair "malimi vakf ettim, haps ettim, tasadduk ettim" veya "sadaka-i müebbede ile sadaka ettim" gibi ifadeler kullanmasi gerekir. Bu neviden söz ve isaretler, vakfin rüknünden sayilir. Bundan baska vakfin tesisi için gerek vakfi yapan kisi, gerekse vakf edilen malda da bazi özelliklerin bulunmasi icab eder. Bununla beraber bunlari kesin çizgilerle birbirinden ayirmak pek mümkün degildir.

a- Vakfi Yapan Kimsede Bulunmasi Gereken Sartlar:

1- Vâkifin, temlik ve teberrua ehil olmasi gerekir. Baska bir ifade ile akil, balig, resid ve hür olmalidir. Binaenaleyh, küçügün, mecnun (deli) ve matuhun yapacagi vakiflar, sahih vakif muamelesi görmezler.

2- Vâkif, borçtan dolayi mahcur bulunmamalidir.

3- Vâkifin, vakfa rizasi bulunmalidir.

4- Vâkif, vakf ettigi seyi, hayir ve sevab kazanma inanci ile yapmalidir. Burada gözetilen gâye, Allah'in rizasi ve toplumun menfaatidir.

b- Vakf edilen Malda Bulunmasi Gereken Sartlar:

1- Vakfedilen mal, vakif aninda vâkifin mülkü olmalidir. Su halde baskasina ait olan bir sey vakfedilemez.

2- Vakf edilen mal deyn (borç) veya menfaat olmamalidir.

3- Vakfolunacak malin akaar (ev, dükkan, tarla gibi gelir getiren mülk) olmasi gerekir.

4- Vakifta muhayyerlik sarti bulunmamalidir.

5- Vakf edilecek bina ve agaçlar, müstahikkul-kal' (yikilmaya veya sökülmeye mahkum) olmamalidir.

6- Vakfin mesrutun lehi (vakiftan istifade edecek olanlar) belli olmalidir.

c- Vakiflarin Kurulus Sekilleri:

Vakiflar, sartlari haiz olan kimseler tarafindan asagidaki sekillerden biri ile kurulabilir. Bunlar:

1- Tescil suretiyle: Vâkif, hâkime (kadiya) müracaatla vakif kurmak istedigini bildirir. Bunun üzerine hâkim, yukarida bir kismindan bahs edilen sartlarin bulunup bulunmadigini arastirir. Sayet bu arastirma müsbet bir sekilde sonuçlanirsa o zaman sahidlerin (suhûdu'l-hal) huzurunda ve onlarin da karara istiraki ile vakfi karara baglayip tescil eder. Müslüman olmayanlar tarafindan tesis edilenler dahil bütün vakiflarin ser'î mahkemelerde tescili sart oldugundan, muhtelif vilayet mahkemeleri arsivlerinin incelenmesi suretiyle Osmanli döneminde tesis edilmis vakiflarin tam sayisi, gayesi ve karakteri hakkinda saglam bir bilgi edinmek mümkün olabilir.

2- Vasiyet yolu ile: Vakfi yapacak olan kimsenin ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakiftir. Eger vâkifin mirasçilari yoksa mâmelekinin tamamini, varsa üçte birini vasiyet suretiyle vakf edebilir. Ölümü halinde vasiyeti geregince mülkü vakif olur.

3- Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerinde cami insa ettirip, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kilmasina müsaade etse ve kendisi de bu cami içinde cemaatla birlikte namaz kilsa o mekân vakf-i lâzim suretiyle vakif olur. Artik burasi cami olmustur.

Sarax
09-22-2008, 15:49
VAKIFLARIN IDARESI

Allah'in rizasini kazanmak ve ahirette karsiligini sadece O'ndan beklemek gayesiyle yapilan vakiflar, Islâm dünyasinin hemen her bölgesinde vardir. Dinî, iktisadî ve ictimaî hayatin vazgeçilmez unsuru olan vakiflar, Islâm âleminde büyük bir yekûn teskil ediyorlardi. Bunca büyüklükteki bir müessesenin belli bir sisteme baglanmasi, iyi idare edilmesi ile mümkündür. Bu bakimdan, daha isin basinda siki tedbirlere bas vuruldugu görülür. Nitekim her vakfin bir vakfiyesinin bulunmasi, vakfiyedeki (vakif senedi) sartlarin "nass" gibi kabul edilmesi, vakfiyelerin tescil edilmeleri ve ayrica bunlari yönetmek için müstakil idarelerin kurulmus olmasi bunu göstermektedir.

Vakiflara idareci (nâzir) tayini Hz. Peygamberle baslamis ve günümüze kadar devam edegelmistir. Tabiatiyle Osmanlilar da vakiflarini idare etmek, onlarin devamliligini saglamak ve istenilmeyen sekilde harcamalarina mani olmak için yöneticiler tayin etmislerdi. Nitekim Orhan Gazi, Bursa'da yaptirdigi câmi ve zâviyenin idaresini Sinan Pasa'ya vermisti. Böylece Sinan Pasa'yi Osmanli döneminin ilk Evkaf Nâziri sayabiliriz. Daha sonra hükümdar vakiflari, vezir, kadiasker, sadrazam, seyhülislâm, bâbussaade ve dârussaade agalari gibi devlet adamlari tarafindan idare edilir oldu.

Yildirim Bayezid, her vilayete "Müfettis-i Ahkâmi's-Ser'iyye" tayin ederek vakif islerini teftis ettiriyordu. Çelebi Sultan Mehmed devrinde ise Cemaleddin Mehmed Çelebi, "Hâkimu'l-Hükkâmi'l-Osmaniyye" ünvaniyla evkaf islerinin umumî nâzirligina tayin edilmisti. Sultan II. Murad döneminde bu is, kadiaskere, Fâtih Sultan Mehmed de bunu Mahmud ve Ishak Pasalara havale etmisti. Bu dönemde evkaf idaresinden sadrazamlar sorumlu oldugundan, "Sadr-i Âli Nezâreti" teskil olunmustu. Fâtih'ten sonra Sultan II. Bâyezid, evkaf islerini Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcih etti. Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanlarinda evkaf nezâreti ile tekrar sadrazamlar görevlendirildiler. Sultan I. Ahmad Han devrinde, Seyhülislâm idaresinde olan vakiflar, II. Mahmud Han zamaninda Kadiaskerin emir ve idaresi altinda idi. Yine bu dönemde her vilayette, "Müfettis-i Evkaf adinda bir idareci vardir.

Osmanlilar döneminde sahislar tarafindan kurulan vakiflarla mütevelliler mesgul oluyor, bunlar kadilar vâsitasiyle teftis ve murakabe ediliyorlardi. Her kadi, kendi mintikasindaki vakiflari, emrindeki müfettislerce teftis ettirdigi gibi, bazan bizzat kendisi de bunlari teftis ederdi. Istanbul kadisi ise bütün vakiflari teftis yetkisine sahipti.

Misir, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika'nin ilhakindan sonra buralarda bulunan vakiflar 995 (M. 1587) senesinde kurulan "Haremeyn Evkaf Nezareti"ne baglandi. Daha sonra gelisen vaziyet geregi, Anadolu ve Rumeli vakiflarinin idaresi de 12 Rebiülevvel 1242 tarihinde teskil olunan "Evkaf-i Hümayûn Nezâreti"ne baglandi. Bu nezâretin teskilinden sonra müessesenin basina getirilen ilk nâzir el-Hac Yusuf Efendi olmustu.

Haremeyn Evkaf Nezâreti, 1254 (1838) yilinda Evkaf-i Hümayûn Nezâreti'ne ilhak olundu.

Osmanlilar döneminde 1242 (M. 1826) yilinda kurulan Evkaf Nezâreti'nden önce vakiflar, vâkiflarinin sartlarina göre idare ediliyorlardi. Genel olarak bu idare biçimlerini asagidaki sekilde gruplara ayirmak mümkündür:

a-Haremeyn Nezâreti: Haremeyn (Mekke-Medine)'e bagli vakiflarla, Ayasofya, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye, Yenicami, Üsküdar'da ise Çinili ve Atik Valide Camileri vakiflarinin idareleri "Dârussaade Agalan"nin elinde idi. 995 (1587) senesi Muharrem'inde Habesî Mehmed Aga'nin basina getirilmesi ile kurulan Haremeyn Nezâreti, mesrutun lehi "Haremeyni's-Serifeyn" halki olan vakiflarin idaresine bakardi. Kurulusundan kisa bir müddet sonra Osmanli Padisahlari, hanimlari ve Dârussaade Agalari gibi önemli sahsiyetlerin vakiflari, buna ilave edildigi için bu nezâret önem kazanmisti. Bu nezâret dört daire tarafindan idare edilirdi. Bunlar:

I- Evkaf-i Haremeyn Müfettisligi: Diger vakif müfettislerinden ayri olarak nezâretin kurulus tarihi ile birlikte kurulmus hukukî bir memuriyetti. Haremeyn vakiflari ile birlikte diger bütün vakiflarin hukukî problemlerini ve isleyis tarzlarini da teftis ederdi. Bu müessesenin basina ilk defa seçkin âlimlerden biri olan Amasyali Mehmed Efendi getirilmisti.

II- Evkaf-i Haremeyn Muhasebeciligi: Dârussaade agalarinin nezâreti altinda bulunan bütün vakiflarin vakfiye ve kurulus gayelerini tescil eden, vakiflari, vakfiyelerinin sartlarina göre idare eden ve muhasebelerini tutan önemli bir memuriyet idi.

II Evkaf-i Haremeyn Mukataaciligi: Haremeyn vakiflarindan mukataaya baglanan, bütün vakif arazi ve binalarin kayitlarinin tutulmasi bu daireye aitti. Ayni sekilde vakiflara ait vergi ve diger gelirlerin toplanmasi (cibâyet), ferag ve intikallerin saglanmasi bu daire tarafindan yürütülürdü.

IV- Dârussaade Yaziciligi: Dârussaade Agalari'nin bütün yazismalari bu büro tarafindan yürütülüyordu. Burada çalisan görevliler, Dârussaade Agalari'nin bütün sirlarini bildikleri için genis bir nüfuza sahiptiler.

Bu dört daire tarafindan tutulan defterler, siyakat hatti ile yazildiklari gibi muhteva bakimindan da tarihî belgelerin en mükemmeli durumunda idiler.

Haremeyn Nezâreti'nin idare merkezi, saray müstemilatindan olan Darphânenin üst tarafi idi.

b- Vezir Nezâreti: Sadrazamlarin nezâreti ile idare olunan vakiflardir. Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'da yaptirdigi bina ve diger ha yir eserlerinin idaresini hicrî 868 (1463)'de vezir Mahmud Pasa'ya, 872 (1467)'de de veziriazam Ishak Pasa'ya tevcihiyle basladi. Bunlara daha sonra Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakiflan da ilâve edilirdi. "Ser müfettis" adi ile ulemadan biri bu vazife ile görevlendirildi.

c- Seyhülislâm Nezâreti: Sultan II. Bâyezid Han'in Istanbul ve diger sehirlerde meydana getirip tesis ettigi hayratinin idaresini, hicrî 912 (1506) senesinde Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcihi ile basladi. Idare merkezi Bâyezid imâret dairesi idi.

d- Tophâne Ümerâsi Nezâreti: Sultan Bâyezid, Hamidiye, Laleli, Selimiye, Mihrisah Valide ile II. Mahmud vakiflarinin mulhakat ve mukataatindan ibaret idi. Darphâne tarafindan yönetilirdi.

e- Istanbul Kadilari Nezâreti: Kadilara mesruta olan bu vakiflarin tamamina Istanbul kadilari nezâret ederlerdi. Daha sonra bu nezâretlere Galata, Üsküdar, Eyyub kadiliklari ile Kaptan Pasa, Yeniçeri Agasi, Sekbanbasi, Bostancibasi gibi nezâretler de ilave edilmek suretiyle bu rakam 12 sayisina kadar çikmisti.

Sultan II. Mahmud Han, yeniçeriligi "Vak'a-i Hayriye" ile ortadan kaldirdiktan sonra, vakiflar arasindaki irtibatsizligi yok etmek ve zamanla ortaya çikan bazi yolsuzluklari önlemek gayesiyle bütün vakiflarin tek bir nezâret altinda toplanmasinin daha dogru olacagi kanaatine varmis olacak ki, bütün dinî binalarin bakim ve onarimi, personelinin ayliklari ve diger hayrî maksatlar için tesis edilen vakiflarin bir çati altinda toplanmasini kararlastirdi.

Vakiflarin tek elden idaresi için 12 Rebiülevvel 1242'de çikarilan bir fermanla "Evkaf-i Hümayûn Nezâreti"nin kuruldugu ve Darphâne nâziri ve mütevelli kaimi makami el-Hac Yusuf Efendi'nin yeni kurulan bu nezâretin basina getirildigini biliyoruz. Böylece adi geçen nezâret resmen kurulmus oluyordu. Bununla beraber, Sultan I. Abdülhamid Han'in kendi vakiflari ile ilgili olarak tesis ettigi teskilât, Evkaf-i Hümâyun Nezareti'nin kurulusuna bir baslangiç sayilmaktadir. Bu bakimdan, nezâretin ilk kurucusu olarak adi geçen padisahi kabul edenler de bulunmaktadir.

Evkaf-i Hümâyûn Nezâreti kuruldugu zaman, "kesedarlik", "zimmet halifeligi" ile "sergi halifeligi" adinda üç daireden meydana gelmisti. Bunlarin âmiri durumundaki nâzira maas olarak 10.000 kurus baglanmisti.

Kesedarlik idaresi: Nezârete bagli vakiflarin ilamlarina, takrirlerine ve inhalarina ait bütün isleri yürütmekle görevli idi. Bu memuriyete ilk defa hâcegandan Küçük Kal'a tezkirecisi Egin'li es-Seyyid Mehmed Sevki Efendi tayin edilmisti.

Zimmet Halifeligi: Vakiflarin mukataalarini, zabitlarim ve sarraflardan alinacak kefalete bagli borç tahvilleri ile ilgili islemleri yürütürdü. Keza, kira mukavelerini düzenlemek, tahsilati yapmak ve muhasebe kayitlarini kontrol etmekle görevli idi. Bu hizmetin basina da ilk defa Mehmed Arif Efendi getirildi.

Sergî Halifeligi: Evkaf-i Hümayûn Nezâreti hazinesine gelen paralan almak, vakfiyeye göre gider bütçesini hazirlamak ve vakif bütçesine göre günlük harcamalari yapmakla vazifeli idi. Ilk defa sergi halifeligine tayin edilen kisi, Zimmet halifesi olan zatin kardesi Ahmed Izzet Efendi'dir.

Bütün bu islerin yürütülmesinde adi geçen dairelere yardim etmek üzere kâtipler, maiyyet ve hizmetliler tayin edilmisti.

Bilahare nezârete yapilan ilhaklarla isler çogaldigindan ve adi geçen üç dairenin bütün bu isleri geregi gibi ve zamaninda görmesinin mümkün olamayacaginin anlasilmasindan sonra Zilkade 1246 (Nisan 1831)'de Tahrirat Baskatipligi, Mülhakat Gedikler Kâtipligi ve Rûznâmecilik adi ile üç yeni memuriyet daha ihdas edildi.

Çalisan personel sayisinin artmasi üzerine, nezâret için büyük bir idare binasina ihtiyaç duyulmustu. Bu sebeple, eski Darphâne civarinda hasirci ve dogramaci koguslari yikilarak bunlarin yerine 17 odali bir daire insasina baslanmisti. Bu yeni binanin insaati, Cemaziyelevvel 1248 (Ekim 1832)'de bitirilerek bina dösenmis, nezâret de Receb (Kasim-Aralik 1832) ayinda yeni binasina tasinmisti.

Vakfiyelerin tahlilinden anlasildigina göre, baslangiçta Osmanli dönemi vakiflarinda hizmet gören mütevellilerin müstakil bir idare binasina sahip olmadiklari, bu is için kendi evlerini kullandiklari görülür. Ancak XVIII. asnn ikinci yarisindan itibaren Sultan III. Osman, Sultan III. Mustafa ve Sultan I. Abdülhamid Han kendi vakiflari için idare binalari ihsa ettirmeye basladilar. Onlar, bu binalar için kapicilar (bevvâb) ve bekçiler (mustahfiz) tayin ettiler. Böylece bu vakiflarin her biri, gerçek mânâda birer idarî merkeze kavustu. Söz konusu idare binalarinin ihdas edilmesi, Osmanlilardaki vakif idaresinin merkezîlestirilmesi için atilmis bir ilk adim olarak kabul edilebilir.

Osmanli Devleti'nin ortadan kaldirilisina kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çikarilan 429 sayili kanunla ilga edilerek Basbakanliga bagli bir Umum Müdürlüge havale edildi. 429 sayili kanunla Vakiflar Umum Müdürlügü de kurulmus oldu. Bununla beraber bu kanun, vakiflarda fazla bir degisiklige sebep olmuyordu. Cumhuriyetten sonra vakif mevzuatinda ilk mühim degisiklik, 5 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayili kanunla yapildi. Bu kanun 5 Aralik 1935 tarihinde yürürlüge girdi.

Vakiflarin kurulusu, kurulus sartlari ve idaresi gibi hukukî özelliklerine isaret ettikten sonra bir vakfin resmen tesis edilmis oldugunu gösteren belgeden (vakfiye) bahs etmemek, konu için bir eksiklik olarak kalacakti. Onun için biz de fazla teferruata girmeden bu hukukî belgeden söz etmek istiyoruz.

Sarax
09-22-2008, 15:49
VAKFIYE

Vakfiye, vakfin vâkifi (vakf eden, vakfi tesis eden) tarafindan hazirlanmis nizamnâmesine verilen bir isimdir. Vakfiyeler, kadilik siciline kayd edilip islendikten sonra kesinlesirlerdi.

Islâm tarihinde ilk vakfiyenin Hz. Ömer tarafindan yazildigi söylenmekle birlikte bunun, Hz. Peygamber devrinde mi, yoksa Hz. Ömer'in halifeligi zamaninda mi olduguna dair kesin bir bilgiye sahip degiliz. Büyük bir ihtimalle bu, Hz. Ömer'in halifeligi döneminde olmustur.

Tarih boyunca vakfiyeler, tas, deri ve kagit gibi yazi için elverisli bulunan malzeme üzerine yazilarak günümüze kadar gelmislerdir. Sayet vakfin mevzuu bir bina ise, bazan vakfiyenin özeti binanin duvarlarindan birine kazilirdi. Nitekim Türkçe ile vakfiye olan Germiyanoglu II. Yakub Bey (ö. 1428) vakfiyesinin tas üzerine yazildigini biliyoruz.

Tarih ve medeniyet açisindan bakildigi zaman vakfiyeler, büyük bir önem tasirlar. Çünkü bunlar, bize milletin muayyen bir zamanindaki hayat ve kültürüne ait muhtelif olaylari ile sekilleri görme imkâni verirler. Keza vakfiyeler, Müslümanlarin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli rol oynamis olan vakif tesisinin nasil çalistigim, kimlerin bunlari idare ettigini, kimlerin vakif gelirinden istifade ettigini vs. gibi hususlari ögrenmemize yardimci olurlar. Bunlardan (vakfiyelerden) vakfin büyüklügüne göre hacimli olup defter gibi olanlar bulundugu gibi, muhtasar ve tek sayfa seklinde olanlar da vardir. Bu arada rulo seklinde uzun ve kalin varaklar halinde olanlar da bulunmaktadir. Mufassal olanlar uslûb bakimindan edebî degeri yüksek olan eserlerdir.

Vakfiyelerde, Allah'a hamd ve senâ, Resûlüne salât ve selâmdan sonra hayir yapmaya tesvik edici, sadakanin sevabindan bahs edici âyet ve hadisler verilir. Bazan konuyu daha cazip hale getirmek, insani tesvik etmek ve edebî san'at yapmak bakimindan âyet ve hadisler, siirlerle de desteklenir. Bütün bunlar vakfiyenin mukaddimesi kabilinden olduklari için hukukî bünyeden sayilmazlar. Bu mukaddimeden sonra vakfiyelerde genellikle su hususlar yer alir:

1- Vakf olunan mallarin neler oldugu.

2- Vakf olunan bu mallarin nasil idare edilecegi.

3- Vakif gelirlerinin, nerelere ve kimlere hangi sekillerde verilip sarf edilecegi.

4- Vakfin kimler tarafindan idare edilecegi, müessesede kaç kisinin çalisacagi, bunlara ne miktarda ücret ödenecegi, bu ücretlerin hangi gelirlerden elde edilecegi, esyanin fiyati vs. gibi konular, teferruatli bir sekilde açiklanir.

5- Hakimin (kadi), vakfin sihhat ve lüzumuna dair olan hükmü.

6- Sonunda da tarih ile kadinin mührü bulunur.

Vakfiye, eb'ad, bakimindan ister büyük, ister küçük olsun, mahiyet itibari ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir. Bunlar:

a. Dîbâce (Giris): Vâkifin, vakfi kurma sebep ve gayesinden bahs eden bu bölüm, âyet ve hadislerle kuvvetlendirilir.

b. Vakfin Hizmet Sartlan: Gelir kaynaklan ve masraf yerlerini gösteren bu bölüm, vakfiyenin en uzun kismidir.

c. Sonuç: Bu kisimda müessesenin seriata uygunlugu belirtilerek, hiç bir kimsenin bu vakfa müdahale edemiyecegi anlatilir. Bundan sonra da tarih ve sahidlerin imzalari bulunur.

Farkli dönemlerde kurulan vakiflarin vakfiyelerinde, gerek basta ve gerekse sonda pek çok dua bulunur. Vakfiye metninde geçen dualari iki kisma ayirmak mümkündür. Bunlardan biri hayir dua, digeri de beddua seklindedir. Vakfiyelerde bu neviden dualarin bulunmasi normaldir. Zira vakif hizmetlerinin yürütülmesinde, dogru ve dürüst çalisan, hizmetin görülmesine yardimci olan yönetici ile görevlilere, bu hizmetlerinden dolayi vâkifin hayir duada bulunmasi bir çesit sükran ve minnet borcu olarak kabul edildigi için tabii bir harekettir. Bundan baska, vakfiyede belirtilen hizmetleri yerine getirmeyen, ona ihanet eden, onu gayesinin disinda kullanan idareci ve görevlilere de beddua edilmektedir. Vakfiyenin sonunda bulunan beddua kismi, düsünen ve basiretli kimseler için tüyler ürpertecek sekildedir. Bu bedduada vakfi kötüye kullanan, onu degistiren, bilerek ona zarar veren, gelirinin azalmasina sebep olan, haksiz olarak onun malindan yiyen vs. gibi, vakfa kötülügü dokunacak olanlar hedef alinmislardir.

Gerçekten, ebediyet (devamlilik) sarti üzerine kurulan vakiflarda, vâkifin seneler sonra (ölümden sonra) ona müdahale edenlere baska türlü karsi koymasi mümkün degildir. Bunun içindir ki o: "Allah'in, Peygamberlerin, meleklerin, insanlarin ve bütün mahlukatin lâneti"nin, vakfi degistirenin üzerine olmasini dilemekten baska bir sey yapamaz. Bu sebeple vakfiyelerin sonuna bakildigi zaman, böyle bir beddua kismi görülür ki bu, insanlar için manevî bir tehdid olmaktadir. Gerçekten inanan ve muvahhid (Allah'in birligine iman eden) olanlar, böyle bir bedduaya maruz kalmak istemezler.

Osmanlilarda vâkif, vakfiyesini Istanbul'da Defterhâne'nin bu islerle ilgili bürolarindan birine kayd ettirirdi. Defterhanede sicillere geçirilmis olan bu vakfiyeler, bugün Ankara'da Vakiflar Genel Müdürlügü Arsivinde bulunmaktadirlar. Bu arsivde 26300 kadar vakfiye oldugu belirtilmektedir. Bununla beraber bunlar, vakfiyelerin tamamini temsil etmekten çok uzaktirlar. Ancak muhtelif vilayet mahkemelerine ait bütün ser'iyye secilleri ve tahrir defterleri tarandiktan sonradir ki, Osmanlilar döneminde kurulmus bulunan vakiflarin sayisi yaklasik olarak tesbit edilebilir. Belli bölge veya belli zamanlardaki vakiflarin sayisi konusunda ancak iki örnek zikr edilebilir. Bunlardan biri 927-1005 (1519-1596) yillari arasinda Istanbul'da tesis edilen vakiflarin sayisidir ki, bunlarin yekûnu 2868'dir. Bu konuda baska bir örnek te 1718-1800 yillari arasinda Haleb'te kurulmus vakiflarin sayisidir. Buna göre belirtilen tarihte Haleb'te 485 vakif kurulmustur.

Vakfiyelerin en eski tarihi tasiyanlarindan, en yenilerine kadar tedkik edilecek olursa bunlarin kültür ve medeniyet tarihimizin bir çok özelliklerine isik tuttuklari görülecektir. Nitekim, bunarin; tarih, kültürel gelismeler, folklorik özellikler, sanat tarihi ve sosyolojik yönleri ile toplumun bilgilendirilmesine de yardimci olduklari görülür. Vakfiyelerin bu özelliklerine kisaca temas ederek, bu vesikalar üzerinde uzmanlarin hangi yönleri ile arastirma yapabileceklerine isik tutmaya gayret edecegiz.

Vakfiyeler, düzenlendikleri dönemin tarihine isik tutan önemli belgelerdir. Bilhassa hükümdar, bey, zengin ve bunlarin yakinlarinin düzenledikleri vakfiyeler, bu sahislarin hem hayatlari, hem de sahsiyetleri hakkinda bilgi sahibi olmamizi saglarlar.

Vakfiyeler, birer müessese olan vakiflarin, ilk elden incelenmesi gereken kaynaklaridir. Gerek dinî, gerek sosyal, gerekse ilmî müesseselerde çalisan insanlarin hangi isleri yaptiklari, çalisma sartlarinin nasil olduklari ve hatta yetisme ortami bakimindan bize bilgi veren yegane kaynak o müessesenin vakfiyesidir.

Vakfiyeler, birçok özellikleri yaninda döneminin iktisadî hayati hakkinda da faydah bilgiler verirler. Gerek fiyat hareketleri, gerekse insanlarin geçim standartlarini tesbit etmemize yardim edecek bilgiler, vakfiye metinlerinde mevcut bulunmaktadir. Bu bakimdan, dönemin iktisadî tarihini yazacaklar için vakfiyeler, basta gelen kaynaklar arasinda zikredilebilir. Keza vakfiyeler, sehir tarihçiligi ile ugrasanlar için de birer kaynaktirlar. Zira vakif müessesesi, kuruldugu sehrin bir parçasidir. Dolayisiyle vakif müessesesinin tarihi, o sehrin tarihi ile iç içedir. Özellikle sehrin yerlesim durumu ile halkinin dagilimi hakkinda bilgilerin yer aldigi vakfiyeler, bize, bölgenin cografyasi, siyasî ve fizikî haritasi, hatta iklimi bakimindan da bilgi sahibi olma imkani veren yardimci vesikalar hüviyetindedirler.

Vakfiyeler, kültürel özellikleri bakimindan da önemli birer vesika olarak karsimiza çikmaktadirlar. Nitekim vakfiyelerde kullanilan dil ve uslûb, gelisi güzel degil, belli bir sistem ve usûle bagli olarak kullanilmaktadir. Bu sebeple vakfiyelerin kendilerine ait özel bir dili bulunmaktadir.

Vakfiyeler, halkin günlük yasayislari hakkinda bilgiler vermekle, toplumun folklorik özelliklerine de isik tutarlar. Kara Ahmed Pasa vakfiyesinde Ramazan ve Kurban bayrami ile mübarek gün ve gecelerde halkin yasayisi hakkinda bilgiler bulunmaktadir. Giyecek ve yiyecek satin alinabilmesi için kayitlar konulan vakfiyede bu günlere mahsus yemeklerin pisirilmesi için gerekli malzemenin alinmasi gayesiyle vakif gelirlerinden tahsisatlar ayrildigi görülmektedir. Keza vakfiyelerde devrin isinma kültürü bakimindan da bilgilerin bulunduguna tesadüf edilmektedir. Kisin odun ve kömürün yakildigini gösteren metinler, bunun açik birer delilidir.

Misafir karsilama ve ugurlama âdetleri ile bineklerin kullanimi hakkinda bilgiler buldugumuz vakfiyelerde, sünnet geleneginin Anadolu'da nasil oldugunu gösteren ifadeler de bulunmaktadir.

Sarax
09-22-2008, 15:49
2. VAKIFLARIN HIZMET SAHALARI

Allah'in rizasini kazanmak gayesiyle, baskalarina karsiliksiz yardim etmek gibi bir prensipten dogan vakiflar, toplumun hayir ve iyiligine olan her yerde saglam birer sigorta teskilâti gibi vazife görüyorlardi. Günümüz sigorta sirketlerinden daha üstün olduklarini söyleyebilecegimiz bu müesseseler, "sadaka-i câriye" denilen hayir çesitlerinin basinda gelmektedirler. Bu bakimdan, Islâm âleminin hemen her yerinde rastladigimiz vakiflarin yardim elini uzatmadigi bir saha görmek mümkün degildir. Dünyanin, her dönem ve bölgesinde görülebilen yoksullarin elem ve izdirabini gidermek, yollar, köprüler, çesmeler, su bentleri, okul, cami, hamam, hastahane, tekke, zâviye vs. gibi daha nice hizmetleri yerine getiren bu müesseselerin pek çok çesidi bulunmaktadir. Bu bakimdan, "toplumda birer sigorta vazifeleri görüyorlardi" derken bir gerçege isaret ediyorduk. Hatta bir mânâda sigortalardan daha ileri seviyede bir hizmet ifa ediyorlardi denebilir. Çünkü sigortalar belli bir süre aidat yatiranlara bu katkilarindan dolayi hizmet verirler. Fakat vakiflar için böyle bir sey söz konusu degildir. Onlar, tamamen karsiliksiz hizmet ediyorlardi. Asagida verecegimiz birkaç örnek, bütün bu söylediklerimizde ne kadar hakli oldugumuzu gösterecektir.

Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardimi yapmak; ögrencilere elbise ve yemek vermek; evlenecek genç kizlara çeyiz hazirlamak; her günün ihtiyaçlari yanisira efendileri azarlamasin diye kâse ve bardak gibi kapkacak kiran hizmetçilere verilmek üzere para vakiflarinin yapildigini biliyoruz. Bu vakiflari kuran hayirsever insanlar, sadece bununla da yetinmiyorlardi. Onlar, divitinde mürekkeb kalmayanlarin divitlerine mürekkeb koymalari için "Mürekkeb Vakfi"ni da kuruyorlardi. Halka meyve ve sebze verilmesi, çalisamayacak derecede yaslanan kayikçi ve hamallarin bakimi için vakif tesis edilmesi, çocuklarin emzirilmesi gayesiyle kurulan vakiflar, sehirlerdeki cadde ve sokaklarin temiz tutulmasi için ecdad tarafindan yapilan vakiflari bütün bu söylediklerimiz için sahit gösterebiliriz. Bilhassa temizlik bakimindan günümüz insaninin düsünemeyecegi ve fakat anlatildigi zaman da hayrette kalacagi bir vakiftan söz etmek yerinde olacaktir. Buna göre sokaklara atilan tükrük ve balgamlar ile insani tiksindiren diger maddeler, üzerine kül döktürülmek suretiyle çirkin manzaralarini ve zararlarini gidermek için para tahsis edip adamlar tayin eden hayir sahipleri (vâkif) de vardir. Osman Nuri Ergin bu konuda su örnegi verir: "Ser'î mahkeme sicillerinde söyle vakif ve vakfiyelere rastlamak mümkündür. Söz gelimi Serez'deki vakfiyeye göre her gün iki adam bir kaba kül koyarak sirtlarina alip çarsi ve pazari geziyor, nerede bir tükrük veya balgam görürlerse üzerlerine bir miktar kül serpip geçiyorlarmis. Külün antiseptik bir madde oldugu düsünülürse atalarimizin tatbik ettikleri usûl daha dogru ve daha iyi degil midir?" Keza, oyuncagi bulunmadigi için arkadaslari ile oynayamayan çocuklara oyuncak alinmasi ile ilgili vakiflari tesis edip meydana getiren hayirseverlerin yaptiklari, bu kadar da degildir. Selçuk Hatun gibi, biraktigi vakif bahçe ve tarlaya her yil muhtelif cinsten 100 meyve agacinin dikilmesini sart kosanlar da vardi. Abdullah oglu Haci Ibrahim, Yeni Cami'de duran leylekler için yilda 100 kurus yem parasi vakf etmisti. Yorganci Ismail Çelebi, Beykoz'daki tekkeye vakf ettigi mandirada çalisan esirlerin (köle ve cariye) münasipleri ile evlendirilmesini sart kosar ve "gence kari, kariya genç tezvic olunmaya ve evladlari dahi uslûb-i mezkûr üzre tezvic oluna" diyerek yaslari birbirine yakin olmayan gençlerle yaslilarin birbirleri ile evlendirilmemesini ister. Bunlardan, vakfa 10 yil hizmet edenlerin de azad edilmesi, vakfiyenin sartlari arasinda yer almaktadir. Sonuç olarak sunu diyebiliriz ki Osmanli toplumunda vakiflarin hizmet götürmedigi bir sahayi görmek hemen hemen mümkün degildir. Bununla beraber biz, vakiflarin hizmet sahalarini asagida görülecegi sekilde bir tasnife tabi tutabiliriz:

a) Dinî hizmetinm ifasi için yapilmis bulunan vakiflar: Cami, mescid, tekke, namazgâh vs.

b) Egitim ve kültürle ilgili vakiflar: Mektep, medrese, kütüphâne, dâru'l-hadis, dâru'l-kurra vs.

c) Sivil ve askerî sahada hizmet eden vakiflar: Evler, saraylar, kislalar, tophaneler, silah saraylari, bahçeler.

d) Ekonomik sahada hizmet veren vakiflar: Çarsilar, bedestenler, arastalar, hanlar, kapanlar, dükkânlar vs.

e) Sosyal hizmetler için kurulmus bulunan vakiflar: Hastahaneler, dâru's-sifalar, kervansaraylar, imâretler, dâru'l-acezeler, kör evleri, çocuk emzirme yurdu, cüzzamlilar yurdu vs.

f) Su hizmetleri ile ilgili vakiflar: Çesme, sebil, sadirvan, su kemerleri, bentler, hamamlar, kaplicalar vs.

g) Spor hizmetleri için yapilmis bulunan vakiflar: Pehlivan ve kemankes (okçuluk) tekkeleri, ok meydanlari, spor âbideleri.

Bundan baska vakiflarca kurulan tesislerde vazife yapan ve bundan dolayi ücret alip geçimini saglayan nisanlarin meydana getirdigi yekûn, büyük rakamlarla ifade edilmektedir. Bunlara ödenen meblagin büyüklügü düsünülürse vakiflarin ne denli birer hizmet unsuru olduklari anlasilir.

Osmanli toplumunun sosyal hayatinda önemli rol oynayan bu müesseselerin tamamindan bahs etmek mümkün degildir. Zira Osmanli toplum hayatinda dogum ile ölüm arasindaki hayat çizgisinin bütün köse baslarinda vakiflari görmek mümkündür. Bunun için "Kisi vakif bir evde dogar, vakif bir besikte büyür, vakif bir müesseseden beslenir, vakif bir evde ikamet eder, vakif bir müessesede çalisir, vakif bir evde ölür, vakif bir tabuta konur ve vakif bir mezarliga defn edilir" denilmistir. Gerçekten, Osmanli toplum hayatinin bütün sinif ve safhalarinda tesirleri görülen bu müesseselerin tamamindan ve yeterince teferruatli bir sekilde bahs etmek mümkün degildir. Bununla beraber biz, bu eserlerin çesitlerine göre bazi örneklerinden ana hatlari ile söz etmek istiyoruz.

Sarax
09-22-2008, 15:50
CAMI

Osmanli toplumunun sosyal ve kültürel bakimdan gelismesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de câmidir. Tamamen vakiflara bagli olan câmiler, mimarî yapi olarak dinî eserlerin baçinda gelirler. Ibâdet, egitim, kaza (yargi), ve sura gibi toplantilarin yeri olarak insa edilen câmilerin ifa ettigi hizmetler, küçümsenmeyecek kadar büyüktür.

Hz. Peygamberin, Medine'ye hicreti ile baslayan câmi insaati, Hz. Ömer'in halifeligi döneminden itibaren önemli merkezler basta olmak üzere Islâm dünyasinin hemen her tarafinda görülmeye baslar. Daha o zamandan itibaren insa edilen câmi binalari, kuru bir yapi olarak birakilmadigi gibi bunlar, çevrelerinde çesitli hayir kurumlarinin yapilmasina da vesile oluyordu.

Yapi olarak dinî mimarî grubunun basinda gelen câmi, özellikle Osmanlilarda mahallenin idare merkezi ve imamlarin karargahi idi. Kendisine verilen Arapça isimden de anlasilacagi gibi câmi, halki toplayan veya halkin toplanti yeri mânâlarina gelmektedir. Bu sebeple sosyal müesseselerin basinda zikredilen câmiler, hem ibâdet yeri, hem de cemaatin toplu bulunmasi sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait islerin görüsülüp karara baglandigi yerlerdi. Bu yüzden, sosyal bir yapi olarak büyük bir önemi haizdi. Bunun içindir ki Osmanlilarda câmi, mahallenin odak noktasini teskil ediyordu. Câmilerin etrafinda bazan geometrik bir düzen içinde, bazan da yerin özelligine göre çok defa belli bir estetik dikkate alinarak evler serpistirilirdi. Bu evlerden baska en önemli bina medrese idi. Medreseler, özel mimarî tarzi bulunan zarif ve agir basli eserlerdi. Bu binalardan bir kaçi bir câmi etrafinda siralaninca bunlara kütüphane gibi yardimci tesisler de ekleniyordu. Bundan baska özellikle büyük câmilerin yanina sebil, imâret, dâru's-sifa vs. gibi sivil ve sosyal vazifelerin görüldügü binalar yapilirdi. Bu haliyle bunlar, bir külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasina yardim ederlerdi. Çünkü bir câmi yaptirmak isteyen hayir sahibi (vâkif), topraga agaç diker gibi binasini tek basina yalniz ve garip birakmazdi. Öyle ki yaptirdigi ibâdethaneye sosyal ihtiyaçlari karsilayacak canli bir organ karakteri vererek onu, medresesi, imâreti, mektebi, hamami ve diger müstemilati ile bütünlerdi. Bunun için Osmanli sehirlerinde vakif tesisleri ehemmiyetli kuruluslardi. Feth edilen sehirlerin yenilestirilmesi ve bir Türk sehri haline getirilmesinde en çok bu neviden vakif binalarin hizmeti olmustur. Yeniden kurulan sehirlerde ise bu rol daha büyüktür. Vakif, hem kurulan binalarin saldirici kuvvetlere karsi koruyucusu ve sigortasi görevini görmüs, hem de kurucularin millet gözünde "gâsib" gibi görülmelerine engel olmustur.

Hâlâ bugün bile câmi yakininda namaz vaktinin girmesini bekleme için oturulan kahvelerin varligi, câmiler sayesinde olmustur. Nitekim Istanbul'daki kahve ve kiraathânelerin açilis sebebini câmilere baglayan O. Nuri Ergin, bu konuda söyle der: "Istanbul'da kahveler ve kiraathâneler de câmi teskilâti ve ibâdet yüzünden açilmistir. Namaz vakitlerinden evvel câmiye gelen ve fakat kapisini kapali bulanlar, yahut iki namaz arasindaki vakti geçirmek isteyenlerin bir müddet oturmasi ve beklemesi için ilk önce her câminin yaninda birer yer tahsis edilmis ve hicretin X. (M. XVI) asrinda Yemen'den kahve gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmisti. Bundan dolayidir ki adina kahvehâne denmistir. Kahvelerde namaz vaktine kadar halki oyalamak için bilhassa aksamla yatsi arasinda "Hamzanâme", "Battalgazi" vs. gibi halk kitaplari okunurdu."

Klasik Türk câmileri, baslica su kisimlardan meydana gelirler. Dis avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar ve mihrab. Iç avlunun etrafi revakli olup orta yerde abdest almak için çok sayida musluklu bir sadirvan bulunur. Câminin bu avlu tarafinda ve orta yerdeki kapisindan ekseriya son cemaat mahalline girilir. Bu kisim, namaz vaktinden sonra gelen veyahut câmi dolu oldugu zaman cemaat tarafindan doldurularak ayri bir imamla namaz kilinan ve hususi bir mihrabi olan yerdir. Buradan bir kapi ile câminin içine girilir. Cemaatla namaz kilindigi vakit bu sahnda cemaat, mihrabta duran imama uyarak namaz kilar. Mihrabin saginda hutbe için bir minber vardir. Câminin uygun bir yerinde müezzin mahfili oldugu gibi zeminden yüksekçe sofalari ve büyük câmilerin üst katlarinda hünkâr mahfilleri bulunur. Câmilerin binalarina bitisik bir veya daha fazla minare bulunur. Bunlar, ezan okunmaya mahsus tek veya müteaddid serefeli olurlar. Bazi selâtin câmilerinde minarelerin üçer serefesi bulunur. Büyük câmilerin etrafinda daima büyük bir avlu vardir. Buraya çogu zaman agaçlar da dikilir. Böyle büyük câmilerin yaninda türbe ve mezarliklardan baska sebil, imâret, mektep, medrese, kütüphâne gibi binalar da bulunur. Bunlarin tamami, bir külliye meydana getirir. Ve âdeta müstakil bir mahalle olustururlar.

Günümüzde, çesitli yönleri ile kendilerinden yararlandigimiz câmiler, tarihte de ayni özellige sahip olduklari için görüntüleri ile yabancilari cezb etmekten ve onlari kendilerine hayran birakmaktan geri kalmazlardi. Bunu, seyyahlarin eserlerinden takib etmek mümkündür. Nitekim XIX. asrin ilk yarisinda Osmanli ülkesine gelen Gerard de Nerval "Voyage en Orient" adli seyahatnâmesinde bu hayranligini söyle dile getirir: "Ayni anda Istanbul âbidelerinin yükseldigi geri plânda sihirli bir manzara belirmeye basladi. Karanlik çöktükçe kubbeler üzerinde ve minare aralarinda mahyalar yaniyor, sehir isil isil parliyordu. Süphesiz, mahya denilen isikli harflerle, bir seyler anlatiliyordu. Binlerce geminin diregi gibi göge uzanan minarelere isiktan halkalar takilmisti. Bunlar, o narin serefeleri aydinlatiyor ve gökyüzüne resm ediyordu. Baska günlerde pek tatli ve agir olan müezzinlerin her taraftan yükselen sesleri o gün bir zafer sarkisini andiriyordu.

Osmanlilarda câmi mimarisi, bu sahada yeni uslûb ve ekollerin dogmasina da sebep olmustu. Bu bakimdan, kisaca bunlardan bahs etmek, mimarlik tarihimiz açisindan faydali olacaktir. Bunlar:

1. Bursa Uslûbu (1325-1501): Bursa'nin fethinden Istanbul'da Bâyezid Camii'nin yapilmasina kadar olan devre. Bursa'daki Ulu ve Yesil Câmi'ler bu uslûbun ilk örnekleridir. Osmanli mimarisinin bu ilk devresine ait örneklerine Edirne'de de rastlanir. Bu tarz mimarî, Istanbul'un fethinden sonra da bir müddet devam etti. Edirne ve Istanbul'un ilk anitlari asagi yukari hep bu uslûba uyularak yapilmistir.

2. Klasik Üslûb (1501-1616): Bâyezid Câmii'nden Sultan Ahmed Câmii'nin yapilisina kadar olan devre. Osmanli mimarîsinin bu klasik devresi, 1501-1506 yillari arasinda Istanbul'da insa edilen Bâyezid Câmii ile baslar. Bu câmi ile birlikte yeni bir mimarî tarz ortaya çikti. Câminin plani, Bursa'daki Yesil Câmi'nin ilkel seklini korumakla beraber kubbeyi büyütmüs; bunu, binanin kalin duvarlarina dayandiracak yerde dört büyük ve kalin sutûna istinad ettirmistir. Bu düzen, mimara yan sahnlar elde etme imkâni vermistir. Bu yan sahnlar, ya baska küçük kubbelerle ya da küçük yarim kubbelerle örtülmüstür. Bu andan itibaren mimarî artik yeni bir safhaya girmektedir. Ilk devrin câmileri ve âbideleri bu devrin binalari yaninda agir ve kaba kalmaktadir. Mimar Hayreddin, câmiin tamamina, o zamana kadar bilinmeyen bir ahenk ve karekter vermistir.

Bu uslûbun örneklerinden bir kaçi söyledir: Sultan Selim I Câmii, Süleymaniye Câmii, Sehzâde Câmii, Edirne Selimiye Câmii.

3. Yenilestirilen Klasik Uslûb (1616-1703): Bu tarz mimarinin ilk örnegi Sultan Ahmed Câmiidir. Bu dönemde mimarî gelismede ani bir degisiklik oldu. Mimar Sinan tarafindan tesbit edilen plan modeline göre yapilan Sultan Ahmed Câmii'nin, klasik uslûbla yapilmis binalardan farkli bir karakteri ve yüzü vardir.

Câmiinin mimari olan Mehmed Aga, Mimar Sinan'dan daha ileri gitmek ve kendi orijinalligini göstermek hevesine kapilmisti. Klasik dönemin büyük câmilerini taklid eder görünmek istemeyen Mehmed Aga, yasadigi devrin mimarî geleneklerini terk etti. Mehmet Aga, klasik Camiin planina ve dis sekline sadik kalmakla beraber iç görünüsünü tamamen degistirdi. Bu dönem, Sultan III. Ahmed devrine kadar devam etti.

4. Lâle Devri (1703-1730): Sultan III. Ahmed devri. Bu devrin önemli bazi mimarî eserleri sunlardir: III. Ahmed Çesmesi. Bu çesme, Ayasofya Camii ile Topkapi Sarayi yaninda 1729 yilinda yapilmis olan çesmedir. Lâle devrinin en karekteristik âbidelerinden biridir. Çesmenin krokisi

bizzat padisah tarafindan yapilmistir. Bundan baska Azapkapi çesmesi, Üsküdar ve Tophane çesmeleri de bu dönemin baslica eserleri arasinda zikredilirler.

5. Barok Uslûbu (1730-1808): I. Mahmud ve III. Selim devirleri. Bu dönemde Avrupa'dan getirilen esya ile gelen turistler (seyyah), Türklerin zevklerinde büyük bir degisikligin meydana gelmesine sebep oldular. Artik Osmanli sanatçisi da rönesanstan etkilenmeye baslamisti. Eski motifleri birakan sanatçilar, rönesans eserlerinde yeni bir takim fikirler buldular. Onun için yavas yavas klasik sekillerden uzaklasildi. Mimar Sinan ekolunun alisilmis sekilleri ve lâle motifleri terk edildi. Bununla beraber Türk sanatçilari bu uslûbu kendilerine göre yorumladilar. Böylece, Batx barokundan farkli bir uslûb meydana gelmis oldu. Bu tarz, XIX. yüzyil baçlarina kadar sürdü. Bu tarzin örnekleri arasinda Nuru Osmaniye Camii (1757), Lâleli Camii (1763), Hamidiye Imâreti, Harem'de Selimiye Camii ve kislasini sayabiliriz.

6. Ampir Uslûbu (1808-1874); Sultan II. Mahmud ve Abdülmecid ile baslayip Abdülaziz'in saltanatina kadar sürmüstür. Fransa'da barok uslûbundan sonra gelen ampir uslûbu, o dönem Osmanli ülkesini de etkiledi. Sultan II. Mahmud zamaninda 30 yillik süre içerisinde yapilan binalarda hep bu uslûb kullanildi. Bununla beraber Osmanli ülkesinde bu uslûba yeni bir karekter kazandirildi. Burada hayvan figürleri kullanilmadi. II. Mahmud türbesi bunun örneklerinden biridir. Ortaköy Camii ile, Ermeni Karabet Balyan tarafindan yapilan Dolmabahçe Sarayi, ampir ve barok karisimi bir uslûbla insa edilmistir.

7. Yeni Klasik Uslûb (1874-1930): 1861 yilinda padisah olan Sultan Abdulaziz zamaninda mimarî sanatinda bir çöküntü dönemi yasaniyordu. O zamanlar, Rum ve Ermenî mimarlari, Türk sanat ve zevkine uymayan tuhaf bir takim binalar yapiyorlardi. Avrupa mimarî eserlerinden kopya suretiyle alinmis motifler bu uslûpta açikça görülüyorlardi. Konya'da, Sultan Abdulaziz'in annesi Pertev Nihal Sultan tarafindan yaptirilan Aziziye Camii, Türk sanati ile ilgisi bulunmayan bu sanatin tipik örneklerinden biridir. Istanbul Aksaray'da yaptirilan Valide Camii de bu tarzda bir eserdir.

Osmanli döneminde daha kurulus yillarindan itibaren baslayan vakif gelenegi, câmi ve görevlileri için gelir getiren birçok tesisin meydana gelmesine sebep olmustur. Böylece vakiflar, günümüzde devlet bütçesinden maas almak suretiyle geçimlerini saglayan pek çok kimseyi, devlet bütçesine yüklenmeden besleyebiliyorlardi. Bundan baska câmi ve diger dinî müesseselere vakf edilen emlâkin, mütevelli, câbi, muarrif vs. gibi görevlileri de hizmetlerine karsilik devlete daha fazla yük olmadan geçimlerini sagliyorlardi. Maaslari vakif tarafindan karsilanan görevliler ile bunlarin tayinlerine isaret eden pek çok belge bulunmaktadir. XVIII. asir Osmanli cemiyetinde camilerdeki görevlilerin isim, sayi ve maaslarini belirten bir cetveli buraya almakla câmilerde vazife görenlerin sayilarini ögrenme imkânini bulacagimiz gibi devlet hazinesine yük olmadan ne denli bir masrafin yapildigini da ögrenmis olacagiz. Baska bir cetvel ile de resmî vazifeli olmadiklari halde yine camilerde dua etmek, Kur'an okumak gibi hizmetlerinden dolayi vakiftan ücret alanlarin miktar ve ücretlerini ögreniyoruz.

Yedi mescid ve altmis camide görevlendirilmis kisilerin sayilari ve akçe olarak günlük ücretleri

Ücret Kategoriler Görevli Ücret

Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-3940-49 50-120 Toplami Toplami

Imam 29 17 26 11 10 3 9 105 1736

Eczâhân 49 68 47 20 184 1338

Vâ'iz 6 28 27 3 10 2 5 81 1305

Müezzin 81 51 47 179 1117,5

Hatib 28 13 17 6 4 2 1 72 791

Kayyim 32 29 25 5 1 92 715,5

Devirhân 56 35 27 118 686

Desi'âm 4 11 11 4 2 3 35 525

Ferras 49 35 8 92 416

Seyhü'l-kurrâ 4 15 3 6 2 31 407

Müderris 1 4 1 2 8 277

Bevvâb 6 25 1 32 170

Talebe, sibyan 60 60 160

Na'athân 7 9 5 21 154

Muvakkit, sa'âtî 1 1 3 1 1 6 129

Mu'allim-i sibyan 3 2 1 1 1 8 80

Muhaddis 1 1 1 1 4 60

Hâfiz-i kütüb 5 2 2 9 45

Kandilci, sirâcî 23 36 4 63 326

Buhûrî 4 1 1 6 27

Muhammediyehân 3 1 4 15

Hâfiz-i seccâde 9 9 16

Mahyaci 1 1 2 20

Hatm-i hâcegânhân 1 1 1 2 14

Delâil-i hayrât kârî 7 7 14

Sifâ-i serif hocasi 1 1 4

Digerleri 20 11 3 2 36 194,5

Toplam 486 393 261 60 33 10 21 1264 10743

Du'gûyân'in sayisi ve akçe olarak günlük ücretleri

Görevli Ücret

Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-39 40-49 150 Toplami Toplami

Du'ûgûyân 34 41 11 2 1 1 90 841

Eczâhân 449 8 49 9 1 516 2267

Du'âciyi hatm-i serîf 1 1 10

Yâsinhân 6 3 9 47

Tebârekehân 1 1 10

Mülkhân 7 7 13

îhlâshân 8 1 9 36

Hatimhân 3 1 7 11 120

Fethhân 1 1 5

En'âmhân 14 14 42

Ammehân 1 1 1

Delâil-i serifhân l 1 5

Nâzir-i cüzhân l 1 1

Müvezzi', sandûkî 13 1 14 26

Hafizieczâ' 6 1 7 13

Noktaci 13 2 15 30

Sermahfil 3 1 4 9

Buhurcu 2 2 2

Ed'iyye-i me'sûrehân l 1 5

Toplam 561 58 72 2 10 1 1 705 3478

Osmanli toplumunun ekonomik, sosyal ve kültürel bakimlardan gelismesine yardimci olan câmilerde görev yapan ve adina kisaca "imam" dedigimiz görevlinin vazifelerinden de biraz söz etmek yerinde olacaktir. Mahallenin dinî, idarî ve beledî yöneticisi durumunda bulunan imamin vazifesi, günümüzdeki gibi mihrab ile minber arasina sikisip kalmamisti. Osmanlilarda imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi. Bundan dolayi bazi zâbita ve beledî isler de yine mahalle imamlari tarafindan takip edilirdi. Mesela ahlakî yönden zabitayi ilgilendiren olaylardan imam sorumlu idi. Nüfus kayitlari, dogum, Ölüm, evlenme, bosanma gibi islemler de imamlar vâsitasiyle yerine getirilirdi. Mahalleye gelip gidenler, mahalle halkini rahatsiz edecek sekilde uygunsuz davrananlar, içki içip sarhos olanlar ile benzer kimseler, imamlar tarafindan gözetilirdi. Tabir caiz ise onlar, mahallenin gören gözü isiten kulagi idiler. Vazifeye tayinleri padisah berati ile olan imamlarin bu özelliklerini belirten pek çok arsiv belgesi bulunmaktadir. Bu bakimdan bunlara örnek vermeye bile ihtiyaç hissetmiyoruz. Ancak baska hukukî bir durumu ortaya koymasindan dolayi bir belgeden söz etmemiz gerekir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini tasiyan ve Edirne Kadisi'na gönderilen bir hükümde, imam ve hatiplerin, vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerektigi bildirilmektedir. Bu müddet içinde beratlarini almayanlarin vazifeye tayin edilemeyeceklerini de yine adi geçen belgeden ögreniyoruz. Herhalde bu yüzden olsa gerek ki, baska bir vesikaya göre resmen imamlik vazifesi ile tayin edilmeyen kimseler için adi geçen tabirin (imam) kullanilmasi bile mümkün görülmemektedir. Bir baska belgeden ögrendigimize göre sadece mahalle veya köy halkinin istegi ile görev yapanlar için "imam" tabiri yerine "Namazci" ifadesi kullanilmaktadir.

Osmanli Devleti'nde, imamlik vazifesine getirilen kimse, özellikle sosyal faaliyetleri bakimindan basi bos birakilmazdi. Kadilar, her zaman imamlari teftis edebilirlerdi. Bu teftislerde onlar sadece dinî görevleri degil, mahalledeki diger hizmetlerin yapilip yapilmadigini da arastirirlardi. Bu bakimdan isinin ehli olmayan kimseler vazifeden uzaklastirilirlardi.

Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilati kurulana kadar mahalle yöneticisi olan imamlar, kadi'nin bir nevi temsilciligini yapiyorlardi. Kadilarin, yerine getirmeleri gereken pek çok iste imamlardan yardim gördüklerine sahid olunmaktadir. Bu meyanda onlar, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler. Arsivlerimizdeki birçok belge, imamlarin bu konudaki yetkilerine isik tutmaktadir. Nitekim Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihini tasiyan asagidaki su hüküm dikkat çekicidir. Biz bu hükmün bir kismini aynen buraya almayi faydali görüyoruz:

"Âsitane kaymakamina ve Istanbul Kadisi'na ve Sekbanbasiya ve

Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahrûse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmûmeleri üzre bazi erazil ve müdmin-i hamr olan eskiya ile ihtilat ve irtikab-i fisk u fücûr ve baise-i fitne ve fesad olduklari mesami-i âliye-i malûkâneme ilka olunup emr bi'l-maruf ve nehy ani'l-münker'in meviza-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeabimi vacib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lazim vârid olmagla sen ki vezir-i müsarun ileyh ve siz ki muma ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i serif-i vâcibu'l-imtisâlim vusûluna mahruse-i Istanbul ve tevabü mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i hamsede cemaat ile eday-i salâti mefruza içün hazir olup ve içlerinden tarik-i salât ve siirb-i hamr ve sair menâhiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzere..." diye devam eden emre göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar. Vesikanin metnini verdigimiz için burada fazla bir açiklama yapma geregini duymuyoruz. Keza,Haslar Kadisi'na selh-i Safer 975 (7 Agustos 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyub ve civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücûr ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve ve sair oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulundugu yerlerin kapatilmasi için de imamlardan yardim istenmektedir. Bu emirlere itaat etmeyenlerin haps edilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir.

Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin bulunmadigi bir dönemde devlet, her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi vâsitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet, memleketin her yerinde ayni anda (yatsi namazi vakti) emir veya yasaklarini bildiriyordu. Zira o asirlarin toplum suuru geregi, mahallede ergenlik çagina gelmis bulunan erkeklerin büyük bir kisminin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: "Ey cemaat, dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim" der ve kendisine verilen emri ilân ederdi.

Günümüzle mukayese edildigi zaman gerçekten büyük bir farklilik gösterdigine sahid oldugumuz Osmanli devri mahalle imamlarinin bu görevleri, o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri, degisen dünya sartlarina göre zamanla daraltilmistir. Bu durum, Tanzimat (1839)'a takaddüm eden senelere kadar uzanmaktadir. Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar, imamlarin yanina verilmistir. Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin yönetimini üstlenen imamlarin yönetimdeki vazifelerine son vermek için atilmis bir adim oldu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece câmiye hasr edilmistir.

Sarax
09-22-2008, 15:50
TEKKE

Islâm dünyasi kültür ve sosyal hayatinda önemli yeri bulunan müesseselerden biri de tekkedir. Tasavvuf düsüncesinin, anlayis ve terbiyesinin islendigi, derinlestirildigi ve halka takdim edildigi tekkeye (tekye), zâviye, hankah ve dergâh gibi isimler de verilmektedir. Ilk tekkenin Remle'de Hâce Abdullah Ensarî tarafindan kurulmasindan kisa bir müddet sonra her tarafta yayilan ve dolayisiyla daha sonra kurulan Müslüman devletlerin kurulus faaliyetlerinde bulunan tekkeler, Türklerin Anadolu'ya gelip yerlesmesinde de büyük ölçüde rol oynadilar. Anadolu'nun Islâmlastirilmasinda da tekkelerin oynadigi rol, inkâr edilemeyecek kadar büyüktür. Nitekim Mentese Beyligi adli arastirmasinda Paul Wittek, adi geçen bölgede dervislerin Islâmlastirma hareketlerinde nasil faal bir rol oynadiklarini anlatir.

Tekke ve zâviyelerin, Osmanli fütûhatim kolaylastirmada büyük bir ehemmiyeti haiz olduklarini biliyoruz. Zira Osmanogullari ile birlikte birçok seyh, gelip Anadolu'nun bati taraflarina yerlesir. Bu yeni gelen dervis muhacirlerin bir kismi, gazilerle birlikte memleket açmak ve fütuhat yapmakla mesgul oluyor, bir kismi da o civardaki köylere veya tamamen bos ve tenha yerlere yerlesiyorlardi. Köy veya bos araziye yerlesenler, bu yerlerde müridleri ile birlikte ziraat ve hayvan yetistirmekle mesgul oldular. Bunlar, özellikle bos topraklar üzerinde zâviye kuruyordu. Bu sayede buralar kisa bir zamanda din,kültür ve imar merkezleri haline geliyordu. Bu zâviyelerin, ordulardan önce gelip hudud boylarina yerlesmeleri, onlarin (ordularin) harekâtini kolaylastiriyordu. Bundan baska Osmanlilar, fetihlerden önce istedikleri yerlere dervis gönderiyorlardi. Böylece yerli halkin psikolojik olarak hazirlanmasi saglaniyordu. Evliya Çelebi'deki bir kayit bunu teyid etmektedir. Tekke seyhleri, maddi olarak da orduya yardim ediyorlardi. Nitekim gerek Âsikpasazâde, gerekse Nesrî'de bulunan asagidaki ifadeler, bu yardimlarin, ordularin sevk ve idaresi için ne denli kiymetli oldugunu göstermektedir. Buna göre Göynük ve Taraklu'ya hazirlanan bir akinda Osman Gazi, Köse Mihal'in tedbirlerini sevab (dogru) bilip güzati cem' edüp gelüp Bes tas (Besiktas) zâviyesine konup seyhine Sakari (Sakarya) suyunun geçidini sorarlar. Seyh de kendilerine geçidi gösterir.

Bundan baska tekkelerin, köylerin gelismesinde ve köy halkinin ilerlemesinde de büyük hizmetler yerine getirdikleri bilinmektedir. Gerçekten, köy ictimaî toplulugu içinde bir imam ile bir de zâviye seyhinden (varsa) bahs etmek gerekir. Zâviye seyhleri, XIII. asirdan itibaren "Köy Gençlik Ocaklari"ni nüfuzlari altina alarak buraya tarikat usûl ve âdetlerini sokmuslardir. Böylece bunlar da sehirlerdeki ahî teskilâtlari gibi kuvvetli bir manevî birlik kazanmislardi.

Osmanli toplum hayatinin ekonomik ve sosyal gelismesinde harç vazifesi gören tekkelerin son zamanlarindaki durumlarina bakip bunlarin devamli böyle olduklarini zannetmek, büyük bir haksizlik olur. Nitekim M. Cevdet de bu mevzuya temasla "son zamanlardaki tereddisine bakip ta tekkelerin daim öyle olduguna hükm etmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortaligi yapraksiz ve yesilliksiz sanmak dogru olmadigi gibi, kemâl zamanlarinda tekkeler, ruhlari çok terbiye etmistir. Eskiden tekkeler, edebiyat, musikî ve tarih ocaklari idi. Hayatin izdirabini dindirmek ihtiyacinda olanlar, oralara kosar, nefis bir ahengin selâlesi altinda ruhlarini yikar, tesellikâr söz ve tarihî menkibelerle yeniden canlanirlardi. Hâsili tekkeler, ye's ve mahrumiyet ile canina kiyacak insanlarin, yeniden tamir gördügü yerlerdir" diyerek tarihî bir gerçegi dile getirmeye çalisir. Bu ifadeler, tekkelerin insan hayatinda, özellikle psikolojik rahatsizligi bulunan ve çesitli sebeplere bagli olarak bunalima giren insanlar için nasil bir mânâ ifade ettigini göstermektedirler.

Osmanlilar, tekke düsüncesini sistemlestirmek, müesseselestirmek ve bu düsünceyi çesitli yol ve teskilatlarla cemiyete aktarmak hususunda önemli hizmetler ifa ettiler. Bu anlayistan hareketledir ki, daha önceki Müslüman devletlerin tekke ve zâviye seyhlerini korumalari an'anesi, Osmanlilarda da aynen devam etti.

Görüldügü gibi, psikolojik, pedagojik ve tibbî problemlere varincaya kadar genis bir hizmet sahasina sahip olan tekke, o devrin mektebidir, hastahanesidir, spor yurdudur, moral kaynagidir, dinlenme kampidir, beldenin güzel sanatlar akademisidir, edebiyat ve fikir ocagidir. Velhasil tekke, insanlarin hayrina olan her seydir. Tekke'nin, tarih boyunca icra ettigi fonksiyonlarini kisaca söyle özetleyebiliriz:

a. Tekkeler, özellikle kurulus yillarinda kendi seyhleri tarafindan seçilen bölgelerde kuruluyorlardi. Bundan dolayi onlar, etraflarindaki insanlarin manevî ihtiyaçlarini temin ederek bölgelerinin insanlarina sahip çikiyorlardi. Böylece, Kur'an'in tavsiye ettigi bir metod olan hikmet ve güzel ögütle insanlari dine ve hakikata çagiriyorlardi.

b. Tekke ve zâviyelerin bir kismi, devlet tarafindan, bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde tesis ediliyorlardi. Bu bakimdan, daglarda korkunç bogaz ve geçitlerde tesis edilen tekkeler, askerî sevk ve idareyi kolaylastirmak, ticarete engel olabilecek eskiya vs. gibi kimselere mani olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardi. Böylece tekkeler, kar ve yagmurlu günlerde de ticarî sevkiyatta bulunanlara birer siginak oluyorlardi.

c. Çok genis topraklara sahip olan Osmanli Devleti'nin, merkeze olan uzakliklari dolayisiyle, otoritenin zaaf gösterdigi yerlerde bazi isyanlarin çikmasi normaldi. Devlet, böyle yerlere maas vermek suretiyle devamli bir zâbita kuvveti yerlestirecegine, orada bir zâviyenin kurulmasini daha uygun ve netice itibari ile daha faydali görüyordu. Devlet, tekke vasitasiyle bu neviden dert ve sikintilari ortadan kaldiriyordu.

d. Oturma merkezlerinde (meskûn mahallerde) kurulan dergahlarin gördügü önemli hizmetlerden biri de temel inanç ve kültürün, halk arasindaki birlik ve saglikli bir haberlesmenin saglanmasi idi. Günümüz yayin organlari tarafindan verilen hizmet, o dönemde câmi ve tekkeler vâsitasiyla yerine getiriliyordu. Tamamen vakiflara bagli olan bu müesseseleri hemen her yerlesim biriminde görmek mümkündür. Söz gelimi, Urfa'da Seyh Yalincik, Seyh Tahir, Câbir el-Ensarî, Halil Rahman; Erzurum'da Ibrahim Hakki; Maras'ta Ereglice, Seyyid Mazlum; Sam'da Zeyne'l-Âbidin; Mustafa Pasa tekkesi gibi tekkeler ilk akla gelenler olarak zikr edilebilir.

e. Nihayet tekke ve zâviyelerin zaman zaman ruh ve sinir hastaliklari için tedavi merkezi olarak kullanildigini da biliyoruz. Daha çok telkin ve irsad yolu ile hizmetlerini sürdüren bu sifa yurtlari, çogu zaman bir seyhin önderliginde toplumun bu sahadaki yaralarina çareler ariyordu. Bu seyhlerden bir kisminin da gerçek mânâda doktor (tabib) olduklarini düsündügümüz zaman, tekkelerin bu konudaki hizmetlerinin ne kadar önemli olduklari anlasilir.

Tamamiyle vakiflara bagli olan tekkeler, insanlara yardimi hedeflemislerdi. Devlet, çesitli yollarla bunlara yardimda bulunuyordu. Hatta bu yardimlarin yaygin sekli, kendilerine bagli olan vakif arazilerden vergi almamakti.

Tekkeler, insanlara sunduklari hizmetleri yanisira, dervislerin devamli olarak ikamet ettikleri ve tarikata intisab edenlerin, zikir ve merasimi toplu olarak yaptiklari yerlerdir. Bu sebeple tekkeler mimarî yapi olarak su kisimlardan meydana geliyordu:

1. Semâhâne: Semâhâneler, zikir ve ibadet etmek için hazirlanmis özel sofalardir. Bunlarin sekli tarikatlara göre degisir. Mevlevilerde dönmeyi kolaylastiracak sekilde ortasi yuvarlak bir meydan seklinde yapilir. Semâhâneler ayni zamanda birer mescid vazifesi de görürler. Bu sebeple mihraplari da bulunur. Buralarda cemaatla namaz kilinir. Bazi büyük semâhânelerde kadin ve itibarli insanlar için özel mahfiller de bulunur. Kadinlar, zikri kafes arkasindan seyrederler ki buraya haremden girilir.

2. Türbe: Genellikle tekkelerin içinde bir veya bir kaç kisinin türbesi bulunur ki, bunlar, tekke seyhleri ile yakinlarina aittirler.

3. Çilehâne: Bazi tekkelerde çilehâne denilen los isikli bir bölüm vardir. Dervisler burada çile çekip derece kazanirlar. Mevlevî çilehaneleri ise aydinliktir.

4. Dervis odalari: Tekkelerin de camiler gibi birer avlusu vardir. Oraya bir kapidan girilir. Avlunun etrafinda, medreselerde oldugu gibi sira ile dizilmis odalar bulunur. Önlerinde revak bulunan bu odalara hücre denir. Dervisler ayri ayri bu odalarda yatip kalkarlar.

5. Selamlik: Seyh efendinin dairesidir. Buna meydan evi de denir. Misafirler burada kabul edilir. Burasi ayni zamanda yemek yenen yerdir.

6. Harem: Seyhin ailesi ile birlikte oturdugu ikametgâhidir. Buranin disardan da bir kapisi vardir.

7. Mutfak ve Kiler: Dervislerin, yemeklerini yapmak ve erzaklarim saklamak için avlunun uygun bir yerine yapilmistir.

8. Kahve Ocagi: Kahve pisirilen ve seyhin hizmetinde olanlarin bulunduklari yerdir.

Sarax
09-22-2008, 15:50
IMÂRET

Osmanli toplum hayatinin sosyal gelismesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de imârettir. Temeli vakif sistemine dayanan imâretin, memleketin kültür ve ekonomik hayatinin gelismesinde de büyük hizmetleri olmustur.

Dar mânâsiyla "asevi" demek olan imâret, genis ve daha kapsamli bir sekilde tarif edilmektedir. Buna göre neredeyse bir sehir veya kasabanin nüvesini teskil eden bir külliye hüviyetini tasimaktadir. Bu açidan bakildigi zaman müessesenin kapsamina câmi, medrese, bimarhâne, kervansaray, kütüphâne, hamam gibi insanlara faydali olan tesisler girmektedir. Imâret külliyesinin kapsamina giren tesislerin azligi veya çoklugu, vakfin imkânlarina göre degisir.

Sosyal birer hayir kurumu olan imâretlerdeki yemeklerin kaliteli olmasina dikkat edilirdi. Bu konu gerek Fâtih, gerekse Kanunî Sultan Süleyman'in vakfiyelerindeki imâret ile ilgili bölümlerde ifade edildigi gibi bizzat imâret mütevellisi, bazan da onun imkânlarindan istifade edenler tarafindan dikkatle izlenirdi. Uygun olmayan ve hijyen sartlarini tasimayan gidalar imârete sokulmazdi. Aksi takdirde gerekli mercilere sikâyetlerde bulunulurdu. Bu sikayetler üzerine gerekli tedbirler alinirdi. Nitekim Zilkade 1177 (Nisan 1764) tarihini tasiyan bir belge Istanbul ve tevabündeki imâretlerde "talebe-i ulûm ve fukuray-i müstahakkîn" için daha önce her gün firinlarinda pisirilen ekmegin (nan-i aziz) unu beyaz ve has oldugundan yenmesi de güzel oluyordu. Fakat bir müddetten beri Degirmenderesi uncularinin verdikleri un karisik oldugundan yenmesi güzel olmadigindan bu firinlarin degistirilmesi ve daha kaliteli un veren firinlardan un alinmasi gerektigi bildirilmektedir. Keza, Bursa Kadisi'na yazilan bir hükümde imârette pisen yemeklerin kaliteli olmasi, kasaplarin en iyi etten imârete vermesi ve mütevellinin bizzat bunu kontrol etmesi gerektigi istenmektedir. Imâretlerde saglik ve temizlik kaidelerine de siki bir sekilde riayet edilirdi. Nitekim XVI. asir ortalarinda Istanbul'a gelip Fâtih külliyesi misafirhanesinde kalan Radiyüddin el-Gazzî, burada karsilanisini söyle anlatir:

"îmârethâneye bakan zat yanimiza gelerek hal ve hatirimizi sorduktan sonra ihtiyaçlarimizin iyi bir sekilde temin edilecegini vaad etti. Dogrusu her seyleri gibi yatak ve yorganlari da temizdi". Bu sözler, misafirhanenin kurulusundan bir asir sonra dahi yatak ve yorganlarinin ne denli temiz oldugunu ve bu temizlige nasil riayet edildigini göstermektedir.

kimsesiz ve yoksullarin da imkânlarindan istifade ettigi imâretler, sadece yemek vermekle yetinmiyor, ayni zamanda adam basina günde 3-5, hatta bazan 10 akçaya kadar para da veriyordu.

Bütün imâretlerde her seyden önce mektep ve medrese talebesinin ihtiyaçlari temin ediliyordu. Bu da imâretlerin kültür hayatimizda nasil bir fonksiyon icra ettiklerini göstermektedir. Her imâretin, vâkifin sartlarina uygun olarak hazirlanan bir nizamnâmesi (yönetmeligi) bulunur. Bu bakimdan, ögrencilerin imâretlere nasil girecekleri, ne kadar yemek alacaklari, nerede ve nasil oturmalari gerektigine varincaya kadar her türlü hareketleri bir nizama baglanmistir. Istanbul'da talebelerden sonra yemek yiyen fakirlerin en çok bulundugu imâretler, Lâleli, Sehzâde; Üsküdar'da Valide-i Atik ile Mihrimah; Eyyub'te de Mihrisah imâretleri idi.

Cemiyetin daha saglikli olmasi için, ögrenci, fakir ve kimsesizlere yardimda bulunmak gerektigini bilen Osmanli toplumu, bu neviden kurumlan gelistirmek için bütün imkânlarini efer etmisti denebilir. Gerçekten, Orhan Bey'den baslamak üzere Osmanli Devleti'nde pek çok hayir tesisi kuruldugu görülür. Nitekim Orhan Bey, daha isin basinda eski kiliseleri mescid ve medreselere çevirir. Bursa'da yoksullar evi yaptirir ve onlari doyurmak için mallar vakf eder. Yoksullar evindeki bilgin ve hafizlara da maas baglar. Daha önceki müslüman devletlerde de varligina sahid oldugumuz bu müessesenin (imâret) Osmanlilardaki ilk müessisi (kurucusu), Orhan Bey oldu. O, Iznik'in Yenisehir kapisinda bir imâret kurdu. Bu imâretin seyhligini de, dedesi Edebali'nin müridi olan Haci Hasan'a verdi. Orhan Gazi, bu ilk imâretin açilis merasiminde bizzat kendisi hizmet etmis, fakirlere çorba dagitmis, aksam olunca da imâretin kandillerini bizzat kendisi yakmistir. Sultan Orhan'dan sonra oglu Murad da pek çok hayir ve hasenatta bulundu. Bunlar içinde Kaplica nahiyesinde tesis ettigi imâreti ve imâretle ilgili bilgiyi onun 787 (1385) tarihli vakfiyesinden ögreniyoruz. O, ahiret azigi olarak insa ettigi imâretine pek çok arazi vakf etmisti. Vakfiyeye göre hiç kimse imârete inmekten men olunmaz. Hizmetçiler, gelenlere en güzel sekilde hizmet etmek zorundadirlar. Hele fakirlere bu hizmeti daha iyi yapmalilar. Çünkü onlar, kalbi kirik kimselerdir. Imârete inen kimse orada üç gün kalabilir. Bundan sonrasi mütevellinin kararina baglidir. Artik böyle bir baslangiçtan sonra feth edilen her yerde imâret sitelerinin kuruldugu görülür. Kisa bir müddet sonra imâretler, öyle bir artis gösterdi ki, XVIII. asrin sonlarinda, sadece Istanbul imâretleri her gün 30.000'den fazla insani doyurma imkânina sahib olmuslardi. Ayni sekilde 937 (1530) tarihinde yalniz Fâtih imâreti, günde bin kisiden fazla insani doyuruyordu. Hadidî, "Tarih-i Âl-i Osman" adli eserinde, hem kimlerin imâretten istifade ettigini, hem de bunlarin sayisini su ifadelerle dile getirmektedir:

"Yine emr etti bir âli imâret

Imarindan kala sonra emâret

Ki bin kisiye her gün iki nevbet

Verilir as u et ekmek ziyafet

Yaya, atli, misafir u hassu âmi.

Konukluk eyleyüp üç gün tamami.

Nefaisten niam-i vâfir ulfeler

Gece gündüz ziyafetler ederler."

Meshur seyyahimiz Evliya çelebi (1611-1682) de Istanbul'da bulunan imâretlerin isimlerini verdikten sonra: "Ben, elli yilda on sekiz padisahlik ve krallik yer seyahat ettim. Hiç bir yerde bu kadar hayrat görmedim" diyerek, memleketteki hayir müesseselerinin çoklugundan iftiharla bahs eder.

Dar mânâsiyla "asevi" veya "ashane" demek olan imâretin imkânlarindan istifade edecek olanlar medrese talebesi, câmi veya hayrat hademesi, fakirler ve misafirlerdir. Bundan baska gerçekten dikkat çeken ve baska bir yerde örnegine rastlanamayacak bir istifadeci sinif daha vardir. Bu, kuslar sinifi idi. Gerçi özel olarak hayvanlar için pek çok vakfin kuruldugunu biliyoruz. Fakat bu vakiflarin disinda kalan ve hem kuslarin beslenmesini saglayan hem de çevrenin temizlenmesine katkida bulunan imâretler, bu imkânlarin saglanmasi bakimindan bas vurulan baska bir çaredir. Böylece imâretten kuslar da (yirtici, vahsi kuslar) istifade ediyordu. Nitekim Sultan Ahmed Camii Imâreti'nde, bunlar için, kule gibi bir yer yapilmisti ki, vakfiyesinde yenmeyecek yemeklerin vuhus-i tuyura (vahsi kuslara) burada verilmesi yazilidir. Görüldügü gibi bu, hem artik yemeklerin bosa gitmemesi, hem de ortaligin kirlenmemesi için bas vurulan güzel bir çaredir. Bu vesile ile kuslar da imâretin yemeklerinden nasiplerini almis oluyorlardi.

Biraz önce imâretlerde bir iç nizamin bulundugunu ve herkesin buna göre hareket etmesi gerektigine isaret etmistik. Imâretlerde pisen yemekler ve onlardan istifade edenlerin nasil hareket edeceklerine dair olan hükümler, hemen hemen bütün imâretlerde ayni olmakla beraber biz, kültür tarihimiz bakimindan önem arz eden bu konuyu Müftüzâde Es'ad Bey'den kisaca özetlemek istiyoruz:

"Talebe efendilere "fodla", çorba, pilav, zerde, bazen de zirve (incir, üzüm, hurma ile pirinç ve sekerden yapilir) gibi çesitli yemekler tevzi olunurdu. Bir fodla 90 dirhem-i atik miktarinda ekmektir. Bazi imâretlerde 45'lik fodlalar da yapilirdi. Bir medreseye yeni kayd olan bir talebeye mülazim istihkaki olan bir tam fodla verilirdi. Bilâhere sahib-i hücre olunca bir misli zam alir. Imâretler, sabah namazi vakti açilir, sabah derslerinden evvel fodlalar dagitilarak talebeye bugday ve arpa unundan veya kirmasindan mamul çorba dagitilir. Bu çorba, imâret içinde "me'kel" denilen yerde her talebeye büyük bir kepçe olarak verilerek taslarla içilirdi. Dersten çiktiktan sonra yagli pirinç çorbasi alinir. Buna bazen de nohut katilirdi... Persembe günleri her imârette zerde, pilav ve Hamidiye ile Lâleli imaretlerinde Pazartesi ile Persembe günleri zerde ve etli pilav yapilarak bolca dagitilir."

Imâretlerde yemek konusuna büyük bir titizlikle dikkat edilirdi. Yukarida genel olarak verdigimiz bilgiden baska bir de daha açik bir örnek olmasi bakimindan imâret vakfiyesinde bizi ilgilendiren sartlara deginmek yerinde olacaktir:

"Müsarun ileyh vâkif hazretleri, bina olunacak imârette Ramazan geceleri için her gün kirk vukiyye (okka = 1282 gr.) taze et pisirilmesini, sair günlerde sabahlari 15 vukiyyesinin ve aksamlari mütebaki yirmi bes vukiyyesinin pisirilmesini sart etmistir.

Her bayramda dahi körpe ve güzel etten kirk vukiyye pisirilmesini sart ve tayin etmistir.

Cuma ve Regaib ve berat gecelerinde... devam üzre tane pirinç ve zerde pirinç... ve Ramazan gecelerinde devam üzre tane pirinç ve münavebe ile arpa çorbasi ve icasiye pisirilecektir. Bayram günlerinde tane pirinç ve zerde ve zirve pisirilecektir. Bu mübarek günler ve gecelerin gayrinda sabahlari pirinç çorbasi ve aksamlari arpa çorbasi pisirilecektir...

Medrese odalarina her gün pisirilen yemeklerden sabah ve aksam ekmekle beraber birer çanak verilecektir.

Her gün, hususiyle aksamlari misafirlere ziyafet olmak üzere mübarek günlerden maada günlerde tane, pirinç pisirilecek ve beher kimsenin hakki elli dirhem pirinç ve on bes dirhem hâlis yag olacaktir...

Mutfak ve diger mahallerde kullanilan bakir kaplarin kalayi için günde birbuçuk dirhem tayin etmistir...

Vâkif, (Allah, hayratini kabul ve ecr ü mükâfatin mebzul eylesin). Imâret için emanet ve diyânet ve ahlâk-i hamîde sahibi bir de seyh tayin etmistir ki bu zât yemeklerin iyi ve kötüsünü bilecek ve her gün iki defa muayyen saatlerde imârete gelip me'kûlat ve metbuhata nezâret edecek ve yemeklerin harçlarinda veya pisirilislerinde veya lezzet ve rayihalarinda bir kusur ve noksan görecek olursa bunlari islah ve ikmâl kilacak ve tenbihatta bulunacaktir.

Bu seyh, ulema ve sulehadan ve fukaha ve zuafadan gelen misafirlere taam tevzi edecek ve her kim olursa olsun bunlari üç gün ve üç gece agirlayacak ve her birinin hal ve sânina münasip yatak ihzar ile bunlari münasip mahallere yerlestirecek ve hepsine güler yüz gösterecektir. Buna günde sekiz dirhem verilecektir..."

Görüldügü gibi vakfiyenin imâretle ilgili kismindan nakl ettigimiz bu ifâdeler, imâretin nasil olmasi, gelenlerin kaç gün misafir edilmesi ve bunlarin idaresi için hangi sifatlari haiz kimselerin bulunup seçilmesi gerektigini anlatmaktadir. Bundan baska imârette çalisacak kimse ve vazifelileri de burada tafsilatli bir sekilde anlatilmaktadir.

Sadece ögrenci ve memleket fukarasinin ihtiyaçlarinin giderildigi yer olmayan imâretler, ayni zamanda birçok kimseye is imkâni saglayan yerlerdi. Böylece, mütevazi bir sekilde de olsa imâretler, memleketteki issizligin ortadan kalkmasina sebep oluyorlardi. Nitekim sadece Fâtih imâretinde 44 kisiye is imkâni saglanmistir. Bunlar, çalismak suretiyle imâretten maas alan kimselerdi. Kezâ, Isa Bey vakfiyesinden anlasildigina burada da 17 kisiye is imkâni saglanmistir. Halbuki bu imâret pek fazla geliri olmayan ve sultanlarin imâretleri ile mukayese edildigi zaman çok küçük kalan bir kurulustur. Burada özellikle sunu da belirtmek isteriz ki verilen bu rakamlar bütün vakiflarin veya külliyelerin kadrosu degil, sadece imârette çalisanlarin ve bu yolla geçimlerini saglayan kimselerin kadrosudur.

Memleketin iktisadî ve ictimaî hayatinda, irfan, imar ve kültürünün gelismesinde büyük bir hizmet ifa eden imâret müessesesi, ne yazik ki son zamanlarda, memleketin umumî sartlarina bagli olarak vazifesini hakkiyle icra edemez oldu. Bunun üzerine 19 rebiülevvel 1329 tarihinde (20 Mart 1911) çikarilan bir kanunla Istanbul'daki yirmi imâretin onsekizi kapatiliyor, sadece fakirlere bakmak üzere iki tanesi ibka ediliyordu. Nihayet farkina varilan bu hata düzeltilerek, 10 Zilkade 1332 (30 Eylül 1913) de nesredilen baska bir nizamnâme ile (madde 12) yine talebeye mahsus olmak üzere Fâtih, Sehzâde, Nur u Osmaniye ve Valide-i Atik imâretleri tekrar ihya edildiler.

Sarax
09-22-2008, 15:51
KERVANSARAY

Asirlar boyunca, vakiflarin medeniyet tarihimize kazandirmis oldugu, devrinin mimarî özelligi ve sosyal seviyesini gösteren muhtesem âbideler arasinda kervansaraylarin özel bir yeri bulunmaktadir. Gerçekten, Müslüman toplumlarin ulasim bakimindan meydana getirdigi hayir ve sosyal kurumlarin basinda gelen müesseselerden biri de kervansaraylardir. Din, dil, irk, renk ve mezhep farki gözetmeden herkese hizmet veren bu müesseseler, tarih boyunca önemli fonksiyonlar icra etmislerdir. Uzaktan bakilinca bir kaleyi andiran kervansaraylar, Islâm dünyasinda daha önce kurulan "Ribat"larin bir devamidir. Bundan dolayi, Selçuklu devrine ait vakfiye, kitâbe ve kronik gibi kaynaklarda bunlara, ribat da denilmektedir.

Asli, Farsça "kârbân" olan kervan, günümüz nakil vâsitalarinin sagladigi imkândan yoksun bulunuldugu bir devirde, at, katir ve develerle bir memleketten digerine ticaret esyasi tasiyan kafilelere denir. Gerek böyle ticaret kafileleri ve gerekse bunlara iltihak eden veya kendi basina seyahat eden yolcular, her günkü seyahatin aksaminda, hayvanlarini dinlendirmek, yemleyip, sulamak ve ertesi günkü yola hazirlanmak üzere menzillerde geceyi geçirmek zorunda idiler. Takriben 40 km. araliklarla ve yukarida belirtilen hizmetleri görmek için insa edilen bu neviden binalara kervansaray denir.

Iyi ve liyâkatli bir hükümdarin özelliklerinden bahsederken Nizâmülmülk, onun yol baslarina ribatlar kurmasi gerektigine de temas eder. Demek oluyor ki kervansaraylar, daha baslangiçtan itibaren, sultan ve padisahlarin himayesi altina alinmislardi. Böylece bir sosyal sigorta müessesesi de dogmus oluyordu. Derbent, bogaz vs. gibi menzillerde yapilan kervansaraylar sâyesinde insanlar, rahatça ve emniyet içinde seyahat edebiliyorlardi. Biraz önce de belirtildigi gibi Yol emniyet ve huzurunun saglanmasi sadece müslümanlar için degildi. Nitekim, Türkiye'ye gelen yabanci tüccarlara taninan imtiyazlardan bahsederken Osman Turan: "Yollarda herhangi bir sekilde zarar gören, soyguna ugrayan veya emtiasi denizde batan tüccarlarin mallari, devlet hazinesinden tazmin edilmekteydi ki, bu, Selçuklu Devleti'nin bir devlet sigortasi takib ettigini gösterir. Bu keyfiyet, dünya ticareti tarihi içinde çok ehemmiyetlidir. Zira ticaret tarihi ile ugrasanlar, sigorta müessesesinin zuhurunu XIV. asra Ceneviz ve Venediklilere kadar çikarmaktadirlar." der. Gerçekten, Selçuklularda sadece malin tazmin edilmesiyle kalinmiyor, ayni zamanda kervan soyucular için de en agir cezalar uygulaniyordu. Demek oluyor ki, ticaret erbabinin mal ve can güvenligi, tamamen devletin himayesi altinda bulunuyordu.

Ekserisi, Islâmî yardimlasma anlayisi neticesi ortaya çikan ve vakiflara bagli bulunan kervansaraylar, iki mühim gaye için insa ediliyorlardi. Bunlar:

a. Zengin ticarî emtia nakleden kervanlara, hudud boylarindan baslamak üzere, tehlikeli bütün bölgelerde gerek düsman çapullarindan, gerek eskiyadan ve gerekse diger baskinlardan korumak için emniyetli ve müstahkem yerler insa etmek. Bu gayenin tahakkuku için, bunlarin etrafi kalin ve mustahkem surlarla çevriliyordu. Surlar üzerinde kule ve burçlar insa edildigi gibi kapilan da demirden yapiliyordu. Böylece kervansaraylar, her türlü tehlikeye karsi koyacak bir müdafaa tertibine sahip oluyorlardi.

b. Kervansaraylarin hedef tuttugu ikinci mühim gâye de, yolcularin konduklari veya geceledikleri yerlerde, onlarin her türlü ihtiyaçlarini temin etmekti. Gerçekten bu maksatla kervansaraylarda vücuda getirilen tesisler dikkate sayandir. Içlerinde yatakhaneleri, ashaneleri, erzak anbarlari, ticarî esyayi koyacak depolar, yolcularin hayvanlarini barindiracak ahirlari, samanliklari, mescidleri, hamamlari, sadirvanlari, hastahaneleri, eczaneleri, yolcularin ayakkabilarini tamir ve fakir yolculara yenisini yapmak için ayakkabicilari, nalbantlari ve bütün bunlarin gelir ve masraflarini idare edecek divan (büro) ve memurlari vardi. Bu muazzam yapilar, bütünüyle vakiftilar. Bu kervansaraylara inen yolcu, zengin olsun fakir olsun bütün ihtiyaçlari, Parasiz olarak karsilanirdi.

Kervansaraylarda hizmet eden kimselerin tavirlarmi da vakfiyelerinden ögrenmek mümkündür. Buna göre hizmetliler, tatli sözlü, güler yüzlü olacaklardir. Gelenlere yorgunluklarini unutturacak derecede nazik davranacaklardir. Onlara karsi öyle hareket edecekler ki, yolcular kendilerini evlerinde hissedeceklerdir.

Askerî gayeler disinda, sadece yolcularin yemek, yatmak ve istirahat etmeleri için kervansaray (Ribat) insasi an'anesi, Islâm âleminde daha ziyade Türkistan'da inkisaf etmisti. Selçuklular bir çok an'ane ile birlikte bunu da Türkistan'dap getirmislerdi. Bu yüzden Anadolu'daki ilk kervansaraylara Ikinci Kiliçarslan (1115-1192) zamaninda raslanmaktadir. Artik bu baslangiçtan sonra özellikle Konya-Kayseri yolu üzerinde pek çok sayida kervansaray insa edildi. Böylece kervansaray insa gelenegi, Ortaasya'da dogmus, Iran'da gelismis ve Anadolu Selçuklulari zamaninda nihaî seklini alarak zirveye ulasmistir. Türkiye'deki han ve kervansaraylari bir katalog halinde veren bir esere göre Türkiye sinirlari içinde 112 Selçuklu, 221 de Osmanli kervansarayi bulunmaktadir.

Kervansaraylarin Ifa ettigi önemli hizmetlerden biri de kisa bir müddet sonra çevrelerinde bir ticaret merkezi meydana getirmis olmalariydi. XIII. Asirda Suriye, Irak, Dogu Anadolu, Kayseri ve Sivas istikametinde ilerleyen yollarin kavsaginda bulunan Karatay Kervansarayi civari, böyle bir merkezdi. Kervansarayin insasindan sekiz sene sonra orada 15 dükkân ve kira getiren evlerin bulunmasi, bu ticarî faaliyet hakkinda bize bir fikir vermektedir.

Bati'nin, para kazanmak gayesiyle ancak XVIII. asrin ortalarinda (1750, Ingiltere) yaptirabildigi otele karsilik müslümanlar, birer ictimaî hayir kurulusu olan kervansaraylari vasitasiyle din farki gözetmeden herkese hizmet edebiliyorlardi. Kervansaraylarin bu hizmetine örnek olmasi bakimindan Evliya Çelebi'nin, Lüleburgaz'daki Sokullu Mehmed Pasa Kervansarayi hakkinda verdigi bilgiyi buraya aliyoruz:

"Bir bâb-i azîm içre kal'a misâl karsu karsuya yüz elli ocak han-i kebirdir. Haremli, develekli, ahirli olup sadece ahuru 3000'den ziyâde hayvan alir. Kapida daima dîbebanlari nigehbânlik ederler. Ba'de'l-asâ kapuda mehterhâne çalinup kapu sedd olunur. Dîdebanlar, vakiftan kandiller yakup dibinde yatarlar. Eger nisfu'l-leylde tasradan misafir gelirse kapuyu açip içeri alirlar. Ma hazar taam getirirler. Amma cihan yikilsa içerden tasra bir âdem birakmazlar. Sart-i vâkif böyledir. Tâ cümle misafirîn kalktikta yine mehterhâne dövülüp herkes malindan haberdar olur. Hancilar, dellallar gibi:

"Ey ümmet-i Muhammed! maliniz, caniniz, atiniz, donunuz tamammidir?" diye rica edüp nidâ ederler. Müsafirin cümlesi "tamamdir Hak sahib-i hayrata rahmet eyleye" dediklerinde bevvablar, vakt-i safî iki dervazeleri küsâde eyleyüp yine kapu dibinde "Gâfil gitmen, bisât gaib etmen, herkesi refik etmen, yürün, Allah âsan getire" deyü duâ ve nasihat ederler."

Kervansaraylarin küçüklerine han denir. Vakia eski büyük kervansaraylara da han dendigi görülmekte ise de umumiyetle bu tabir küçük kervansaraylar için kullanilir.

Osmanlilar, Iran ve Selçuklu Türklerinde oldugu gibi hanlarim çok büyük yapmamislardir. Onlar, daha ziyade medrese ve hamamlari da dahil olmak üzere bunlarin kullanisli olmasi için plâni küçük tutmuslardir.

Hanlar, ekseriyetle bir büyük avlu etrafinda iki katli olarak yapilmis bulunan binalardir. Hanin sokak tarafindaki cephesinde büyük bir kapisi bulunur. Bu kapinin iki tarafinda genellikle bir kahvehane, bir nalbant ve araba tamircisi bulunur. Kapidan, üstü açik genis bir avluya girilir. Bu avlunun karsi tarafinda ahirlar ve önünde arabalari koymak için bir sundurma ile denkleri ve esyayi koymaya mahsus odalar vardir. Bir taraftan tas bir merdivenle yukaridaki gezinti yerine çikilir. Burasi bir revakla örtülmüstür. Bu gezinti yerine kapilari açilan odalar vardir ki, yolcu orada yatar. Her odanin bir ocagi vardir. Bazi hanlarin ortasinda bir sadirvan ve hayvanlari sulamak için yalaklar oldugu gibi büyük kervansaraylarda küçük bir mescid de bulunur.

Yol güzergâhlarinda yapilan hanlardan baska sehirlerde yapilan hanlar da vardir. Çünkü, kervanlarin esas hedefi olan sehirlerde, bunlara daha çok ihtiyaçlari vardir. Bunun için de sehirlerde ihtiyaca göre irili ufakli pek çok han insa edilirdi. Buralarda yolcular kaldigi gibi herhangi bir is için sehre gelmis olanlarla bekârlar da birer oda tutmak suretiyle kalabilirlerdi. Hanlara ne gece ne de gündüz kadinlar yalniz baslarina giremezlerdi. Ya han kahyasi veya odabasisi, onlara refakat ederek istedikleri ile görüstürürlerdi.

îdare bakimindan kervansaraylar iki kisma ayrilirdi. Büyük bir kismi vakifli idi ki, yolcular buralara parasiz alinirdi. Bunlar, Bati'da hiç bir zaman esine rastlanmayan birer sefkat ve yardim müesseseleriydi. Kervansaraylardan bir kisminin vakfi yoktu. Oralarda yatip kalkan cüz'î bir miktar ücret öderdi.

Anadolu'yu âbideler ülkesi haline getiren bu kervansaraylar, son asirlarda küçülmeye ve sanat degerini kaybetmeye basladilar. O heybetli tas yapilarin yerine kireç sivali, kerpiç hanlar geçti, Yollar eminlesip sehirler büyüdükçe onlar da degerini kaybettiler.

Sarax
09-22-2008, 15:51
HASTAHANE

Temeli, vakiflara dayanan sosyal müesseleremizden biri de hastahanelerdir. Islâm dünyasinda dâru's-sifa, dâru's-sihha, dâru'l-âfiye, bîmaristan, bîmarhâne, maristan, dâru't-tib, sifâiyye gibi isimlerle anilirlar. Islâm tarihinde tipla ilgilenmeyi Hz. Peygamber devrine kadar götürmek mümkündür. Bilindigi gibi Hz. Peygamber, vahye dayali anlayisi ile insanlari her konuda ilim sahibi olmaya tesvik ediyordu. Islâm ,maddî oldugu kadar manevî alanda, baska bir ifade ile hayatin bütün safhalarinda uygulanan bir sistem olduguna göre Hz. Peygamber'in gayretini sadece ruhanî ve manevî saha ile sinirlandirmak mümkün degildir. Çünkü o, hastalanan kimseleri, dinlerine bakmadan doktorlara gönderiyordu. Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman olmayan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den istemisti. Keza hastahâne kurulma isi de Hz. Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir. Nitekim Hendek Muharebesi esnasinda yaralilarin "Rüfeyde Çadiri" denilen bir çadira kaldirilip orada tedavi edilmelerini istemesi de buna isaret etmektedir. Bu baslangiçtan sonra tam teskilâtli ilk hastahânenin Hicrî 88 (M 707) tarihinde Sam'da Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik tarafindan tesis edildigi bilinmektedir. Bununla beraber, Islâm hastahânelerinin en parlak devri daha sonraki Abbasîler döneminde gerçeklesmistir. Nitekim, Harun Resid'in yapilan her caminin yaninda bir hastahânenin açilmasi için emir verdigi rivâyet edilmektedir.

Islâm, insan sagligina önem veren, insanin hastalanmamasi için gereken tedbirlere basvurmasini ve hastalandigi zaman da tedavi edilmesini emreden bir dindir. Bu bakimdan Müslümanlar, hastalara yardim etmek ve onlarin sikintilarini gidermek için elinden gelen çabayi sarf etmekten geri durmadilar. Bu anlayistan hareketle kurulan hastahânelere gelenlerin din, dil ve irklarina bakmadan onlara tibbî yardimda bulunmayi bir vazife telakkî ettiler. Hastalar için böyle düsünen Müslümanlar, tabibler için de ayni seyi uygulamaktan geri kalmadilar. Nitekim XIII. asirda yasayan Ibn Ebî Usaybia (1203-1270) yazdigi "Uyûnu'l-Enba fî Tabakati'l-Etibba" adli eserinde Müslüman hükümdarlari, görevlendirip istihdam ettikleri pek çok Hiristiyan tabibin ismini verir.

Islâm tip tarihinde hastahanelerin egitim bakimindan da önemi büyüktür. Zira buralar, hem tedavi, hem de egitim yeri vazifesi görüyorlardi. Nitekim dâru't-tib denilen tip medreseleri ayni zamanda hastalara sifa dagitan ve hastahâne vazifesi gören birer müessese idiler.

Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla ilgilenmiyor, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi. Yakubî ile Mes'udî, eserlerinde Bagdad yakininda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler. Mes'udî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hizkil akil hastahanesi, Abbasî halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred tarafindan ziyaret edilmistir. Demek oluyor ki, adi geçen akil hastahanesi, simdilik belgelerle isbat edilebilen ve sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis edilmis en eski psikiatrik hastahâne olmak serefine daha lâyiktir. Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan hastahânelerle mukayase edilmeyecek kadar bir öncelige sahiptir.

Abbasîler döneminde gelisen hastahaneler, daha sonra hemen hemen her tarafta vakif olarak ortaya çiktilar. Selçuklular zamaninda da gelismesini devam ettiren bu hastahânelerden Sam, Bagdad, Musul ve Mardin'de insa edilenleri pek meshurdur. Anadolu'da gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlilar tarafindan da birçok hastaheâne insa edilmistir. Bu cümleden olmak üzere Kayseri'de Gevher Nesibe (1205), Sivas'ta Izeddin Keykâvus (1217), Divrigi'de Turan Melik (1228), Çankiri'da Cemaleddin Ferahlâla (1238), Konya'da Kemâleddin Karatay (1255), Bursa'da Yildrim Bâyezid (1339), Istanbul'da Fatih (1470), Edirne'de, Bâyezid (1488), Istanbul'da Haseki Hürrem Sultan (1550), Manisa'da Sultan III. Murad (1591), yine Istanbul'da Sultan Ahmed (1671) hastahaneler' zikredilebilir. Hastahâneler o kadar çogalmis ve faaliyet sahalari o kadar genis tutulmustur ki, A. Süheyl Ünver bunlarin isimlerini tek tek vermekte ve bunlarin vakfiyelerine göre faaliyetlerini anlatip ortaya koymaktadir.

Osmanli devlet ricalinin, diger ilmî ve sosyal müesselerde oldugu gibi sihhî müesselerle de yakindan ilgilendikleri, bu sahanin adamlarini destekleyip koruduklari anlasilmaktadir. Nitekim, daha devletin kurulus yillarinda ilk Osmanli hastahânesinin Sultan Orhan tarafindan Bursa'da açildigi bilinmektedir. Böylece devletin tipla olan ilgisi daha o zamanlarda ortaya çikmis olmaktadir. Bununla beraber, Osmanlilarin, tam teskilâtli diyebilecegimiz ilk hastahânesi, Bursa'da Hicrî 801 (M. 1399) tarihinde Yildirim Bâyezid tarafindan sehrin dogusunda ve Uludagin eteginde kurulmustur. 1400 senesi Mayisinda, Bursa kadisi Molla Fenarî Mehmed b. Hamza tarafindan vakfiyesi tertip edilmis olan bu hastahânede, vazife görmek üzere, Sultan Bâyezid, Memlûk hükümdari Zâhir Berkuk'tan üstad bir tabib göndermesini rica etmis, o da Semseddin Sagîr isminde bir tabib yollarinsti.

Fâtih Sultan Mehmed, Istanbul'da Sahn-i semân ve Tetimme medreseleri ile Câmi ve imâreti yaptirdiktan sonra bir de hastahâne yaptirir. Hastahâne Hicrî 875 (M. 1470) yilinda hizmete girer. Vakfiyedeki kayitlara göre burasi, hastahâne ile hastalara yemek pisirecek imâreti hâvi olmak üzere iki kisimdi. Hangi din, mezheb ve irka mensub olursa olsun, hastahaneye hazakat sahibi iki tabib ve yardimcilari ile, hastalarin ilaçlarini hazirlayan bir eczaci, bir göz hekimi ve bir cerrah tayin edilmesi vâkifin sartlan arasinda yer almaktadir. Yine vakfiyeye göre tabiplerin her birine günde yirmi, eczaciya alti,, göz hekimi ile cerraha sekizer akça verilecektir. Bundan baska, hastalara bakacak hizmetçiler, kâtipler, asçilar, vekilharçlar vs. gibi hizmetliler sinifinin durumu da en ince teferruatina varincaya kadar vakfiyede açiklanmistir.

Bu hastahânede, mevcud hastalardan baska, hariçten ayakta tedavi için gelen fakir hastalar, haftada bir gün muayene edilerek ihtiyaçlari olan ilaçlar, karsiliksiz olarak kendilerine verilirdi. Günümüzde oldugu gibi asçilar, tabiblerin isteklerine göre yemek pisiriyorlardi.

Osmanli diyarinda kurulan önemli hastahânelerden biri de Kanunî Sultan Süleyman tarafindan tesis edileni idi. 965 (M. 1557) tarihinde tertip edilen vakfiyeye göre, Süleymaniye dâru's-sifâsi kadrosunda birisi otuz akça yevmiyeli bashekim olmak üzere digerleri yirmi ve on akça yevmiyeli üç hekim; biri alti digeri üç akça yevmiyeli iki cerrah ile ayni yevmiyeli iki göz hekimi ve bir eczaci ile iki eczaci kalfasi, bir vekilharç, bir kâtip, dört serbetçi (surup yapan) bir kilerci, hastalara hizmet eden ve akil hastalarini zapteden dört kayyum, iki çamasirci, bir berber ve bir tellâk vardi. Her gün kullanilacak ilâç için, bashekimin emrine üçyüz akça gibi külliyetli miktarda bir para verilmisti.

Süleymaniye hastahânesinde akil hastalan için ayri bir kogus bulunmaktaydi. Her sabah erken saatlerde açilan hastahânede hariçten gelen hastalar da ögle vaktine kadar muayene edilirlerdi.

Süleymaniye hastahanesinden baska tip medresesine yirmi akça yevmiyeli bir müderris (profesör) tayin edilmisti ki, bunun vazifesi, nazarî tip bilgisini ögrenecek olan talebeye ders vermekti."

Islâm dünyasinda ilim ve ibadet birbirinden ayrilmayan iki unsur olarak kabul edildigi için tip ilmi ve hastahânelerle ilgilenmek bir emir olarak telâkkî ediliyordu. Hattâ, Emevî halifesi Velid tarafindan Sam'da kurulan tam teskilâtli ilk hastahaneden önce de tip ilmi câmilerde tedris ediliyordu. Islâm egitim tarihi ile ugrasanlar, bunu yakindan bilirler. Keza yine Emevîler döneminde Fustat'ta Zukaku'l-Kanadil adi verilen ve cüzzamlilara bakan bir hastahâne açilmisti. Bu gelismeler, Islâm dünyasinda tibbî bazi kesiflere de sebep olmustu. Nitekim kan dolasiminin kesfi, mikrop ve diger bazi hastaliklara ait ilâçlarin bulunmasi, ilk akla gelenler arasinda zikredilebilir. Buna karsilik Bati dünyasinda herhangi bir ilaçla tedavi olmak, taniya güvensizlik olarak kabul ediliyordu. Dinden baska ilâç aramak, mânevî ilaçlardan baskasini kullanmak, hele hekim olarak, eliyle bir seyler yapmak, cerrah araçlari kullanmak büyük bir serefsizlikti. Hastalanan veya yaralanan bir hiristiyan, önce bütün günahlarini itiraf edecek, daha sonra Isa'nin eti diye kutsal ekmegi yiyecek ve sonra da Allah'a güvenecektir. Batida, hastalarin alindigi yurtlar XII. asirdan sonra kuruldu. Bu da Haçli seferleri vâsitasiyle taninan Araplar örnek alinmak suretiyle gerçeklesti. Bununla beraber buralarda hekim bulunmazdi. Kilisenin anlayisina göre hasta bakimi, iyi etmek için degil, sadece izdiraplari hafifletmek içindir. Bu hastahânelerin ilklerinden biri ve zamanindakilerin dediklerine göre en iyisi Paris'teki Hotel-Dieu (Allah'in hani) idi. Bu hastahânede tugla döseli zeminin üzerine saman yigilmisti. Hastalar bu samanlarin üzerinde birbirine sokulup yatiyorlardi. Birinin basi, ötekinin ayaklarina gelecek sekilde siralanmislardi. Ihtiyarlarin yaninda çocuklar, hattâ kadin ve erkek karmakarisik yatmaktaydi. Bulasici hastaliklari olanlar ile sadece hafif bir rahatsizligi bulunanlar yan yana yatmaktaydilar. Tifo hastaligina yakalanmis olan atesler içinde sayiklarken, veremli biri öksürüyor, deri hastaligi olan da derilerini yirta yirta kasiyip kanatiyordu.

Bati dünyasindaki hastahâneler bu durumda iken, Islâm dünyasindaki hastahâneler insani masallar diyarindaki saraylarda yasatiyormus gibi huzur veriyordu. Sigrid Hunke, Islâm dünyasinin hastahânelerinden birinde yatan bir hastanin mektubundan bahseder. Gerçekten, bu mektup okundugu zaman, yukaridaki sözlerimizin günümüz insani için bile bir hikâyeye benzedigini söylemek pek yanlis olmayacaktir. Ama bütün bunlar, Islâm hastahâneleri için tabiî olan bir seydi. Bu mektuptan bazi pasajlari almak suretiyle, Islâm dünyasinin, hastahânelere ne denli ehemmiyet verdigini anlayabiliriz:

"Babacigim, benden para getirmenin lâzim olup olmadigini soruyorsun. Taburcu edilirsem hastahâneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalismaya baslamak zorunda kalmayayim diye bes altin verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel. Ben, operasyon salonunun yanindaki ortopedi servisinde yatiyorum. Eger büyük kapidan girersen, güneydeki revak boyunca yürü. Düstükten sonra beni getirdikleri poliklinik oradadir. Orada her hastayi önce asistan hekimler ve ögrenciler muayene eder. Birinin yatmasi gerekmiyorsa reçetesini verirler, o da hemen yandaki hastahâne eczanesinde ilacini yaptirir. Muayeneden sonra beni orada kaydettiler. Sonra bashekime götürdüler. Daha sonra da bir hademe beni erkekler kismina tasidi. Hamama da girdikten sonra tan-i bir hastahâne elbisesi giydirdiler.

"Sonra kütüphaneyi sag tarafta birakir ve bas hekimin ögrencilere ders verdigi büyük konferans salonunu geçersin. Avlunun solundaki koridor, kadinlar tarafina gider, onun için sag tarafi tutmalisin, iç hastaliklari bölümü ile cerrahî kisminin önünden geçmelisin. Eger bir yerden musikî ya da sarki sesi duyarsan, içeriye bir bak. Belki de ben, iyilesmis olanlarin toplanti salonundayimdir. Biz orada mûsikî ve kitaplarla oyalaniriz.

"Bas hekim bu sabah, asistan ve bakicilarla viziteye çiktiginda beni muayene etti, servis hekimine anlamadigim bir seyler not ettirdi. O da sonradan bana, bir gün sonra ayaga kalkabilecegimi ve çok geçmeden taburcu olabilecegimi söyledi. Ama canim buradan çikmak istemiyor. Yataklar yumusak, çarsaflar bembeyaz, battaniyeler yumusak ve kadife gibi. Her odada akar su var, soguk gecelerde her oda isitiliyor. Hemen her gün midesi kaldiranlara kümes hayvanlari ve koyun kizartmalari veriliyor... Sen de sonuncu tavugum kizartilmadan önce gel."

Kitabin müellifi, bu konuda daha fazla bilgi vermekte ve "bu mektupta anlatilan sartlari hiç tereddütsüz o kadar övündügümüz yirminci yüzyilimiza koyabiliriz" demektedir.

Sarax
09-22-2008, 15:52
OSMANLILARDA EGITIM VE ÖGRETIM

Islâm ülkelerindeki ilmî hayatin gelismesinde XI. asrin müstesna bir yeri vardir. Zira bu asirdan itibâren sistemli bir egitim ve ögretim mahalli olarak medreseler, halkin kültürel ve dinî anlayis bakimindan yetisip gelismesinde faal bir rol oynamaya basladilar. Osmanlilar döneminde ise medreseler, hem program,hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler. Bu bakimdan, Osmanli sehirlerinin fizikî gelismesinde de medreselerin önemli bir yeri oldugu söylenebilir.

Osmanlilar, medrese egitimi ve dolayisiyla ilim ve bu sahanin adamlarina deger verdiklerinden, bunlarin tahsil ve egitim konusunda karsilasabilecekleri her türlü sikintiyi ortadan kaldirmaya çalismislardi. Bu devlette ilim ve mensuplarina itibar edilip saygi gösterildigi için Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi birçok Islâm ülkesinden bilginler Istanbul'a akin etmisti. Bu akin sebebiyle devletin merkezi olan Istanbul, yavas yavas Islâm dünyasinin ilim merkezi haline gelir.

Osmanlilar, medreselerdeki egitim ve ögretim faaliyetlerini vakiflar vasitasiyla devam ettirdiler. Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunlarin giderlerini saglamak için vakif kurmasindan sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensuplari ve maddî durumu iyi olan halk tarafindan pekçok medrese insa olunmustu. Yalniz Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da insa edilen medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Fetihten XIX. asra kadar Istanbul'da insa edilen medrese sayisi 500'ü asmaktadir. Ancak bunlarin büyük bir kismi yangin ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yikilip yok olmus veya terk edilmistir.

Orta ve yüksek ögretimi gerçeklestiren Osmanli medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafindan 731 (1330) tarihinde Iznik'te açilmisti. Orhan Gazi, bu medrese için vakiflar kurmustu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakif köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Subat 1724) tarihli bir "arz" (arsiv belgesi), Iznik'e bagli Kozluca Köyü'nün, adi geçen medreseye vakfedildigini göstermektedir.

Ilk dönem Osmanli ilim hayati hakkinda bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanli Devleti'ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde baslamisti. O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Sögüt'te yeni imparatorlugun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karsi da gayet mütesebbis idi. Ilmî yönden ilerlemeyi ve en azindan eski medreseleri olduklari gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdi ve oglu Orhan Gazi, Iznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanli medreselerinin en yüksegi olarak bakilacak olan bir medrese yaptirdi. Yeni kurulmus (731/1330) ve kendi ismi ile adlandirilmis olan bu medresenin idaresi, Islâm âlemindeki diger bütün medreseler gibi müderris titri altinda Seyh Davud-i Kayserî'ye verildi."

Iznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV. yüzyilda da korumus ve bu yüzden sehre "âlimler yuvasi" ünvani verilmisti. Iznik Medresesinin yetistirdigi ünlü âlimlerden biri de Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi Molla Fenarî'dir. Osmanlilarin, ilk birbuçuk asir içinde yaptirmis olduklari medreselerin derece ve sinif itibariyle en mühimleri Iznik, Bursa ve Edirne'de idi. Devletin kurulusu esnasinda Iznik Medresesi, beyligin birinci sinif medresesi idi. Bu medresede yapilan egitim ve görülen ögretimin derecesi hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisligine (Ögretim Üyeligi'ne) tayin edilmis olan sahislar, bunlarin hayatlari ve eserleri, dolayisiyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir egitim ve ögretim kurumu oldugu düsünülebilir. Gerçekten Kahire'de ihtisasini yapip memleketine dönen ve orada birçok talebe yetistiren Davud-i Kayserî (öl. H. 751/M. 1350)'nin söhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek Iznik'te yaptirdigi medreseye müderris olarak tayin eder. Iznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî'nin üvey oglu Sadreddin Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adli eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl. 1329)'nin halifesi olup yüksek tahsilini Misir'da yapmisti. Davud'un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasinda sayiliyorlardi. Bu nokta göz önünde tutulursa Iznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli egitim ve ögretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir.

Bursa'nin fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayi Iznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alir. Orhan Gazi'den sonra oglu Murad (Murad Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski Kaplica civarinda bir câmi, medrese ve imâret yaptirarak, bu konuda babasindan asagi olmadigini göstermisti.

Yildirim Bayezid, Hisar disinda bir câmi ve medrese yaptirmakla Bursa'nin bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve sehrin hisar disina tasmasi ile genislemesini sagladi. Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurdugu medrese, digerlerine nazaran ayri bir hususiyete sahiptir. "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Sah Efendi (öl. 839/1435)'dir. Molla Semseddin Fenarî'nin oglu olan bu zatin ilk dersinde ögrencilerden baska Bursa'nin belli basli âlimleri de hazir bulunmus, yeni müderris Mehmed Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermisti. Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî sekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmistir. Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra Iznik medresesi, ikinci dereceye düsmüstü. Buna karsilik bir ilim merkezi olarak Bursa ilk siraya yükselmisti. Bu durum, Sultan II. Murad'in Edirne'de Üç Serefeli Câmii yanindaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Murad zamaninda 841 (1437) yilinda baslanarak bazi ârizalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Serefeli Câmii yanindaki medrese ile Dâru'l-Hadis, o tarihte Osmanli ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldi. Böylece, Bursa'daki Sultaniye Medresesi, gerek egitim ve ögretim, gerekse tahsisati bakimindan ikinci dereceye düstü. Üç Serefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese ögretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi. Halbuki bundan önce Iznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi.

Görüldügü gibi Bursa'nin fethinden hemen sonra orada da çesitli medreseler kuruldu. Suurlu ve ne yaptigini bilen bir politika sonucu sinirlari yavas yavas genisleyen Osmanli Devleti'nde, pekçok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farkli sahalara hizmet veren kurumlari açmakta adeta birbirleri ile yarisiyorlardi. Örnek olmasi bakimindan sadece Istanbul'un 1453 yilindaki fethinden sonra Fatih'in yaptiklarini vermek istiyoruz. Buna göre otuz yillik hükümdarligi döneminde basta Istanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çesitli sehirlerinde 85'i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çesitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptirdigi görülmektedir. Bunlarin çogunun zamanla yikildigina da isaret etmek gerekir.*

764 (1363) tarihinde Edirne'nin fethinden sonra, Rumeli'deki fetihlerin daha saglikli ve basarili olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir. Edirne'nin devlet merkezi olmasi, burada da medreselerin hizla açilip çogalmasina sebep olur. Zira biraz önce de görüldügü gibi herkesten önce devletin basinda bulunanlar, bulunduklari yerlerde egitim kurumu açmayi bir gelenek haline getirmislerdi. Böyle bir anlayistan dolayidir ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulundugu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yogunlastigi merkez oluyordu. Nitekim Istanbul'un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler. Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meshur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir.

Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmisti. Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamiyorsak da Fatih'in tashihinden ve külliye müderrislerinin tedkikinden geçen meshur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz. O halde bu tabir, Fatih'ten günümüze kadar gelmektedir. Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz. Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacagi açikça belirtildigine göre buralarda tip, fikih (Islâm hukuku), hey'et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu. Bu büyük medreselerin odalarinda birer yüksek ilim talebesi (danismend) oturuyordu. Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branslarina göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adami, maliye ve devlet memuru oluyorlardi. Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu.

Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim usulü, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir metod takip etmis olup, medreselerin sayilari arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir düzene tabi tutulmuslardi. Bunun içindir ki ilk defa Sultan II. Murad, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmed tarafindan medreselerin bir siniflandirilmaya tabi tutuldugu görülür. Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapilmasi, Osmanli ülkesindeki medrese teskilâti için bir yenilik sayilmaktadir. Onun için kisa ve özet bir sekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz.

Fatih'in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandirilan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Istanbul'u feth ettikten sonra, Imparator Jüstinyen'in esi Teodora tarafindan yaptirilan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptirir. Daha sonra câminin dogu ve bati kismina "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yapti ki, bunlar yüksek tahsil içindi. Bunlarin arkalarinda da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine ögrenci yetistiren sekiz medrese daha yaptirir. Vakfiyedeki bilgi ve Âli'nin kaydina göre burasi Istanbul'un ortasina denk geldigi için buraya sahn denmistir. Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programini Vezir Mahmud Pasa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kusçu tertip etmislerdir. Dördü câmiin dogu kisminda, dördü de bati tarafinda bulunan bu medreselerden her birinin ondokuz odasi vardi. Sekiz müderristen her birinin birer odasi ve elli akça yevmiyesi vardi. Ayrica, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi. Her medresenin onbes odasina ikiser akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danismend" konuldu. Geri kalan iki oda da kapicilarla ferras denilen temizlik isçilerine tahsis olundu.

Sahn medreselerinin arka taraflarinda yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danismend yetistirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn' ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha insa edilmisti. Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi.

Sahn medresesi talebelerine danismend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu. Tetimmelerden her hücreye üç ögrenci konmustu. Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarina sarf edilmek ve mum parasi olmak üzere 5'er akça tahsis edildigi gibi yemekleri de imâretten veriliyordu.

Bilindigi gibi egitim ve ögretim, hiç bir devletin vazgeçemeyecegi bir mecburiyettir. Bununla beraber her devlet, vatandasini, kendi sartlari, ihtiyaçlari ve ileriye dönük hedeflerini gözönünde bulundurarak yetistirmeye çalisir. Osmanli Devleti de vatandasini kendi durum ve sartlarina uygun bir sekilde yetistirmeye gayret etmistir. Bu gayenin tahakkuku için de egitim ve ögretim müesseseleri kurmustur. Devletin kurulusu ile baslayip, yikilisina kadar çesitlenerek gelisen bu müesseseler, devlet ve çogunlukla vakiflar vasitasiyla kuruluyorlardi. Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayirabilecegimiz gibi, örgün ve yaygin egitim müesseseleri diye de ayirmak mümkündür.

Sarax
09-22-2008, 15:52
ÖRGÜN EGITIM MÜESSESELERI

Bu müesseseler, belirli yas ve bilgi seviyesindeki insanlari, yine belirli zaman ve disiplinlere göre yetistirmek üzere kurulmus bulunan müesseselerdir. Bu kuruluslarin, sivil ve askerî olmak üzere iki sahada sekillendiklerini görüyoruz. Bir bakima, özel egitim ve ihtisas konusuna girdigi için askerî müesseseleri daha sonraya birakip sivil egitim kurumlarindan bahsetmek istiyoruz. Bu arada, yaygin egitim müesseseleri diyebilecegimiz, câmi ve tekke gibi kurumlardan bir önceki ciltte bahsedildigi için burada bunlara temas edilmeyecektir.

Sarax
09-22-2008, 15:52
SIBYAN MEKTEPLERI

Ilk tahsil veren bu mektepler, 5-6 yaslarindaki çocuklara okuyup yazma, bazi dinî bilgiler ve dört islemden ibaret olan matematik derslerini verirdi. Islâm dünyasinin ilk asirlarinda "Küttâb" adiyla tanidigimiz bu okula, Müslüman Türk devletlerinden Karahanli ve Selçuklularda "Sibyan Mektebi" deniyordu. Osmanlilar'da ayni okula bu isimle birlikte "Dâru't-tâlim", "Mektep", "Tas Mektep", "Mahalle Mektebi", "Mektephâne" ve "Mekteb-i Ibtidâiye" gibi isimler veriliyordu. Osmanlilar'da bu mektebin hocasina "Muallim", yardimcisina da "Kalfa" veya "Halife" denilmekteydi. Süleymaniye Vakfiyesi'nde bu mekteplere tayin edilecek hoca ile yardimcisinin özellikleri su ifadelerle tesbit edilmis bulunmaktadir:

"Ve mekteb-i mezbûrda bir ehl-i tecvid, hâfiz-i Kelâm-i Mecid (Kur'an), ilm-i kiratta ferîd ve salâh u siyânette resîd, sevâyib-i maayib-i töhmetten (saibe ve ayiplar töhmetinden) ma'sûm ve zühd ü felâh ile mevsûm ilm-i fikha vâkif ve vâcibât-i sünen-i salâta ârif kimesne muallim olup, sibyân-i fukara (fakirlerin çocuklari) ve fukara-i sibyâna ta'lim-i Kur'an-i Azîm ve salâta müteallik mesaili tefhim edüp sibyan otuz adetten eksik olmaya ve ücret almaya ve vazife-i yevmiyesi sekiz akça ola.

"Ve bir sâlih u mütedeyyin, salâh u zühd ile ma'ruf u müteayyin, ehl-i Kur'an kimesne dahi mekteb-i mezburda halife olup atfal u sibyâna ta'lim-i heca ve Kur'an eyleye ve muallime halef olup huzur u magibinde ikamet-i hizmet edicek vazife-i yevmiyesi üç akça ola."

Sibyan okullarinin müfredatinda zaman içinde degisiklik ve gelismeler oldugu görülür. Bütün bu degisiklik ve gelismeler, gerek Fatih, gerek II. Bayezid, gerekse daha sonraki dönemlerde çokça olmustur. Nitekim Sultan I. Mahmud'un annesi tarafindan Galata'da yaptirilan mektebin vakfiyesinde "Fenn-i kitabette mahareti müsellem ve ta'lim-i mesk-i hatta a'lem bir kimesne hâce-i mesk olup" denilmektedir. Keza Sultan I. Abdülhamid'in vakfiyesinde de "bir hattat üstad ta'lim-i hatta sahib-i itiyad kim ise mekteb-i serife müdavemet eden sibyâna hâce-i mesk olup edâet ve sinaat-i hat ile eday-i hizmet eyleye" denilmektedir. Bütün bunlardan baska Sultan I. Mahmud'un 15 Sevval 1152 (4 Aralik 1739) tarihli vakfiyesinde buraya bir de hat hocasi tayin ettirdigi ve çocuklara güzel yazi ögretilmesini emrettigi anlasilmaktadir.*

Sultan II. Mahmud tarafindan 1824'te isdar edilen "Talim-i sibyân hakkinda ferman" da ise öncelikle zârurat-i diniyyenin ögretilmesi sart kosulmus ve muallimlerden çocuklara Kur'an talimi, tecvid ve ilmihal okutmasi istmistir. Tanzimatin ilanindan bir müddet önce (1838)'de Umur-i Nafia Meclisi'nde mektepler için hazirlanan bir layihada mektepler küçük ve büyük olmak üzere ikiye ayrildigindan programlari da ona göre tertip edilmisti.

Ögrencilerin, Sümerlerde siralara, Yunan'da iskemlelere oturmalarina karsilik, Islâm mekteplerinde hocanin etrafinda halkalar meydana getirip yere oturduklari görülmektedir. Misir, Yahudi ve Japon mekteplerinde de ögrencilerin yere oturduklari bilinmektedir. Osmanlilarda çocuklarin 4-5-6 yaslarinda okula basladiklari; Anadolu'da daha çok dört, Istanbul'da bes-alti yaslarinda mektebe gittikleri görülmektedir. Tanzimattan önce çocuklarin bir san'ata verilmeden önce mektebe gitmeleri, buna riayet etmeyen ebeveynin cezalandirilacagina dair olan Sultan II. Mahmud'un fermanina göre böyle çocuklari yaninda çirak olarak bulunduran kimselerin de ayni cezaya çarptirilacagi nazar-i dikkate alindiginda, bu dönemden itibaren ilk ögretimin mecburi hale getirildigi söylenebilir.

Sibyan mekteplerinin tahsil süreleri hakkinda kuruluslarinin baslangicinda kesin bir müddet söylemek mümkün degildir. Herhalde bu, ögrencinin zeka, çaliskanlik ve okunmasi gereken kitaplarin bitirilmesi ile ilgilidir. Bununla beraber 1846 tarihli bir tezkireden, sibyan mekteplerinin tahsil müddetinin 4 yil oldugu anlasilmaktadir. 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi'nde de bu müddet muhafaza edilmekte ve mektebe devam mecburiyet yasi erkekler için 7, kiz çocuklari için 6 olarak tesbit edilmektedir.

Osmanli toplumunda bir çok müessesede oldugu gibi sibyan mektepleri de hayir sahipleri tarafindan vakif seklinde kurulmaktaydi. Binaenaleyh Osmanli ülkesinin her tarafinda bu maksatla kurulmus vakiflari görmek mümkündür. Bu bakimdan bu mekteplerin sayilari, günümüzün ilkokullariyla kiyaslanamayacak kadar büyüktü. Evliya Çelebi kendi devrinde sadece o günün Istanbul'unda 1933 sibyan mektebi bulundugunu kaydetmektedir. Sibyan mektepleri, Osmanli'nin klasik devrine aid birer müessese olmalarina ragmen isim ve müfredattaki degisiklikleri ile beraber Cumhuriyet dönemine kadar gelmislerdir

Sarax
09-22-2008, 15:52
TASRA TESKILÂTI

Osmanli fetih geleneginin en önemli özelliklerinden biri, fethedilen yerlere hukuku temsilen bir kadi'nin, idareyi temsilen bir beyin (subasi)tayin edilmesidir. Orhan, I. Murad ve Yildirim Bâyezid zamanlarinda gerçeklestirilen fetih hareketleri ile devletin sinirlari bir hayli genisledigi gibi, teskilatlanma da o ölçüde hizlanmistir.

Zamanla sinirlari genisleyip büyüyen Osmanli Devleti'nin merkezden idare edilmesi zorlasiyordu. Bu güçlügü gidermek ve halkinin ihtiyaçlarina cevap verebilmek için, yabancilarin hâlâ hayran olduklari ve adina "Osmanli Düzeni" dedikleri devlet nizami gelistirildi. Iste bu nizam sayesinde Osmanlilar, alti asirdan daha fazla bir süre idarede kalmayi basardilar.

Osmanli Devleti'nde tasra idaresi, asagidan yukariya köy, kaza, sancak ve beylerbeyilik olmak üzere idarî ve askerî taksimata tabi tutulmustu. Reâya denilen köy halki da "dirlik", "vakif ve "mülk" reâyasi olmak üzere üç sinifa ayrilmisti. Köylerin birlesmesiyle kazalar, kazalarin birlesmesinden sancaklar, sancaklarin birlesmesinden de eyaletler ortaya çikmisti. Bununla beraber Osmanli Devleti'nin ilk dönemlerinde eyâlet, vilayet, liva, kaza ve nahiye gibi tabirlerin, birbirlerinin yerine kullanildigi da olmustur. Nitekim Eyâlet-i Rûm (Sivas-Amasya) yerine "Nahiye-i Rûm" tabiri kullanildigi gibi eyalet tabiri de o zamanlar için pek açik ve belli bir mânâyi ifade etmiyordu. XV. asir ortalarinda eyâlet kelimesi, beylerbeyilikten ziyade, küçük mintikalari gösteriyordu. Idarî teskilatta en fazla öneme sahip birimler, kaza ve sancaklardi. Kazalarda yönetici sinif olarak kadi, alaybeyi ve subasilar bulunurdu. Bunlardan kadilar, askerî olmayan ser'î ve hukukî hususlardan sorumlu olduklari gibi kazanin iasesinin temini, belediye, adliye, devlet tarafindan merkezden istenilen seylerin temin ve tedariki ile de sorumlu idiler. Subasilar, kazanin genel güvenligini (asayisini) saglamakla vazifeliydiler. Askerî meseleler de alaybeyinin yetkisinde idi. Beylerbeyine bagli kazalarda ise inzibat ve askerî idare, timar subasisina aitti. Osmanli tasra teskilâti, uzun ve çesitli merhalelerden geçtikten sonra XVI. asirda Rumeli, Anadolu, Arabistan ve Kuzey Afrika'da en gelismis sekline ulasmisti. Osmanli eyâlet idaresi, kendinden önceki Türk ve Müslüman devletlerine ait idarelerden bir çok temel unsuru almis olmakla birlikte bu teskilati hayli gelistirmistir. Tasra teskilâti bakimindan yönetici olarak dikkatleri çeken iki görevli bulunmaktadir. Bunlar: Beylerbeyi ile Sancakbeyi isimlerini tasiyan kimselerdir.

Sarax
09-22-2008, 15:53
BEYLERBEYI

Osmanli Devleti'nde mîrimîran, emirülümera ve XVIII. yüzyildan itibaren de vali gibi kelimelerle ifade edilen beylerbeyi, çok büyük ve itibari yüksek bir görevli idi. Osmanlilarin ilk dönemlerinde sadece bir beylerbeyi bulunur ve bütün ordu islerinden sorumlu olurdu. Hükümdardan sonra sözü en fazla geçerli olan o idi. Bu devlette ilk beylerbeyi olarak bilinen kimse Orhan Gazi'nin oglu Süleyman Pasa idi. Onun vefatindan sonra bu vazife, Lala Sahin Pasa'ya verilmisti. Fakat Sultan I. Murad zamaninda Çandarli Halil Hayreddin Pasa'nin ordu komutanligini da eline almasi üzerine beylerbeyilerin önemleri bir dereceye kadar azalmis gibi görünse de nüfuzlari yine de devam ediyordu. XIV. asir boyunca beylerbeyi, tasra kuvvetlerin komutani ve çesitli sancaklara dagilmis beylerin âmiri durumunda idi. Bu dönemde beylerbeyiler, belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu islerinden sorumlu idiler.

Rumeli'de fetihlerin devam ettigi ve hükümdarin da Anadolu'da bulundugu siralarda Rumeli'deki beylerin amiri olan kisi, Rumeli Beylerbeyi haline gelmisti. Nitekim Orhan Bey'in ordu komutani olan oglu Süleyman Pasa'nin beylerbeyi olmasi bu sekilde olmustu. Rumeli'de fetihlerin artmasi ile Anadolu ve Rumeli'nin tek komutan ile idaresi mahzurlu görülerek beylerbeyilik Rumeli ve Anadolu olmak üzere ikiye ayrildi. XV. yüzyilda bu iki beylerbeyilige Rum (Sivas-Amasya) ve Karaman beylerbeyilikleri de ilave edildi. Böylece beylerbeyilik sayisi dörde yükseldi. Yavuz devrinde Diyarbekir, Haleb ve Sam eyâletleri teskil edildi. Kanunî'nin uzun süren saltanati döneminde Dulkadir, Cezayir-i Bahr-i Sefid, Cezayir-i Garb, Erzurum, Musul, Bagdad, Yemen, Budin, Basra, Van, Timasvar, Lahsa, Trablusgarb ve Habes olmak üzere on dört yeni eyâletin teskil edildigi, II. Selim devrinde Kefe, K.ibns, Tunus ve Trablussam olmak üzere dört eyâletin daha kuruldugu, böylece III. Murad devrine gelindiginde 25 eyâletin teskil edilmis oldugu görülmektedir. Daha sonraki tarihlerde beylerbeyilerin sayilari artmakla birlikte selâhiyetleri tahdid edildi. Nitekim bölgelerindeki sancakbeylerinin tayinlerinin dogrudan dogruya merkezden yapilmasi ve sancakbeylerinin hem yönetimde hem de seferlerde sultanin emri ile ayri olarak görevlendirilebilmeleri, beylerbeyilerin otoritelerini smirlandinyordu.

Beylerbeyiler, kendi bölgelerinde bütün "umur-i siyasette" sultanin temsilcisi olmak, beylerbeyi divaninda askerî hususlara dair meseleleri halletmek, güvenligi saglamak, timar tevcihi ve terakkilerini yürütmek gibi vazifelerle yükümlü idiler. Beylerbeyiler, kendi bölgelerindeki sancakbeyleri ile timarli sipahileri maiyetine alarak emr edilen yerde orduya katilmak zorunda idiler. Beylerbeyi seferle görevlendirildigi zaman yerine vekil olarak "mütesellim" denilen birisini birakirdi. XVI. yüzyildaki yetkileri her ne kadar bütün sancakbeyleri, kadilar ve diger görevlilerle halk nazarinda "hakim ve vali" olarak tayin edilmisse de özellikle sancakbeyleri üzerinde sadece bir teftisten öteye gitmemistir. Eyâlet içinde sadece kendi sancagi (merkez sancak)nin idaresinden sorumlu tutulmustu.

Iki tug ve haslari bulunan beylerbeyiler, vilayet merkezinde otururlardi. Anadolu beylerbeyiligin merkezi Kütahya, Rumeli beylerbeyilerinki ise Manastir sehri idi. Bunlarin kalabalik bir maiyetleri bulunurdu. Merkezdeki adlî ve hukukî isler, kadi tarafindan görülürdü. Bölgesi ile ilgili isler, kendi baskanliginda toplanan bir divanda görüsülürdü. Hazineye ait isler mal defterdarinca, zeamet isleri timar kethüdasi, timar isleri ise timar defterdarinca yerine getirilirdi.

Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Kanunnâmelerde belirtildigine göre beylerbeyi olabilmek için Mal defterdari, beylik ile nisanci olanlar, besyüz akçalik kadilar ve dörtyüz bin akça hassi olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirlerdi. Rumeli beylerbeyi terfi ettigi zaman "Küçük vezir" yani Divan-i Hümâyun'da sonuncu vezir olurdu. Anadolu beylerbeyi terfi ettigi zaman da Rumeli Beylerbeyi olurdu. XVI. yüzyil ortalarina dogru istikrarli bir sekil alan Osmanli eyâletleri, sâlyâneli (= yillikli) ve sâlyânesiz (= yilliksiz) olmak üzere iki kisma ayrilmisti. Sâlyânesiz eyaletler daha çoktu. Bunlar: Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Haleb, Sam ve Trablussam eyaletleri idi. Bunlarin mahsulati, has, zeamet ve timara ayrilmis olup, hazine ve defterhaneden idare edilmekteydiler. Sâlyâneli eyâletler ise Misir, Habes, Bagdad, Basra, Yemen ve Kaptanpasa eyâletlerindeki bazi sancaklar ile Trablusgarb, Tunus ve Cezayir eyâletleri idi. Bunlarin mahsulati has, zeamet ve timara ayrilmayarak dogrudan dogruya hazine tarafindan yillik olarak beylerbeyi, sancakbeyi, asker vesairenin maaslari ayrildiktan sonra kalani devlet hazinesine gönderilirdi.

Osmanli Devleti'nde eyâletler, 40-50 senelik uzun bir arastirma ve tekemmül döneminden sonra askerî, siyasî ve idarî gelismeler ile zaruretler sonucunda kuruluyorlardi. Nitekim Cezayir-i Bahr-i Sefid, Kibns, Budin, Özi gibi eyaletlerin kurulusu, bu ifadelerin musahhas örnekleridir.

Sarax
09-22-2008, 15:53
SANCAKBEYI

Kelime olarak birçok mânâya gelen "Sancak", Osmanli tasra teskilatinda kazalarin birlesmesiyle tesekkül eden ve sancakbeyi denilen görevli tarafindan yönetilen idarî birimin adidir. XV. yüzyilda yaygin bir sekilde kullanilan sancak terimi, özellikle XVI. asirda idarî bir birim olarak Osmanli kanunnâmelerinde yer aldigi ve hazirlanan "Tahrir Defterleri"nde her birinin, kendine has ayri ayri kanunnâmelerinin bulundugu görülmektedir.

Bir tug sahibi olan sancakbeylerinin haslari vardi. Bunlar, bir harp vukuunda sancagi dahilindeki timarli sipahilerin toplanma mahalli olan yerlerde (Rumeli'de Isakçi ovasi) toplanmasini saglayip beylerbeyinin komutasi altinda harbe götürmekle mükelleftiler. Ayrica bunlar, mintikalarindaki serbest timar yerlerinden baska, idareleri altindaki sancaklarin hem idarî, hem askerî, hem de asayis islerinden sorumlu idiler. Keza bunlar, kalpazanlikla mücadele etmek, özel görev için gelen devlet memurlarina yardimci olmak ve görevlerinde kendilerine kolaylik saglamak gibi vazifelerle de yükümlü idiler. Sancaktaki suçlularin cezalandirilmasi da sancakbeylerine verilmisti. Nitekim kanunnâmede "tutulan kimesneyi sancakbeyi suçuna göre hakkindan gele" denilmektedir. Buna karsilik sancakbeyleri idarelerinde bulunan sancakta islenen cürümlerin vergilerinin tamamini veya bir kismini alirlardi. Bazi sancaklarda da "Çift resmi" ve "Resm-i arûsâne" gibi vergilerden paylari vardi.

Sancakbeylerinin dereceleri, sahip olduklan has gelirine göre tayin edilirdi. Kanunnâmelerde belirtildigi gibi bunlara dörtyüz bin akçaya kadar has verilmekteydi. Ogullarina ise otuz bin akçalik zeamet baglanirdi. Sancakbeyleri protokolda bütün agalarin üstünde bir yere sahiptiler. Devlet merkezindeki yeniçeri agasi, nisanci, mir-i alem gibi hizmet sahipleri, sancak beyi olurlarsa besyüz veya dörtyüz bin ile tayin edilirlerdi

Sarax
09-22-2008, 15:53
MEDRESELER

Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli medreseleri, orta ve yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi. Medrese, memleketin ihtiyaç duydugu kültürü veren ve elemanlari yetistiren bir egitim ve ögretim kurulusudur. Daha önceki devirlerde oldugu Osmanli'da da sahislar tarafindan tesis edilen ve yasamasi için vakiflar kurulan medreselerin hocalarina "müderris" (profesör), yardimcilarina da "muîd" (asistan, arastirma görevlisi) denirdi. Medrese talebesi ise "danismend", "suhte" veya "talebe" adlariyla anilirdi. "Sibyan Mektebi" veya o seviyede özel egitim görmüs olan kimseler, medreselere giderek muayyen hocalardan bir program dahilinde belirlenmis dersleri okurlardi.

Osmanli Devleti, mükemmel bir egitim, askerî ve idarî teskilâta sahip bulunuyordu. Bu teskilât, XVI. asirda, günümüzdeki modern devletlerin teskilâtlari derecesinde muntazam ve mürekkeb bir manzara arzetmektedir. Gerek egitim ve ögretim, gerekse diger teskilâtlarla ilgili durumu daha iyi kavrayabilmek için, binlerce defter ve milyonlarca vesikanin bulundugu Osmanli arsivini görmek gerekir. Kendinden önceki Müslüman devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da medreseleri genel anlamda iki grupta mütalaa etmek gerekir. Bunlar: genel egitim veren medreseler ile özel egitim ve ögretim veren ihtisas medreseleridir

Sarax
09-22-2008, 15:53
GENEL EGITIM VEREN MEDRESELER

Osmanlilar medreseyi, Selçuklu ve Anadolu beyliklerini örnek alarak kurdular. Bununla beraber Osmanli medreseleri, naklî ilimlerde Sam-Misir, aklî ilimlerde de Bagdat-Semerkant bölgelerinde yetismis ulemadan istifade etmisti. Daha önce de belirtildigi gibi Orhan Gazi, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurdugu zaman Kayseri ve Kahire'de tahsil görmüs olan Davud-i Kayserî'yi ilk müderris olarak tayin etmisti.

Bilindigi üzere Osmanlilar'da medrese egitimi hemen hemen devletin kurulusu ile baslamistir denebilir. Umumî bilgi veren medreselerde "ulûm-i Õâliye" denilen kelam, mantik, belagat, lugat, nahiv, matematik, astronomi, felsefe, tarih ve cografya gibi "âlet ilimleri" denilen ilimlerin yaninda "ulûm-i âliye" denilen Kur'an ilimleri ile hadis ve Islâm hukuku (fikih) gibi ilimler okutulurdu.*

Osmanli 'Devleti'nin, medenî gelismeye imkân veren birçok konuda oldugu gibi, egitim ve ögretimdeki açik politikasini sonuna kadar devam ettirdigini, ülkeye davet ettigi hocalar ile ilim adamlari sayesinde ögrenmistik. Bu bakimdan, ilk dönemlerde Osmanli medrese sisteminin Anadolu Selçuklu ve yine Anadolu Beyliklerinin medrese sistemi seklinde olacagini kestirmek kolaydir. Bununla beraber daha Yildirim Bâyezid devrinde bir düzenlemeye gidildigi, II. Murad döneminde Edirne'deki Halebiye Medresesi'ndeki* Tetimme ve yine burada Dâru'l-hadis Medresesinin açilmasiyla gelistigi ve nihayet köklü degisikligin Fatih Sultan Mehmed devrinde ortaya çiktigi bilinmektedir. Fatih zamanindaki medrese sistemi, Kanunî Sultan Süleyman'in Süleymaniye Medresesi'ni açmasina kadar devam eder.

Ister klasik dönemde olsun, ister Tanzimat'tan sonraki yeni dönemde olsun genel egitim medreseleri devirlerindeki ilimlerin birlikte okutuldugu medreselerdir.

Istanbul'da Sahn-i semân ve Tetimmeler yapildiktan sonra, Osmanli Devleti hududlari içindeki medreselerde yeni bir düzenlemeye gidildigine daha önce temas edilmisti. Buna göre asagidan yukariya dogru her derecede hangi ders ve kitaplarin ne ölçüde okutulduklarini kesin olarak söylemek pek mümkün görülmemekte ise de bazi vakfiye, kanunnâme ve biyografi sayesinde bunlari tesbit etmek kolaylasmaktadir. Genellikle müderrislerinin aldiklari yevmiye (günlük) miktarina göre de isimlendirilen Osmanli medreseleri, asagidan yukariya dogru söyle bir sira takib ederler:

Sarax
09-22-2008, 15:54
HASIYE-I TECRID (YIRMILI) MEDRESELERI

Bu sinifa giren medreseler, Seyyid Serif Cürcanî'nin Hasiye-i Tecrid adli eserinin adini tasimaktadirlar. Ilm-i Kelâm'a aid olan bu eser, Nâsiruddin Tusî'nin Tecridu'l-Itikad veya Tecridu'l-Kelâm adli eserinin hasiyesidir. Öyle anlasiliyor ki Hasiye-i Tecrid, bu medresede okutulan en önemli ders kitabidir. Belirtilen medresede, bu eserden baska yine Seyyid Serif'in fikha dair olan Serh-i Feraiz'i ve Sa'düddin Teftazanî'nin belagata dair Mutavvel'i okutulmakta idi.Öbür taraftan, bu medresede okutulan eserleri anlayabilmek için "ilm-i Sarf"tan Emsile, Bina, Maksud, Izzî, Merah, "Ilm-i Nahiv"den Avamil, Izhâr, Kâfiye gibi eserleri, Serh-i Isagoci gibi Arapça, Tevali gibi fikih usûlüne dair eserlerin de okunmus olmasi gerekir.

Sarax
09-22-2008, 15:54
MIFTAH (OTUZLU) MEDRESELERI

Bu medreseler de, belagat ilminden Sa'düddin Teftazanî'nin belagata dair eseri olan "Serh-i Miftah"in adini tasimaktadirlar. Bu medreselerde, Serh-i Miftah'tan baska fikihtan Tenkih ve Tavzih, kelâmdan Hasiye-i Tecrid'in devami ve hadisten Mesâbih okutuluyordu. Bununla beraber Hasiye-i Tecrid medreselerinde oldugu gibi bu medreselerde de baska eserlerin okutulmasi gerekir. Nitekim Kâtib Çelebi, Fatih Sultan Mehmed'in otuzlu medreselerde Miftah-i Meânî ve Sadru's-Seria'nin okutulmasini tayin buyurdugunu söyler.

Sarax
09-22-2008, 15:54
TELVIH (KIRKLI) MEDRESELERI

Müderrisine günlük olarak 40 akça verildigi için kirkli medrese diye anilan bu medreselerde belagattan Miftahu'l-Ulûm, usûl-i fikihtan Tavzih, fikihtan Radiyuddin Hasan Saganî'nin Mesariku Envari'n-Nebeviyye'si, Sadrusseria Ubeydullah b. Ishakî'nin Mesarik'i, hadisten de Begavî'nin Mesabih adli eseri okutuluyordu. Bütün bunlardan baska daha farkli eserler de ders kitabi olarak takib edilmislerdir.

Sarax
09-22-2008, 15:55
ELLILI MEDRESELER

Müderrislerine günlük (yevmiye) 50 akça verilen bu medreseler "Hâric" ve "Dâhil" olmak üzere ikiye ayrilirlar. Kirkli ve Hâric Ellili medreseler, Osmanlilar'dan daha önceki devirlerde Anadolu'da hükümran olan Anadolu Selçuklulari ile Beyliklerin hükümdar, hükümdar aileleri ve vezirlerinin yaptirdiklari medreselerdir. Dâhil medreseleri ise Osmanli padisahlari ile sehzade valideleri, sehzadeler ve padisah kizlarinin yaptirdiklari medreselerdir. Ellili medreselerin Hâric bölümünde: Fikihtan Hidâye, Kelâm'dan Serh-i Mevakif, Hadis'ten Mesâbih okutuluyordu. Dâhil bölümünde ise: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî okutuluyordu.

Sarax
09-22-2008, 15:55
SAHN-I SEMÂN MEDRESELERI

Daha önce de belirtildigi gibi Sahn-i Semân Medreseleri, Fatih Sultan Mehmed'in Istanbul'da kurdugu külliyede bulunan 8 medresedir. Bu medreseler, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan Süleymaniye Medreseleri kuruluncaya kadar en yüksek tahsil veren egitim kurumlari idi. Fatih vakfiyesinde müderrislerine yevmiye 50 akça tayin edilmisse de bazi müderrislerin burada kalarak terakki ettikleri, yani baska medreselere gitmeden yevmiyelerinin, bulunduklari yerde yükseltildigi ve böylece 60, 70, 80, 90 akçaya kadar çikarildiklari görülmektedir. Burada okutulan derslere gelince bunlar, daha öncekilerin bir devami mahiyetinde olmak üzere sunlardir: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih ve Serh-i Adûd, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî.

Biraz sonra temas edilecegi gibi bütün bunlar, naklî ilimler denilen ilimlerdir. Bunlarin yaninda tip, hendese, hey'et, cografya, mantik gibi aklî ilimlerin de okutuldugunu söyleyebiliriz. Hele Sahn-i Semân içinde bir de Dâru's-sifa denilen bir tip fakültesinin mevcudiyetini gözönünde bulundurarak burada hem teori hem de pratik olarak tibbin tahsil edildigini söyleyebiliriz.

Sarax
09-22-2008, 15:55
ALTMISLI MEDRESELER

Müderrisine yevmiye 60 akça verilen medreselerdir. Bu medreselerde okutulan dersleri söyle siralamak mümkündür:

Fikih: Hidâye ve Serh-i Feraiz

Usûl-i Fikih: Telvih

Kelâm: Serh-i Mevakif

Hadis: Buharî

Tefsir: Kessaf

Zaman zaman degisiklikler olmakla birlikte medreselerde okutulan bu derslerin yaninda "Cuz'iyât" adi verilen Hikmet (Felsefe), Hesap, Hendese (geometri) Hey'et (astronomi), Cografya, ilm-i zic (astronomi, cetveller), Ilm-i Nücûm (Yildizlar ilmi), tip ve Tesrih de vardir. Son asirlarda bunlara "Koltuk Dersleri" veya "Âlet ilimleri" de denmistir. Asil ilim subesini bitirenler yukarida isimleri verilen müsbet ilimleri tahsil edebilirlerdi. Nitekim bu branslara giren ilimleri Fatih medreselerinde bulunan fazil ve zu'l-cenaheyn (iki kanatli, iki bransta da söz sahibi) denilen âlimlerden ya genel mahiyette veya özel olarak tahsil ederlerdi. Her ne kadar isim olarak bunlara cüz'iyat deniyorsa da bunlar medreselerde bulunan esas derslerdir.

Osmanli dönemi genel egitim ve ögretim veren medreselerinde gerek aklî, gerekse naklî ilimlerde okutulan dersler zaman zaman degisik olagelmislerdir. Hatta bazi kaynaklarda bu derslerin isimleri manzum olarak verilmislerdir. Örnek olmasi bakimindan bunlardan, Fatih kütüphanesinde 4985 numarali eserin bos bir yerine ilave edilmis ve medreselerde okunan dersleri sira ile manzum olarak bildiren satirlari buraya aliyoruz.

Sarf okusan bir muhterem kisiden

Eline kitabin alsam olmaz mi?

Çalissan aferin dese isiten

Düsmanin bagrini delsen olmaz mi?

Emsile'yi ezber edüp süre gör

Maksud ile muradina ire gör

Izzî bilüb kaideye gire gör

Merah'i bir hosça bilsen olmaz mi?

Avamil ne derse âmil ol sen de

Misbah ile nur-i ilmi bul sen de.

Kâfiye'yi Câmi ile bilsen de

Kendini âlâ eylesen olmaz mi?

Mantik'in çok olur kiyl ile kali

Hacegâni hûb yazmistir akvali

Kutbeddin'den bilmek için eskâli

Seyyid-i Hasiye'yi bulsan olmaz mi?

Telhis'in dersine gark olup yanup

Muhtasar sözüne Mütavvel katup

Miftah'in üstüne Seyyid'i tutup

Ilim deryasina dalsam olmaz mi?

Menâr'in üstüne tut Ibn-i Melek

Tavzih u Telvih'e eris giderek

Pezdevî'de hâsil eylesen gerek

Usûlü mahlûlün alsan olmaz mi?

Bunlardan baska, Cüz'iyât denilen müsbet ilimler ile ilgili olarak da siirler kaleme alinmistir:

Hikmetten oku hem cüz'iyati

Fehm et cihani seyreder cihati

Hendese ilmin okursan evvel

Eskâl-i tesis serhin bil eshel

Ilm-i hesaptan oku hülasa

Ibn-i celi bul ersin havasa

Bil ilm-i hey'et bul Serh-i Çagmin

Berçendî'yi kil halline tayin

Ilm-i amelden bil usturlabi

Üç bist bâbi seyret dolabi

Rub'u Müceyyeb dogru ameldir

Oku amel kil kim bî-bedeldir.

Rub'u mukantar bil eyle seyran

Cografiya bil Takvim-i Büldan

Bil ilm-i ziycten fasl-i Tusî

Takvimin ol dürür ziba arusi

Ilm-i Nücum'dan ahkâmi bulma

Olacak olursan bos yorulma

Ahkâm-i necmi bilmek haterdir

Ahkâm-i ser'î bil muteberdir.

Okut ulumu cüz ile bile

Tesrih ilmin Tibb-i Nebiyle

Tesrihi seyret görsen de san'at

Tib ilmini bil, bul tende sihhat

Sarax
09-23-2008, 14:44
SÜLEYMANIYE MEDRESELERI

Osmanli medrese sistemindeki en büyük gelismelerden biri de süphesiz ki, Kanunî Sultan Süleyman döneminde meydana gelmisti. Kanunî devri, her sahada oldugu gibi medrese teskilâtinda da zirveyi ifade eder. Fatih Sultan Mehmed'in Sahn-i Semân medreselerinde Dâru's-sifa olmakla beraber henüz tip ve matematik fakülteleri yoktu. Bu medreselerde tefsir, hadis, kelâm ve edebiyat gibi dersler okutuluyordu. Bununla beraber buraya gelecek olan ögrenciler, günümüzün ifadesiyle ilk ve orta tahsillerinde matematik, geometri, astronomi gibi dersleri daha önce gördüklerinden bu neviden fen bilimlerine vâkif idiler.

Günün sartlari ve ihtiyaçlari gözönüne alinarak Süleymaniye medreselerine Tib, Riyaziye (matematik) ve Dâru'l-hadis ilave edildi. Süleymaniye Vakfiyesi'nden anlasildigina göre, Süleymaniye Câmii'nin kuzey tarafina düsen kisimda medrese-i evvel ve sâni denilen birinci ve ikinci medreselerle, kuzey doguda bir hamam, kible tarafinda bir dâru'l-hadis, caminin tam güneyine tesadüf eden kisminda medrese-i rabi' (4. medrese), bunun dogusunda da medrese-i sâlis (3. medrese), câminin güney batisinda tip medresesi ve eczahâne, câminin bati kismina düsen tarafinda ise imâret, tabhâne ve dâru's-sifa denilen hastahâne yapilmisti. Demek oluyor ki, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan vücuda getirilen medreseler manzûmesi (üniversite), Dâru'l-hadis, Tib, Riyaziye, Tabiiyye, Din, Hukuk ve Edebî tedrisat yapilan fakültelerden tesekkül ediyordu. Ayrica hastahâne, imâret, hamam, tabhâne vesair müstemilat bütün bu siteyi (külliyeyi) meydana getirmisti.

Câmi, medrese ve diger tesislerin temeli 7 Cemaziyelevvel 957 (24 Mayis 1550) senesi Persembe günü atilmis, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi tarafindan mihrabin temel tasi konmustu. Câmi, Sevval 963 (Agustos 1556) da bitmis ise de diger tesislerin bitis tarihi daha sonralari olmustur. Süleymaniye medreseleri içinde en yüksek olan Dâru'l-hadis idi. Müderrisi yevmiye 100 akça aliyordu. Diger müderrislerin yevmiyesi ise 60 akça idi.

Hâriç ve Dâhil derslerini gören bir ögrenci Hukuk, Ilâhiyat ve Edebiyat Fakültesi durumunda bulunan Sahn-i Semân medreselerine girmeyerek Riyaziyât ve Tip Fakültesi derslerini takib edecekse Musila-i Süleymaniye denilen medreselere devam eder. Buradan mezun olduktan sonra Süleymaniye Medresesi'ne devam edip yüksek tahsil yapabilirdi.

Böyle bir sistemle Kanunî, bir tarafdan Sahn-i Semân medreselerinin üstünde medreseler kurmayi gerçeklestirirken, bir taraftan da Osmanli medreselerinin pâyelerini yeni bir sisteme göre tanzim etmis oluyordu. Buna göre Osmanli medreselerinin asagidan yukariya dogru su sekli aldigi görülür:

1. Ibtida-i Hâric Medreseleri

2. Hareket-i Hâric Medreseleri

3. Ibtida-i Dâhil Medreseleri

4. Hareket-i Dâhil Medreseleri

5. Musila-i Sahn Medreseleri

6. Sahn-i Seman Medreseleri

7. Ibtida-i Altmisli Medreseleri

8. Hareket-i Altmisli Medreseleri

9. Musila-i Süleymaniye Medreseleri

10. Süleymaniye Medreseleri

11. Dâru'l-Hadis Medreseleri.

Görüldügü gibi Kanunî Sultan Süleyman devrinin en yüksek pâyeli medresesi, Süleymaniye Dâru'l-Hadisi idi. Daha sonraki dönemlerde Osmanlilarda birçok Dâru'l-Hadis açilmakla beraber Süleymaniye Dâru'l- Hadisi, devletin son dönemlerine kadar bu pâyesini muhafaza etmistir.

Bütün bunlardan anlasildigina göre Süleymaniye ile birlikte en yüksek müderrislik derecesi de Süleymaniye müderrisligi oluyordu. Süleymaniye müderrisligi için söyle bir sira takib ediliyordu. Buna göre sira ile ibtida-i altmisli, yani altmis akçali yevmiyeden baslayarak Hareket-i altmisli, Musila-i Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye,* Süleymaniye ve nihayet Dâru'l-Hadis-i Süleymaniye gelirdi. Bu medreselerde kaç müderrisin olacagi belli idi. Sayilarinda artis olmazdi.

Ibtida-i Altmisli denilen ve altmis akça yevmiye alan müderrislerin sayisi 48 rakaminda dondurulmustu. Bu derecede bulunan bir müderris, terfi ettigi zaman daha yüksek bir dereceye hareket ettigi için buna Hareket-i Altmisli denilmisti. Yevmiyesi daha öncekinin ayni idi. Buna karsilik müderrislik derecesi daha yüksekti. Bunlarin sayilari da otuz iki idi. Buradan terfi eden birisi Musila-i Süleymaniye denilen ve kendisini Süleymaniye müderrisligine götürecek olan dereceye yükselirdi.

Musila-i Süleymaniye müderrisligi, "kibar-i müderrisîn" denilen müderrisliklerin ilk kademesi idi. Bundan sonra Hamise-i Süleymaniye, daha sonra da Süleymaniye'nin dört müderrisinden birinin müderrisligi ve en sonunda da Dâru'l-Hadis müderrisligi gelirdi.

Osmanli Devleti'nde, pâye itibariyle Dâru'l-Hadis medresesinin üstünde bir medrese olmadigi gibi, müderrisliginin üstünde de bir müderrislik bulunmuyordu. Bu bakimdan buranin müderrisi arzu ettigi takdirde "Mahrec Mevleviyetleri"ne dahil Kudüs, Haleb, Eyüb, Selanik, Tirhala, Yenisehir, Galata, Izmir, Sofya, Trabzon ve Girit kadiliklarindan birine tayin edilebilirdi.

Osmanli ilmiye teskilâtinda müderrislerin, protokol ve pâye bakimindan gerek birbirleri ile gerekse kadilarla olan durumlari kanunnâmelerde düzenlenmis bulunmaktadir. Nitekim degerli bir devlet adami olan Tevkiî Abdurrahman Pasa (öl. 1692)'nin 1677-78 siralarinda hazirladigi ve medeniyet tarihimiz için çok degerli olan Kanunnâmesinde bu konuda söyle denilmektedir:

"... Ve müderrislerden Süleymaniye müderrisleri Musila-i Süleymaniye müderrislerine tasaddur eder. Ve Musila-i Süleymaniye müderrisleri altmisli müderrislere tasaddur eder. Ve altmisli müderrisler Sahn müderrislerine tasaddur eder. Ve Musila-i sahn müderrisleri dâhil müderrislerine tasaddur eder. Ve dâhil müderrisleri hâric müderrislerine tasaddur eder.

Ve hâric müderrisleri kudat-i kasabata (kaza ve kasaba kadilari) tasaddur eder. Lâkin bu tasaddur itlâk üzere degildir. Hâriç müderrisleri ile kudat-i kasabat mâ-beynlerinde (aralarinda) ilim irfan ve zat ve zaman itibar olunur. Ve bilcümle kasaba kadisi bir zî san (san, söhret sahibi) kimse olsa elbette hâric müderrislerine tasaddur ettirilir.

Ve medârisin (medreselerin) her sinifinda olan müderrisler, kendi hempâyelerine tasaddurlari zat ve zaman itibariyledir." Fatih Kanunnâ-mesinde de belirtildigine göre Sahn müderrisi 500 akça yevmiyeli mevleviyetlerden birine geçebilirdi. Hâriç ve Dâhil medreselerinde yevmiye 50 akçaya müderrislik yapanlar, yevmiyesi 300 akça olan kadiliga geçebilirlerdi. Ayni sekilde bunlar, Nisanci veya Defterdarlik gibi önemli memuriyetlere de geçibilirlerdi. Ayrica Sahn-i Semân müderrisleri protokol (tesrifat)da sancakbeylerinden önce gelirlerdi.

Bütün bunlardan baska Iç-il denilen Istanbul, Edirne ve Bursa sehirleriyle bunlarin etraf ve mülhakatindaki medrese müderrislerinden yevmiye yirmi akça alan bir müderris, kadi olmak istedigi zaman yevmiye 45 akçali bir yere kadi olarak tayin edilirdi.

Osmanlilar döneminde ilk defa tedris (egitim-ögretim) hayatina baslayacak olan bir ögrenci, "muhtasarat" denilen dersleri gördükten sonra "Hasiye-i Tecrid" medresesine devam eder. Orada muvaffak olursa müderristen bir belge (icâzet, diploma) almak suretiyle bir yukari derecedeki "Miftah" medresesine devam eder. Ondan sonra Kirkli, Hâric ve Dâhil medreselerinin derslerini gördükten sonra baslangiçta Sahn medreselerine, Süleymaniye'nin kurulusundan sonra da dilerse Sahn-i Semân'a veya Süleymaniye medreselerine devam edebilir. Buralari da tamamladiktan sonra "icâzet" alir. Yani, kendisine müderrislik yapabilecegine dair diploma verilirdi. Cevdet Pasa, Sahn medreselerine gelinceye kadar Osmanli dönemindeki talebenin geçtigi merhaleleri su ifadelerle anlatir:

"Ve talebeden biri danismend olmak murad eylese, ibtida ulemadan bir zata varup Hâric derslerini yani mukaddemat-i ulûmi taallum ve tahsil ettikten sonra ol zatin tavassut ve delâletiyle müderrisînden birine varup ve "Dâhil" derslerini görüp Sahn derslerine kesb-i liyakat eylerdi. Ve Sahn medreselerine dâhil olabilmek için onlarin "idâdiye"si hükmünde bulunan medreselerde ikmal-i ulûm-i mürettebe etmek lâzim gelirdi ki, bunlara "Musila-i Sahn" denilirdi. Ve Sahn medreseleri Fatih Camii Serifi'nin iki tarafindaki kargir ve kursunlu sekiz medresedir ki, Sahn-i Semân denir. Bunlarda sahib-i hücre olan talebe, ulema ve fuzelâdan zatlar olup nicesinin telifat-i makbulesi vardir. Ve bunlarin eskilerine "Muid" denilir ki, medreselerinde müzakereci olup bu medreselerin arkalarinda ve idadiyeleri makaminda sekiz Tetimme medreselerindeki talebeye dahi tedris-i ulûm ederlerdi."

Osmanli medreselerinde icazet alan müderris adayi "nevbet" denilen sirayi beklerdi. Anadolu'da müderrislik yapmak isteyenler Anadolu, Rumeli'de müderrislik yapmak isteyenler de Rumeli kadiaskerinin belli günlerdeki meclislerine devam edip "Matlab" denilen deftere (Ruznâme) isimlerini kaydettirirlerdi. Ebu's-Suûd Efendi'nin Rumeli kadiaskerligine kadar muntazam bir mülâzemet defteri olmayip herhangi bir sekilde yolunu bulanlar sira beklemeden mülâzemete geçerken, bundan sonra yedi senede bir mülâzemet usûlü kanun oldu ki, ulemadan her pâyede olanlarin ne kadar mülâzim verecekleri de bu dönemde tesbit edildi. Bununla beraber zaman zaman bu kanuna aykiri olarak degisik zamanlarda mülâzemetler verilir oldu. Ayrica padisah cülûslarinda, padisahin ilk seferinde, savaslardan müzafferiyetlerle dönüsünde veya sehzâde dogumlarinda da mülâzemetler verilir oldu.

Medresedeki dersleri sirasiyla görüp icazet alan ve danismend olan kimse, bundan sonra mülâzemet ve kadiasker defterine kayd olunarak sira beklerdi. Sirasi gelen müderris adayi en alt seviyedeki "Hasiye-i Tecrid" medresesi müderrisligine atanirdi. Bu medrese yirmi ve yirmi besli medresedir. Buradan terfi edince bir derece yüksek olan otuz, daha sonra otuz bes akça yevmiyeli "Miftah" medreselerinden birinin müderrisligine tayin edilirdi. Böylece en üst kademeye kadar çikabilirdi. Medreseyi bitiren askerî sinifa geçmek isterse o zaman kendisine yirmi bin akça ile zeâmetin ilk derecesi verilirdi.

Baslangiçta bütün müderrislerin tayinleri kadiaskerlerin Pâdisaha arz etmeleriyle yapilirken, XVI. asir ortalarindan itibaren Hasiye-i Tecrid, Miftah ve Kirkli medreselerin müderrislerinin kadiasker, daha üst seviyedeki medreselerin müderrislerinin tayinleri ise Seyhülislâm'in sadrazam vasitasiyla inhasi üzerine olmustur.

Osmanli medreselerinde müderrislik yapmak isteyenler ayrica bir imtihana tabi tutulurlardi. Sayet bir medresede münhal yer varsa (bos kadro) ve buraya da birden fazla tâlib bulunuyorsa o zaman imtihan yapilirdi. Bu imtihan için adaylara bir mesele (problem, tez) verilir, takrirleri dinlenir ve bir de risâle yazdirilirdi. Jüri tarafindan dinlenen ve sorulara dogru cevab vermekle birlikte risâlesi kabul edilen aday, müderrislige atanirdi. Müderrislerin imtihaninda kadiaskerler de hazir bulunurlardi. Imtihan, herkese açik olarak bir camide yapilirdi. Sorular, müderrislerin seviyesine göre olurdu.

Osmanlilarda, ilk medresenin kurulusundan ve bilhassa Fatih'in Semâniye medreselerinden sonra belli bir nizam ve kanuna baglanan medrese egitimi ile müderrislik, ufak tefek bazi olaylar bir tarafa birakilacak olursa güzel ve sistemli bir sekilde isliyordu. Fakat XVI. asrin son çeyreginde degisik sebeplerden dolayi egitim ve ögretim müessesesinde bazi aksakliklar görülmeye baslanir. Bunlar, medresenin gerilemesine ve hatta ileride çökmesine sebep olmuslardir. Bu çöküsü durdurmak için zaman zaman basvurulan islâh çalismalari ve bu ugurda harcanan çabalar ile yapilan teklifler fazla tesirli olmamis görünmektedir. Bununla beraber biz, genis bir açiklamada bulunmadan Osmanli medrese ve ilmiye teskilatinin bozulma sebeplerini asagidaki sekilde ismen zikretmekle iktifa ediyoruz. Bunlar: Nüfus kesâfeti, Devletin diger müesseselerindeki bozukluklar, Ulemâ-zâdegân sinifinin dogmasi, Ilmiyeye âid kanun ve geleneklerin çignenmesi, Merkezcilik, Saltanat kavgalari, talebe isyanlari, bencillik, ilmî hürriyetin olmamasi gibi her biri basli basina çöküs sebebi olabilecek maddelerdir.

Biraz önce, bozulmaya tesir eden sebebler olarak gördügümüz hususlarin ortadan kaldirilmasi için degisik zamanlarda fermanlar isdar edilmisti. Fakat bir türlü medreselerin islâhi veya kendini düzeltmesi gibi arzu edilen seyler yapilamiyordu. Zamanimizin teknik medeniyetini meydana getiren yenilesme çaginin gerektirdigi sartlara uymak, degil sadece Osmanli Devleti'nde bütün bir Islâm dünyasinda mümkün görülemiyordu. Halbuki baslangiçta ilmî gelismeye çok müsait olan ve günümüz üniversitelerinin egitimi seviyesinde egitim ve ögretim veren medreselerin bu durumu, pek çok kimseyi üzmekteydi. Zira medrese, artik kendisini, degisen dünya sartlarina uyduramiyor, ilim, teknik ve sanatta takib edilen metodlara yabanci kaliyordu. Bu arada, kurulus dönemindeki kanun ve tüzükleri de hakkiyla tatbik edemiyordu. Iste bunun içindir ki medreselerin disinda yeni bazi okullarin açilmasina ihtiyaç hasil oldu. Özellikle 1770'deki Çesme savasindan sonra Osmanli Devleti artik kendisini yenilemek ihtiyacini hissediyordu. Bu yüzden 18 Kasim 1773 senesinde Mühendishâne-i Bahri-i Hümayûn adi ile denizcilikle ilgili bir okul, Kaptan-i Derya Cezayirli Gazi Hasan Pasa'nin teklifi üzerine açilmis oldu. Ilk hocasi da ayni zat olan bu mekteb, tarih boyunca Osmanli egitim sisteminde bir yenilik olarak kabul edilir. 10 Mayis 1796 senesinde de (III. Selim devri) kara kuvvetleri subayi yetistirmek üzere Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun açilmisti. Burada zamanin gerektirdigi hesap ve geometri konulari ile tarih, cografya, astronomi gibi ilimler de okutulurdu. 1826'da Tibhâne-i Âmire ve Cerrah-hâne-i Ma'mûre açilmis olmakla, eskiden beri medrese kisimlari arasinda sayilan Dâru't-tiblar da medrese disina çikmis oldu.

Daha sonralari degisik isimlerle anilmalarina ve farkli program tatbik etmelerine ragmen baska mektepler de kuruldu. Bunlardan birkaçini tarih sirasina göre vermekle yetinmek istiyoruz.

1838 senesinde açilan Mekteb-i Maarif-i Adliye,

1839 senesinde açilan Mekteb-i Ulûm-i Edebiye,

1847 senesinde açilan Dâru'l-Muallim Rüsdî.

1867 senesinde açilan Mekteb-i Sultanî'ler vs. Böylece medreselerin egitiminden farkli egitim ve ögretim veren ve degisik programlar uygulayan bu mektepler, bozulmaya ve gittikçe ortadan kalkmaya dogru hizla giden medreselerin, üzerinde oturdugu araziyi, yavas yavas ellerinden almaya basladilar. Gerçi ilk bakista bunlar, medreselerin disinda gibi görünmekte iseler de II. Mesrutiyetin ilanini takib eden sene (1909), medreselerde de islâhat tesebbüslerine girisilmis, dinî tedrisat yaninda Türkçe, tarih ve cografya gibi sosyal derslerle, riyaziye, fizik, kimya gibi fen derslerinin okutulmasi için yapilan tesebbüsten de tam bir netice alinamamisti.

Medreselerde asil islahat, Padisah Sultan Mehmed Resâd (1909-1918) devrinde, Seyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi'nin seyhülislâmligi sirasinda ve dört sene süren çalismalar sonunda yapildi. Bu sirada medreselerde yeni bir sistemin tatbikine geçildi. Bu sistemle ilgili layiha, 10 Zilkade 1332 (Ekim 1914) tarihli Ceride-i Ilmiye, nüsha-i fevkalâde de yayinlandi. "Islâh-i Medâris Nizâmnâmesinin Esbâb-i Mûcibe Layihasi" adi ile Istanbul'daki bütün medreseler tek isim altinda toplanacaklardir. Bütün Istanbul medreselerindeki talebeler ayni usûl ve kaideler içinde yetistirileceklerdir. Bunun temini için de bütün medreselerin tek bir isim altinda toplanmasi kararlastirilmistir. Islâm hilafetinin merkezinde bulunmasindan dolayi da bunlara "Dâru'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi" adi verilmistir. Nizamnâmenin ikinci maddesinde bu medresenin "tâli kism-i evvel", "tâli kism-i sâni" ve "âlî" olmak üzere üç kisma ayrildiklari görülür. Her kisimda dört sene egitim görülecektir. Her kisim dörder sinif ve her sinif da dörder subeyi muhtevi olacaktir. Besinci maddede de medresenin idare sekline yer verilmektedir. Buna göre bu medresenin her kisminda birer müdir-i umûmî (genel müdür), sinif ve subelerinde de birer müdür bulunur. Sube müdürleri sinif müdürlerine, sinif müdürleri, müdir-i umûmîlere, müdir-i umumîler ise ders vekâletine baglanmisti.

Dâru'l-Hilâfe Medresesine alinacak talebenin sayisi tesbit edilirke de o günkü medrese talebesinin sayisi göz önünde bulundurulmustu. Buna göre Tâlî siniflara 260, Âlî siniflara ise 200 talebe alinmasi, tedrisatin daha iyi yürütülebilmesi için de her sinifin dört subeye bölünmesi kararlastirilmisti.

Dâru'l-Hilafe'nin âli kismini bitirenler veya disaridan bütün siniflara âid imtihani verenlerden ser'î ilimlerde ihtisas yapmak isteyenler için Sultan Selim Camiî içindeki Yeni Medrese "Medrese-i Cedîde"nin tahsisi ve buna "Medresetu'l-Mutehassisîn" adi verilerek bir genel müdür tarafindan ve özel bir yönetmelikle idaresi uygun görülmüstü. Bu medresenin siniflari kirkar kisilik olacakti.

Dâru'l-Hilâfe medresesinde okuyacak talebenin haftada 24 saat ders görmesi gerekiyordu. Bu derslerin isim ve saatleri, Ceride-i Ilmiye'deki programlara dayanilarak Mübahat S. Kütükoglu tarafindan tesbit edilmis ve semasi çikarilmistir. Bir senelik ögretimden sonra müfredat programinda bazi degisiklikler yapilmis ve Ingilizce, Fransizca, Almanca veya Rusçadan birini geçen talebe bu dili ögrenmek zorunda birakilmisti. Ayrica hergün "münasib bir zamanda" gösterilecek olan beden terbiyesi (egitimi) dersi de bu programa ilave edilmisti.

Dâru'l-Hilâfe medreselerinde dinî ilimler yaninda müsbet ilimlerin de tedris edilmesi, 1923 senesinde Ismail Hakki Baltacioglu'nun "Bugünkü medrese kimyayi camilerde mihraba kadar sokmustur" sözlerine göre modern bir egitim müessesesi haline gelmisti. Yeni bir sistem ve asrin icablarina göre kurulan bu medreseler, akademik bir hüviyet kazanmislardi. Medresetu'l-Mütehassisinin her üç subesinde 500, Dâru'l-Hilâfe medreselerinde ise 7000'e yaklasan bir ögrenci mevcudu vardi. Ayrica, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafindan çikarilan bir nizamnâme ile Anadolu'nun pekçok yerinde hatta büyük köylerde bile imam ve hatip ihtiyacini karsilamak için açilan medreselerin sayisi 465, talebesi de 16.000 civarinda idi. Cumhuriyetin ilânindan dört ay sonra 3 Mart 1924 tarihinde Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadasinin teklifi üzerine Ser'iyye ve ve Evkaf Vekâleti'nin lagvedilir. Ayni tarihte Saruhan mebusu Vâsif Bey ile 50 arkadaiin takriri üzerine görüsmesiz kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün medreseler Maarif Vekâletine devredilmisti. O zamana kadar bu medreselerde egitimine devam eden ögrenciler Dâru'l-fünûn bünyesinde açilan Ilahiyat Fakültesine naklolunmuslardi.

Osmanli Devleti'nde kurulusundan beri itina ile üzerinde durulan egitim ve ögretim sistemi, daha sonralari degisik sebeblerden dolayi geregi gibi uygulanamamis ve hatta eski kanunlar bile tatbik edilemez olmustu. Bilhassa Fatih ve Kanunî devirlerindeki medreselerin, devirlerine göre bir irfan yuvasi olmalari artik mazide kalmisti. Ne talebe ne de hoca kadrosunda yeni metodlarin tatbiki düsünülmemisti. Bu yüzden bozulmaya yüz tutan medreselerin islâhi için çalismalar yapilmisti. Bu sebeple farkli isimlerle degisik tarihlerde çesitli okullarin açildigina daha önce temas edilmisti.

Bilindigi gibi Osmanli Devleti'nde köklü degisiklikler Sultan II. Mahmud zamaninda yapildi. Onun için biz de önemine binaen bu dönemde ilk egitimi mecburi kilan II. Mahmud'un fermanini buraya aynen almak istiyoruz.

Istanbul ve bilâd-i selâse kadilarina hitaben yazilan fermanin metni söyledir:

"Cümleye ma'lumdur ki, ümmet-i Muhammed'denim diyen kâffe-i ehl-i Islâm'a göre ibtida serâit-i islâmiyeyi ve akaid-i diniyesini ögrenip bilmek ba'dehû iktisâb-i maiset için kangi dirlige sulûk edecek ise etmek. Ve'l-hasil her bir seyden evvel zaruriyat-i diniyyeyi ögrenmekligi umur-i dünyeviyenin cümlesine takdim eylemek lâzim iken bir zamandan beri ekser-i nâs analarinin ve babalarinin seyyiesi olarak kendileri kaldiklari misillû evladlarinin cahil kalmasini düsünmeyerek ve Rezzak-i âlem olan Hak Sübhanehu ve Taala Hazretlerine adem-i tevekkül ile hemen akça kazanmak daiyesine düserek çocuklari bes alti yasina vardigi gibi mektepten alip ehl-i hiref (sanatkâr) yanina sâkirdlige verdiklerinden o makûle sabiler küçükten cehaletle büyüyüp sonra dahi okuyup ögrenmeye heves etmediklerine binaen vizr ve veballeri analirinin ve babalarinin boynuna olup yevm-i kiyamette bir taraftan bunlar giriftar-i mes'uliyet ve bir taraftan kendileri duçar-i hiyz u nedâmet olacaklarindan baska maazallahi Taala zamaneyi cehâlet istiabiyle ekser halk diyanetten bi haber olduklarindan bu keyfiyet nusretsizlige sebeb-i mustakil olup Aseman-Allahu Teâlâ böyle giderse min kibeli'r-Rahman terbiye-i sedideyi müstelzim olacagi erbab-i basirete zâhir ve hüveyda olmaktan nâsi ibâd-i müslimini o misillû dünya ve ahiret ukubatindan tahlis ve siyânet lâzim gelmekle imdi emr-i dinde serm ve istihya câiz olmadigina binaen simdiye kadar câhil kalmis olan genç ve ihtiyar bi'l-cümle ümmet-i Muhammed, cahilligin DAREYN'de (dünya ve ahiret) vehametini düsünüp ve bu babta birbirinden utanmayarak hemen Hak'dan utanip kendileri bulunduklari kâr, kisb ve san'at ve hizmetleri arasinda bilmedikleri mesâil-i diniyye ve akaîd-i islâmiyelerini dahi ögrenip bilmekle hasbe'l-imkân sa'y ve gayret ve ol vechle kendilerini Dâreyn selâmetligine irgürmekle sarf ve sa'y ve makderet eylemeleri fariza-i uhde-i diyânetleri oldugundan baska fî mâ ba'd, herkes evladlarini mürahik derecesine varmadikça ve ilmihal ve serait-i islâmiyesini lâyikiyle taallum etmedikçe mektepten alip ustaya vermemek ve murahik olup ustaya vermek derecesine geldikte babasi, babasi yok ise sâir velisi olan kimesne murahik derecesinde oldugunu eger Istanbul sekenesinden ise Istanbul kadisi olan efendi tarafina ve Eyyüb ve Üsküdar ve Galata sükkânindan iseler kadilari efendiler taraflarina, mektep hocasiyle beraber varup ve çocugu dahi getürüp gösterip taraf-i ser'den yedlerine memhur (mühürlü) izin tezkiresi almak ve izin tezkiresi almadikça esnaf taifesi sakirdlige almamak; ve sakirdlige alinmakla esnaf kethüdalarinin dahi re'y ve marifetleri munzam olmak lâzimeden olduguna binaen sâyet esnaftan biri o makule tezkiresiz çocugu sâkirdlige alur ve babasi ve validesi verir ise okudugu mektebin hocasi veyahut mahallesinin imami dogru kadi efendilere haber vermek ve kadi efendiler dahi bu keyfiyeti ihyay-i din-i mübin kaziyesine mebni oldugundan taraflarindan taharri olunarak (arastirilarak) izin tezkiresi almaksizin san'ata verilmis sabi bulunur ise alani ve vereni ve ol esnafin kethüdasini ve haber vermedigi için mektep hocasini li ecli't-te'dib Bâb-i Âliye inha eylemek. Anasiz-babasiz yetim çocuklar olup da kimesnesizligi sebebiyle zarurî (olarak) bir usta yaninda veyahud bir kimesnenin terbiyesinde bulunur ise ustasi ve gerek mürebbisi olan adam sirf san'at ögrenmeklige ve hizmete hasr etmeyerek günde iki defa mektebe gönderip mürahik oluncaya kadar okutturmak ve kezalik el-haletü hazihî, ustalarda bulunan çocuklar dahi bi tipkiha bu nizama dâhil olarak anasi, babasi veya sâir velisi olanlar ustadan alup mektebe vermek ve kimsesiz olanlari dahi ustalari mektebe verip câhil kalmamasina dikkat etmek ve mektep hocalari dahi mekteplerde bulunan çocuklari güzelce okutup Kur'an-i Azimü's-sâni ta'lim akabinde her bir çocugun haysiyet ve istidadina göre tecvid ve ilmihal misillû risâleler okutarak serâit-i Islâmiye ve akaid-i diniyelerini ögrenmeklige sa'y ve ikdam eylemek üzere ale'l-umûm tenbih ve ikaz olunmasina irâde-i seniye suduriyle keyfiyet bilâd-i selâse kadilari efendilere baska baska bâ fermân-i âlî tenbih kilinmis olmagla siz dahi âsitanede kâin bi'l-cümle mahallat imamlarini ve mektep hocalarini ve esnaf kethüdalarini tarafiniza celb ederek tenbihat-i mezkûreyi gûs-i hûslarina telkin ve tefhîm ve is bu fermân-i âlînin birer mamzâ (imzali) suretlerini dahi yedlerine ita birle imamlar mahalleleri ahalilerine ve kethüdalar dahi esnaflarina okuyup anlatmak ve mektep hocalari bilip mûcibiyle amel etmek üzere cümlesine geregi gibi tenbih ve te'kide mübaderet ve bi-tevfikihi isbu nizam ve tenbihatin ale'd-devam icra ve istikrari vesâilini istihsâle tarafinizdan dahi bizzat ihtimam ve dikkat eyliyesiz deyü buyruldu.

Sarax
09-23-2008, 14:44
IHTISAS MEDRESELERI

Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab etmektedir.

Sarax
09-23-2008, 14:45
DÂRU'L-KURRA

"Yer, mekân, ev" gibi anlamlara gelen "dar" ile "okuyan" anlamindaki "kari" kelimesinin çogulu olan "kurra" kelimelerinden meydana gelen "Dâru'l-Kurra", Kur'an-i Kerim'in ögretildigi, bir bölümünün veya tamaminin ezberletildigi ve kiraat vecihlerinin talim ettirildigi mektepler için kullanilmistir. Bazi Müslüman devletlerde bu müesseselere "Dâru'l-Kur'an" ve "Dâru'l-Huffaz" gibi isimler de verilmistir.

Bilindigi gibi Hz. Peygamber, daha bi'setin (Peygamberlik ve vahyin gelisi) dördüncü senesinde kendi evinden baska gizlice egitim ve ögretim fayetlerinde bulunmak üzere, Safâ tepesinin eteklerinde bulunan ve Beni Mahzûm kabilesinden olan Erkam'in evini kullanmaya baslar. Hz. Peygamber burada hem Müslümanlara, hem de kendisini dinlemek ve buna göre karar vermek isteyenlere Kur'an okuyup ögretiyordu. Böylece burada özellikle Müslümanlara hem Kur'an ögretiyor, hem de inanç ve sabir konusunda onlari egitiyordu. Bunlari nazar-i itibara aldigimiz zaman vahyin baslangicinda kendi evindeki ilk ögretimi bir tarafa birakacak olursak, Islâm dünyasindaki ilk "dâru'l-kurra"nin Erkam b. Ebu'l-Erkam'in evindeki bu dâru'l-kurra, ilk hocanin da bizzat Resulullah oldugu söylenebilir.

Islâm yayilis tarihinde bir dönüm noktasi olarak kabul edilen Akabe bey'atlarindan sonra Hz. Peygamber, Yesriblilere (Medine) Kur'an muallimi (ögreticisi) olarak Mus'ab b. Umeyr'i göndermisti. Böylece, daha kendisi ve ashabi oraya varmadan, oradaki Müslümanlarin gerek Kur'an, gerekse bu sayede Islâm'i ögrenmelerine imkân saglamisti.

Mekke'nin fethinden sonra vilayetlere tayin ettigi valilerden bir kismi, ayni zamanda Kur'an muallimi idi. Bugün, "Mescidu'n-Nebevî" dedigimiz mescidinde çesitli vesilelerle bizzat kendisi Kur'an ögretirken, Suffa'da da hem kendisi hem de Ubâde b. Sâmit gibi kimseler bu konuda ona yardimci oluyorlardi. Bu sayede Suffa ashabi da Kur'an ögrenmis oluyordu. Keza o, mescidlerde Kur'an derslerini tesvik ediyordu. Nitekim, Sahih-i Müslim'de belirtildigine göre Yahya b. Yahya et-Temimî'nin Ebû Hüreyre'den nakledilen uzunca bir hadisinde Resulullah: "Allah'in evlerinden birinde, Allah'in kitabini okumak ve kendi aralarinda mütalaa etmek (tedârüs) üzere toplanan her topluluga Allah, sekinet (iç huzuru, rahatlik) verir, onlari rahmet kaplar, çevrelerinde melekler toplanir ve Allah, onlari meleklerin yaninda anar." Gerek bu hadis, gerekse daha baska birçok hadiste Kur'an ve onunla ilgili ilmin ögrenilmesinin önemi üzerinde durulur.

Hz. Peygamber'in, Kur'an ögrenmenin önemli vasitalarindan biri olan okuma yazmaya karsi olan ilgisini ortaya koyan olaylardan biri sudur: Bedir savasinda harp esiri olarak karsi taraftan ele geçen her bir esir için dört bin dirheme kadar fiyd-i necât (kurtulus akçasi) takdir edilmis iken, bunlarin okuma yazma bilenlerinden her biri, Medine'li on Müslüman çocuga bunu ögretmek karsiliginda hürriyetlerine kavusabileceklerdi. Zeyd b. Sâbit, bunlardan okuma yazma ögrenen Ensar çocuklarindan biridir.

Dokuz mescidde egitim ve ögretimin devam ettigi Medine'den baska, fethedilen veya yeni kurulan merkezlerde ashabin kiraatta mahir olanlari dersler veriyordu. Dimask (Sam)'da Ümeyye Câmii'ndeki ders halkalarinin bir çogu kiraatla ilgiliydi. Ebu'd-Derdâ burada Kur'an tâlim ettigi için "Muallimu's-Sam" veya "Kâriu's-Sam" ünvaniyla anilmisti. Ögrenci sayisinin zaman zaman 1500 sayisinin üstüne çikmasi,onun derslerine olan ragbeti gösterir. Ebu'd-Derda vefat etmeden önce, kiraatini takdir ettigi Fedâle b. Ubeyd el-Ensârî'yi yerine hoca olarak görevlendirmesi için Sam Valisi Muaviye b. Ebi Süfyan'a tavsiyede bulunmustu. Öyle anlasiliyor ki bu durum (kiraat ilmi ile ilgilenme) burada uzun süre devam etmisti. Nitekim seyahatlari sirasinda Dimask'a da ugrayan Ibn Cübeyr (539-614/1144-1217), bu sehirdeki Ümeyye Camii'nde bütün gün devam eden Kur'an dersleri hakkinda tafsilatli bilgi verir. Buna göre sabah namazindan sonra "Sub'" denilen meclisle baslayan kiraat dersleri, ikindiden sonra "Kevseriye" adi verilen derslerle devam ederdi. Burada kendilerine "Kevserî" denilen ve Kur'an'i ezberlemede güçlük çeken yüzlerce kisiye el-Kevser sûresinden itibaren namaz sûreleri ögretilirdi. Birçok merkezde Kur'an dersleri veren ashabtan itibaren, tabiîn ve tebeu't-tabiîn dönemlerinde degisik lehçelere göre okuyus tarzlari sekillenmeye baslar. Kur'an-i Kerim'in yedi harf üzerine indirilmesi, onun yedi lehçe ile okunmasina ve buna bagli olarak kiraat ilminin dogmasina sebep olmustur. Bizzat Hz. Peygamber, Kur'an'i yedi kiraatla okumus ve bunu ashabina da ögretmisti.

Müslümanlar, hicrî ikinci asrin baslarinda, ashabtan nakledilen bu yedi kiraati temsil eden "Kurra"lar etrafinda toplanarak onlari ögrenmeye basladilar. Böylece câmilerde veya özel yerlerde kurralar etrafinda tesekkül eden halakalarla kiraat ilmi tahsil edilmeye baslandi. Mekke'de Abdullah b. Kesir (öl. 120/737), Medine'de Nâfi b. Abdurrahman (öl. 169/785), Sam'da Ibn Âmir (öl. 118/736), Basra'da Ebû Amr b. Alâ (öl. 154/770) ve Yakub (öl. 205/820), Kûfe'de Hamza b. Habib (öl. 188/803) ile Âsim b. Behdele (öl. 127/744) gibi kimselerin etrafinda ilk kiraat halakalari meydana geldi. Daha sonra bu mevzudaki çalismalara ilaveten saz kiraatlarla ondört kiraat (Kiraat-i erbaa asere) dogdu ki bu konuda birçok eser telif edilmistir. Bu mahsuller, "Kurra halakalari", "Dâru'l-Kur'anlar", "Dâru'l-huffaz"lar ve "Dâru'l-kurralar"in müfredatini meydana getirmisti. Buralarda, Kur'an'daki kelime ve ibârelerin telaffuzu ile okunustaki ihtilaflari, nakledenlere isnad ederek bildiren "Ilm-i Kiraat" tahsil edilmistir.

Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari dönemlerinde bu müesseseler "Dâru'l-huffaz" adini almis olup baslica Selçuklular devrinde Konya'da Sâhib Atâ, Ferhûniye (700/1300), Sa'duddin Ömer, Nasuh Bey (715/1315); Karamanogullari döneminde Haci Yahya Bey,Hoca Salman, Has Yusuf Aga, Kadi Imaduddin ve Haci Semseddin Dâru'l-huffazlari tesis olunmustur.

Bilindigi gibi Islâm dünyasinda camiler, uzun süre birçok fonksiyonu birden icra eden mekan olma özelligini koruyorlardi. Bununla beraber egitim ve ögretim faaliyetleri bakimindan da Kur'an ve hadis tahsilinin merkezi özelligini muhafaza ettiler. Buralarda ileri seviyede Kur'an ögrenimi için olusturulan ders halakalari "subÕ" ve "tasdir" diye anildi. Kiraat hocasina "seyhu'l-kiraa", görevine de "mesihatu'l-kiraa" denildi. Sehir câmilerinde yürütülen Kur'an okutma faaliyeti "mesihatu'l-mescid", ordugâhlarda yürütülen faaliyetler "mesihatu'l-cünd" ismini aldi. Bu sonuncunun hocalarina "kâriu'l-cünd" de denirdi.

Öyle anlasiliyor ki, Kur'an egitimi için açilan bu müesseselere Islâm dünyasinin hemen her yer ve bölgesinde büyük bir önem verilmistir. Zira burada hem Kur'an'in okunmasi, hem ezberlenmesi, hem de bazi görevlerin yapilmasi bakimindan böyle bir mekâna ihtiyaç vardi. Kaldi ki bu ilim sayesinde Allah kelâmi ögreniliyor ve bunun karsiliginda da sevab kazaniliyordu. Iste bu sebeple her dönemde oldugu gibi Osmanli döneminde de bu isimle ve özel bir ihtimamla açilan adi geçen müesseseyi görmek mümkün olmaktadir.

Osmanli egitim ve ögretim sistemi içinde yer alan ihtisas medreselerinden biri de dâru'l-kurralardir. Osmanlilardan önce oldugu gibi Osmanlilarda da "kari"ler ile câmi hizmetlileri genellikle bu müesseselerden yetisirlerdi. Sibyan mektebini bitiren veya o seviyede özel bir ögrenim görmüs olan bir talebe, bu müesseselerde okumak istedigi zaman, önce en alt seviyedeki bir dâru'l-kurraya girer ve orada hifzini tamamladiktan sonra yüksek seviyedeki bir dâru'l-kurraya devam ederdi. Buralarda "ilm-i kiraat" ve "ilm-i maharic-i hurûf"u ögrenirdi.

Osmanlilar'in, dâru'l-kurralara büyük bir önem verdikleri anlasilmaktadir. Zira gezdigi yerlerdeki dâru'l-kurralarin bazi özellikleri hakkinda bilgi veren Evliya Çelebi (1611-1682), kendi asrinda oldukça fazla sayida dâru'l-kurradan söz etmektedir. Nitekim onun verdigi bilgiye göre Amasya'da dokuz dâru'l-kurra vardi. Bunlardan sadece Sultan Bâyezid dâru'l-kurrasinda 300'den fazla hafiz bulunmakta idi. Bunlarin arasinda kiraat-i seb'a, asere ve takribi bilenler de vardi. Ilk bakista abartili gibi görünen bu bilgi, Amasya Tarihi yazari Hüseyin Hüsameddin'in buradaki mevcud sekiz dâru'l-kurra hakkinda ayrintili bilgi vermesi, Seyahatnâmedeki sayinin abartilmamis oldugunu göstermektedir.

Gerçekten, Evliya Çelebi, gezdigi bütün Osmanli sehirlerindeki dâru'l-kurralar hakkinda tafsilatli bilgiler vermektedir. Nitekim Istanbul, Edirne, Bursa, Erzurum gibi hemen her yerde bir veya daha fazla dâru'l-kurra oldugu anlasilmaktadir. Nitekim Basbakanlik Osmanli Arsivi'nin sadece Cevdet Tasnifinin "Evkaf" ve "Maarif" bölümlerine bakildigi zaman bile karsimiza sayisiz dâru'l-kurra çikacaktir ki, bunlarin büyük bir kismi halk tarafindan vakif suretiyle yapilmis olanlardir. Halkin, dâru'l-kurralara olan bu ilgisi son zamanlara kadar devam etmis görünmektedir. Biz, örnek olmasi bakimindan sadece iki dâru'l-kurra ile ilgili iki arzdan (dilekçe) bir iki cümle nakletmekle yetinmek istiyoruz:

a. "Der-i devlet mekine arz-i dâi-i kemine oldur ki, medine-i Izmir'de Hasan Hoca Mahallesi'nde Keçeciler sükunda vaki Haci Emine Hatun binti Mustafa Efendi medrese-i dâru'l-kurrasi vakfindan almak üzere bâ berât-i âli vazife-i muayene ile seyhu'l-kurra ve müderris olan..."

b. "Der-i devlet mekine arz-i dâi kemine oldur ki, nezâret-i dâilerinde âsûde evkaftan Istanbul'da merhum Üveys Bey'in dâru'l-kurra vakfindan almak üzere..." diye devam eden belgelerdeki bilgiler, bize dâru'l-kurralarin diger Osmanli medreseleri gibi vakiflara bagli oldugunu da göstermektedir.

Dâru'l-kurralar, oralarda ögretilen ilimlerle alakasi bakimindan daha çok câmiler içinde veya çevresinde tesis edilmislerdir. Bugünkü bilgilerimize göre Osmanlilarin ilk dâru'l-kurrasi Bursa'daki Yildirim Bâyezid dâru'l-kurrasidir. Bu dâru'l-kurra, Imam Cezerî'nin gelisiyle Ulu Cami'de açilmisti. Evliya Çelebi, Istanbul dâru'l-kurralarindan bahsederken "evvela ne kadar selâtin camileri, vüzera ve gayri ayân-i kibar camileri varsa her birisinde mutlaka birer dâru'l-kurra bulunur" dedikten sonra müstakil dâru'l-kurralarin isimlerini vermektedir. Böylece Osmanlilarda da, Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari'nin "dâru'l-huffazlari" gibi müstakil binalari bulunan dâru'l-kurralarin mevcudiyetine sahid olmaktayiz.

Osmanli dâru'l-kurralarinda ders kitabi olarak Semseddin Muhammed b. Muhammed el-Cezerî (öl. 833/1429)'nin bizde "Cezerî" diye söhret bulan eseri, ayrica Ebû Muhammed es-Sâtibî'nin "Sâtibî" diye meshur olan "Kaside-i Lâmiye"si okutulurdu. Bundan baska Cezerî'nin Sâtibî'ye yaptigi "Fethu'l-Vahid" adli serhi, Osmanli dâru'l-kurralarinda okutulurdu.

Öyle anlasiliyor ki, Osmanli dâru'l-kurralari, Yildirim Bâyezid devrinde 798 (1395)'de Bursa'ya gelen Imam Cezerî vasitasiyla Sâtibî ve Cezerî tesirinde gelisme göstermislerdir. XVI. asirda Kanunî Sultan Süleyman'in emriyle Sokullu Mehmed Pasa, Misir'da Kur'an ögretimiyle söhret bulan Seyh Ahmedu'l-Misrî'yi Istanbul'a celb ederek Eyyub Camii imamligina tayin etmis ve bu zat, 1006 (1597) tarihine kadar bu câmide "Teysir Tariki" ile kiraat okutmustu. Bu zatin yetistirmis oldugu talebeleri, Osmanli Devleti'nin muhtelif sehirlerine dagilarak kiraat ilmini okutmuslardir. Hicrî 1000 (M. 1591) tarihinden sonra "Teysir Tariki", "Islâmbol Tariki" adiyla meshur olmaya baslamisti.

Gerek ezberletilmek istenilen Kur'an-i Kerim'in, gerekse ögretilmek istenilen diger ilimlerin özellikleri bakimindan dâru'l-kurralarda sik sik tekrar ve uygulamaya dayanan bir ögretim metodunun takib edildigi anlasilmaktadir. Bu uygulamada câmiler, âdeta birer labaratuar olarak kullanilmislardir. Bununla beraber dâru'l-kurra mezunlarinin imâmet ve müezzinlik gibi câmi hizmetleri de yapabilecekleri göz önüne alinarak itikad ve amele müteallik yeterli ilm-i hal bilgilerinin, diger medreselerde takib edilen metodlarla tedris olunmalari gerekir.

Türkiye'deki dâru'l-kurralar, 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayili Tevhid-i Tedrisât Kanunu'nun 2. maddesi geregince bütün diger okullar gibi Maarif Vekâleti'ne baglanmak istenmisse de zamanin Diyanet Isleri Baskani Rifat Börekçi'nin, bu kurumlarin birer ihtisas okulu olduklari için baskanliga bagli olarak ögretime devam etmesi gerektigi yolundaki israrlari sonucu, Kur'an kurslarina dönüserek varliklarini devam ettirme imkâni bulmuslardir.

Sarax
09-23-2008, 14:45
DÂRU'L-HADIS

"Yer, mekân, ev" gibi anlamlara gelen "dâr" ile "hadis" kelimelerinden meydana gelen "Dâru'l-hadis", Hz. Peygamber'in söz fiil ve takrirlerinden ibaret olan hadis tedris ve tedkiklerinin yapildigi yer demektir. Bunun içindir ki bu müesseselere "dâru's-sünne", "dâru's-sünneti'n-nebeviye" veya "dâru's-sünneti'l-Muhammediye" gibi isimler de verilmistir.

Hz. Peygamber'in, vahyin ilk yillarinda Mekke'de ilk dersleri verdigi Erkam b. Ebu'l-Erkam'in evi, "ilk dâru'l-kurra" olarak kabul edilebilecegi gibi, ilk "dâru'l-hadis" olarak da kabul edilebilir.

Islâm tarihi boyunca mescidlerde degisik ilimlerin okutuldugu meclislerin kuruldugu bilinmektedir.Fakat zamanla bilhassa hadis ögrenimi için mescidler çok önemli görevler yüklendiler. Genel olarak hadislerin müzakere edilip yazdirildigi meclislere "meclisü'l-ilm" veya "meclisü'l-imlâ" denirdi. Bu meclislere, talebenin hocanin etrafinda toplanmasindan dolayi Hz. Peygamber döneminden itibaren "halaka" da denilmistir.

Dâru'l-hadis adi ile ilk defa müstakil bir ögretim müessesesi, Haleb Atabeklerinden Nureddin Mahmud b. Zengi (541-569 / 1146-1174) tarafindan Sam (Dimask)'da açilmistir. Bu dâru'l-hadis, kurucusuna nisbetle "en-Nuriye" diye adlandirilmistir. Bu müessese, büyük muhaddis ve tarihçi Ibn Asakir (öl. 571 / 1175) adina yaptirilmistir. Bunlarin ikincisi Musul'da açilmis olup, bunlari takiben Eyyubîler'den el-Melikü'l-Kâmil, "el-Medresetu'l-Kâmiliyye" (622/1225)'yi, el-Melikü'l-Esref de Sam'da "el-Medresetu'l-Esrefiyye'yi tesis ettiler. Yine bu siralarda Seyfeddin Mahmud b. Urve (öl. 620/1223) adina "Dâru'l-Hadis-i Urviyye"nin Sam'da (Dimask) Ümeyye Câmii dâhilinde açildigini ögrenmekteyiz. Bu ilk dönemden sonra pek çok yerde benzer isimle ögretim müesseselerinin açildigi görülmektedir. Nitekim Osmanli öncesi Anadolu sehirlerinde de bu gaye ile kurulmus ihtisas medreselerine tesadüf edilmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin meshur veziri Sâhib Atâ, Konya'da Ince Minare Dâru'l-hadisi'ni, Ilhanli veziri Semseddin Cüveynî, Sivas'ta Çifte Minare Dâru'l-Hadisi (670/1271-72)'ni kurmuslardi.

Öyle anlasiliyor ki, Osmanli öncesinde de Dâru'l-hadis hocaliginin payesi en yüksek payelerden biridir. Burada hocalik yapabilecek olanlarin hadis ilminde en üst seviyede bir bilgiye sahip olmasi gerektigi gibi rivayet ve dirayet ilmini en iyi bilenlerden olmalidir.

Dâru'l-hadis gelenegini devam ettiren Osmanlilar da hadis ilminin egitim ve ögretimi için ayni isimle müstakil eserler kurdular. Osmanlilar döneminde ilk dâru'l-hadisin Sultan I. Murad döneminde Çandarli Hayreddin Pasa tarafindan iznik'te yaptirildigi bilinmektedir. Ancak bu eserden günümüze hiç bir iz kalmamistir. Bundan baska Bursa'da Kale içinde Yerkapi yakinindaki dâru'l-hadis sahasindan bahsedilmis olmasi, bu bölgede de daha devletin kurulus döneminde bir dâru'l-hadis yapildigini düsünmemize imkân vermektedir. Bununla beraber ilk devir Osmanli dâru'l-hadislerinin en meshuru, Sultan II. Murad tarafindan Edirne'de Tunca nehrinin kenarinda 1435 senesi Nisan'inda yaptirilan dâru'l-hadistir. Bu dâru'l-hadis, Osmanli medrese teskilâtinda bir dönüm noktasi olarak görülmektedir. Bugün, binasindan hiçbir iz kalmayan bu dâru'l-hadisin ilk müderrisi Fahreddin-i Acemî'dir. Tabakat kitaplarinin verdigi bilgiler isiginda bu medresenin baslangicindan XVIII. yüzyila kadar olan müderris kadrosunu tesbit etmek mümkündür.

Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'u fethinden sonra burada yaptirilan Fatih külliyesi bünyesinde dâru'l-hadis bulunmadigina daha önce temas edilmisti. Muhtemelen Fâtih, babasi Sultan II. Murad'in Edirne'de yaptirip ve yüksek bir pâye verdigi Dâru'l-Hadis Medresesi'ni ikinci plana düsürmemek için Istanbul'da kurdugu külliyesinde dâru'l-hadise yer vermemistir. Nitekim bu devirde Edirne Dâru'l-hadisi ile Fatih Semâniye Medreseleri'nin müderrisleri ayni pâyeye sahip olup her ikisi de günde (yevmiye) 50 akça aliyordu. Gerçekten Fâtih Sultan Mehmed, daha sonra kendisine hoca ve vezir edinecegi Sinan Pasa'yi Edirne Dâru'l-hadisi'ne müderris tayin etmisti. Bundan sonra gerek bizzat Fâtih, gerekse ondan sonra gelen Osmanli Padisahlari'nin zamanlarinda birçok Dâru'l-hadis yaptirilmistir. Böylece sayilarinda büyük bir artis görülen dâru'l-hadisler, bânilerinin isimleri ile zikredilmeye baslanir. Nitekim Istanbul'daki ilk dâru'l-hadisin Kanunî tarafindan açilmis olmasindan dolayi "Süleymaniye Dâru'l-hadisi" adini aldigini biliyoruz. Dâru'l-hadislerin bu artisi, Osmanli ülkesinin her tarafina yayilmis bulunuyordu. Sadece Istanbul'da hicrî 1300 (miladî 1882) senesinde yapilan nüfus sayimi için bastirilan istatistige göre Istanbul'da bulunan dâru'l-hadislerin isim ve sayilarini ögrenebiliyoruz. Buna göre belirtilen senede Istanbul'da mevcud olan ve faaliyetlerine devam eden dâru'l-hadisler sunlardir: Haci Besir Aga (Eyyup'te Baba Haydar), Izzet Efendi (Sultan Selim'de Çiragi Hamza), Misli Ali Efendi (Otlukçu Yokusu), Hulusi Efendi (Otlukçu Yokusu), Bosnevî (Horhor), Baba Mahmud Bekir Aga (Sehzâdebasi), Papaz-zâde (Koska), Damad Ibrahim Pasa (Sehzâdebasi), Hasan Aga (Kalender-hâne), Süleymaniye (Tiryaki Çarsisi) ve Süleymaniye (Dökmeciler). Burada hemen sunu de belirtelim ki, Istanbul medreseleri arasinda, baslangiçta dâru'l-hadis iken sonradan terk edilenler bulundugu gibi, baslangiçta dâru'l-hadis olmayip sonradan dâru'l-hadis haline getirilenler de vardir.

Osmanli dâru'l-hadislerinde hadis ve ilimlerinden baska tefsir gibi diger Islâmî ilimlerin de okutuldugu anlasilmaktadir. Hadisten Buharî, Müslim, Mesarik gibi muteber eser ve serhleri okutulurdu. Bu medreselerde ders okutan müderrislere "Muhaddis" denirdi. Buralara ögrenci olarak girebilmek için genel egitim veren medreseleri ikmâl etmek gerekirdi. Dâru'l-hadisler de kendi aralarinda çesitli seviye ve kademelere ayrilirlardi.

Burada sunu da belirtmek gerekir ki Osmanli dâru'l-hadislerinde okutulan hadis, baska bir ifadeyle ders kitaplari meselesi kesin olarak açikliga kavusturulmus degildir. Biraz önce ders kitaplarindan bahs ederken, okutulduklarini söyledigimiz kitaplar, daha ziyade Süleymaniye Külliyesi Vakfiyesi'nin dâru'l-hadisle ilgili bölümünde müderrisin vasiflari sayilirken bazi kelimelerin birer sifat mi, yoksa bu isimleri tasiyan Mesabih ve Mesarik gibi hadis kitaplarinin isimlerini tasiyan eserlere mi ait oldugu kesin olarak anlasilamamaktadir. Biraz önce temas edilen Buharî ve Müslim bir tarafa birakilacak olursa herhalde hadisten okunacak kitaplar vakif sahibi tarafindan degil, müderrisin kendi arzusu istikametinde olmustur.

Mimarî yönden genel medreselerden farkli olmayan dâru'l-hadisler, halkin egitilmesinde, birlik ve beraberligin saglanmasinda hizmet veren egitim müesseselerinden biri olmuslardir. Gerek kurulus döneminde, gerekse duraklama ve gerileme dönemlerinde büyük hizmetler görmüslerdi.

Sarax
09-23-2008, 14:45
DÂRU'T-TIB

Islâm dünyasinda tib egitim ve ögretimi ile tedavinin birlikte yürütüldügü müesseseler, "Dâru't-tib", "Dâru's-sifa", "Dâru's-sihha", "Dâru'l-merza", "Sifahâne", "Mâristan","Bimaristan", "Dâru'l-afiye" ve "Bimarhane" gibi isimlerle anilmaktadir.

Islâm'dan önce Arap tibbi, genellikle tecrübeye dayaniyordu. Bununla beraber onlar, daha ziyade bitki ve özellikle çöl bitkilerini ilaç olarak kullaniyorlardi. Islâm'in gelisi ile tib için yeni ufuk ve kapilar açilmaya baslandi. Çünkü bizzat Hz. Peygamber, doktorlarla istisare ve görüsmeyi tesvik ediyor, onlarin bilgilerinden istifade etmeyi gerekli görüyordu. Hatta bu konuda o, doktorlarin Müslüman olup olmamasina da bakmiyordu. Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman olmamis bulunan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den istemisti.

Islâm tarihinde tip ilmi ile mesgul olma ve tedavi için hastahâne kurulmasinin gerektigi anlayisi, Hz. Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir. Nitekim Hendek Gazvesi (Savasi) esnasinda yaralanan Sa'd b. Muaz ile diger yaralilar için seyyar savas hastahânesi diyebilecegimiz bir hastahânenin (Rüfeyde Çadiri), mescidin yanina kurulmasini emreden ve yaralilarin buraya kaldirilip tedavi edilmesini isteyen Hz. Peygamber, Eslem kabilesinden olan Rüfeyde el-Ensariye adindaki kadinin, bu çadirda yaralilari tedavi etmesini de istemisti. Böyle bir uygulama sayesinde biz, Hz. Peygamber'in, Islâm âleminde ilk defa hastahâne kurulmasini emreden kimse oldugunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, ilk defa tam teskilatli dâru's-sifa (hastahâne)nin Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik tarafindan Sam'da hicrî 88 (miladî 706) tarihinde kuruldugu bilinmektedir. Yine Emevîler döneminde Fustat'ta Kanadil sokagindaki Ebû Zübeyd'in evi bimaristan haline getirilerek burada da bir bimaristan yapilmisti. Velid, burayi bazi doktorlarin nezaretinde cüzzama yakalananlarin tedavisi için açmisti. O, doktorlara ücret tayin eden ve cüzzamlilar ile körlerin sokaklara çikip sikinti çekmemelerini isteyen, bu sebeple onlara maas baglayan birisi idi. Ayrica o, bunlara yardimci olacak bedenen saglam insanlari da görevlendirmisti. Emevîler döneminde tip egitim ve ögretiminde büyük bir gelisme olmustu. Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz (99-101/717-720) döneminde tip ilminin büyük bir merhale katettigi görülür. Çünkü o, Iskenderiye'deki bu meslegi Antakya ve Harran'a tasidi. Bu da Abdülmelik b. Ebcer el-Kinanî'yi Antakya'ya getirmekle olmustu.

Bütün bir Islâm dünyasina ve dolayisiyle Osmanlilar üzerinde de tesiri olmasi bakimindan kisaca Abbasî dönemi tibbina bir göz atmak istiyoruz. Böylece Osmanli dönemindeki gelismelerin köklerini görmüs olacagiz.

Abbasî halifelerinden Harun Resid (170-197/786-809) Bagdad'da bir hastahâne tesis etmisti. O, Cündisapur hastahânesinin doktorlarindan kendi sarayina gelenlerin tabibligini begendigi için onlara ayni sistemle Bagdad'da bir hastahane kurdurur. Bagdad'da kurulan bu hastahanenin söhreti her tarafa yayilir. Bu durumdan haberdar olan imkân sahibi herkes benzer bir hastahane yapma gayretine düser. Böylece Islâm dünyasinin birçok yerinde ayri ayri hastahaneler kurulur. Buralarda din ve mezheb farki gözetilmeksizin her hasta en iyi sekilde bakilip tedavi edilirdi. Her hastalik için de ayri salonlar tahsis edilmisti. Ayrica buralarda hocalar, asistanlar ve ögrenciler bulunmak suretiyle amelî dersler de görülürdü. Bu dönemde Hiristiyan Avrupa, çok kati bir din taassubu içinde bulunuyordu. Zira bunlarin anlayisina göre eski dönemlere ait ne kadar ilim varsa ya "yalanci" veya "zararli" idi. Hele tip konusunda Kitab-i Mukaddes'ten baska bir sey aramak dinsizlik belirtisi idi. Zira bedenî rahatsizliklarin sebebi, Allah'in kula olan gazabi idi. Onun için doktor eli ile tedavi olmaya çalismak inançsizlik sebebi sayiliyordu. Kilise babalari, hastaliktan kurtulmak gayesiyle seytani bedenden uzaklastirmaya gayret ediyorlardi. Bu da ancak ölüm ile mümkündü.

Türk emirlerinden Emir Ebu'l-Hasan Yahkem (öl. 329/941) Bagdad'da bimaristan tesis etmisti. Türk hükümdarlari tarafindan kurulan ve sonradan "Bimaristan el-atik" adiyla anilan ilk bimaristan, Ahmed b. Tolun tarafindan h. 259 (m. 872) tarihinde Kahire'de tesis edilmisti. Bundan baska Nureddin Mahmud b. Zengi'nin Haleb ve Sam'da, Suriye Atabeklerinden Emîr Alemüddin Sencer Kerek'te, Tutus'un oglu Dukak da yine Sam'da dâru's-sifalar kurmuslardi. Daha sonra Eyyubî ve Memlûklular'in da birçok bimaristan yaptirdiklarini kaynaklardan ögrenmekteyiz.

Osmanlilar'dan önce Anadolu'da kurulan birçok dâru's-sifa bulunmaktadir. Kayseri Gevher Nesibe Dâru's-Sifasi (602/1205), Sivas I. Keykâvus Dâru's-Sifasi (614/1217), Mengücekler'den Fahreddin Behram Sah'in kizi Turan Melike Hanim'in Divrigi'de (626/1228) yilinda yaptirdigi Divrigi Dâru's-Sifasi, Ilhanlilar devrinde Amasya'da yaptirilan (708/1308) dâru's-sifa, ayrica Diyarbakir ve Mardin gibi yerlerde Artuklular tarafindan yaptirilan dâru's-sifalar, belirtilen dönem için örnek olarak gösterilecek dâru's-sifalardan sadece birkaçidir.

Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla degil, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi. Yakubî ile Mes'udî eserlerinde Bagdad yakinlarinda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler. Mes'udî'nin ifadesine göre Deyr Hizkil akil hastahânesi Abbasî Halifesi Mütevekkil Alallah zamaninda (847-861) ünlü dilci el-Müberred tarafindan Bagdad ile Vâsit arasindaki hastahâne hakkinda IX ve X. yüzyil müellifleri tarafindan genis bilgi verildigine göre (Ya'kubî, s. 321; Mes'udî, IV, 89; Yakut, II, 540-541) hiç süphesiz burasi, sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigi belgelerle isbat edilebilen en eski psikiyatrik hastahane olma serefine daha layiktir. Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan hastahânelerle mukayese edilemeyecek kadar bir öncelige sahiptir.

Selçuklular'in, Dogu Islâm dünyasinin koruyucusu olarak Çin ve Hindistan'dan Akdeniz'e kadar yayilmalarinin sadece Türk-Islâm tarihi için degil, Avrupa tarihi için de bir dönüm noktasi teskil ettigi, son zamanlarda yapilan arastirmalarin isigi altinda anlasilmaya baslanmistir. Avrupa'da Rönesans devrinin dogmasinda Müslüman Türklerin oynadigi rol etraflica incelendiginde Selçuklular'in Avrupa kültürünü, özellikle Avrupa tibbini, hastahanelerini ve üniversite kuruluslarini ne kadar çok etkiledikleri daha belirli bir sekilde ortaya çikacaktir. Bununla beraber, Selçuklular'in daha Sultan Alparslan zamanindan baslayarak Nisabur, Bagdad, Siraz, Berdesir, Kâsân, Ebher, Zencan, Gence, Harran ve Mardin gibi merkezlerde kurduklari bimaristanlar ne yazik ki bugün ortadan kalkmis bulunmaktadirlar.

Selçuklular döneminde genel bimaristanlardan baska sadece akil hastalarinin tedavisi ile ugrasan Bagdad yakinindaki Deyrihizkil Tekkesi gibi müesseselerle, cüzzamlilarin tecrid edilerek bakildigi miskinler tekkesi veya cüzzamhâne denilen hastahaneler de kurulmus ve bunlardan Anadolu'da bulunanlar Osmanlilar tarafindan yakin zamana kadar isletilmistir. Mesela Afyon dolaylarindaki Karacaahmet Tekkesi ile Burdur yakinlarinda Onacak'taki Melek Dede Türbesi bunlardandir. Erzurum civarinda simdiki adi Deli Baba olan köyde akil hastalarinin tedavisiyle ugrasan Selçuklu dönemineit böyle bir tekkenin XV. yüzyilin baslarinda faal oldugu, Ispanya Krali'nin Timur'a gönderdigi elçi Klavijo'nun seyahatnamesinden ögrenilmektedir. Semerkant'a giderken buradan geçen Klavijo'nun yazdigina göre Deli Baba köyünde akil hastalarinin tedavisiyle mesgul olan dervisler yasiyor ve buraya getirilen hastalar, onlarin telkin ve mesguliyet tedavileriyle sifa buluyorlardi.

Diger medreselerde oldugu gibi Osmanli tip medreseleri de Islâm dünyasinda daha önce kurulmus olan dâru's-sifa ve özellikle Anadolu Selçuklulari dâru's-sifalari örnek alinarak kurulmuslardir. Osmanlilarda ilk dâru's-sifa Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da kurulmustu. Bundan sonra Istanbul'da Fatih Sultan Mehmed, Edirne'de II. Bayezid, Istanbul'da Haseki Sultan ve Atik Valide gibi tesisler kurulmustu.

Günümüze ulasabilen Islâm hastahanelerinin çogu, Osmanlilara ait olanlardir. Özellikle XVI ve XVII. yüzyillarda dünya tarihinin en büyük devletlerinden biri olan Osmanli Devleti'nin genis topraklarinda halk, ordu ve saray mensuplari için bimaristan, bimarhâne, sifahâne, timarhâne veya dâru's-sifa denilen hastahaneler tesis edilmisti.

Yildirim Bayezid döneminde askerî islere verilen önem kadar ilim, irfan ve kültürel gelismelere de önem veriliyordu. Bu sebeple, daha önce kendi imkânlari ile tibbin gelismesine yardimci olanlar için XV. yüzyilin ilk senesinde (15 Ramazan/12 Mayis 1400) Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da "dâru't-tib" adiyla bir hastahane açilmisti. Baslangiçta en güzel tibbî müesseseler ve hastahaneler Iran'da, Cündisapur'da idi. Araplar da bunu örnek alarak en güzellerini Bagdad'da yapmislardi. Osmanli ülkesinde yapilacak olan da bunlara benzeyecekti. Islâm medeniyet tarihinde bimaristanlar hem hastahâne hem de tip ilminin tedris edildigi birer tip fakülteleri idi. Daha önce de belirtildigi gibi Türkler bazi farklarla bu müesseseleri Araplardan almislardi.

Bursa'da kurulan bu ilk tip medresesi, o zamanlar Türkiye'de insa edilen hanlarin mimarî özelliklerine göre yapilmisti. Bu medrese iki katli olup ortada genis bir bahçe vardi. Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye açilirdi. Yildirim Bayezid tarafindan insa ettirilen bu ilk Dâru't-tib, kisa zamanda büyük bir söhrete ulasti. Genis vakiflari ile herkese hizmet eden bu müessesenin egitim sisteminin, Cündisapur ve Selçuklu dönemi Sivas Darussifasina benzemesi normal karsilanmalidir. Bu devrin (XV. asir) sonunda da Mukbilzâde Mü'min adinda bir hekim yazar, II. Murad zamaninda yetismisti. "Zahire-i Mudariye" adiyla padisaha ithaf edilen eserin en dikkate deger tarafi, Arapça terimler arasinda Türkçe terimlerin serbestçe kullanilmis olmasidir.

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tesis edilen sahn medreselerinin yaninda bir de Dâru's-sifa yapilmisti. Bu müessesenin mükemmel bir sekilde vazife icra etmesi için hiç bir masraftan kaçinilmamisti. Fâtih hastahânesi (bimarhâne)nin yetmis hücre ve seksen kubbesi oldugu belirtilmektedir. Buraya Fâtih tarafindan dersiam ve hekim basi tayin edilmisti.

Osmanli hastahânelerinin en bariz mimarî özelligi câmi, medrese, imaret, tabhâne, kervansaray, hamam, çarsi, çesme, kütüphâne ve benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçasi olarak planlanmalaridir. Bu külliyeler sehir içinde adeta yeni birer küçük mahalle olusturarak bir sosyal merkez gibi halkin her türlü sosyo-kültürel ve saglikla ilgili ihtiyaçlarini da karsiliyorlardi. Osmanli hastahânelerinde Selçuklu geleneklerinin devam ettirildigi, ancak bu dönem hastahânelerinde yeni mimarî fikirlerin de uygulandigi görülmektedir. Nitekim Bursa'daki Yildirim Bayezid ve Manisa'daki Hafsa Sultan dâru's-sifalarinda Selçuklu hastahanelerinin mimarî özellikleri yasatilirken, Edirne'deki II. Bayezid Dâru's-sifasinda ve Mimar Sinan'in Istanbul'da yaptigi hastahanelerde yeni mimarî düsüncelere yer verilmistir.

Mimar Hayreddin'in Edirne'de insa ettigi II. Bâyezid Dâru's-Sifasi, hastahâne tarihinde esi bulunmayan bir âbidedir. Bu hastahânenin külliyeye dahil medrese, câmi, tabhâne, firin ve imâretle birlikte Tunca nehrinin kenarinda yesil ibr sahaya insa edilisi, sehircilik bakimindan da bugünün modern Isveç hastahanelerindeki en ileri planlama yönteminin Türkler tarafindan 500 yil önce uygulandigini göstermektedir.

Osmanli döneminde hastalar, bimarhânede kendilerini sagliga kavusturacak müsfik eller buluyorlardi. Kadinlar ve hiristiyanlar için özel daireler ayrilmisti. Tedavide en küçük teferruat bile gözden kaçirilmiyordu. Tedavi mükemmeldi. Hastalara uygun devalar (ilaçlar)dan baska ruhî tedavi de uygulaniyordu. Icra edilen musikî ahengi karsisinda hastalar maddî izdiraplarini unutuyorlardi. Vakfiyelerde kimlerin hangi vazife ile buralarda hizmet görecekleri, ne kadar ücret alacaklari ve nasil hizmet etmeleri gerektigine dair bilgilerin yaninda hastalara hangi ilaç ve yemeklerin verilecegine dair bilgi de bulunmaktadir.

XV. yüzyilda Bursa'da kurulan dâru't-tibbi, bir tip okulu sayanlar vardir. Her ne kadar vakfiyede ögretime dair bir bölüme tesadüf edilememekte ise de, eskiden beri devam edegelen âdete göre usta hekimler çirak yetistirirlerdi. Hastahânelerde tip ve eczaciliga dair dersler verilir ve her iki sanatin tatbikati gösterilirdi. Elimizde bulunan birçok belge, buralarda "Muidlik" esasina dayali ve ögrencilere mümkün mertebe faydali olma anlayisinin bulundugunu göstermektedir. Binaenaleyh,herhangi bir sebeple vazifesinden ayrilan muidlerin yerine derhal yenisi geliyordu. Nitekim 12 Zilhicce 1167 (30 Eylül 1754) tarihli bir belgeye göre Sivas'taki Sifaiyye medresesine Mehmed Halife adinda bir muidin tayini istenmektedir. Çünkü daha önce muidlik yapan Abdullah adindaki sahsin öldügü anlasilmaktadir. Doktorlar her çesit tib bilgilerini ögrendikleri gibi, günümüzdekine benzer, cerrah, kan alici, kehhal (göz doktoru), disçi, akil hastalari tabibi gibi ihtisas siniflarina da ayriliyorlardi.

Osmanli dönemi Dâru't-tiblarindaki egitim hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, buralarda umumi medreselerde ve dâru'l-hadislerde uygulanan sistemden farkli bir uygulamanin oldugunu söyleyebiliriz. Çünkü tabiblik, daha ziyade uygulama gerektirmektedir.Bu bakimdan, bazi tabiplerin özel dersler vermek, bazisinin da özel dershaneler açmak suretiyle sakird (çirak) yetistirdikleri görülmektedir.

Osmanli tip hayatinda muhtesib ile tabiplerin birbirleri ile siki bir iliskileri bulunmaktadir. Zira görevi geregi muhtesib (veya ihtisâb Agasi) zaman zaman tabipleri kontrol etmekte, onlardan sanatini kötüye kullananlar veya gerçekte tabip olmadigi halde tabiblik yapanlari bu isten uzaklastirabilmektedir.

Osmanli Devleti'ndeki ihtisas medreselerinden bahsederken, degisen dünya sartlarinin geregi olarak, klasik dönemde bulunmayan yeni ihtisas medreselerinin kurulduguna da temas etmek gerekir. Bu bakimdan bunlardan bazilarina kisaca isaret etmek istiyoruz.

Sarax
09-23-2008, 14:45
MEDRESETÜ'L-KUDÂT

Kadi yetistirmek maksadiyla 1270 (1854)'te Seyhülislâm Mesreb Efendi hafidi Mehmed Arif Efendi zamaninda açilmistir. Ilk açilisinda "Muallimhane-i Nuvvab" adini tasiyan medrese, 1302 (1884)'ten sonra "Mekteb-i Nuvvab", 1329 (1910) ise Mekteb-i Kudât adi ile anilmistir. Iki yil tahsil müddeti olan medrese ilk mezunlarini 1272 (1856) tarihinde vermistir. Ilk sene bir tek mezun veren bu medreseden çikanlar, hukuk mektebi talebe yetistirinceye kadar mahkemelere tayin ediliyorlardi.

Sarax
09-23-2008, 14:45
MEDRESETÜ'L-VÂIZÎN

Bu medrese, 6 Subat 1912 tarihli bir nizamnâmeye göre "Ahkâm-i âliye-i Kur'aniyye ve Sünnet-i seniyye-i Nebeviyye dairesinde mevâizi, hasene-i ictimaiyye icrasiyla din-i mübin-i Islâm'in, müessis-i medeniyet ve fazilet oldugunu cihan-i insaniyete nesr edebilecek erbâb-i kemâl-iyetistirmek maksadiyla" açilmisti.

Kurulus gayesinden de anlasilacagi gibi medrese, adeta Islâm tebligcilerini (misyoner) yetistirmek için kurulmustur. Üç siniftan meydana gelen medresenin her sinifinda okutulacak olan dersler, ögrencilerin hem dinî hem de kültürel seviyelerinin yüksek olmasina yardimci olacak derslerdi. Önemine binaen, siniflara göre ders dagitim cetvelini buraya aliyoruz.

Birinci Sinif: Hadis, Kelâm, Fikih, Siyer-i Nebi, Târih-i Islâm, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Osmaniye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Arabiyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmanî, Cografya-yi Osmanî ve Islâmî, Cografya-yi Umumi, Hesap, Hendese, Terbiye-i Bedeniyye (Beden Egitimi).

Ikinci Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmaniyye, Siyer-i Nebi ve Tarih-i Islâm, Cebir, Hikmet-i Tabiiyye, Malumat-i Hukukiyye, Terbiye-i Bedeniyye.

Üçüncü Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih, Felsefe, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Edyan (Dinler Tarihi), Hey'et (Astronomi), Hifzissihha (Saglik bilgisi), Kimya, Hikmet-i Tabiiyye, Terbiye-i Bedeniyye.

Sarax
09-23-2008, 14:46
MEDRESETÜ'L-EIMME VE'L-HUTEBÂ

Günümüzde, vazifesi hemen hemen mihrab ile minber arasina sikisip kalan mahalle imamlarinin selâhiyetleri, baslangiçta bu kadar kisitli degildi. Osmanlilar'da imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi. Bunun için, bu göreve atanacaklarin belli seviyede bir bilgi ve kültür birikimine sahip olmalari gerekiyordu. Vazifeye tayinleri, Padisah berâti ile olan imamlar, 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilâti kurulana kadar mahallenin yöneticisi durumunda idiler. Onlar, kadilarin temsilcileri olduklarindan, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler. Tabir caizse belirtilen dönemde mahalleyi onlar yönetiyor diyebiliriz. Bu sebeple olacak ki bir arsiv belgesine göre resmen imamlik vazifesi ile görevlendirilmeyen kimselere imam degil, "Namazci" adi verilmektedir.

Baslangiçta daha ziyade dâru'l-kurra mezunlari arasindan seçilen imamlar için sonralari yeni bir medrese açilir. Iste bu medrese Imam ve Hatip yetistirmek için 1329 (1913) yilinda açilmisti. Medrese iki bölümden olusmaktaydi. Bunlardan biri Imam ve Hatip'lik bölümü, digeri de Ezan ve Ilâhî bölümü idi ki bir mânada müezzinlik bölümü diye isimlendirebiliriz.

Sarax
09-23-2008, 14:46
MEDRESETÜ'L-IRSÂD

Medresetü'l-Vâizîn ile Medresetü'l-Eimme ve'l-Hutebânin birlestirilmesi ile meydana gelmis bir medresedir. Bu medrese talebesinin yedirilip içirilmesi isi, Dâru'l-Hilâfe talebesininki gibidir. Bu medreseyi bitirenler, zeyil mesihatlarina, kara ve deniz askerî kitalari imamliklarina, vilayet, liva ve kaza merkezlerindeki vaizliklere tayin olunurlardi. Bundan böyle imam ve hatiplik sadece bu medrese mezunlarina verilirdi. Bu medrese, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun nesrine kadar devam etti. Adi geçen kanunla medreseler kapatildigi zaman bu medrese Imam-Hatip Okulu'na çevrildi.

Sarax
09-23-2008, 14:46
MEDRESETÜ'L-MÜTEHASSISÎN

Medreselerin ilk teskilât ve taksimatinda onlarin üstünde ihtisas medresesi olarak Dâru'l-Hadis, Dâru't-Tib gibi müesseseler vardi. Fakat Fikih (Islâm Hukuku), Kelâm, Felsefe ve özellikle Kur'an'in tefsiri gibi konularda ihtisas veren bir medrese yoktu. Nihayet 1908'deki medrese islahatinda bir de "Medresetü'l-Mütehassisîn" adiyla yeni bir medrese kurulmasina ihtiyaç hâsil olmustu. Nihayet 1333 (1917) yilina gelindiginde Dâru'l-Hilafeti'l-Aliyye Medresesi programini tanzim ve islah etmek üzere toplanmis olan 38 kisilik komisyon, üç bölümü ihtiva eden Medresetü'l-Mütehassisîn'i kurmustu.

Bütün bu medreselerden baska gerek saray erkâninin çocuklarini okutup egitmek, gerekse askerî egitimle ilgili medreseler de kurulmustu. Biz, bilgi vermek bakimindan bunlardan da kisaca bahs etmek istiyoruz. Bunlar: Saray ve Askerî mekteplerdir.

Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab etmektedir.

Sarax
09-23-2008, 14:46
SARAY MEKTEPLERI

Bu mektepler, saraydaki çocuklari okutmak, hünkârin hizmetinde bulunacak memur ve müstahdemleri yetistirmek üzere saray içinde açilan mekteplerdir. Bunlar da:

1. Sehzâdegân Mektebi

Osmanli sehzâdelerinin okuduklari mekteptir. Bu mektep, Topkapi Sarayi'nin Harem dairesinde Dâru's-saade Agasi'nin bulundugu binanin üst katindadir. Mektebin âmiri, adi geçen agadir. Tahsil derecesi, halka açik olan ve halk çocuklarinin devam ettikleri "Sibyân Mektebi" seviyesindedir. Osmanli hanedanina mensub olanlarin bir kisminin ilimde ileri merhalede bulunmalari, onlarin söhretli ve devrin en bilgili hocalarinin nezaretinde yetismis olmalarindandir.

Sibyan mekteplerinde oldugu gibi burada da okuma-yazma, Kur'an-i Kerim, dört islem gibi basit bilgiler verilirdi.

Sehzâdelerin ilk defa derse basladiklari zaman ve onlar için yapilan tören Türk maarif tarihi bakimindan önemlidir. Bu tören, sehirde halk tabakasi çocuklarinin mektebe ilk baslama zamaninda yapilan ve "Bed'-i Besmele" denilen törenden daha parlak ve muhtesem olurdu.

2. Enderûn Mektebi

Ilk defa I. Murad tarafindan tesis edildigi, II. Murad döneminde müfredat programinin gelistirildigi veya Fâtih tarafindan kuruldugu belirtilen Enderûn mektebinin, devletin kudretini korumaya kabiliyetli bir (kapi-kulu) sinifi yetistirmek için çesitli odalarda, muhtelif kademelerde egitim ve ögretim faaliyeti yürüttügü ve Acemî oglanlar arasinda seçilen talebelerin (Gilmân) buralarda 7-8 yil tahsil gördügü anlasilmaktadir.

Osmanli Devleti'nde Enderûn, özellikel XV. yüzyil ortalarindan itibaren medrese disinda en önemli resmî egitim kurumu ünvanini tasimaktadir. Daha çok mülkî ve askerî idarecilerin yetistirildigi bu mektep, Osmanli merkez ve tasra bürokrasisinde gerekli insan gücü kaynagini olusturmak için kurulmustur. Bu vasfi ile resmî Osmanli ideolojisi veya zihniyetinin ögretilip gelistirildigi temel egitim birimini teskil ettigi gibi idarî ve siyasî hedeflerin tayininde, devletin ana kurumlarinin isleyisinde önemli bir yere sahip olmustur. Biraz önce belirtildigi gibi kurulus tarihi hakkinda farkli görüsler bulunmakla beraber bunun II. Murad zamaninda Edirne Sarayi'nda teskil edildigi, ancak gerçek ve olgun teskilatina Fâtih döneminde kavustugu söylenebilir. Böyle bir kurumun teskilinde esas hedef, askerî temele dayanan Osmanli Devleti'ne yetenekli komutan yetistirmek ve devamli büyüyen ülkenin farkli din, dil ve kültürlere mensub kitleleri idare edecek saglam yönetici kadrolari temin etmekti.

Enderun Mektebi, Topkapi Sarayi içinde idi. Enderun tabiri de bunu göstermektedir. Buraya devsirmeden gelen çocuklar alinirdi. Bununla beraber bazan rehine olarak Istanbul'a getirilmis olan baska devlet hükümdarlarinin çocuklari da alinirdi.

Mektebin teskilâti zamanla bir hayli degisiklige ugrayarak XVII. asirda bilhassa acemi oglanlar mektebine son sekilleri verildigi sirada kat'î seklini almis ve yedi odaya, yani sinifa ayrilmisti. Her odanin basinda bir aga bulunurdu. Bu odalar sunlardir:

a. Küçük oda: (Hâne-i sagir)

b. Büyük oda: (Hâne-i kebir)

Bu iki odadakiler yalniz okuyup yazarlardi. Bunlar Enderûn mektebinin ibtidai yahut hazirlik sinifi durumunda idiler. "Dolama" denilen elbiseyi giydikleri için bunlara "Dolamali" da denirdi. Bunlarin sayilari digerlerinden daha fazla idi. Kapi agasinin maiyetinde bulunurlardi. Anahtar, serbet ve peskir isleri büyük odalilara aitti.

c. Dogancilar odasi (Hâne-i bazban)

Hünkârin avda kullandigi doganlara bakan 40 kisilik bir sinifti. Agalarina "doganci-basi" denirdi.

d. Seferli odasi

Bu odadakiler, hünkârin çamasirlarina bakar, sarik, seccade hizmeti gibi seyler bunlara aitti. Câmide, hünkârin üzerinde namaz kilacagi seccadeyi bunlarin agasi serer ve padisahi tatmin etmek için evvela kendisi bu seccade üzerinde secde ederdi. Sarayin mefrusat isi de bunlarin hizmet alanina girmekteydi.

e. Kiler odasi

Bunlar, sarayin yiyecek ve içecegi ile ugrasir, onlara bakarlardi. Agalari kilerci-basi idi. Bilhassa hünkârin yiyecegi yemegin tadina bakmak, onlarda zehirleyici bir maddenin olmadigina inandirmak için mutfakta hazirlanan yemek tablasini padisahin yemek odasina kadar götürüp bizzat sofraya koymak bunlarin baslica vazifelerindendi.

f. Hazine odasi

Agalari, hazinenin muhafazasi ile mesgul olurlardi.

g. Has oda

Bunlar, "zülüflü" denilen 40 agadan mütesekkildi. Gece-gündüz hünkârin hizmetinde bulunurlardi. Hirka-i serifte devamli olarak dua ederlerdi. Bunlarin agasina "Odabasi" denirdi. Hünkâri giydirip kusatmak bunlarin vazifeleri arasindadir. Has odabasi, kapi agasindan sonra en yüksek rütbeli idi. Bunun için mührü hümâyunlardan birini tasirdi.

Enderûnlularin yalniz küçük ve büyük odadakiler degil, digerleri de bir san'at ve hüner sahibi olmaktan geri durmazlardi. Dinî tahsil ve Kur'an-i Kerim tilaveti, en çok mesgul olduklari saha idi.

1045 (1635) senesinde Evliya Çelebi'nin 20 yaslarinda iken Ayasofya'da müezzin mahfilinde okudugu Kur'an, Sultan IV. Murad'in hosuna gittigi için saraya alinmasini istemistir. Sarayda kendisine verilen kitaplardan anlasildigina göre buradaki tahsil, medreselerde oldugu gibi dinî egitime dayali ve hatta seviye itibari ile medreselerden daha yüksek bir mevkide görünmektedir. Atâ tarihinde Enderûn'da okutulan ders ve takip edilen sistem hakkinda genis bilgi bulunmaktadir. H. XIII. asra kadar bu mektepten pek çok devlet adami yetismistir. Nitekim 79 sadrazam, 36 kaptan-i derya, 3 seyhülislâm isminin Atâ tarihinin ikinci cildinde verilmesi bunu göstermektedir.

3. Meskhâne

Musikî, refah, servet ve medeniyetle birlikte yürüyen bir san'at olduguna göre Osmanlilar'da da ayni sekilde kendisini kabul ettirmistir. Gerçekten, Osmanlilarin yükselislerine paralel olarak pek çok musikî âletinin bu dönemde meydana çiktigi bilinmektedir. Kaynaklarimiz, II. Murad'dan itibaren konu ile ilgili eserlerin Osmanli sultanlarina sunuldugunu kaydederler. 1045 (1635) senesinde saraya alindigi zaman oradaki musikî hayatini anlatan E. Çelebi, "Meskhanenin" has hamam yaninda bulundugunu nakleder. O, burada gece-gündüz saz ve fasillar dinlendigini de anlatir (E. Çelebi, I, 245). Burada musikî tahsil edildigi, devrin en iyi ustalarindan ders alindigi da kaynaklarda belirtilir. Bugün, hâlâ mûsikimizin en ziyade muteber olan ilahî, semaî, beste, pesrev gibi eserleri, meskhaneden çikan üstadlarin eserleridir.

Sarax
09-23-2008, 14:46
ASKERI MEKTEPLER

Istanbul'u fethetmekle dünyanin en büyük ve egitilmis ordusuna sahip oldugunu gösteren Osmanli Devleti'nin, dönemine göre modern askerî mektepler açacagi kaçinilmaz bir sonuçtu. Gerçi daha önce de ocaga hizmet etmek isteyen ve bunlarin yetismesini saglayan mektep seklinde olmasa bile çesitli müesseseler vardi. Bu sinifa giren mektepleri üçe ayirabiliriz. Bunlar, daha ziyade askerî teskilati ilgilendirdigi için üzerinde fazla durmuyor, sadece isimlerini vermekle iktifa ediyoruz. Bu mektepler, Acemioglanlar mektebi, Mehterhâne ve Canbazhânedir. Mehterhâne, Osmanli Devleti'nin kurulusu ile birlikte ortaya çiktigi sanilan bir müessesedir. Selçuklu hükümdari Alaeddin Keykûbad'in bagimsizlik nisânesi olarak Osman Gazi'ye gönderdigi hediyeler içinde bulunan davulun, bu müessesenin temelini teskil ettigi kaynaklarda belirtilmektedir. Canbazhâneye gelince bunun asil vazifesinin ne oldugu kesin olarak bilinememektedir. Bunlarin XV. asrin ilk yarisinda ortaya çiktiklari kabul edilmektedir.

Askerî teskilâtin genislemesi ve bu teskilâtin ayri ayri siniflara ayrilmasindan sonra, her sinifin egitimi için uygun olan mekteplerin açildigi bilinmektedir. Tophane, Kiliçhâne, Tüfekhâne, Humbarahâne gibi mektepleri sayabiliriz. Bu arada, ismi mektep olan daha bazi kuruluslarin da bulundugunu belirtmekle yetiniyoruz.

Sarax
09-23-2008, 14:47
MEDRESELERDEKI EGITIM VE ÖGRETIM METODU

Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli medreseleri, yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi. Bununla beraber Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim sistemi, hiç süphesiz diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir usûl takip etmis olup, medreselerin adedi arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir tertibe tabi tutulmuslardi.

Osmanlilar'da Fâtih Sultan Mehmed'le medrese ögretimi belli bir kanuna baglandi. Dersler kahvaltidan sonra baslar ve ögle namazina kadar devam ederdi. Ögrenci ögleden sonra kütüphane veya câmide çalisirdi. XV. asirda günde dört, XVI. asirda ise bes ders okutuldugu anlasilmaktadir. Nitekim Fâtih devri müderrislerinden Hamiduddin b. Efdaluddin haftada dört gün medreseye gelmekte ve her gün dört saat ders vermektedir. Bu zatin biyografisini veren Mecdi Mehmed Efendi bu konuda sunlari söylemektedir:

"Haftada dört gün medrese-i mezkûreye geldikten maada her günde âdet-i kadime-i müstedimesi üzre bin türlü ihtimamla dört dersin edasina müdavemet ve mülâzemet eyledi."

XV. asirdaki dört ders, XVI. asirda bese çikarilmistir. Nitekim hem Kanunî, Süleymaniye'de hem de oglu II. Selim Edirne'deki Selimiye'de günde bes ders okutulmasini sart kosmuslardi.

Osmanli medreselerinde Sali günü hafta tatilidir. Bundan baska dinî bayram ve kandillerde ders yapilmazdi. Bununla beraber medreselerde bazan Sali, Persembe ve Cuma günlerinin de tatil oldugu belirtilmektedir. Herhalde bu en uzun tatil olsa gerekir. Bundan baska senelik tatiller daima Ramazan ayina tesadüf eder. Ramazan'da talebeler, dogduklari veya büyüdükleri yerlere, bazan da davetli veya davetsiz köy ve kasabalara gidip hem halka bilgi birikimlerini aktarir (bu önemli bir stajdir), hem de bu hizmetlerine karsilik kendilerine bir sene yetecek miktarda maddî imkân saglarlardi.

Her günün belli dinlenme zamanlari da genellikle ögle ve ikindi aralaridir. Medreselerde en önemli olan sabah dersleridir. Bu dersleri sadece talebe degil, disardan dinleyip takip edenler de çoktur. Bu gelenek asirlarca Istanbul'da devam edegelmistir.

Medreselerde çok defa zihnin hafiza ve muhakeme fonksiyonu dikkate alinarak naklî bilgiler yaninda düsünceyi gelistiren aklî ve felsefî ilimlere de yer veriliyordu. Bununla beraber zaman zaman bu ideal programin, ikinciler aleyhine bozuldugu da olmustur.

Sarax
09-23-2008, 14:47
MEDRESE ÖGRETIM KADROSU

Islâm dünyasinda medreselerin ortaya çikmasi ile baslayan medrese dönemi egitim ve ögretimi, bir veya birkaç kisinin ögrencilere bilgi vermesi ve belli bir sistem çerçevesinde onlari egitmesi sonucunda ögretim kadrosu tesekkül etti. Kendisinden önceki Islâm devletlerinin uygulamalarindan bir hayli istifade eden Osmanli dönemi medreselerinin, ögretim kadrosuna dahil olan elemanlar ile ögrenciler hakkinda fazla teferruata girmeden bilgi vermek istiyoruz. Bu arada Osmanli öncesine de kisaca temas edecegiz.

1. MÜDERRIS (PROFESÖR)

Bilindigi gibi Nizâmiye medreseleri, yüksek seviyede ögretim ve egitim faaliyetlerinde bulunan kurumlardi. Bu sebeple, bu ve daha sonra kurulan bütün medreselerde ders veren kimseler için "müderris" ünvani kullanildi. Bu tabir, Arapça bir kelime olup "tedris" mastarindan ism-i faildir. Buna göre mânasi medreselerde ders okutan kimse olmaktadir.

Islâm'in ilk devirlerinden itibaren özellikle bazi ilimlerin tahsilinde bir ögreticiye (muallim, müderris, ögretmen) ihtiyaç duyulmus oldugundan kendi basina kitapla ugrasmak pek hos karsilanmamistir. Ayrica, insanlarin bildiklerini baskasina ögretmek için gayret sarf etmesi de tesvik edilmistir. Bütün bunlar, Islâm dünyasinda medreselerin yayginlasmasi ile birlikte her tarafta saygi ve itibar gören müderrislerin yetismesine sebep oldu. Ilmin yayilmasi için gayret sarf eden bu zümrenin, gerek fikir ve çalisma hürriyeti, gerekse büyük bir malî imkâna sahip olmasi, bu sahanin ragbet görmesine sebep oldugu gibi, bu zümre mensuplarinin daha iyi bir sekilde ilmî faaliyetlerde bulunmasina da sebep olmustu. Baslangiçta hükümdar, emîr veya vakfi tesis eden herhangi bir kimse tarafindan tayin edilen müderris, devrin en bilgili ve kabiliyetli âlimleri arasindan seçilirdi. O, hemen hemen dinî ilimlerin tamaminda bilgi sahibidir. Özellikle kendi mezhebi hakkinda usûl ve füru' ilimlerine iyice vâkif olmak zorundadir.

Osmanli dönemi medreselerinde, belirli bir tahsilden sonra icazet, mülâzemet ve beratla medreselerde ders veren kimselere müderris (günümüzde profesör) denir. Vakfiyelerde müderrislerin nasil seçkin kimseler arasinda seçilmesi gerektigi ve özelliklerinin neler olmasi hakkinda bilgiler verilmektedir. Bu konuda Fâtih ve Kanunî vakfiyeleri ile kanunnâmelerde genis bilgi bulunmaktadir. Osmanli medrese teskilâtinda "Hâric" ve "Dâhil" derslerini gören talebe, "Sahn-i Semân" veya "Süleymaniye" seviyelerindeki egitim ve ögretimden sonra mezun olur. Yani, icazet alir. Bu, onun müderrislik yapabilecegini gösteren bir diplomadir. Sayet Anadolu'da vazife almak istiyorsa Anadolu, Rumeli'de vazife alacaksa Rumeli Kadiaskeri'ne müracaat ederek onun, muayyen günlerdeki meclislerine devam edip "Matlab" denilen deftere (Rûznâme) mülâzim kayd edilir. Bundan sonra sirasi gelinceye kadar beklerdi ki, buna nevbet (nöbet) denirdi. Sirasi geldiginde en asagi derecedeki "Hasiye-i Tecrid" medreselerinden birine yevmiye (günlük) 20 akça ile müderris tayin edilirdi. Bundan sonra sira ile yükselerek en üst seviyedeki bir medreseye kadar çikabilirdi.

2. MUID (ASISTAN, ARASTIRMA GÖREVLISI)

Arapça bir kelime olan "Muîd" birçok mânaya delâlet etmektedir. Teknik yani istilâh olarak müzakereci, müderrisin derslerini tekrarlayip izah eden müderris yardimcisi. Gerçekten muîd, müderrisin dersten ayrilmasindan sonra onun dersini talebeye tekrarlayan bir kimsedir. Talebe bazan konuyu anlamadigindan, bazan müderrise sormaktan utandigindan her seyi tam olarak kavrayamaz. Iste bu durumda muîd onlara yardimci olur. Demek oluyor ki, muîdin müderris ile talebe arasinda bir derecesi vardir. Bugünkü asistan veya arastirma görevlisi pozisyonundadir. Muîdler, talebelerle ayni yerde otururlar. Vazifesi, dersi ögrencilerle tekrarlamak olan muîde müzakereci de denebilir. Bu vazife medreselerin kurulmasiyla birlikte ortaya çikmistir. Eyyubîler döneminde muîdlik, aranan bir görev haline gelmistir. Hemen her medresede bir muîd vardir. Hatta, bazi medreselere tayin edilen her müderris için iki muîd tayin edilmistir. Nitekim Melik Necmeddin Eyyub tarafindan yaptirilan Selâhiyye Medresesi'ne dört müderris, her müderrise de ikiser muid verilmistir. Muîdler, ayni zamanda talebenin disiplini ile de mesgul olurlardi. Hatta bazan (Misir'da görüldügü gibi) bir medresede müderris, digerinde de muîd olanlara rastlanmaktadir.

Osmanli egitim ve ögretim tarihinde muîdlerin önemli bir yeri bulunmaktadir. Fâtih vakfiyesinde muîdlerle ilgili olarak söyle denilmektedir:

"Hadid ve fikr-i sedid ve re'y-i resid ile akrani beyninde ferid ve ta'lim-i muhtasarat-i kütübde mâhir ve teallüm ve iktisâb-i mütavvelata kadir kimesne olur. Her müderrisin medresesinde muîdi olup vazife-i yevmiyesi hâsil-i vakf-i seriften bes akça ola." Görüldügü gibi Osmanli dönemi muîdi, akranlari arasinda en iyi bilgiye sahip, zeki, saglam ve isabetli görüslere sahip bir kimse olarak tavsif edilmektedir. Muîd, yaptigi is ve gördügü hizmet karsiliginda da günde bes akça gibi bir ücret almaktadir.

Süleymaniye vakfiyesinde de muîdlikle ilgili su bilgilere yer verilmektedir:

"Ve tullab-i ilimden birer maarif u fezâil ile mümtaz, rütbe-i istifadeden derece-i ifadeye vüsûle isti'dad ile ser-efrazini muîd eyleyeler. Ve vazife-i yevmiyyeleri beser akça ola." Vakfiyenin bu metninden anlasildigi üzere Süleymaniye medreselerinde muîdlik yapacak olanlarin talebenin en iyilerinden olmasi, bilgili ve arkadaslari arasinda her bakimdan üstünlügü kabul edilen bir kimse olmasi gerektigi belirtilmektedir.

Muîdlerin, Ellili medreselerden asagi seviyedeki medreselerde de bulundugu ve bunlarin da müderrisler gibi tayin edildikleri anlasilmaktadir. 5 Saban 1247 (9 Ocak 1832) tarihini tasiyan bir belge, Sivas Dâru's-sifa medresesinde muîdlik yapan Musa adindaki sahsin vefati üzerine yeri ve hizmetin hâli oldugu, bu sebeple islerin görülemez oldugu anlasildigindan yerine beratla, bu ise lâyik olan oglunun geçmesi Sivas Kadisi Müftüzâde Abdullah tarafindan istenmektedir. Öyle anlasiliyor ki bu medresede muîdlik hizmeti eskiden beri uygulanmaktadir. Zira adi geçen sehrin kadisi tarafindan Istanbul'a gönderilen 12 Zilhicce 1167 (30 Kasim 1754) tarihli baska bir arzda muîdlik hizmetinin bir baskasina verilmesi istenmektedir.

Danismendler arasinda muîd olabilecek evsafta bulunanlarin seçimi ise müderrisler tarafindan yapilmis olmalidir. Muîdlerin, kaç yil bu görevde kaldiklari henüz kesin olarak tesbit edilebilmis olmamakla beraber, (Dâru't-tiblar disinda) bunun iki sene devam ettigi belirtilmektedir.

Osmanlilar döneminde bu görev, 1908 inkilâbindan sonra da Sultanî-ler'de devam etmek üzere yeniden ihdas edilmisse de sonradan kaldirilmistir.

3. TALEBE

Islâm dünyasinin egitim ve ögretim tarihinde medreselerin esas unsurlarindan biri de süphesiz ki ögrencilerdir. Talebelerin gerek zekâ gerekse bedenî yapi bakimindan saglam olmalarina dikkat edilirdi. Bu bakimdan hocalar tarafindan bazi zekâ testlerinin yapildigi da belirtilmektedir. Bu testler neticesinde hocalar talebe olarak seçecekleri kimseleri belirlerlerdi. Böylece zeki veya daha az zeki olan insanlarin ayni yerde bulunmamalari saglanmis oluyordu. Zira farkli zekâ seviyesine sahip olan ögrencilerin ayni sinifta bulunmalari hos karsilanmamistir. Çünkü böyle bir uygulama, zeki çocuklari geri birakacagi gibi, zekâ bakimindan fazla gelismemis olanlara da büyük bir azap çektirir.

Her ne kadar ögretim için belli bir yas sözkonusu degilse de bazi müderrislerin, belli ilimlerde ögrenme kabiliyetini nazar-i dikkate alarak belli bir yas grubundan ögrenci seçtikleri de olmustur. Gerçekten, Kâtib Çelebi'nin de ifade ettigi gibi ilim yolcusunun fedakâr olmasi, dünya ile iliskisinin fazla bulunmamasi, çoluk çocuk kaygisinin olmamasi gerekir. Bütün bunlar da ilim tahsil etmek isteyen kimsenin bir ölçüde genç olmasini gerektirmektedir. Hatta bazi müellifler, talebenin mümkün mertebe bekâr olmasini da isterler. Çünkü evli bir kimse, evlilik hukuku ve geçim derdi gibi islerle mesgul olacagindan kendisini rahat ve huzurlu bir sekilde ilme veremez. Bu da ilmî tedkik ve arastirmaya bir engel teskil eder.

Talebe sayisi genellikle vakfi tesis edenlerin isteklerine bagli kalmissa da, bazan bu sayilar degisebilmektedir. Misir medreselerindeki ögrenci sayisi 3-100 arasindadir. Bazan sayi çogaldigi zaman bunlarin iki kisma ayrildigi, hocalarin böyle bir taksim yaptiklari da belirtilmektedir.

Osmanli döneminde talebelerin yetismesi üzerinde ehemmiyetle durulmus olmasi onlara büyük bir degerin verildigini göstermektedir. Osmanlilarin ilk medreseleri ile birlikte bütün talebeye vakiflarca bakilmis, onlara imâretler vasitasiyla da yeme, içme, yatma ve para temin etme gibi imkânlar saglanmistir.

Islâm ve Osmanli dünyasinda talebeler için degisik kelime ve istilahlar kullanilmistir. Araplarin "tâlib" dedikleri medrese talebesine Selçuklular "fakih" ve "mülazim" derlerdi. Osmanlilarda ise "tâlib"in çogulu "talebe" ve "tüllâb" kelimeleri kullanildigi gibi, Farsça'da âlim ve akilli mânasina gelen "danismend" ve yine Farsça'dan yanmis mânasina "suhte" kelimesinin bozulmus sekli olan "softa" kelimeleri ile Arapça'da istidadli ve kabiliyetli mânasina gelen "müsteid" kelimesi kullanilmistir. Bu kelimelerden her birinin digerinin yerine kullanilabildigi anlasilmakla birlikte, Sibyan mektebi talebelerine sadece "talebe", asagi seviyedeki medrese talebelerine "suhte" yüksek seviyedeki medrese talebesine de "danismend" denildigi anlasilmaktadir.

Osmanli medreselerindeki talebe sayisi, medresenin büyüklük veya küçüklügüne göre degismekle beraber, medreselerin en büyüklerinde bile bir müderrisin okuttugu ögrenci sayisi 20 rakamini geçmez.

Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti'nde daha kurulus yillarindan itibaren tahsilini belirli seviyeye getiren talebeler, hocalarinin da tavsiyesi ile Islâm dünyasinin o dönemlerde taninmis ilim merkezleri olan Kahire, Semerkant, Buhara, Mâveraünnehr, Bagdad ve Sam (Dimask) gibi merkezlerine giderek tahsillerini tamamliyorlardi. Böylece birkaç yil sonra Islâm dini, kültürü ve medeniyeti konusunda yetismis birer âlim olarak dönerlerdi. Hangi sehrin hangi sahalarda meshur oldugu, buralardaki ilmî gelisme ve ilim mahfilleri, daha önce gidip dönenler veya oralardan gelen misafir hocalar tarafindan bilinir ve akademik seyahata çikan ögrenciye tavsiye edilirdi.

Sarax
09-23-2008, 14:47
HUZUR DERSLERI

Osmanli Devleti'nde, özel zamanlarda ve yine özel insanlara yönelik yapilan egitimlerden biri de huzur dersleridir. Bu sebeple ilmiye teskilâtindan bahsetmeden önce bu konuya yer vermek gerekiyordu

Osmanli devlet teskilatinda bulunan dört tarikten biri olan "ilmiyye sinifi", bu devletin kültür tarihinde önemli ve faal bir rol oynamistir. Cemiyet hayatinin belli bir noktaya kanalize edilmesi, özellikle "Ramazan" gibi hususiyet arzeden günlerde daha belirgin bir sekil almakta idi. Bu da "Huzur Dersleri" adi verilen ve devrin padisahi ile saray erkâni tarafindan takib edilen dersler vasitasiyla olmakta idi. Bunun içindir ki daha küçük yasta bulunmalarina ragmen sehzâdeler, pek çok ilmî meselelere bu vesile ile vâkif oluyorlardi. Devlet adamlari ile diger davetlilerin bu mecliste kazandiklari malumat, ileride kendilerine isik tutacagindan dolayi son derece ehemmiyetli idi.

Ilmiye sinifi mensuplarinin, Osmanli ülkesinde gördükleri saygi ve itibari, baska hiç bir ülkede görmedikleri bilinmektedir. Bu ülkede bilginler devlet memurlarina tatbik edilen birçok cezadan da muaf idiler. "Vebi'l-cümle ülemaya bu devlet-i aliyyede olan ikram ve i'zaz bu devlet-i Islâmiyyede olmustur. Kendi kesbleri olan zilletten gayri devlet canibinden amme içün tertib olunan siyaset ve ukubât havfindan emin irz (ve) mallari dest-i taaddi-i avamdan masun ve mahfuzdur."

Ilim adamlarina gösterilen bu saygi, onlarin fikir ve görüslerini hiç çekinmeden ortaya koymalarina sebep oluyordu. Hele Ramazan'a mahsus huzur derslerinde bu serbestiye, daha çok dikkat ve riayet edilirdi. Hatta III. Selim (1789-1807) devrinde bu derse istirak eden mukarrir ve muhataplarin istediklerini söylemekte tamamen serbest olacaklari, dersten önce bizzat padisah tarafindan bir irade-i kat'iyye olarak adi geçen zevata bildirilirdi.

Osmanli devletinde, Ramazan ayinin ilk günü baslamak ve umumiyetle sekiz derste sona ermek üzere sarayda padisah huzurunda "mukarrir" adi verilen zamanin taninmis âlimleri tarafindan takrir olunan derslere "Huzur Dersleri" deniliyordu. Zamanla sayilarinda degisiklik olan ve muhatab adi verilen, yine devrin âlimlerinden mütesekkil bir heyetin de münazarasinda bulundugu bu derslere, padisah huzurunda icra edilmelerinden dolayi "Huzur-i Hümayun Dersleri" de deniliyordu.

Birçok Müslüman devlet baskanlarinda oldugu gibi, Osmanli Sultanlari da herhangi bir konuda bilgi edinmek istedikleri zaman, devrin âlimlerin-den birini saraya davet eder ve ondan istedikleri mevzuda bilgi alirlardi. Bunun, Ramazan ayinda olmayisi ve ayni zamanda mukarrir ile muhataplar aasinda münakasali bir sekilde cereyan etmemis olmasindan dolayi bunlara "Huzur Dersi" denmez.

Tarihçiler, Tefsirden ibaret olan bu dersin baslangicini, Osman Gazi (1299-1326)'ye kadar çikarmaktadirlar. Nitekim, Tayyarzâde Ahmed Ata; "Osman Han Gazi asr-i fezâil hasr-i âlisinden bed' ile, Orhan Han Gazi ahdinda daimi surette icraya baslanilarak ol zamanlardan ve hususiyle Murad Han-i evvel vaktinden beru Ramazan-i serifte vakit bulundukça her gün ve eyyâm-i sâirede irade buyruldukça fühulin-i ülemadan olan zevat-i fezail-simâtin ekserisi huzur-i hümayunda ictima ile âyât-i celile-i fürkaniyeden bazi süver-i serife tefsir olunmasi kaide hükmüne girmisken Mustafa Han-i salis hazretlerinin (1172/1758) eyyâm-i rûzesinden bed' ile sehr-i ramazan-i serifin evvelki gününden onuncu gününe kadar birer mukarrir ile çend nefer muhataptan ibaret olmak üzere bir hey'et-i ülema celb ederek tefsir-i serif-i Beyzavî'den birkaç âyet-i kerime tefsir ettirmek ve bu cihetle istifaza-i feyz ve bereket etmek ve onuncu günü kütüphâne hocasi pisva oldugu halde mukarrir olan zatlardan mürekkeb bir meclis-i mütemayiz dahi akdolunarak kezalik tefsir-i seriften mübahasat-i hasene icrasiyle tenvir-i mübalât edilmek usulü vaz' buyurulmustur." demek suretiyle, bu derslerin tarihi ve geçirdigi merhaleleri hakkinda bir bilgi vermektedir.

Sultan III. Mustafa (1757-1774) tarafindan belli bir kanuna baglanarak devami saglanan Huzur Derslerinin baslangici hakkinda Ahmet Cevdet Pasa da sunlari söyler: "... evail-i ramazan-i serifte her gün huzur-i hümayunda huzur dersi ünvaniyle bir meclis tertib olunarak her mecliste efahim-i ülemâdan birer mukarrir ile müderrisinden yediser-sekizer muhatap bulunup tefsir-i Kad-i Beyzavî kiraat edilir."

Bu ifadelerden de anlasilacagi üzere huzur derslerinin takriri Osmanli devleti için, eskiden beri riayet edilen güzel bir âdet olarak kabul edilmektedir.

Ramazan'a mahsus bu güzel gelenek, padisah, sehzâde ve devlet erkâninin, özellikle dinî konularda birçok seyi ögrenmelerine sebep oluyordu. Bu derslerde Kur'an-i Kerim'den zamana münasip bir âyet okunarak "mukarrir" tarafindan tefsiri yapilirdi. Bundan sonra "Muhatap"lar tarafindan vaki itiraz ve suellere cevap verilirdi. Böylece ilmî bir mübahese açilmis olurdu. Mukarirr ve muhataplar bu ilmî mübahasede fikirlerini açikça belirtmekte tamamen serbest idiler. Hatta bu yüzden ilminin derecesini göstermek isteyen bazi muhataplarin, bulunduklari mahalli unutarak münazaralarda terbiye ve edep haricine çiktiklari görülmüstür. Meselâ 1176 senesi Ramazaninda muhataplardan Tatar Hoca, mukarrir Abdülmü'min Efendi ile olan mübaheseyi asarak Mü'min Efendiye terbiye disi agir sözler sarfettiginden Bozcaada'ya sürgün edilmistir.

Biraz önce belirtildigi gibi H. 1200 senesinden önce Kur'an-i Kerimden degisik âyetler ve özellikle Fetih sûresinden seçilen bölümler tefsir edilirken, mezkur senenin Ramazaninda, Fatiha sûresinden baslamak üzere sira ile Kur'an'in tefsiri cihetine gidilmistir.

Saray Ramazan'inin baslica hususiyetlerinden biri olan Huzur Dersleri, her gün degisen bir mukarrir ile muhataplardan mütesekkil ulemadan bir zümre tarafindan icra edilirdi. Her ders için, önceden Mesihat makaminca tesbit ve tayin edilmis olan bir mukarrir ile, (7-15) muhataplarin icra ettikleri bu derslerin kadrosuna girebilmek bazi sartlar ve vasiflari tasimakla mümkündü. Binaenaleyh, belli birtakim vasiflari tasimayanlar huzur dersleri için mukarrir ve muhatap olamazlardi. Aranan bu özellikleri söyle maddelendirmemiz mümkündür:

a. Istanbul rüusunu hâiz müderris olmak,

b. Talebesi ziyade, müretteb tahsile nazaran dersi ileri bulunmak,

c. Meleke, ihtisas ve zâti kemaliyle muhitte söhret bulmus olmak.

Huzur derslerinin takrir ve icrasinda riayet edilen bazi usul ve kaideler de vardir. Biz bunlari Ebül-ólâ Mardin'den özetleyerek nakletmekle iktifa ediyoruz:

1. Huzur Dersleri, Istanbul rüûsunu haiz olup uhdesinde herhangi resmî bir vazife bulunmayan ve Istanbul sehrinde ikamet eden "zevat-i fâzila"dan tesekkül eder. Binaenaleyh, mevleviyetle terfi edenler veya tasrada müderrislik ve naiplik gibi vazifeleri kabul edenler ile Istanbul haricinde ikamet edenler bu derse istirak edemezlerdi.

2. Meclisleri teskilde ve sirayi tayinde rüustaki kidem nazara alinir. Bu kaidenin bir sonucu olarak ilk meclisi teskil eden zevatin rüus dereceleri "kibar-i müderrisin" mertebeleri olan Dâru'l-hadis, Hamise-i Süleymaniye, Musila-i Süleymaniye olarak görülmektedir.

3. Hacc ve sila-i rahm gibi sebeblerle muvakkaten Istanbul'dan ayrilan meclis üyeleri, ayrilislari Ramazan'a tesadüf etmese bile seyhülislâmdan izin almak zorundadirlar.

4. Huzur Dersi mukarrir ve muhatapligina yapilacak tayinler, seyhülislamin inhasiyle, irade-i seniyye üzerine olur.

5. Mukarrirlikte bosalma olunca muahhar meclis mukarrirleri sirasiyla üst meclis mukarrirligine çikarlar.

6. Mukarrir, herhangi bir sebeble Ramazanda dersini takrir edemeyecek bir durumda ise kendisine vekalet hususunda meclisinin basmuhatabi mihaniki olarak yerine geçemeyip yine seyhülislâmin inhasi üzerine vekalet edecek olan zat, irade-i seniyye ile belirlenir.

7. Her mukarrir ve muhatabin rütbesi ve ders sirasi mesihatça bilindiginden derslerin esasini teskil edecek olan sûrelerin metni iki üç ay evvel mukarrirlere teblig edilir. Saban'in 15 inde de her bir mukarrire dersinde bulunacak muhataplarin isimleri bildirilirdi.

8. Mukarrir ve muhataplar, meclisin toplanmasindan önce kendi aralarinda ders mevzuu üzerinde fikir beyaninda bulunamazlar. Zira dersin takririnden evvel gizlilik, ders esnasinda ise aleniyet (açiklik ve serbestlik) asildir.

9. Meclisin ictima yerini padisah tayin eder. Mukarrir ders ve duasini oturarak takrir eder. Keza muhataplar da oturmus olduklari halde sorularini sorarlar. Mukarrir padisahin sag tarafina oturur. Muhataplar da mukarririn yanindan baslamak üzere yarim daire meydana getirirler.

10. Mukarrir ve muhataplarin önlerinde rahleler bulunur.

11. Ders açik ve aleni olmakla beraber, erkek-kadin ders dinleyecek zevat hakkinda padisaha malumat verilir.

12. Misafir ve dinleyiciler de mukarrir ile muhataplar gibi minderler üzerine diz çöküp otururlar. Herhangi bir mazeret bulunmadikça, padisahlar da bu sekilde otururlar.

13. Mukarririn ders sonunda yapacagi duada ihtisar (kisaltma, özet) kaidedir. Dua kisa olur. Sayet dua uzarsa bu durum kendisine nazikane ve kimsenin anlayamayacagi bir sekilde ihsas ettirilir.

14. Ders, Kadi Beyzavî tefsirinden takib edilir.

15. Dersler, Ramazan'in ilk günlerinde, her meclis ayri bir gün toplanmak üzere, 8 meclis halinde verilir.

16. Meclis ictimalarinin mütetabi (birbiri ardinca) olmasi kaidedir.

17. Cuma günleri ders takrir olunmaz.

Sultan III. Mustafa tarafindan 1172 (1758) senesi Ramazan'inda icra edilen ilk derste Fetva emini Ebubekir Efendi mukarrir; Nebil Muhammed Efendi, saray hocasi Hamidî Muhammed Efendi, Seyhülislâm müfettisi Idris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî Ismail Efendi muhatap olarak intihab olunmuslardir. Icra edilen bu ilk derste "Ey inananlar! Kendiniz, ana babaniz ve yakinlariniz aleyhlerine de olsa, Allah için sahit olarak adaleti gözetin; ister zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakindir. Adaletinizde heveslere uymayin. Eger egreltirseniz veya yüz çevirirseniz, bilin ki Allah islediklerinizden süphesiz haberdardir." âyet-i kerimesi takrir olunmustur.

Huzur dersleri, Ramazan'in ilk on gününde icra edilirdi. Ilk on gündeki cuma günleri ders okutulmamak ve diger günlerde okutulmak adetti. mukarirler, rütbelerine göre ders okuturlardi. Bu yüzden rütbesi büyük olanin takaddum hakki vardi. Keza muhataplar da rütbelerine göre taksim edilir. Mecliste buna göre otururlardi. Mukarirrler, seyhülislamlik makami tarafindan muhataplar arasindan seçilirlerdi. Bu intihapta ehliyet ve liyakat esasti.

Dersler saray salonlarindan birinde ve ögle ile ikindi arasinda takrir olunurdu. Salona biri mukarrir efendiye, on besi de muhataplara mahsus olmak üzere on alti rahle ve her bir rahleye birer de minder konulurdu. Mukarrir efendinin rahlesi sedef islemeli, muhataplarinkiler ise ceviz boyali idi. Mukarrir efendinin minderi de muhatap efendininkinden bir parça büyükçe idi. Salonda bu suretle tertibat alindiktan ve davetli olan zevat da birer birer geldikten sonra Hünkâr, salonu tesrif buyururdu. Verilen malumat üzerine ulema-i kirâm da müteakiben birer ihtiram selâmi vererek salona girerlerdi. Padisahla maiyetindekiler o sirada ayakta bulunurlar ve hünkârin oturmasi üzerine digerleri ile birlikte mukarrir ve muhatap efendiler de yerlerini alirlardi. Salon bu sirada tam alatürka bir hal alirdi. Bir ihtiram mevkiine konulmus olan ve hünkârin oturmasina mahsus bulunan koltuktan baska sandalye ve kanape gibi seyler mevcut degildir. Sair erkanin oturmasi için hep silteler konulmus bulunuyordu. Muhatap efendilerin rahleleri mukarrir efendinin rahlesinin sag ve sol tarafinda ve bir daire teskil edecek surette konurdu. Mukarrir efendinin takriri, umum tarafindan kemal-i husu ile dinlenirdi. Mukarrir efendi derse ait tefsirden bir eserle buna müteallik notlarini, muhataplar da kitaplarini rahle üzerine koyarlardi. Ders bir iki saat sürerdi. Dersin sonunda mukarrir muhataplara sorulacak sualleri bulunup bulunmadigini sorardi. Rütbe itibariyle yer almis olan muhatap efendilerden rütbesi en yüksek olan ve basta oturan zattan baslanarak her biri sirasiyla sualini sorar ve mukarrir efendi de lâzim gelen cevabi verirdi. Sorular dersle ilgili olurdu. Dersin sonunda mukarrir efendi dua ederdi. Dersin sona ermesinden sonra padisah tarafindan mukarrirlere birer miktar atiyye ile birer bohça, muhataplara da yalniz birer atiyye verilirdi. Atiyyenin miktari zamana göre degisirdi. Bohçanin muhteviyati ise her vakit bir top çuha, iki top kumas ve bir tane Lahor saldan ibaret bulunurdu.

Osmanli Devleti'nin basinda bulunan hükümdar ile sehzâde, hükümet erkani vs. gibi ileri gelen zevatin kendisinden istifade ettigi bu dersler, padisahligin nihayete ermesinden sonra da devam etmisti. Halife Abdülmecid Efendi'nin huzurunda devam eden bu derslerde en son okunan ve tefsiri yapilan âyet sudur:

"Kendilerinden öncekiler de tuzaklar kurmuslardir. Nihayet Allah, onlarin binalarini ta temellerinden (yikmayi) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine göçtü (onlari helâk etti). Hem bu azab onlara akil erdiremeyecekleri taraftan gelmistir."

Sultan III. Mustafa tarafindan bir kanuna baglanan Huzur Dersleri, belirtilen tarihten itibaren 169 sene araliksiz devam etmisti. Buna göre 1172 senesi Ramazan'inda baslayan resmî uygulama 1341 senesi Ramazan ayinda sona ermisti.

Sarax
09-23-2008, 14:47
ILMIYE TESKILATI

Osmanli ilmiye sinifi, klasik Islâmî egitim kurumu olarak bilinen medresede, usûlüne uygun tahsilden sonra icâzet almak suretiyle mezun olup, Osmanli Devleti'nde hukuk, egitim, dinî hizmetler ve nihayet merkezî brokrasinin kendi sahalari ile ilgili önemli bazi makamlarini dolduran Müslüman ve çogunlukla da Türkler'den olusan bir meslek grubudur.

Bu meslegin, tarihî seyri içinde kendine has özellikleri ile tesekkül, olgunluk, karisiklik ve toparlanip küçülme dönemleri olmak üzere baslica dört devresinden bahsedilebilir.

Türk-Islâm dünyasindan devraldigi temel kavram ve unsurlar ile Istanbul'un fethine kadar uzanan bu dönemde çok basarili gelismeler olmustur. XV. yüzyil ortalarindan XVII. yüzyil baslarina kadar devam eden bu dönemde, saglam bir meslek anlayisi olusmus, egitim ve yargi alaninda belirlenen dereceler, ulemânin gv alanlari, yetki ve sorumluluklarinin kesinlik kazanmasi gibi önemli gelismeler olmustur. XVI. asirdan itibaren ilmiye, seyfiye ve kalemiye mesleklerinin (tarik) ayri ayri formasyonlar gerektiren branslar haline gelmesiyle, ilmiye mensuplari egitim ve yargi (adalet) alanlarini tekellerine almislardir. Böylece bu sahalarda yegane söz sahibi olan kimseler durumuna gelmislerdir. XIX. yüzyil ortalarina kadar devam eden bu uygulama 1820'lerden itibaren daralmaya baslamistir. Burada sunu da belirtelim ki olgunluk döneminin asil özelligi, ulemânin müsbet, yapici ve yipranmamis agirliginin devlet ve toplumun her kesiminde hissedilmis olmasidir.

XVII. yüzyil, ilmiye teskilâti ve ulemâ için bir yipranma dönemi olup, siyasetin içerisine âdeta zorla çekilmislerdir. Bu durum, büyük ölçüde ulemânin disinda olusmus bir gelismedir. Bunun en önemli sebebi, Osmanli hükümdar geleneginin sarsilmasidir. Gerçekten, Sultan I. Ahmed'le baslayan ve pespese çocuk yasta denecek hükümdarlarin hüküm sürdügü bu dönemde dizginler, askerin, saraydaki nüfuz odaklarinin ve tabii olarak ulemânin eline geçmistir. Her zümre kendi güç ve nüfuzunu kuvvetlendirmek için ulemâyi yanina çekmek istemistir. Bunun sonucunda siyasî fetvalar, ilmiye ricalinin bölünerek farkli taraflarda yer almasi, onlari hem ilim yolundan alikoymus, hem de siyasî mücadele içinde yipratmistir.

Yenilik tesebbüsleriyle girilen XVIII. yüzyilda ulemâ yeniliklere taraftar, hatta yer yer öncü görünmektedir. Devletin toparlanmasinda agir sorumluluk üstlendigi bir dönemdir. XIX. yüzyildan itibaren ulemânin istihdam alaninda devamli bir daralma baslamistir. Ilmiye teskilâti ile ilgili bu özet bilgilerden sonra teskilâtin kendi içindeki siniflandirmasina geçebiliriz.

Sarax
09-23-2008, 14:53
SARAY MEKTEPLERI

Bu mektepler, saraydaki çocuklari okutmak, hünkârin hizmetinde bulunacak memur ve müstahdemleri yetistirmek üzere saray içinde açilan mekteplerdir. Bunlar da:

1. Sehzâdegân Mektebi

Osmanli sehzâdelerinin okuduklari mekteptir. Bu mektep, Topkapi Sarayi'nin Harem dairesinde Dâru's-saade Agasi'nin bulundugu binanin üst katindadir. Mektebin âmiri, adi geçen agadir. Tahsil derecesi, halka açik olan ve halk çocuklarinin devam ettikleri "Sibyân Mektebi" seviyesindedir. Osmanli hanedanina mensub olanlarin bir kisminin ilimde ileri merhalede bulunmalari, onlarin söhretli ve devrin en bilgili hocalarinin nezaretinde yetismis olmalarindandir.

Sibyan mekteplerinde oldugu gibi burada da okuma-yazma, Kur'an-i Kerim, dört islem gibi basit bilgiler verilirdi.

Sehzâdelerin ilk defa derse basladiklari zaman ve onlar için yapilan tören Türk maarif tarihi bakimindan önemlidir. Bu tören, sehirde halk tabakasi çocuklarinin mektebe ilk baslama zamaninda yapilan ve "Bed'-i Besmele" denilen törenden daha parlak ve muhtesem olurdu.

2. Enderûn Mektebi

Ilk defa I. Murad tarafindan tesis edildigi, II. Murad döneminde müfredat programinin gelistirildigi veya Fâtih tarafindan kuruldugu belirtilen Enderûn mektebinin, devletin kudretini korumaya kabiliyetli bir (kapi-kulu) sinifi yetistirmek için çesitli odalarda, muhtelif kademelerde egitim ve ögretim faaliyeti yürüttügü ve Acemî oglanlar arasinda seçilen talebelerin (Gilmân) buralarda 7-8 yil tahsil gördügü anlasilmaktadir.

Osmanli Devleti'nde Enderûn, özellikel XV. yüzyil ortalarindan itibaren medrese disinda en önemli resmî egitim kurumu ünvanini tasimaktadir. Daha çok mülkî ve askerî idarecilerin yetistirildigi bu mektep, Osmanli merkez ve tasra bürokrasisinde gerekli insan gücü kaynagini olusturmak için kurulmustur. Bu vasfi ile resmî Osmanli ideolojisi veya zihniyetinin ögretilip gelistirildigi temel egitim birimini teskil ettigi gibi idarî ve siyasî hedeflerin tayininde, devletin ana kurumlarinin isleyisinde önemli bir yere sahip olmustur. Biraz önce belirtildigi gibi kurulus tarihi hakkinda farkli görüsler bulunmakla beraber bunun II. Murad zamaninda Edirne Sarayi'nda teskil edildigi, ancak gerçek ve olgun teskilatina Fâtih döneminde kavustugu söylenebilir. Böyle bir kurumun teskilinde esas hedef, askerî temele dayanan Osmanli Devleti'ne yetenekli komutan yetistirmek ve devamli büyüyen ülkenin farkli din, dil ve kültürlere mensub kitleleri idare edecek saglam yönetici kadrolari temin etmekti.

Enderun Mektebi, Topkapi Sarayi içinde idi. Enderun tabiri de bunu göstermektedir. Buraya devsirmeden gelen çocuklar alinirdi. Bununla beraber bazan rehine olarak Istanbul'a getirilmis olan baska devlet hükümdarlarinin çocuklari da alinirdi.

Mektebin teskilâti zamanla bir hayli degisiklige ugrayarak XVII. asirda bilhassa acemi oglanlar mektebine son sekilleri verildigi sirada kat'î seklini almis ve yedi odaya, yani sinifa ayrilmisti. Her odanin basinda bir aga bulunurdu. Bu odalar sunlardir:

a. Küçük oda: (Hâne-i sagir)

b. Büyük oda: (Hâne-i kebir)

Bu iki odadakiler yalniz okuyup yazarlardi. Bunlar Enderûn mektebinin ibtidai yahut hazirlik sinifi durumunda idiler. "Dolama" denilen elbiseyi giydikleri için bunlara "Dolamali" da denirdi. Bunlarin sayilari digerlerinden daha fazla idi. Kapi agasinin maiyetinde bulunurlardi. Anahtar, serbet ve peskir isleri büyük odalilara aitti.

c. Dogancilar odasi (Hâne-i bazban)

Hünkârin avda kullandigi doganlara bakan 40 kisilik bir sinifti. Agalarina "doganci-basi" denirdi.

d. Seferli odasi

Bu odadakiler, hünkârin çamasirlarina bakar, sarik, seccade hizmeti gibi seyler bunlara aitti. Câmide, hünkârin üzerinde namaz kilacagi seccadeyi bunlarin agasi serer ve padisahi tatmin etmek için evvela kendisi bu seccade üzerinde secde ederdi. Sarayin mefrusat isi de bunlarin hizmet alanina girmekteydi.

e. Kiler odasi

Bunlar, sarayin yiyecek ve içecegi ile ugrasir, onlara bakarlardi. Agalari kilerci-basi idi. Bilhassa hünkârin yiyecegi yemegin tadina bakmak, onlarda zehirleyici bir maddenin olmadigina inandirmak için mutfakta hazirlanan yemek tablasini padisahin yemek odasina kadar götürüp bizzat sofraya koymak bunlarin baslica vazifelerindendi.

f. Hazine odasi

Agalari, hazinenin muhafazasi ile mesgul olurlardi.

g. Has oda

Bunlar, "zülüflü" denilen 40 agadan mütesekkildi. Gece-gündüz hünkârin hizmetinde bulunurlardi. Hirka-i serifte devamli olarak dua ederlerdi. Bunlarin agasina "Odabasi" denirdi. Hünkâri giydirip kusatmak bunlarin vazifeleri arasindadir. Has odabasi, kapi agasindan sonra en yüksek rütbeli idi. Bunun için mührü hümâyunlardan birini tasirdi.

Enderûnlularin yalniz küçük ve büyük odadakiler degil, digerleri de bir san'at ve hüner sahibi olmaktan geri durmazlardi. Dinî tahsil ve Kur'an-i Kerim tilaveti, en çok mesgul olduklari saha idi.

1045 (1635) senesinde Evliya Çelebi'nin 20 yaslarinda iken Ayasofya'da müezzin mahfilinde okudugu Kur'an, Sultan IV. Murad'in hosuna gittigi için saraya alinmasini istemistir. Sarayda kendisine verilen kitaplardan anlasildigina göre buradaki tahsil, medreselerde oldugu gibi dinî egitime dayali ve hatta seviye itibari ile medreselerden daha yüksek bir mevkide görünmektedir. Atâ tarihinde Enderûn'da okutulan ders ve takip edilen sistem hakkinda genis bilgi bulunmaktadir. H. XIII. asra kadar bu mektepten pek çok devlet adami yetismistir. Nitekim 79 sadrazam, 36 kaptan-i derya, 3 seyhülislâm isminin Atâ tarihinin ikinci cildinde verilmesi bunu göstermektedir.

3. Meskhâne

Musikî, refah, servet ve medeniyetle birlikte yürüyen bir san'at olduguna göre Osmanlilar'da da ayni sekilde kendisini kabul ettirmistir. Gerçekten, Osmanlilarin yükselislerine paralel olarak pek çok musikî âletinin bu dönemde meydana çiktigi bilinmektedir. Kaynaklarimiz, II. Murad'dan itibaren konu ile ilgili eserlerin Osmanli sultanlarina sunuldugunu kaydederler. 1045 (1635) senesinde saraya alindigi zaman oradaki musikî hayatini anlatan E. Çelebi, "Meskhanenin" has hamam yaninda bulundugunu nakleder. O, burada gece-gündüz saz ve fasillar dinlendigini de anlatir (E. Çelebi, I, 245). Burada musikî tahsil edildigi, devrin en iyi ustalarindan ders alindigi da kaynaklarda belirtilir. Bugün, hâlâ mûsikimizin en ziyade muteber olan ilahî, semaî, beste, pesrev gibi eserleri, meskhaneden çikan üstadlarin eserleridir.

Sarax
09-23-2008, 14:54
ASKERI MEKTEPLER

Istanbul'u fethetmekle dünyanin en büyük ve egitilmis ordusuna sahip oldugunu gösteren Osmanli Devleti'nin, dönemine göre modern askerî mektepler açacagi kaçinilmaz bir sonuçtu. Gerçi daha önce de ocaga hizmet etmek isteyen ve bunlarin yetismesini saglayan mektep seklinde olmasa bile çesitli müesseseler vardi. Bu sinifa giren mektepleri üçe ayirabiliriz. Bunlar, daha ziyade askerî teskilati ilgilendirdigi için üzerinde fazla durmuyor, sadece isimlerini vermekle iktifa ediyoruz. Bu mektepler, Acemioglanlar mektebi, Mehterhâne ve Canbazhânedir. Mehterhâne, Osmanli Devleti'nin kurulusu ile birlikte ortaya çiktigi sanilan bir müessesedir. Selçuklu hükümdari Alaeddin Keykûbad'in bagimsizlik nisânesi olarak Osman Gazi'ye gönderdigi hediyeler içinde bulunan davulun, bu müessesenin temelini teskil ettigi kaynaklarda belirtilmektedir. Canbazhâneye gelince bunun asil vazifesinin ne oldugu kesin olarak bilinememektedir. Bunlarin XV. asrin ilk yarisinda ortaya çiktiklari kabul edilmektedir.

Askerî teskilâtin genislemesi ve bu teskilâtin ayri ayri siniflara ayrilmasindan sonra, her sinifin egitimi için uygun olan mekteplerin açildigi bilinmektedir. Tophane, Kiliçhâne, Tüfekhâne, Humbarahâne gibi mektepleri sayabiliriz. Bu arada, ismi mektep olan daha bazi kuruluslarin da bulundugunu belirtmekle yetiniyoruz.

Sarax
09-23-2008, 14:54
MEDRESELERDEKI EGITIM VE ÖGRETIM METODU

Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli medreseleri, yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi. Bununla beraber Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim sistemi, hiç süphesiz diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir usûl takip etmis olup, medreselerin adedi arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir tertibe tabi tutulmuslardi.

Osmanlilar'da Fâtih Sultan Mehmed'le medrese ögretimi belli bir kanuna baglandi. Dersler kahvaltidan sonra baslar ve ögle namazina kadar devam ederdi. Ögrenci ögleden sonra kütüphane veya câmide çalisirdi. XV. asirda günde dört, XVI. asirda ise bes ders okutuldugu anlasilmaktadir. Nitekim Fâtih devri müderrislerinden Hamiduddin b. Efdaluddin haftada dört gün medreseye gelmekte ve her gün dört saat ders vermektedir. Bu zatin biyografisini veren Mecdi Mehmed Efendi bu konuda sunlari söylemektedir:

"Haftada dört gün medrese-i mezkûreye geldikten maada her günde âdet-i kadime-i müstedimesi üzre bin türlü ihtimamla dört dersin edasina müdavemet ve mülâzemet eyledi."

XV. asirdaki dört ders, XVI. asirda bese çikarilmistir. Nitekim hem Kanunî, Süleymaniye'de hem de oglu II. Selim Edirne'deki Selimiye'de günde bes ders okutulmasini sart kosmuslardi.

Osmanli medreselerinde Sali günü hafta tatilidir. Bundan baska dinî bayram ve kandillerde ders yapilmazdi. Bununla beraber medreselerde bazan Sali, Persembe ve Cuma günlerinin de tatil oldugu belirtilmektedir. Herhalde bu en uzun tatil olsa gerekir. Bundan baska senelik tatiller daima Ramazan ayina tesadüf eder. Ramazan'da talebeler, dogduklari veya büyüdükleri yerlere, bazan da davetli veya davetsiz köy ve kasabalara gidip hem halka bilgi birikimlerini aktarir (bu önemli bir stajdir), hem de bu hizmetlerine karsilik kendilerine bir sene yetecek miktarda maddî imkân saglarlardi.

Her günün belli dinlenme zamanlari da genellikle ögle ve ikindi aralaridir. Medreselerde en önemli olan sabah dersleridir. Bu dersleri sadece talebe degil, disardan dinleyip takip edenler de çoktur. Bu gelenek asirlarca Istanbul'da devam edegelmistir.

Medreselerde çok defa zihnin hafiza ve muhakeme fonksiyonu dikkate alinarak naklî bilgiler yaninda düsünceyi gelistiren aklî ve felsefî ilimlere de yer veriliyordu. Bununla beraber zaman zaman bu ideal programin, ikinciler aleyhine bozuldugu da olmustur.

Sarax
09-23-2008, 14:55
MEDRESE ÖGRETIM KADROSU

Islâm dünyasinda medreselerin ortaya çikmasi ile baslayan medrese dönemi egitim ve ögretimi, bir veya birkaç kisinin ögrencilere bilgi vermesi ve belli bir sistem çerçevesinde onlari egitmesi sonucunda ögretim kadrosu tesekkül etti. Kendisinden önceki Islâm devletlerinin uygulamalarindan bir hayli istifade eden Osmanli dönemi medreselerinin, ögretim kadrosuna dahil olan elemanlar ile ögrenciler hakkinda fazla teferruata girmeden bilgi vermek istiyoruz. Bu arada Osmanli öncesine de kisaca temas edecegiz.

1. MÜDERRIS (PROFESÖR)

Bilindigi gibi Nizâmiye medreseleri, yüksek seviyede ögretim ve egitim faaliyetlerinde bulunan kurumlardi. Bu sebeple, bu ve daha sonra kurulan bütün medreselerde ders veren kimseler için "müderris" ünvani kullanildi. Bu tabir, Arapça bir kelime olup "tedris" mastarindan ism-i faildir. Buna göre mânasi medreselerde ders okutan kimse olmaktadir.

Islâm'in ilk devirlerinden itibaren özellikle bazi ilimlerin tahsilinde bir ögreticiye (muallim, müderris, ögretmen) ihtiyaç duyulmus oldugundan kendi basina kitapla ugrasmak pek hos karsilanmamistir. Ayrica, insanlarin bildiklerini baskasina ögretmek için gayret sarf etmesi de tesvik edilmistir. Bütün bunlar, Islâm dünyasinda medreselerin yayginlasmasi ile birlikte her tarafta saygi ve itibar gören müderrislerin yetismesine sebep oldu. Ilmin yayilmasi için gayret sarf eden bu zümrenin, gerek fikir ve çalisma hürriyeti, gerekse büyük bir malî imkâna sahip olmasi, bu sahanin ragbet görmesine sebep oldugu gibi, bu zümre mensuplarinin daha iyi bir sekilde ilmî faaliyetlerde bulunmasina da sebep olmustu. Baslangiçta hükümdar, emîr veya vakfi tesis eden herhangi bir kimse tarafindan tayin edilen müderris, devrin en bilgili ve kabiliyetli âlimleri arasindan seçilirdi. O, hemen hemen dinî ilimlerin tamaminda bilgi sahibidir. Özellikle kendi mezhebi hakkinda usûl ve füru' ilimlerine iyice vâkif olmak zorundadir.

Osmanli dönemi medreselerinde, belirli bir tahsilden sonra icazet, mülâzemet ve beratla medreselerde ders veren kimselere müderris (günümüzde profesör) denir. Vakfiyelerde müderrislerin nasil seçkin kimseler arasinda seçilmesi gerektigi ve özelliklerinin neler olmasi hakkinda bilgiler verilmektedir. Bu konuda Fâtih ve Kanunî vakfiyeleri ile kanunnâmelerde genis bilgi bulunmaktadir. Osmanli medrese teskilâtinda "Hâric" ve "Dâhil" derslerini gören talebe, "Sahn-i Semân" veya "Süleymaniye" seviyelerindeki egitim ve ögretimden sonra mezun olur. Yani, icazet alir. Bu, onun müderrislik yapabilecegini gösteren bir diplomadir. Sayet Anadolu'da vazife almak istiyorsa Anadolu, Rumeli'de vazife alacaksa Rumeli Kadiaskeri'ne müracaat ederek onun, muayyen günlerdeki meclislerine devam edip "Matlab" denilen deftere (Rûznâme) mülâzim kayd edilir. Bundan sonra sirasi gelinceye kadar beklerdi ki, buna nevbet (nöbet) denirdi. Sirasi geldiginde en asagi derecedeki "Hasiye-i Tecrid" medreselerinden birine yevmiye (günlük) 20 akça ile müderris tayin edilirdi. Bundan sonra sira ile yükselerek en üst seviyedeki bir medreseye kadar çikabilirdi.

2. MUID (ASISTAN, ARASTIRMA GÖREVLISI)

Arapça bir kelime olan "Muîd" birçok mânaya delâlet etmektedir. Teknik yani istilâh olarak müzakereci, müderrisin derslerini tekrarlayip izah eden müderris yardimcisi. Gerçekten muîd, müderrisin dersten ayrilmasindan sonra onun dersini talebeye tekrarlayan bir kimsedir. Talebe bazan konuyu anlamadigindan, bazan müderrise sormaktan utandigindan her seyi tam olarak kavrayamaz. Iste bu durumda muîd onlara yardimci olur. Demek oluyor ki, muîdin müderris ile talebe arasinda bir derecesi vardir. Bugünkü asistan veya arastirma görevlisi pozisyonundadir. Muîdler, talebelerle ayni yerde otururlar. Vazifesi, dersi ögrencilerle tekrarlamak olan muîde müzakereci de denebilir. Bu vazife medreselerin kurulmasiyla birlikte ortaya çikmistir. Eyyubîler döneminde muîdlik, aranan bir görev haline gelmistir. Hemen her medresede bir muîd vardir. Hatta, bazi medreselere tayin edilen her müderris için iki muîd tayin edilmistir. Nitekim Melik Necmeddin Eyyub tarafindan yaptirilan Selâhiyye Medresesi'ne dört müderris, her müderrise de ikiser muid verilmistir. Muîdler, ayni zamanda talebenin disiplini ile de mesgul olurlardi. Hatta bazan (Misir'da görüldügü gibi) bir medresede müderris, digerinde de muîd olanlara rastlanmaktadir.

Osmanli egitim ve ögretim tarihinde muîdlerin önemli bir yeri bulunmaktadir. Fâtih vakfiyesinde muîdlerle ilgili olarak söyle denilmektedir:

"Hadid ve fikr-i sedid ve re'y-i resid ile akrani beyninde ferid ve ta'lim-i muhtasarat-i kütübde mâhir ve teallüm ve iktisâb-i mütavvelata kadir kimesne olur. Her müderrisin medresesinde muîdi olup vazife-i yevmiyesi hâsil-i vakf-i seriften bes akça ola." Görüldügü gibi Osmanli dönemi muîdi, akranlari arasinda en iyi bilgiye sahip, zeki, saglam ve isabetli görüslere sahip bir kimse olarak tavsif edilmektedir. Muîd, yaptigi is ve gördügü hizmet karsiliginda da günde bes akça gibi bir ücret almaktadir.

Süleymaniye vakfiyesinde de muîdlikle ilgili su bilgilere yer verilmektedir:

"Ve tullab-i ilimden birer maarif u fezâil ile mümtaz, rütbe-i istifadeden derece-i ifadeye vüsûle isti'dad ile ser-efrazini muîd eyleyeler. Ve vazife-i yevmiyyeleri beser akça ola." Vakfiyenin bu metninden anlasildigi üzere Süleymaniye medreselerinde muîdlik yapacak olanlarin talebenin en iyilerinden olmasi, bilgili ve arkadaslari arasinda her bakimdan üstünlügü kabul edilen bir kimse olmasi gerektigi belirtilmektedir.

Muîdlerin, Ellili medreselerden asagi seviyedeki medreselerde de bulundugu ve bunlarin da müderrisler gibi tayin edildikleri anlasilmaktadir. 5 Saban 1247 (9 Ocak 1832) tarihini tasiyan bir belge, Sivas Dâru's-sifa medresesinde muîdlik yapan Musa adindaki sahsin vefati üzerine yeri ve hizmetin hâli oldugu, bu sebeple islerin görülemez oldugu anlasildigindan yerine beratla, bu ise lâyik olan oglunun geçmesi Sivas Kadisi Müftüzâde Abdullah tarafindan istenmektedir. Öyle anlasiliyor ki bu medresede muîdlik hizmeti eskiden beri uygulanmaktadir. Zira adi geçen sehrin kadisi tarafindan Istanbul'a gönderilen 12 Zilhicce 1167 (30 Kasim 1754) tarihli baska bir arzda muîdlik hizmetinin bir baskasina verilmesi istenmektedir.

Danismendler arasinda muîd olabilecek evsafta bulunanlarin seçimi ise müderrisler tarafindan yapilmis olmalidir. Muîdlerin, kaç yil bu görevde kaldiklari henüz kesin olarak tesbit edilebilmis olmamakla beraber, (Dâru't-tiblar disinda) bunun iki sene devam ettigi belirtilmektedir.

Osmanlilar döneminde bu görev, 1908 inkilâbindan sonra da Sultanî-ler'de devam etmek üzere yeniden ihdas edilmisse de sonradan kaldirilmistir.

3. TALEBE

Islâm dünyasinin egitim ve ögretim tarihinde medreselerin esas unsurlarindan biri de süphesiz ki ögrencilerdir. Talebelerin gerek zekâ gerekse bedenî yapi bakimindan saglam olmalarina dikkat edilirdi. Bu bakimdan hocalar tarafindan bazi zekâ testlerinin yapildigi da belirtilmektedir. Bu testler neticesinde hocalar talebe olarak seçecekleri kimseleri belirlerlerdi. Böylece zeki veya daha az zeki olan insanlarin ayni yerde bulunmamalari saglanmis oluyordu. Zira farkli zekâ seviyesine sahip olan ögrencilerin ayni sinifta bulunmalari hos karsilanmamistir. Çünkü böyle bir uygulama, zeki çocuklari geri birakacagi gibi, zekâ bakimindan fazla gelismemis olanlara da büyük bir azap çektirir.

Her ne kadar ögretim için belli bir yas sözkonusu degilse de bazi müderrislerin, belli ilimlerde ögrenme kabiliyetini nazar-i dikkate alarak belli bir yas grubundan ögrenci seçtikleri de olmustur. Gerçekten, Kâtib Çelebi'nin de ifade ettigi gibi ilim yolcusunun fedakâr olmasi, dünya ile iliskisinin fazla bulunmamasi, çoluk çocuk kaygisinin olmamasi gerekir. Bütün bunlar da ilim tahsil etmek isteyen kimsenin bir ölçüde genç olmasini gerektirmektedir. Hatta bazi müellifler, talebenin mümkün mertebe bekâr olmasini da isterler. Çünkü evli bir kimse, evlilik hukuku ve geçim derdi gibi islerle mesgul olacagindan kendisini rahat ve huzurlu bir sekilde ilme veremez. Bu da ilmî tedkik ve arastirmaya bir engel teskil eder.

Talebe sayisi genellikle vakfi tesis edenlerin isteklerine bagli kalmissa da, bazan bu sayilar degisebilmektedir. Misir medreselerindeki ögrenci sayisi 3-100 arasindadir. Bazan sayi çogaldigi zaman bunlarin iki kisma ayrildigi, hocalarin böyle bir taksim yaptiklari da belirtilmektedir.

Osmanli döneminde talebelerin yetismesi üzerinde ehemmiyetle durulmus olmasi onlara büyük bir degerin verildigini göstermektedir. Osmanlilarin ilk medreseleri ile birlikte bütün talebeye vakiflarca bakilmis, onlara imâretler vasitasiyla da yeme, içme, yatma ve para temin etme gibi imkânlar saglanmistir.

Islâm ve Osmanli dünyasinda talebeler için degisik kelime ve istilahlar kullanilmistir. Araplarin "tâlib" dedikleri medrese talebesine Selçuklular "fakih" ve "mülazim" derlerdi. Osmanlilarda ise "tâlib"in çogulu "talebe" ve "tüllâb" kelimeleri kullanildigi gibi, Farsça'da âlim ve akilli mânasina gelen "danismend" ve yine Farsça'dan yanmis mânasina "suhte" kelimesinin bozulmus sekli olan "softa" kelimeleri ile Arapça'da istidadli ve kabiliyetli mânasina gelen "müsteid" kelimesi kullanilmistir. Bu kelimelerden her birinin digerinin yerine kullanilabildigi anlasilmakla birlikte, Sibyan mektebi talebelerine sadece "talebe", asagi seviyedeki medrese talebelerine "suhte" yüksek seviyedeki medrese talebesine de "danismend" denildigi anlasilmaktadir.

Osmanli medreselerindeki talebe sayisi, medresenin büyüklük veya küçüklügüne göre degismekle beraber, medreselerin en büyüklerinde bile bir müderrisin okuttugu ögrenci sayisi 20 rakamini geçmez.

Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti'nde daha kurulus yillarindan itibaren tahsilini belirli seviyeye getiren talebeler, hocalarinin da tavsiyesi ile Islâm dünyasinin o dönemlerde taninmis ilim merkezleri olan Kahire, Semerkant, Buhara, Mâveraünnehr, Bagdad ve Sam (Dimask) gibi merkezlerine giderek tahsillerini tamamliyorlardi. Böylece birkaç yil sonra Islâm dini, kültürü ve medeniyeti konusunda yetismis birer âlim olarak dönerlerdi. Hangi sehrin hangi sahalarda meshur oldugu, buralardaki ilmî gelisme ve ilim mahfilleri, daha önce gidip dönenler veya oralardan gelen misafir hocalar tarafindan bilinir ve akademik seyahata çikan ögrenciye tavsiye edilirdi.

Sarax
09-23-2008, 14:55
HUZUR DERSLERI

Osmanli Devleti'nde, özel zamanlarda ve yine özel insanlara yönelik yapilan egitimlerden biri de huzur dersleridir. Bu sebeple ilmiye teskilâtindan bahsetmeden önce bu konuya yer vermek gerekiyordu

Osmanli devlet teskilatinda bulunan dört tarikten biri olan "ilmiyye sinifi", bu devletin kültür tarihinde önemli ve faal bir rol oynamistir. Cemiyet hayatinin belli bir noktaya kanalize edilmesi, özellikle "Ramazan" gibi hususiyet arzeden günlerde daha belirgin bir sekil almakta idi. Bu da "Huzur Dersleri" adi verilen ve devrin padisahi ile saray erkâni tarafindan takib edilen dersler vasitasiyla olmakta idi. Bunun içindir ki daha küçük yasta bulunmalarina ragmen sehzâdeler, pek çok ilmî meselelere bu vesile ile vâkif oluyorlardi. Devlet adamlari ile diger davetlilerin bu mecliste kazandiklari malumat, ileride kendilerine isik tutacagindan dolayi son derece ehemmiyetli idi.

Ilmiye sinifi mensuplarinin, Osmanli ülkesinde gördükleri saygi ve itibari, baska hiç bir ülkede görmedikleri bilinmektedir. Bu ülkede bilginler devlet memurlarina tatbik edilen birçok cezadan da muaf idiler. "Vebi'l-cümle ülemaya bu devlet-i aliyyede olan ikram ve i'zaz bu devlet-i Islâmiyyede olmustur. Kendi kesbleri olan zilletten gayri devlet canibinden amme içün tertib olunan siyaset ve ukubât havfindan emin irz (ve) mallari dest-i taaddi-i avamdan masun ve mahfuzdur."

Ilim adamlarina gösterilen bu saygi, onlarin fikir ve görüslerini hiç çekinmeden ortaya koymalarina sebep oluyordu. Hele Ramazan'a mahsus huzur derslerinde bu serbestiye, daha çok dikkat ve riayet edilirdi. Hatta III. Selim (1789-1807) devrinde bu derse istirak eden mukarrir ve muhataplarin istediklerini söylemekte tamamen serbest olacaklari, dersten önce bizzat padisah tarafindan bir irade-i kat'iyye olarak adi geçen zevata bildirilirdi.

Osmanli devletinde, Ramazan ayinin ilk günü baslamak ve umumiyetle sekiz derste sona ermek üzere sarayda padisah huzurunda "mukarrir" adi verilen zamanin taninmis âlimleri tarafindan takrir olunan derslere "Huzur Dersleri" deniliyordu. Zamanla sayilarinda degisiklik olan ve muhatab adi verilen, yine devrin âlimlerinden mütesekkil bir heyetin de münazarasinda bulundugu bu derslere, padisah huzurunda icra edilmelerinden dolayi "Huzur-i Hümayun Dersleri" de deniliyordu.

Birçok Müslüman devlet baskanlarinda oldugu gibi, Osmanli Sultanlari da herhangi bir konuda bilgi edinmek istedikleri zaman, devrin âlimlerin-den birini saraya davet eder ve ondan istedikleri mevzuda bilgi alirlardi. Bunun, Ramazan ayinda olmayisi ve ayni zamanda mukarrir ile muhataplar aasinda münakasali bir sekilde cereyan etmemis olmasindan dolayi bunlara "Huzur Dersi" denmez.

Tarihçiler, Tefsirden ibaret olan bu dersin baslangicini, Osman Gazi (1299-1326)'ye kadar çikarmaktadirlar. Nitekim, Tayyarzâde Ahmed Ata; "Osman Han Gazi asr-i fezâil hasr-i âlisinden bed' ile, Orhan Han Gazi ahdinda daimi surette icraya baslanilarak ol zamanlardan ve hususiyle Murad Han-i evvel vaktinden beru Ramazan-i serifte vakit bulundukça her gün ve eyyâm-i sâirede irade buyruldukça fühulin-i ülemadan olan zevat-i fezail-simâtin ekserisi huzur-i hümayunda ictima ile âyât-i celile-i fürkaniyeden bazi süver-i serife tefsir olunmasi kaide hükmüne girmisken Mustafa Han-i salis hazretlerinin (1172/1758) eyyâm-i rûzesinden bed' ile sehr-i ramazan-i serifin evvelki gününden onuncu gününe kadar birer mukarrir ile çend nefer muhataptan ibaret olmak üzere bir hey'et-i ülema celb ederek tefsir-i serif-i Beyzavî'den birkaç âyet-i kerime tefsir ettirmek ve bu cihetle istifaza-i feyz ve bereket etmek ve onuncu günü kütüphâne hocasi pisva oldugu halde mukarrir olan zatlardan mürekkeb bir meclis-i mütemayiz dahi akdolunarak kezalik tefsir-i seriften mübahasat-i hasene icrasiyle tenvir-i mübalât edilmek usulü vaz' buyurulmustur." demek suretiyle, bu derslerin tarihi ve geçirdigi merhaleleri hakkinda bir bilgi vermektedir.

Sultan III. Mustafa (1757-1774) tarafindan belli bir kanuna baglanarak devami saglanan Huzur Derslerinin baslangici hakkinda Ahmet Cevdet Pasa da sunlari söyler: "... evail-i ramazan-i serifte her gün huzur-i hümayunda huzur dersi ünvaniyle bir meclis tertib olunarak her mecliste efahim-i ülemâdan birer mukarrir ile müderrisinden yediser-sekizer muhatap bulunup tefsir-i Kad-i Beyzavî kiraat edilir."

Bu ifadelerden de anlasilacagi üzere huzur derslerinin takriri Osmanli devleti için, eskiden beri riayet edilen güzel bir âdet olarak kabul edilmektedir.

Ramazan'a mahsus bu güzel gelenek, padisah, sehzâde ve devlet erkâninin, özellikle dinî konularda birçok seyi ögrenmelerine sebep oluyordu. Bu derslerde Kur'an-i Kerim'den zamana münasip bir âyet okunarak "mukarrir" tarafindan tefsiri yapilirdi. Bundan sonra "Muhatap"lar tarafindan vaki itiraz ve suellere cevap verilirdi. Böylece ilmî bir mübahese açilmis olurdu. Mukarirr ve muhataplar bu ilmî mübahasede fikirlerini açikça belirtmekte tamamen serbest idiler. Hatta bu yüzden ilminin derecesini göstermek isteyen bazi muhataplarin, bulunduklari mahalli unutarak münazaralarda terbiye ve edep haricine çiktiklari görülmüstür. Meselâ 1176 senesi Ramazaninda muhataplardan Tatar Hoca, mukarrir Abdülmü'min Efendi ile olan mübaheseyi asarak Mü'min Efendiye terbiye disi agir sözler sarfettiginden Bozcaada'ya sürgün edilmistir.

Biraz önce belirtildigi gibi H. 1200 senesinden önce Kur'an-i Kerimden degisik âyetler ve özellikle Fetih sûresinden seçilen bölümler tefsir edilirken, mezkur senenin Ramazaninda, Fatiha sûresinden baslamak üzere sira ile Kur'an'in tefsiri cihetine gidilmistir.

Saray Ramazan'inin baslica hususiyetlerinden biri olan Huzur Dersleri, her gün degisen bir mukarrir ile muhataplardan mütesekkil ulemadan bir zümre tarafindan icra edilirdi. Her ders için, önceden Mesihat makaminca tesbit ve tayin edilmis olan bir mukarrir ile, (7-15) muhataplarin icra ettikleri bu derslerin kadrosuna girebilmek bazi sartlar ve vasiflari tasimakla mümkündü. Binaenaleyh, belli birtakim vasiflari tasimayanlar huzur dersleri için mukarrir ve muhatap olamazlardi. Aranan bu özellikleri söyle maddelendirmemiz mümkündür:

a. Istanbul rüusunu hâiz müderris olmak,

b. Talebesi ziyade, müretteb tahsile nazaran dersi ileri bulunmak,

c. Meleke, ihtisas ve zâti kemaliyle muhitte söhret bulmus olmak.

Huzur derslerinin takrir ve icrasinda riayet edilen bazi usul ve kaideler de vardir. Biz bunlari Ebül-ólâ Mardin'den özetleyerek nakletmekle iktifa ediyoruz:

1. Huzur Dersleri, Istanbul rüûsunu haiz olup uhdesinde herhangi resmî bir vazife bulunmayan ve Istanbul sehrinde ikamet eden "zevat-i fâzila"dan tesekkül eder. Binaenaleyh, mevleviyetle terfi edenler veya tasrada müderrislik ve naiplik gibi vazifeleri kabul edenler ile Istanbul haricinde ikamet edenler bu derse istirak edemezlerdi.

2. Meclisleri teskilde ve sirayi tayinde rüustaki kidem nazara alinir. Bu kaidenin bir sonucu olarak ilk meclisi teskil eden zevatin rüus dereceleri "kibar-i müderrisin" mertebeleri olan Dâru'l-hadis, Hamise-i Süleymaniye, Musila-i Süleymaniye olarak görülmektedir.

3. Hacc ve sila-i rahm gibi sebeblerle muvakkaten Istanbul'dan ayrilan meclis üyeleri, ayrilislari Ramazan'a tesadüf etmese bile seyhülislâmdan izin almak zorundadirlar.

4. Huzur Dersi mukarrir ve muhatapligina yapilacak tayinler, seyhülislamin inhasiyle, irade-i seniyye üzerine olur.

5. Mukarrirlikte bosalma olunca muahhar meclis mukarrirleri sirasiyla üst meclis mukarrirligine çikarlar.

6. Mukarrir, herhangi bir sebeble Ramazanda dersini takrir edemeyecek bir durumda ise kendisine vekalet hususunda meclisinin basmuhatabi mihaniki olarak yerine geçemeyip yine seyhülislâmin inhasi üzerine vekalet edecek olan zat, irade-i seniyye ile belirlenir.

7. Her mukarrir ve muhatabin rütbesi ve ders sirasi mesihatça bilindiginden derslerin esasini teskil edecek olan sûrelerin metni iki üç ay evvel mukarrirlere teblig edilir. Saban'in 15 inde de her bir mukarrire dersinde bulunacak muhataplarin isimleri bildirilirdi.

8. Mukarrir ve muhataplar, meclisin toplanmasindan önce kendi aralarinda ders mevzuu üzerinde fikir beyaninda bulunamazlar. Zira dersin takririnden evvel gizlilik, ders esnasinda ise aleniyet (açiklik ve serbestlik) asildir.

9. Meclisin ictima yerini padisah tayin eder. Mukarrir ders ve duasini oturarak takrir eder. Keza muhataplar da oturmus olduklari halde sorularini sorarlar. Mukarrir padisahin sag tarafina oturur. Muhataplar da mukarririn yanindan baslamak üzere yarim daire meydana getirirler.

10. Mukarrir ve muhataplarin önlerinde rahleler bulunur.

11. Ders açik ve aleni olmakla beraber, erkek-kadin ders dinleyecek zevat hakkinda padisaha malumat verilir.

12. Misafir ve dinleyiciler de mukarrir ile muhataplar gibi minderler üzerine diz çöküp otururlar. Herhangi bir mazeret bulunmadikça, padisahlar da bu sekilde otururlar.

13. Mukarririn ders sonunda yapacagi duada ihtisar (kisaltma, özet) kaidedir. Dua kisa olur. Sayet dua uzarsa bu durum kendisine nazikane ve kimsenin anlayamayacagi bir sekilde ihsas ettirilir.

14. Ders, Kadi Beyzavî tefsirinden takib edilir.

15. Dersler, Ramazan'in ilk günlerinde, her meclis ayri bir gün toplanmak üzere, 8 meclis halinde verilir.

16. Meclis ictimalarinin mütetabi (birbiri ardinca) olmasi kaidedir.

17. Cuma günleri ders takrir olunmaz.

Sultan III. Mustafa tarafindan 1172 (1758) senesi Ramazan'inda icra edilen ilk derste Fetva emini Ebubekir Efendi mukarrir; Nebil Muhammed Efendi, saray hocasi Hamidî Muhammed Efendi, Seyhülislâm müfettisi Idris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî Ismail Efendi muhatap olarak intihab olunmuslardir. Icra edilen bu ilk derste "Ey inananlar! Kendiniz, ana babaniz ve yakinlariniz aleyhlerine de olsa, Allah için sahit olarak adaleti gözetin; ister zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakindir. Adaletinizde heveslere uymayin. Eger egreltirseniz veya yüz çevirirseniz, bilin ki Allah islediklerinizden süphesiz haberdardir." âyet-i kerimesi takrir olunmustur.

Huzur dersleri, Ramazan'in ilk on gününde icra edilirdi. Ilk on gündeki cuma günleri ders okutulmamak ve diger günlerde okutulmak adetti. mukarirler, rütbelerine göre ders okuturlardi. Bu yüzden rütbesi büyük olanin takaddum hakki vardi. Keza muhataplar da rütbelerine göre taksim edilir. Mecliste buna göre otururlardi. Mukarirrler, seyhülislamlik makami tarafindan muhataplar arasindan seçilirlerdi. Bu intihapta ehliyet ve liyakat esasti.

Dersler saray salonlarindan birinde ve ögle ile ikindi arasinda takrir olunurdu. Salona biri mukarrir efendiye, on besi de muhataplara mahsus olmak üzere on alti rahle ve her bir rahleye birer de minder konulurdu. Mukarrir efendinin rahlesi sedef islemeli, muhataplarinkiler ise ceviz boyali idi. Mukarrir efendinin minderi de muhatap efendininkinden bir parça büyükçe idi. Salonda bu suretle tertibat alindiktan ve davetli olan zevat da birer birer geldikten sonra Hünkâr, salonu tesrif buyururdu. Verilen malumat üzerine ulema-i kirâm da müteakiben birer ihtiram selâmi vererek salona girerlerdi. Padisahla maiyetindekiler o sirada ayakta bulunurlar ve hünkârin oturmasi üzerine digerleri ile birlikte mukarrir ve muhatap efendiler de yerlerini alirlardi. Salon bu sirada tam alatürka bir hal alirdi. Bir ihtiram mevkiine konulmus olan ve hünkârin oturmasina mahsus bulunan koltuktan baska sandalye ve kanape gibi seyler mevcut degildir. Sair erkanin oturmasi için hep silteler konulmus bulunuyordu. Muhatap efendilerin rahleleri mukarrir efendinin rahlesinin sag ve sol tarafinda ve bir daire teskil edecek surette konurdu. Mukarrir efendinin takriri, umum tarafindan kemal-i husu ile dinlenirdi. Mukarrir efendi derse ait tefsirden bir eserle buna müteallik notlarini, muhataplar da kitaplarini rahle üzerine koyarlardi. Ders bir iki saat sürerdi. Dersin sonunda mukarrir muhataplara sorulacak sualleri bulunup bulunmadigini sorardi. Rütbe itibariyle yer almis olan muhatap efendilerden rütbesi en yüksek olan ve basta oturan zattan baslanarak her biri sirasiyla sualini sorar ve mukarrir efendi de lâzim gelen cevabi verirdi. Sorular dersle ilgili olurdu. Dersin sonunda mukarrir efendi dua ederdi. Dersin sona ermesinden sonra padisah tarafindan mukarrirlere birer miktar atiyye ile birer bohça, muhataplara da yalniz birer atiyye verilirdi. Atiyyenin miktari zamana göre degisirdi. Bohçanin muhteviyati ise her vakit bir top çuha, iki top kumas ve bir tane Lahor saldan ibaret bulunurdu.

Osmanli Devleti'nin basinda bulunan hükümdar ile sehzâde, hükümet erkani vs. gibi ileri gelen zevatin kendisinden istifade ettigi bu dersler, padisahligin nihayete ermesinden sonra da devam etmisti. Halife Abdülmecid Efendi'nin huzurunda devam eden bu derslerde en son okunan ve tefsiri yapilan âyet sudur:

"Kendilerinden öncekiler de tuzaklar kurmuslardir. Nihayet Allah, onlarin binalarini ta temellerinden (yikmayi) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine göçtü (onlari helâk etti). Hem bu azab onlara akil erdiremeyecekleri taraftan gelmistir."

Sultan III. Mustafa tarafindan bir kanuna baglanan Huzur Dersleri, belirtilen tarihten itibaren 169 sene araliksiz devam etmisti. Buna göre 1172 senesi Ramazan'inda baslayan resmî uygulama 1341 senesi Ramazan ayinda sona ermisti.

Sarax
09-23-2008, 14:55
ILMIYE TESKILATI

Osmanli ilmiye sinifi, klasik Islâmî egitim kurumu olarak bilinen medresede, usûlüne uygun tahsilden sonra icâzet almak suretiyle mezun olup, Osmanli Devleti'nde hukuk, egitim, dinî hizmetler ve nihayet merkezî brokrasinin kendi sahalari ile ilgili önemli bazi makamlarini dolduran Müslüman ve çogunlukla da Türkler'den olusan bir meslek grubudur.

Bu meslegin, tarihî seyri içinde kendine has özellikleri ile tesekkül, olgunluk, karisiklik ve toparlanip küçülme dönemleri olmak üzere baslica dört devresinden bahsedilebilir.

Türk-Islâm dünyasindan devraldigi temel kavram ve unsurlar ile Istanbul'un fethine kadar uzanan bu dönemde çok basarili gelismeler olmustur. XV. yüzyil ortalarindan XVII. yüzyil baslarina kadar devam eden bu dönemde, saglam bir meslek anlayisi olusmus, egitim ve yargi alaninda belirlenen dereceler, ulemânin gv alanlari, yetki ve sorumluluklarinin kesinlik kazanmasi gibi önemli gelismeler olmustur. XVI. asirdan itibaren ilmiye, seyfiye ve kalemiye mesleklerinin (tarik) ayri ayri formasyonlar gerektiren branslar haline gelmesiyle, ilmiye mensuplari egitim ve yargi (adalet) alanlarini tekellerine almislardir. Böylece bu sahalarda yegane söz sahibi olan kimseler durumuna gelmislerdir. XIX. yüzyil ortalarina kadar devam eden bu uygulama 1820'lerden itibaren daralmaya baslamistir. Burada sunu da belirtelim ki olgunluk döneminin asil özelligi, ulemânin müsbet, yapici ve yipranmamis agirliginin devlet ve toplumun her kesiminde hissedilmis olmasidir.

XVII. yüzyil, ilmiye teskilâti ve ulemâ için bir yipranma dönemi olup, siyasetin içerisine âdeta zorla çekilmislerdir. Bu durum, büyük ölçüde ulemânin disinda olusmus bir gelismedir. Bunun en önemli sebebi, Osmanli hükümdar geleneginin sarsilmasidir. Gerçekten, Sultan I. Ahmed'le baslayan ve pespese çocuk yasta denecek hükümdarlarin hüküm sürdügü bu dönemde dizginler, askerin, saraydaki nüfuz odaklarinin ve tabii olarak ulemânin eline geçmistir. Her zümre kendi güç ve nüfuzunu kuvvetlendirmek için ulemâyi yanina çekmek istemistir. Bunun sonucunda siyasî fetvalar, ilmiye ricalinin bölünerek farkli taraflarda yer almasi, onlari hem ilim yolundan alikoymus, hem de siyasî mücadele içinde yipratmistir.

Yenilik tesebbüsleriyle girilen XVIII. yüzyilda ulemâ yeniliklere taraftar, hatta yer yer öncü görünmektedir. Devletin toparlanmasinda agir sorumluluk üstlendigi bir dönemdir. XIX. yüzyildan itibaren ulemânin istihdam alaninda devamli bir daralma baslamistir. Ilmiye teskilâti ile ilgili bu özet bilgilerden sonra teskilâtin kendi içindeki siniflandirmasina geçebiliriz.

Sarax
09-23-2008, 14:56
SEYHÜLISLÂMLIK

H. IV. (M. X.) asrin ikinci yarisinda ortaya çikan "Seyhülislâm" tabiri, fukaha arasindaki ihtilafli meseleleri halledebilen âlimler için, bir seref ünvani olarak kullanilmistir. "Fukaha-yi izâm ve füdelâ-yi fehâmdan sol sahib-i sadr-i iftâya istilâhat-i örfiyyede seyhülislâm denilirdi ki, aralarinda tahaddüs eden münazaa ve mühâsemeden dolayi hall-i müskilât-i enâm eyleye." ifadesi, yukarida temas edilen görüsün dogrulugunu ortaya koymaktadir.

Bu asirdan itibaren, "Islâm" kelimesi, pek çok kelimeye izafe edilerek kullanilmaya baslanmistir. Fakat bütün bu tabirler arasinda sadece "seyhülislâm" terkibi devamliligini muhafaza edebildi, digerleri ise unutulup gitti.

Seyhülislâm tabiri ile birlikte kullanilan öbür deyimlerden bir kismi, dünyevî iktidar sahipleri (bilhassa Fâtimî vezirleri) tarafindan da kullaniliyordu. Ama "seyhülislâm" ünvani, daima ulemâ ve sûfilere has olarak istimal ediliyordu.

Hicrî IV. asrin ikinci yarisindan itibaren, ortaya çiktigini belirttigimiz bu seref ünvanini almaya hak kazananlari üç kategoride toplamak mümkündür. Bunlar:

1. Sadece, kendi zamanlarindaki bir sehir halki tarafindan kendisine bu ünvan verilenler,

2. "Seyhülislâm" ünvani ile her tarafta söhret bulmus olanlar,

3. Fetva ile icazetnâmeyi birlikte verebilen ve bu isimle söhret bulmus olanlar.

Görüldügü üzere, Osmanlilardan önce de varligindan haberdar oldugumuz bu makam ve müessese, Osmanlilarda oldugu gibi resmî degildi. Keza bu müessese, "ilmiye sinifi"nin en üst makami olma gibi bir hüviyet de tasimiyordu.

Osmanlilarin, alti sari askin hükümranlik döneminde "seyhülislâm" ünvaninin ne zaman kullanilmaya baslandigi kesin olarak bilinemedigi gibi, ilk defa bu ünvani alan zâtin kimligi dahi kesin ve net olarak tesbit edilememektedir. Bununla beraber, Fâtih kanunnâmesinde seyhülislâmin ulemanin reisi oldugu açikca belirtilmektedir. Fâtih Sultan Mehmed'in (1451-1481) tedvin ettirdigi kanunnâmede seyhülislâm tabiri, açik ve sarih bir sekilde zikredilmektedir ki, bu da Fâtih ve babasi II. Murad (1421-1451) devirlerinde mezkur ünvanla adlandirilan kimselerin varligini ortaya koymaktadir.

Osmanli Devleti'nde, kendisine sorulan dinî ve ser'î meseleleri cevaplandiran kimseye "müftî", verilen karara da "fetva" dendigini biliyoruz. Nitekim mesihat makami, ilk önce, "mesned-i fetva" veya "mansib-i ifta" gibi isimlerle basmüftilik tarzinda tesekkül etmisti. Bu durumu ile o, bir müddet "kadiasker" ve "muallim-i sultanî" vazifelerine nisbetle ikinci derecede kalmisti. Bunun için müftilik makami, Divan-i hümayun âzaligina dahil bulunan kadiaskerlik makamina göre daha hususî bir vaziyet arzediyordu. Ancak fetva vermek yetkisi Ibn Kemal (1525-1533) ile Ebu's-Suûd (1545-1574) Efendi gibi zevata havale edilince, bu makam daha çok ehemmiyet kazanmaya basladi. Çünkü bu iki kisi, kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi. Bundan böyle "seyhülislâmlik makami", "sadreyn efendiler"in üstünde tutularak "ilmiyye tarikinin reisi ve ser'î mahkemelerin nâziri olmustur. Yukarida adi geçen kudretli zevatin yetismesi,bütün ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verilmesine sebep olmustur. Muhtemelen bunun da tesiriyle olsa gerek ki, makam ve mevki itibariyle seyhülislâmlar sadrazamla denk bir seviyede tutulur olmuslardir.

Osmanlilarda, ileri gelen zevat için kullanilan ünvanlarin bir çogu, daha önceki müslüman devletlerde de kullanilmistir. Nitekim, takva sahibi olarak kemal mertebesine ulasan sahsiyeti ve müellefâtinin çoklugu sebebiyle büyük bir ün kazanmis olan Ibn-i Kemal'e, bu özelliklerinden dolayi, Necmeddin Ebu Hafs Ömer en-Nesefî'nin ünvani olan "müfti's-sakaleyn..." lakabi verilmistir. Osmanli döneminde bu tabir, sadece adi geçen seyhülislâm için kullanilmistir.

Ilmiyye sinifinin en yüksek mevkii olan ve "Mesihat-i Islâmiyye" diye adlandirilan bu makamin Osmanlilarda ortaya çikis gayesine yönelik degisik bazi görüsler bulunmaktadir. Bu mevzuda farkli görüslerin ortaya atilmasina sebep ve bu görüslere kaynaklik eden kimsenin J.H. Kramers oldugu ileri sürülmektedir. Filhakika Islâm Ansiklopedisindeki makalesinde bu mevzua temas eden Kramers, Gaudefroy-Demombyn'e dayanarak bazi fikirler ileri sürmektedir. Bunlari, su sekilde siralayabiliriz:

a) Osmanli padisahlari, Misir'da Memlûk sultanlari yaninda bulunan Abbasî halifesinin hâiz oldugu mevkii taklid etmek suretiyle böyle bir müesseseyi kurmus olabilirler.

b) Osmanli ulemâsinin bir dinî reisin baskanliginda teskilâtlanmasi, devletin tebeasi olan gayr-i müslimlerin basinda bulunan patrikligi taklit etmek suretiyle olmustur.

c) Bu müessese, devlette mevcut dünyevî iktidar yaninda, kazaî selâhiyetlerle teçhiz edilmis sûfî-dinî bir an'anenin neticesi olarak da dogmus olabilir.

Zuhurunu, tek ve belli bir sebebe baglama imkâni bulunmayan bu müessesenin kurulusunu, baska dinlerdeki ruhanî riyasetin taklid edilmesi ile izâha kalkismak, tamamen indî bir mütalâa olur. Çünkü Islâmin din ve devlet anlayisi ile Hiristiyanligin din ve devlet anlayisi arasinda büyük farklar vardir. Biri, müntesiblerinden hem dünyevî, hem de uhrevî vazifeler beklerken, digeri sadece uhrevî hizmetler beklemektedir. Bunun için, bu iki müesseseyi birbiri ile mukayese etmek ve hele, seyhülislâmligin, patrikligin bir taklidi olarak ortaya çiktigini söylemek, dogru olmasa gerektir. Nitekim, I. Hâmi Danismend de, bu meseleye temasla söyle der: "Dikkat edilecek noktalardan biri de mesihat makaminin baska dinlerdeki ruhanî reisliklerle mukayesesinin dogru olmadigidir."

Seyhülislâmligin dogus ve ortaya çikis sebebini tek bir vak'aya baglamak yerine, tarihî olaylari incelemek ve bu yolla bir neticeye varmak daha dogru gibi görünmektedir. Bunun için de meseleye tarihî olaylar açisindan bakmak gerekir.

II. Murad devrinde yasayan ve umumiyetle ilk seyhülislâm olarak kabul edilen Molla Fenari (1424-1431)'nin, böyle bir makama getirilmesi ve kendisine böyle bir ünvan verilmesi, dikkat çekicidir. Devletin, dinî ve siyasî bir kargasalik içinde bulundugu bir sirada tahta geçen II. Murad, böyle bir ortamda, ahlâkî, ilmî ve dinî otoritesi bütün memleketçe kabul edilen büyük bir âlime ihtiyaç bulundugunu düsünmüs olmalidir. Keza bu zâtin, tebeayi bütün sapik cereyanlardan koruyabilecek bir otoriteye sahip olmasi ve halk ile devletin dinî meselelerini çözmesi gerektigine inanmis olmalidir. Yine bu esnada, devlet sinirlarinin dahilindeki gayr-i resmî müftülerin, dinî meseleler hakkinda kendi dünya görüsleri ve kabiliyetlerine göre ayri ayri fetva vermelerinin, devlet için bir tehlike arzettigini de sezmis olmalidir. Gerçekten böyle durumlar, hos olmayan bir takim tenakuzlarin ortaya çikmasina yol açabilir. Bu yüzden de hem devletin otoritesi, hem de mü'minlerin seriata olan bagliliklari zedelenebilirdi. Bu sebeple fetvalarin, tek kanaldan ve resmî sifati bulunan bir kimse tarafindan verilmesi ihtiyaci hissediliyordu. Ayni zamanda, durmadan yayilma istidadi gösteren Bâtinî-Rafizî görüslere karsi sed çekecek kuvvetli ve dirayetli sünnî bir sese de ihtiyaç vardi.

Iste bütün bu hususlar nazar-i dikkate alinmis olacak ki, ilk defa bu makama getirilen Molla Fenarî'nin sahsinda adi geçen ünvanla bir makam ve müessese kurulmus oldu.

Ilk Seyhülislâm: Osmanli devlet teskilatinda, "müfti'l-enâm" ünvani ile de anilan seyhülislâmlarin, ihraz ettikleri bu resmî makama ilk defa kimin getirildiginin kesin olarak bilinemediginden söz etmistik. Bu hususta farkli görüsler bulunmaktadir.

Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde, varligindan haberdar oldugumuz seyhülislâmlik, bu devlette eristigi dinî ve siyasî ehemmiyeti hiç bir ülkede bulamamistir. Fâtih kanunnâmesinde kendisinden söz edilen seyhülislâmin bu devirdeki durumu da tartisilabilir nitelikte görünmektedir. Mezkûr kanunnâmeye göre ulemânin reisi olmakla birlikte ilmiyenin basi sayilmasi XVI. asrin ortalarina ve belki az daha sonraya rastlar. Bu durumu göz önüne almis olacak ki, M. Tayyib Gökbilgin bu ünvanin (seyhülislâmligin) ilk önce Ibn Kemâl'e verildigine kani görünmektedir. Bu konuda o, "fetva hizmeti vazifesi, Ibn Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi kimselerin bu vazifeye getirilmesinden sonra ehemmiyet kazanmis ve artik bunlara seyhülislâm denilmistir. Bu iki kisi kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi." diyerek bu konudaki görüsünü belirtir.

Bununla beraber, Fatih Sultan Mehmed'in tedvîn ettirdig ikanunnâ-mede, açikça isminden ve ulemanin reisi olma gibi bir sifati bulundugundan söz edilen seyhülislâmlik makaminin daha önce mevcut olmasi gerekir. II. Murad devrinin dinî, siyasî ve ictimaî kargasaliklari sucunda meydana gelen hadiseler, böyle bir makamin kurulmasini mecburî hale getirmisti. Böylece kurulup teessüs eden bu müessesenin basina da -daha önce belirtildigi gibi- devrin bilgini ve otoritesi herkesçe kabul edilen Molla Fenarî getirilmistir.

Günümüzün, Adalet ve Millî Egitim Bakanligi ile Diyanet Isleri Baskanliginin görev ve yetkilerini kendisinde toplayan bu makamin, Osmanli devlet teskilati içindeki mevkii ve durumu, Fâtih kanunnâmesinde açikça belirtilmektedir. Bundan anlasildigina göre seyhülislâm, diger devlet erkâni üzerinde büyük bir nüfuza sahiptir. Buna dayanarak, Brockelmann: "Fâtih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman, seyhülislâmin bütün memurlar sinifinin en üstünde bulunan müstesna mevkiini teyid ettiler." diyerek bu ehemmiyeti belirtmek ister.

Fâtih kanunnâmesinde mevkii belirtilmis olmakla beraber, esas ehemmiyet, Zenbilli Ali Cemalî Efendi (1503-1525) ile baslamis, Ibni Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile kemâl mertebesine ulasmistir. Ilmî dirayet ve temiz sahsiyetleriyle mesihat makamina çikan bu çok kiymetli âlimler, en heybetli padisahlar üzerinde bile nüfuz ve tesir sahibi olduklari için, icâb-i halda onlara bile dogru yolu göstermekten ve sert sözler söylemekten çekinmiyorlardi. Mevzûun daha iyi kavranabilmesi için birkaç tarihî olaydan söz etmek gerekecektir.

a. Daha kadiligi zamaninda, Yildirim Bayezid (1389-1403)'in cemâatla namaza devam etmesinden dolayi sahidligini kabul etmeyen Molla Fenari, ibadetlerinde kusur eden kimsenin, insan hukukunun gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz olabilecegini düsünerek, mahkeme salonunda, bizzat Yildirim Bayezid'e sehadetini kabul etmiyecegini söylemek suretiyle büyük bir cesarete sahip oldugunu göstermistir.

b. Yavuz Sultan Selim, Hazine-i Âmire muhafizlarindan 150 kisinin katline karar verir. Bu iradeyi dogru bulmayan Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi, çagirilmadigi halde ve hiç kimseye bildirmeden Divân'a girerek, böyle bir cezanin seriat ve adalete aykiri oldugunu söylemek suretiyle büyük bir cesaret örnegi verir. Bunun üzerine padisah, 150 kisinin katli kararindan rücû' eder.

c. Birgün divan'da, Sadriâzam Dervis Pasa'nin kabahatsiz bir adamin katline hüküm vermesi üzerine, onu muahaza eden ve bu yüzden Divan-i terkeden Seyhülislâm Yahya Efendi (1553-1644)'nin bu davranisi, devrin padisahi I. Ahmed (1603-1617)'in dikkatini çeker. Pâdisah, davranisinin sebebini sordugunda o da "kaza emânettir. Pâdisah, kadiaskerleri istimai deâvî, ihkak-i hak, mazlumlari siyânet için nasbeyler. Icâb-i ser'î yogiken bugün bir adam katlolundu. Artik benim için icray-i kazaya imkân kalmadigindan terk-i mansiba mecbur oldum" der. I. Ahmed, Yahya Efendi'nin bu cevabi üzerine sadrâzami cellâda teslim etmekle isi bitirir.

XVI. asirdan itibaren ehemmiyeti daha da artan seyhülislamlik makami, manen sadrazamliktan daha yüksek telâkki ediliyordu. Çünkü, Osmanli devletinde din asil, devlet ise onun bir fer'i olarak görülüyordu. Bu anlayisin bir sonucudur ki, sadriâzamlarin seyhülislhamlari ziyaretleri III. Murad (1574-1595) devrinde 922 (1584) tarihinde kanun haline getirilmisti. Tâyini, bizzat padisah tarafindan yapilmakla beraber, bilhassa idarenin zayif zamanlarinda veya herhangi bir isyan esnasinda padisah aleyhine fetva verebilir endisesiyle daima seyhülis-lâmdan çekinilmistir. Çünkü Osmanli padisahlari, tebea üzerinde keyfî bir tasarruf hakkina sahip degillerdi. Onlar da birtakim kanun ve nizamlarla bagli idiler. Zahiren, hudutsuz bir selahiyete sahip görünseler bile, hakikatte bazi kanunlarla mukayyettiler. Idarî mekanizmada dini asil, devleti de onun bir fer'i olarak kabul eden bir devlette bu durum normal karsilanmalidir. Bu anlayisin bir neticesi olacak ki, yürürlüge girmesi istenilen her türlü kanun ve nizam hakkinda, önce seyhülislâmdan, bunun seriata uygun olup olmadigina dair fetva alinirdi. Ancak bundan sonra, istenilen kanun yürürlüge girerdi. 1686 yilinda Amsterdam'da basilan ve Türkçe tercemesi yayinlanan bir eserde bu mevzu ile ilgili olarak söyle denilmektedir: "Seyhülislâm, sahip oldugu genis yetkisi ile herhangi bir mesele hakkinda hüküm verince padisah bile bunun aksini iddia edip karsi çikamaz."

Seyhülislâmligin haiz oldugu önemi belirten hususlardan biri de, seyhülislâm olarak tayin edilecek olan zatin saraya daveti esnasinda, protokol geregi sadriâzamla birlikte huzura girerlerken padisahin onlara karsi üç adim atmasi ve onlari ayakta istikbal etmesidir. Keza, seyhülislâm adayinin, padisahin elini öptükten sonra oturmasi, buna karsi sadriâzamin ayakta beklemesi de bu hususu açikça ortaya koymaktadir. Bu tatbikat, IV. Mehmed devrinde (1648-1687), sadriâzam Melek Ahmed Pasa'dan itibaren devam edegelmistir.

Seyhülislâmligin Sona Ermesi: Osmanli Devleti'nde, ilmiye sinifinin en yüksek mevkii olan ve mesihat-i islâmiyye diye adlandirilan bu önemli makamin uzunca bir tarihçesi vardir. Ilk seyhülislâm Molla Fenarî'nin tayin tarihi olan 1424/25 senesinden, Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922 = 1339-1341)'nin istifa tarihi olan 26 Eylül 1922 yilina kadar mesihat-i islâmiyye müessesesi, kesintisiz olarak tam 498 sene devam etmistir. Bes asra yaklasan ve özellikle kayd-i hayat sarti ile bu makama gelen dirâyetli zevatin yeri, daha sonra gelenlerle ayni sekilde doldurulamamistir.

Bütün Osmanli müesseselerinde oldugu gibi, bu müessese de, XVI. asrin son senelerinden ve bilhassa XVII. asirdan itibaren yavas yavas inhitata (gerileme) yüz tutmustur. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin ortalarinda 948 (1541/42) baslayan seyhülislâm azli, daha önce benzeri görülmediginden büyük bir hadise olarak karsilanmistir. Devrin seyhülislâmi, Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendi (1539-1542)'nin, Mevlâna Celaleddin-i Rumî ve Muhyiddin-i Arabî gibi mütavassiflar hakkinda vazife ve selahiyetini asan bir dil kullanmasi, vazifesinden azledilmesine sebep olmustu.

Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendinin, yukarida belirtilen sebepten dolayi azli, bu makama yükselenlerin artik "azledilemez = lâ yen'azil" olan özelliklerini ortadan kaldirmis oldu. Bundan böyle sadriâzamla aralarinin iyi olmamasi veya maiyetinin çesitli islere müdahalesi neticesinde, dedikodularin ortaya çikmasi gibi nahos olaylar, seyhülislâm azilerinin sebepleri arasinda idi.

Seyhülislâmlarin "azledilemez" özelligi ortadan kalktiktan ve eskiye nisbetle bir gerileme basladiktan sonra, azledilmis olan bir seyhülislâmin, ayni vazifeye tekrar getirilmesi ile karsilasiyoruz. Böyle bir adim da Bostanzâde Mehmed Efendi ile atilmistir. Ilk mesihat-i 997-1000 (1589-1592) yillari arasinda olan mezkûr zâtin ikinci mesihati da 1001-1006 (1593-1598) seneleri arasindadir.

Osmanli Devleti idarî kadrosunda bulunan hemen herkese en büyük ceza olan idâmin verilebildigi ve sadriâzamlarin bile böyle bir cezadan kendilerini kurtaramadigi bir gerçektir. Hal böyleyken seyhülislâmlar, bu kaidenin disinda tutulmuslardi. Dinî reis olmalari, onlari böyle bir cezadan uzak tutuyordu. Bununla beraber, bes asra yaklasan tarihi içinde sadece üç seyhülislâm ölüm cezasina çarptirilmisti. Böyle bir cezaya çarptirilmakla beraber bunlara "sehid" denilmektedir. Bu, "inhitat devrinde, ilmiyye masûniyyetinin ihlâline karsi, meslegin protesto tezahürleri mahiyetindedir." Efkâr-i umumiyece bunlar, yanlis anlasilmanin kurbani olarak idam edilmislerdi. Böyle bir ceza ile hayata vada eden seyhülislâmlar sunlardir:

1. Ahîzâde sehid Hüseyin Efendi (1041-1043/1632-1634).

2. Hocazâde sehid Mes'ud Efendi (1066/1656) 4 ay 12 gün.

3. Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi (1088/1688) ikinci mesihati (1106-1115/1695-1703).

Osmanli devlet teskilatinda, herhangi bir kimseye seyhülislâm ünvaninin verilebilmesi, o kimsenin mesihat makamina getirilmesiyle mümkün oluyordu. Bu makamin, eskiye nisbetle bir gerileme gösterdigi, resmen ve fiilen bu makama gelmedigi halde bazi kimselere bu makam pâyesinin verilmesiyle de ortaya çikmaktadir. Gerçi asirlarca süren bir tarih içinde ancak iki kisiye bu pâye verilmistir ama bu da, çok yüksek bir makam olan seyhülislâmlik için, bir gerileme sayilabilmektedir. Bu makama gelmedigi halde pâyesi ile taltif edilen iki kisiden birincisi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendidir. Bu zat, 1059 (1649) tarihinde "Ravzatu'l-Ebrar" adli eserini devrin padisahi IV. Mehmed'e takdim edince kendisine bu pâye verildi. Bundan iki sene sonra da 1061 (1651) tarihinde Karaçelebizâde fiilen bu makama getirilmistir.

Bilfiil seyhülislâmlik makamina gelmedigi halde bu pâyeyi alanlardan ikincisi de Erzurumlu Feyzullah Efendi'nin büyük oglu Fethullah Efendi'dir. Fethullah Efendi, Nakibu'l-Esraf olarak Rumeli kadiaskeri bulunurken, Seyhülislâm olanbabasi Feyzullah Efendi'den sonra bu makama gelmek üzere bu pâyeyi almistir. Fakat 1115 (1703) senesinde babasi ile birlikte azledilir. Bundan kisa bir müddet sonra da vefat etti.

Böylece tarihî seyri içinde geçirdigi çesitli merhalelerden sonra nihayet, Seyhülislâm Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922)'nin, dahil bulundugu son Osmanli kabinesiyle birlikte istifasi neticesinde, seyhülislâmlik makami, Osmanlilar'la birlikte Islâm âleminden de kalkarak tarihe mal olur.

Sehülislâmin Tayin ve Azli: Osmanli Devleti müesseselerinden biri olan ilmiyye'nin reisi durumundaki seyhülislâmin bu makama gelebilmesi, basit bir tayin veya formalite isi degildi. Bununla beraber, seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den önce, bu makama gelebilmek için kesin ve tayin edilmis bir kanun yoktu. Kadiaskerlik, büyük kadilik veya müderrislik yapmis olanlardan münasipleri, bu makama getirilebiliyordu. Fakat Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren seyhülislâmlik, Rumeli kadiaskeri olanlara verilir oldu. Bu tarihten sonra nâdiren, Anadolu kadiaskeri veya bunun pâyelilerinin getirildigi görülür.

Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren bu makama gelebilmek için bazi merhalelerden geçmek gerekiyordu. Bunun için, müderrislik mertebesini ihraz eden bir kimsenin en az 15-20 sene talebeye ders vermesi, belli mevlevîyet-lerden* sonra Istanbul kadiligi, Anadolu kadiaskerligi ve sonunda da Rumeli kadiaskerligine getirilmis olmasi gerekiyordu. Ancak bu siranin takibinden sonra mesihat makamina gelinebilirdi.

Ilmiye sinifinin reisi ve dinî lider olmakla beraber, seyhülislâmin tayini, bizzat devletin basinda bulunan padisah tarafindan yapilirdi. Bu tayinde çogu zaman sadriâzamin da müessir oldugu bilinmektedir. Ayni sekilde veziriâzamin azlinde, bazan seyhülislâmin müessir oldugu da bir gerçektir.

Sadriâzam, kadiasker veya mâzulleri arasinda, kendisiyle anlasabilecegi birisini padisaha empoze edebilirdi. Maamafih, padisah, bazen hiç kimseye sormadan ve hiç kimsenin fikrini almadan da seyhülislâm tayini yapabiliyordu.

Seyhülislâmin kim olacagi kararlastirildiktan sonra, veziriâzam, o zat hakkinda telhis denilen arîzayi padisaha takdim eder; bundan sonra, seyhülislâm olacak zat,saraya veya icabina göre Pasakapisina dâvet olunup sadriâzamla beraber saraya giderlerdi.

Sayet, seyhülislâm namzedi, dogrudan dogruya saraya dâvet edilmis ise, veziriâzam da çagirilirdi. Teamül geregi, seyhülislâm tâyin edilenler "Arz odasi"nda padisahin elini öperlerdi. Fakat, Zekeriyezâde Yahya Efendi'nin seyhülislâmligindan sonra bu âdet terk edilerek sadece bahçede el öpmekle iktifa edilmisti.

Seyhülislâmin tayini ile yakindan ilgili bulundugundan, bu makamda en çok kalmis olanlardan da kisaca bahsetmemiz gerekir. Araliksiz, 498 sene devam eden bu makamda, en fazla kalan kisi, Kanunî ve II. Selim devri seyhülislâmi Ebu's-Suûd Efendi'dir. Mesihat müddeti toplam olarak 28 sene 11 ay sürmüstür. Ebu's-Suud Efendi'den sonra gelenler artik onun kadar kalamamis ve 3-4 senelik bir vazifeden sonra bu makami baskalarina terk etmek zorunda kalmislardir. Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den sonra ikinci sirayi, 24 sene ile II. Murad ve Fâtih devri seyhülislâmi, Molla Fahreddin Acemî (1436-1460) almaktadir. Bu makamda uzun süre kalma imkânini elde eden ve üçüncü sirada bulunan Zenbilli Ali Cemalî Efendi'dir. II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî devirlerinde "mesned-i mesihatta" bulunan bu zâtin hizmeti, toplam olarak 23 seneyi bulmaktadir.

Bazi kimselerin bu makamda uzun süre kalmalarina karsi, bir kismi da çok az denebilecek kadar kisa bir süre bu vazifede kalabilmistir.

Memikzâde Mustafa Efendi'nin mesihat müddeti, Osmanli mesihat tarihinde en kisa olani olarak bilinir. Bu müddet, 13 saatlik bir zamani kapsamaktadir. Hizmetin azligi ve müddetin kisaligi ile ikinci sirada bulunan, IV. Mustafa (1807-1808) devrindeki Sâmanîzâde Ömer Hulusi Efendi (öl. 1812)'nin ikinci mesihatidir. Bu müddet de bir günlük bir zamani kapsamaktadir.

Daha önce de belirtildigi gibi mükerrer seyhülislâmlik, h. 1000 (1591) yilindan itibaren Bostanzâde Mehmed Efendi ile baslamistir. Bu zattan sonra mükerrer vazifeler devam edegelmistir. Bu tatbikatin neticesi bazi kimseler, birkaç defa bu makama getirilmislerdi. Bu makama en fazla yani dörder defa gelenleri söyle siralayabiliriz:

1. Cafer Efendizâde Haci Mustafa Sun'ullah Efendi.

2. Yusufzâde Cemaleddin Efendi.

3. Musa Kâzim Efendi.

4. Haydarîzâde Ibrahim Efendi.

5. Mustafa Sabri Efendi.

Isimleri zikredilen bu zevatin son dördü, Ikinci Mesrutiyet'in kabine degisikligi sonucu tekraren bu makama getirilmislerdi. Zira artik II. Mesrutiyetten itibaren seyhülislâmlar da kabine üyesi olarak onunla birlikte atanir ve yine onunla birlikte vazifeden alinir oldular.

Seyhülislâmin vazife ve selahiyeti: Kurulus döneminde vazifesi, sadece ser'î meseleler üzerindeki talepler hakkinda fetva vermekten ibaret olan seyhülislâmin, bu hükümler hakkinda hiç bir icra selâhiyeti yoktu. Bununla beraber, hiç bir kadi, onun verdigi fetvayi reddetmeye cür'et edemezdi.

Kurulus döneminden sonra ise Seyhülislâmin fetvalari, sadece ammeyi ilgilendiren siyasî sahalara inhisar etmistir diyebiliriz. Bunun için, devlette, ammeyi ilgilendiren hususlarda mutlaka seyhülislâmin fetvasi gerekiyordu. Böylece seyhülislâm, fetvalari ile devlette kanunlarin vazi'ligi vazifesini de üstlenmis denebilir. Nitekim, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'nin tasvibinden geçen kanunnâmenin bas tarafinda aynen söyle denilmektedir:

"Merhum ve magfurun leh Sultan Süleyman Han aleyhi'r-rahme ve'r-ridvan hazretlerinin zamân-i bâemanlarinda merhum Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi hazretlerinin asrinda olan kanunnâme-i sultanîdir ki, ser-i serife muvafakati mukarrer olup hâlâ muteber olan kavanin ve mesâildir." Kanunlasmasi için fetva istenilen mevzularda, seyhülislâmlarin gözettigi esaslar, Islâm cemaatinin hayri ve adalet prensibidir. Nitekim, Seyhülislâm Pîrizade Mehmed Efendi (öl. 1748) "Raiyyet, babasinin kaçtigi topraga geri getirilir mi?" sualine karsi su fetvayi vermistir: "Gerçi ser'î maslahat degildir, lakin koyun kimin ise kuzu dahi onundur, deyü sayi, Ancak bu makûlede ûlu'l-emre müracaat olunur. Nizâm-i memleket için olan emr-i âliye itaat vacibtir" der.

Kararlarini tatbik edebilme imkânina sahip bulunmayan ve ayni zamanda, Divân'in âzasi da olmayan seyhülislâma, önemli meselelerin görüsülme ve müzakeresi esnasinda müracaat edilirdi. Hattâ bazen, seyhülislâm-lar, hiç kimseye haber vermeden Divan'a girip istedikleri konu hakkinda mütalâada bulunabilirlerdi.

Devlet teskilâti içindeki vazifesi, önceleri sadece fetva vermek gibi bir sahaya inhisar eden seyhülislâmlarin bu makami, Ibni Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile daha da önem kazanmaya basladigindan yetki alani da buna paralel olarak genislemistir. Bu yüzden, bilhassa XVI. asrin ikinci yarisindan itibaren ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verildigi görülmektedir. Nitekim, 982 (1574) tarihine kadar müderris ve mevali ile müftülerin tertip ve telhisleri hususu, veziriâzamlara ait iken, bu tarihten sonraki bazi veziriâzamlarin cahil olmalari, bu islerin seyhülislâmlara birakilmasina sebep olmustur. Böyle bir yükten kurtulmak için Ebu's-Suûd Efendi, Veziriâzam Ibrahim Pasa'ya bir tezkire yazarak "Fetva istigâli vaktimizi istiâb ederken bir bâri dahi üzerimize tahmil bize çevirdir." diyerek bu vazifeyi kabul etmek istememisse de bundan böyle vazife ve selâhiyet alani daha da genisletilerek, kirk akçadan yukari" hâriç" ve "dâhil" müderrislikleri ile, orduya tâyin edilecek kadilar; vilâyet, sancak ve kaza müftüleri; imam, hatip ve müezzinlerin; Konya'da post-nisîn olan Çelebi Efendi'nin inhasi üzerine mevlevî seyhlerinin ve mevâlî denilen büyük kadilar ile kadiaskerlerin tâyinleri seyhülislâmlara verildi. Bu, seyhülislâmligin en yüksek makam oldugunun bilinmesi ve kadiaskerlerle veziriâzamlarin haksizlik yapmalarini önlemek içindi. Seyhülislâm, yapacagi tâyin hususunda kanun geregi, veziriâzam ile görüstükten ve anlastiktan sonra tayin edileceklerin listesini bir telhis ile veziriâzama bildirir, böylece, onun vasitasiyla padisahin iradesini almis olurdu. XVII. asir sonlari ile XVIII. asirda veziriâzamin muvafakatinin alinmasi sadece kadiasker ve mevâlî tayinlerine tahsis edilmistir. Digerleri için böyle bir muvafakata ihtiyaç yoktu.

Böylece seyhülislâm, günümüzün hem Adliye, hem de Millî Egitim Bakanliklari vazifesini üstlendigi gibi, Diyanet Isleri Baskanligi vazifesini de üstlenmisti. Bütün bu vazifelerle yükümlü tutulan seyhülislâm, sadece belli bazi tâyin ve fetva islerinin tedvini ile yetinmiyordu. O, medreselerin idare ve kontrolundan da mes'ul tutuluyordu.

Önceleri, Divan-i hümayûn âzasi olmayan seyhülislâmlarin meclise girmesi, II. Mahmud (1808-1839) devrine rastlar. Bu devirde, kadiaskerler meclisten çikarilmis, onlarin yerine seyhülislâm gelmistir. Tanzimat'in ilânindan 1908 senesine kadar nâzirlar gibi degistirilebilen seyhülislâmlar, bu tarihten sonra, kabine ile degistirilir olmuslardi.

Tanzimat'la birlikte nâzirlik derecesine inen seyhülislâmlik makami, 1876'da Mithat Pasa tarafindan ilan edilen Kanun-i esâsî'nin 27. maddesine göre kendisine taninan hak mucibince derece bakimindan öbür nâzirlara olan üstünlügü muhafaza edildi. Mezkûr maddede: "Sultan, sadriâzami ve seyhülislâmi kendisi seçer, diger nâzirlar ise sadriâzam tarafindan tâyin olunurlar" denilmektedir.

Seyhülislâmlik makaminin devlet teskilati içindeki ehemmiyeti, bir hayli yüksekti. Bu ehemmiyet, ifadesini tesrifatta bulurdu. Bu mânâda seyhülislâm, zamaninin Imam Ebu Hanife (H. 80-150)'si gibi tesrifat üstü kabul edilirdi. Onun, sadriâzam ve sultan huzurundaki tesrifat kaideleri ile dinî bayramlarda, sultanlarin cenaze merasiminde, yeni hükümdara beyat ve kiliç kusatma (Kiliç Alayi) esnasindaki vazife ve selâhiyetleri bütün teferrüatiyle tesbit edilmistir.

Seyhülislâmin maiyyeti: Osmanli devlet teskilâti içinde önemli bir yeri bulunan seyhülislâmlarin, XVIII. asra kadar belli ve herkesçe bilinen bir daireleri yoktu. Seyhülislâm olarak tayin edilen zatin konagi müsaitse kendi konaginda, degilse münasip bir konaga tasinarak orada vazifesini icra ederdi. Nitekim, Ali Cemalî Efendi'nin kendisinden istenen fetvalarin cevaplarini, konaginin penceresinden, iple sarkittigi bir zenbile koymak gibi bir âdetinin bulundugunu ve bundan dolayi da "Zenbilli" adini aldigini biliyoruz. Bu bilgi, bize onun kendi konaginda vazifesini icra ettigini göstermektedir.

Osmanlilarda XVIII. asir sonlarina dogru baslayan idarî yenilesme hareketlerinin sonucu olarak, zamanla reisi seyhülislâm olan idarî bir kisim meydana geldi. Daha önce, belli bir dairesi bulunmayan seyhülislâma, Tanzimat döneminde Yeniçeri Agasi'nin dairesi tahsis edildi. Artik bundan sonra buraya "Seyhülislâm Kapisi" veya "Bab-i Fetva" denmeye baslandi.

Devlet teskilâti içindeki durum, yetki ve vazifesine uygun olarak seyhülislâmin maiyetinde de hayli kabarik bir memurlar kadrosu tesekkül ediyordu. Birçok memuru yaninda, baslarinda "Fetva Emini" bulunan ve pek mühim bir daire olan fetva kalemi vardi. Bu dairede müsevvid, mübeyyiz, mukabeleci, kâtip, mühürdar ve müvezziler bulunurdu. Dairenin basinda bulunan Fetva emini, fikih, yani Islâm hukukunu çok iyi bilen bir kimse olurdu. Istenilen fetvayi bulmakla yükümlüydü. Bu zatin maiyetinde de yirmi kadar kâtip olup bunlar, verilen fetvalari yazarlardi.

Fetva eminliginin ihdasi, Seyhülislâmin sefere istiraki veya hastalanmasi gibi anormal bir durumun ortaya çikmasi yüzündendir. Ilk fetva emininin, Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi'nin hastaligi üzerine tâyin edildigi ve bu zatin da Balikesirli Mehmed Muhyiddin Efendi oldugu bildirilmektedir.

Seyhülislâm dairesinde, fetva eminliginden baska daha bazi önemli memuriyetler de vardir, bunlar:

Kethüda: Siyasî ve iktisadî islerinde seyhülislâmin vekili olan kethüda, onun adina hareket ederdi.

Telhisçi: Seyhülislâmin, hükümet nezdindeki temsilcisi durumundaki memuru olup, hukuk, dinî isler ve kanunlara ait muamelelerde hükûmetle temas ederdi. Seyhülislâmin, müderris ve mevali tayinleri bunun vasitasiyla ve Reisü'l-Küttab'in delâletiyle veziriâzama arzolunurdu.

Mektupçu: Seyhülislâmin divan efendisi veya mühardari ve simdiki ismiyle yazi isleri müdürü idi. Mesihattan çikan buyruldular, tayin rüusu ve beratlari ile icâzetnâmelerin yazildigi daire bunun emri altinda idi. Keza seyhülislâmin mührü de bunda (mühürdar) bulunurdu.

Seyhülislâmin maiyetindeki bu memurlardan (daire müdürleri) her birinin kendisine ait ve müstakil daireleri bulunmakta idi.

XIX. asirda maiyeti daha da genisleyen seyhülislâmlik makaminin bu devirdeki memurlari, kadiasker ve Istanbul kadisi maiyeti de dahil olmak üzere sunlardi:

Ders vekili, Fetva emini, Seyhülislâm mektupçusu, Arzuhalci, Ilâmat mümeyyizi, Rumeli kadiaskeri tezkirecisi, Kassam-i askerî, Rumeli ser'iyyatçisi, Rumeli vekayi kâtibi, Anadolu kadiaskeri tezkirecisi, Anadolu vekayi kâtibi, Istanbul Kadisi müsaviri, Istanbul ser'iyatçisi ve Istanbul kadisi vekayi kâtibi. 1293 (1875) yilindaki uygulamaya göre mesihat daireleri büyük memurlari (müdürleri) ise sunlardi:

Ders vekili, fetva emini, Mesihat mektupçusu ve üç muavini, Ilâmat-i ser'iyye mümeyyizi, Mesihat arzuhalcisi ve iki muavini, Ilâmat-i ser'iyye mümeyyiz muavini, maas-i ilmiyye kâtibi, Reisü'l-müsevvidîn. Bunlarin her birinin de müteaddid memurlari vardi.

Sarax
09-23-2008, 14:56
KADILIK

Osmanlilar, kendilerinden önceki Islâm devletlerinin geleneklerine uyarak kadi tayininde çok titiz davrandilar. Zira Islâmî anlayisa göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir. Bu bakimdan Osmanlilar, herhangi bir kimseyi degil, her yönü ile taninmis ve güvenilir kimseleri bu makama getiriyorlardi. Kurulus döneminden itibaren Islâm dünyasinin maruf aileleri bir taraftan Anadolu'ya gelirken bir taraftan da açilan medreseler kaza tarikini ihtiyar edecekleri (kadiligi seçecek olanlari) yetistiriyordu. Hatta baslangiçta kaza isinin Islâm an'anesine uygun olarak camilerde görülmesi için Bursa'daki Yesil Câmi ile Yildirim câmileri dâva görülebilecek bir sekilde yaptirilmislardi. Nitekim Bursa'daki Yesil Câmi gözden geçirilecek olursa, biraz yüksek olan minberle mihrab arasi namaza, fiskiyenin bulundugu ve nisbeten alçak olan yer dâvacilara, iki tarafindaki odalar da dâvalari görecek olan kadi ve kadiaskerlere tahsis edilmisti.

Osmanlilarda kadi nasbi ilk defa Osman Gazi tarafindan, kayinpederi Seyh Edebali'nin damadi ve talebesi olan Dursun Fakih ile baslar. Devletin istiklâl ve hükümranligina bir isaret olan ilk hutbeyi okuyan kimse de ayni zatti.

Osmanli devlet teskilâtinda, kadi'nin adlî görevi yaninda idarî, ilmî ve hatta askerî görevi de vardir. Çünkü Osmanli sehir idaresinde beledî ve mülkî idare fonksiyonlari birbirinden kesin çizgilerle ayrilmamistir. Kadi, sehrin yargi mercii oldugu kadar, asayisin âmiri, vakiflarin denetçisi, beledî hizmet ve zâbita görevlerinin de âmiridir. Bütün bu vazifeleri yerine getirmesinde kendisine yardim eden bazi yardimcilari vardir. Böylece kadi'nin yükü hafifletilmis olur. Mesela kadi'nin yaninda Subasi, Böcekbasi, Çöplük Subasisi Mimarbasi gibi Yeniçeri ocagina bagli zâbit ve görevliler, genel güvenlik, temizlik ve imar düzeninin saglanmasina kadar çesitli alanlardaki zâbita hizmetlerini yerine getiriyrolardi. Keza çarsi ve pazarin kontrolü, narhin tesbiti, dinî emirlerin yerine getirilip getirilmediginin gözetilmesi, kötülüklerin islenip islenmediginin kontrolü, (emr bi'l-ma'rûf ve nehy ani'l-münker), bazi günlük vergilerin (yevmiye-i dekâkin gibi) toplanmasinda da kadi'nin en büyük yardimcisi "Ihtisâb Agasi" (Muhtesib)dir.

Osmanli toplumunda önemli bir yeri bulunan kadilar, biri Anadolu, digeri de Rumeli olmak üzere iki kadiaskerlige bagliydilar. Bunlar, bagli bulundugu kadiaskerligin icray-i faaliyet eyledigi sinirlar dahilinde adalet tevzi edip hizmet görürlerdi.

Osmanli ülkesinde kadi olabilmek için medresinin yüksek derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. Bunun aksini düsünmek mümkün degildi. Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama en küçük bir kazaya kadi olunamazdi. Vazifelerinin önemi, halk ile olan münasebetleri ve adalete gölge düsürmemek için kadilar, bazi isleri yapamazlardi. Ticaret yapmak, borç alip vermek, hediye kabul etmek, umumî ziyafetlerde bulunmak. Zira böyle isler onlarin hüküm vermesinde ileride herhangi bir süpheye sebep olabilir. Bu bakimdan onlar her türlü hareketlerden kaçinmak zorunda idiler.

Osmanli kadisi sancak ve kazalara tayin edilirdi. Hiyerarside sancak kadilari daha üstün idiler. Kadi ilk olarak kazaya tayin edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye baslardi. Rumeli kaza kadiliklari dokuz, Anadolu on, Misir ise alti sinifa ayrilmisti. Bir kadi terfihen son basamaga geldiginde yevmiyesi 150 akçaya yükselmis olup "esref-i kudat" adiyla anilan zümreden sayilirdi. Kaza kadilarinin görev süresi bir yerde 20 ay, Mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi. Bu müddeti dolduran kadi, mazul sayilarak yerine sirada olan bir baskasi atanirdi. Müddetini dolduran mazul kadi, Istanbul'a gelerek her Çarsamba günü kadiasker dairesine devam edip sira beklerdi. Bu bekleyise "zaman-i infisal"i denilip, sonraki tayinine de "zaman-i ittisâl"i adi verilir. Kadilarin bu kadar kisa bir zamanda yer degistirmesi, muhtemelen terfi imkanlarinin tikanmamasi ve halk ile adalete süphe düsürecek kadar ileri gidebilecek bir yakinlik peydah etmemeleri içindir. Bundan baska, devamli olarak adlî problemlerle karsi karsiya kalan ve bu yüzden "ulûm ve fünûn" ile istigalden uzak kaldiklari düsünülerek, vazifedeki müddetleri belli dönemlere baglanmis, böylece onlara Istanbul'da yeniden bilgilerini tazeleme imkâni verilmis oluyordu.

Kaza kadiligindan yükselen kadi, sancak kadisi olur ve mevleviyet pâyesi alirdi. Mevleviyetler, kadilarin aldiklari yevmiye nazari itibara alinarak 300 ve 500 akçalik olmak üzere iki kisma ayrilir. Mevleviyetlerde kadilik müddeti bir senedir.

XVIII. yüzyildan itibaren mevleviyetler bes kategoriye ayrilmisti. Bunlar: Devriye, Mahrec, Bilâd-i Hamse, Haremeyn ve Istanbul Kadiligi idi.

1. Devriye Mevleviyeti: Bu mevleviyet, kategorinin en alt derecesidir. Maras, Anteb, Bosna, Sofya, Belgrad, Bagdad bu yerlerden bir kaçidir.

2. Mahrec Mevleviyeti: Kudüs, Haleb, Tirhala, Galata ve Izmir gibi yerlerdir ki sayilari onbir kadardir.

3. Bilad-i Hamse: XVIII. asirda bu sinifta yer alan mevleviyetler sunlardi: Edirne, Bursa, Sam, Misir ve Filibe, Bu bes kadiligin dereceleri esit idi. Bu mevkiye yükselenlerden herhangi birisi sirasi gelince Haremeyn Mollasi (Kadi) olur veya pâyesini alirdi.

4. Haremeyn Mevleviyeti: XVIII. yüzyilin ikinci yarisindan itibaren Mekke kadiligina ilâveten Medine-i Münevvere de bu kadiliga baglanarak Haremeyn mevleviyeti adi ile Istanbul kadiligindan sonra en yüksek dereceyi isgal eyledi.

5. Istanbul Kadiligi: Mevleviyetler içinde en yüksek kademe Istanbul kadiligi idi. Bundan sonra normal olarak sira Anadolu Kadiaskerligine gelirdi.

Osmanli devlet teskilâtinda hâkim sifatiyla davalari sonuçlandirip karara baglayan kadidir. Kadi hükmü olmadan hiç kimse ceza tertip ve infazinda bulunamaz. Bu, Osmanli adlî sisteminin temel prensiplerinden biridir. Bununla beraber, mahkemede degil de, yerinde hallolunmasi zarurî olan veya tahkikat ve kesif gibi isleri gerektiren hallerde kadi, her zaman mahkemeden ayrilamayacagi için, kendi adina bu isleri görmekle vazifelendirilen bir yardimci kullanir. Gerek bu sekilde kullanilan yardimci, gerekse bizzat kadi tarafindan kendi kazasina gönderilip onun adina hükmeden ve onun gibi bütün yetkileri haiz olan kimseye "Naib" denir. Kadilarin tayin olduklari kazanin büyük veya küçüklügüne göre nâiblerin sayisinda da farklilik olurdu.Genellikle kadilar, kendi kazalari dahilindeki nahiyeleri, nâib ismiyle tayin ettikleri bir ser'î memura iltizama verirlerdi. O memur da bulundugu nahiyede kaza kadisi adina nahiyenin ser'î muamelelerine bakardi. Nâib olacaklarin da mutlaka yüksek tahsil görmüs, halk arasinda ahlâk ve fazileti ile taninmis kimseler olmalari gerekirdi. Zira o da kadi'nin sahip oldugu bütün hak ve yetkilere sahip olan bir kimse olarak hüküm vermekteydi. Bu sebeple, kadi nâiblerinin de dürüst, ahlâkli bilgili ve faziletli kimseler arasindan seçilmesi icab eder. Bütün bu söylediklerimizi bünyesinde toplayan ve bir sureti Anadolu Kadiaskerine de gönderilen Evahir-i Muharrem 1173 (21-30 Eylül 1759) tarihini tasiyan asagida metnini verecegimiz hüküm, gerek kadilarda gerekse nâiblerde bulunmasi icab eden sifatlari ortaya koymakla kalmamakta, ayni zamanda sirf menfaat temin etmek gayesiyle, bazi kadilarin basvurdugu gayr-i hukukî yollara da isaret etmektedir. Benzeri birçok vesika arasindan rastgele alinan bu belge, büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Hukuk bilmeyen bazi kimselerin naib olarak tayin edilmelerinin, ser'î hukuk esaslarina göre idare edilen devlet ve halk için ne kadar zararli olduklarini da yine bu belgeden ögreniyoruz. Bu konuda hem daha fazla bilgi vermesi, hem de orijinalitesi bakimindan vesikanin metnini aynen buraya almayi faydali bulmaktayiz.

"Rumeli Kadiaskeri edâmellahu fezailehuya hüküm ki: Ümenay-i din-i mübin ve hademe-i ser'-i Seyyidi'l-mürselin olan kudata taklid-i kaza veyahut te'yid-i maiset cihetiyle müstahakkine kaza tevcih ve itâ olundukta binnefs kendileri gidüp hükümet-i kazayi icrâ ve özürleri oldukta icray-i ahkâm-i ser'iyyeye kadir munassak ve müteserrî' kimesneleri yerlerine nâib nasb ve tayin edüp bu vechle ahval-i kudat muntazam ve mazbut ve nizam-i bilâd ve ibâd rabit-i ahkâm-i ser'iyye ile mustahkem ve merbut iken kazaya mutasarrif ve naib olanlar ziyade celb-i menfaat ve tahsil-i rahat içün binnefs kendileri memur olduklari mahalle gitmediklerinden gayri niyâbet ve hükümetleri ahkâm-i ser'iyye icrasina kadir kimesnelere siparis etmeyüp nâdân ve cahil ve ilm-i sakdan âri ve mütegafil olanlara ve belki hilye-i fadl ve irfandan âtil âyan ve serdarlara ziyade mesahire ile tefviz eylemeleri anlar dahi kazalarina varup kazalarinda meydana gelen olaylari yanlis ve rüsvet ile çesitli hüccet verdikleri. Bundan böyle benzer olaylarin olmamasi için dikkat etmeleri..." Görüldügü gibi bu hüküm, ülkede gayr-i kanunî olaylara vesile olacak durumlarin ortadan kaldirilmasi için dogrudan kadilarla ilgisi bulunan Rumeli Kadiaskerinin dikkatini çekmekte ve kendisinden böyle olaylara meydan vermemesi istenmektedir.

Osmanli toplumunda kadi, yegane sahsiyet olarak özelligini korurken, hükümlerine disaridan herhangi bir sekilde müdahale ve tesir edilmesi söz konusu degildir. Zira görevi, onun baskasinin tesiri altinda kalmasina müsaade etmez. Eger böyle bir durum (tesir altinda kalma) söz konusu ise veya istenmeyen bir olaya karismis ise o zaman vazifesinden azledilerek çesitli cezalara çarptirilirdi. Islâm ve Osmanli adlî teskilâtinin ne denli iyi oldugunu, adalet müessesesinin devrine göre mükemmel isleyip herhangi bir tesir altinda kalmadigini açik bir sekilde anlatmasi bakimindan, yabanci bir müellifin bu konudaki sözlerini buraya almak suretiyle bu teskilâtin nasil bir anlayisa sahip oldugunu ve hangi temellere dayandigini göstermek istiyoruz.

"Islâm, adaleti ibâdetten üstün tutmustur. Kadiyi azletmek selahiyeti yalniz hükümdara mahsustur. Kadiyi, kendi namina halka adalet tevzi etmek üzere padisah tayin eder. Bir kadi'nin sahsî hayatinda bir leke varsa, faziletli degilse, içki içiyorsa hiç bir kuvvet onu yerinde muhafaza edemez. Kadi'nin bilgili olmasi sarttir. Imam Safiî, cahil kadi'nin hükmünü geçersiz saymistir. Kadi, her sartta vakar ile hareket etmeye mecburdur. Siddet hareketinde bulunamaz, tehdid edici söz söyleyemez, sert tavir takinamaz, hatta konusurken sesini yükseltemez. Bir kadi, yalniz padisahi degil, hüküm vererek Peygamberi de temsil ettigini asla unutamaz." Gerçekten Osmanli kadisi hükümlerinde tamamen serbest ve vicdanina göre hareket ederdi. Padisah bile onlarin tarafsizligina gölge düsürecek bir davranista bulunamazdi. Hergün cemaatla namaza devam edemiyen Yildirim Bayezid'in, bir davada sahitligini kabul etmeyen Bursa kadisi Molla Fenarî, Allah hukukuna riayet edemiyen kimsenin, kul hakkinin gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz davranabilecegini düsünmesi onun böyle bir harekette bulunmasina sebep olmustur.

Daha önce bir kismindan bahsettigimiz yardimcilardan baska, mahkeme kâtipleri de tabii olarak mahkeme bakimindan kadi'nin yardimcilaridir. Fakat bunlar disinda, Osmanli adlî teskilâti için bilmemiz ve üzerinde ehemmiyetle durmamiz gereken bir husus daha vardir ki, o da mahkeme esnasinda kadilarin yaninda bulunan bir jürinin mevcudiyetidir. Bütün ser'iyye sicillerinde (mahkeme kararlari) bol bol örneklerini gördügümüz ve adlî teskilâtimizin iftihar vesikalarindan olan bu jürinin mahiyetini Mustafa Akdag'in kendi ifadesi ile buraya aliyoruz.

"Bir defa, mahkemelerin mutlak surette alenî cereyan etmekte olmasina ehemmiyetle isaret etmeliyiz. Kadilarin, dâvalara bakmak üzere yaptiklari oturumlarda, yanlarinda "Suhudu'l-hal" yahut "Udûdu'l-müslimîn" veya "Suhûdu'l-udûl" tabirleri ile dâvalarda bir bilirkisi heyeti halinde mevcudiyetlerine zabit metinlerinde itina ile isaret olunan ve ayrica sicile geçen kararlarin altinda adlari yazili bulunan bes, alti ve bazan daha fazla sayida sahitler heyeti vardir ki bunlar, mahkemeye bir jüri mahiyeti vermektedir. Filhakika bunlar katiyyen görgü sahitleri olmayip, tamamiyle muhakeme tarzinin müsahidleridirler. Tabii, kadi'nin dâva ile ilgili taraflardan herhangi birisini tutmadigi, müdafaalarini serbestçe yapmalarina tam bir imkân verdigi itiraf veya inkârlarinda tazyik vesair yollarla tesir etmeyip, tamamiyle tarafsiz bir hakim olarak hareket ettigi hususunda en iyi vesikanin, adi geçen müsahidler oldugu görülüyor. Kararlarin yazilis sekli de bu esasa dayanmaktadir. Çünkü kadi'nin taraf tutmasi veya herhangi bir maksatla dâvaya müessir olmak suretiyle adaletin tecellisine mani oldugu hallerde, herkesin, her dâvada bassehre giderek dâvasini divanda gördürmesi mümkün olmadigindan dolayi, bu müsahidler heyetinin mevcudiyeti, mahkemede hakkin yerini bulmasi için çok mühim bir hadise olarak kabul olunmalidir. Bundan baska kadi, dâvaya baktigi esnada, onun bu müsahidlerle müsaverede bulundugunu da biliyoruz. Ser'î kanunlar yaninda örf ve âdetin ehemmiyetle gözde tutulmasi lazim gelen mahkemelerde kararlarini verirken birçok defa örf ve âdete vukufsuzluklari yüzünden yanilmalari mümkün olan kadilarin bu sekilde hareketleri elbette yerinde idi. Osmanli rejimi devri mahkemeleri bir gelenek halinde isleyip durmustur. Yalniz bahsettigimiz bu müsahidlerin seçilisi, gelisi güzel olmayip, kasabadaki ileri gelen sahsiyetlerin tercih olundugunu unutmamalidir. Böylece meshur müderrisler, âyan ve esraftan olanlar buraya dahil oluyorlardi. Suhûdu'l-hal denen yahut bizim bilirkisi heyeti diyebilecegimiz bu adi geçen müsahidler heyetini teskil eden kimseler her mahkemede ayni kadro ile bulunmayip, bazan birkaç kisi degistigi gibi, sayilarini da tayin etmek mümkün degildir. Çünkü belli basli sekiz on kisinin isimleri kayit olduktan sonra "... ve gayrihim" sözünün ilavesi, diger bir kisimlarinin isimlerini kaydetmekten vazgeçildigini ifade etmektedir.

"Kadiya hükümlerinin ser'a uygun olmasi bakimindan yol gösteren diger bir müsavir de kazanin müftüsüydü. Kendisi mahkemede bizzat bulunmayan müftü, taraflardan, ser'-i serife göre, dâvasinda hakli oldugu kimseye bir fetva verir, o da bunu mahkemeye ibraz ederek hükmün kendi lehinde olmasini taleb ederdi. Mamafih dogrudan dogruya kadi'nin kendisi de müftüye fetva için müracaat etmekteydi. Herhalde kadi tereddüd ettigi hallerde bu yola gidiyordu. Mahkeme kararlarinda kadi'nin daima fetvaya uydugu görülüyorsa da, müftünün fetvasindaki hukuki mesnedi yerinde bulmadigi hallerde, kadi'nin nasil hareket ettigine dair misallerimiz yoktur. Öyle saniyoruz ki, mutlaka fetvaya uymak lazim geldigine göre, kadi veya fetva geregince dâvayi kaybeden taraf, bu fetvayi hükümsüz birakmak için, daha selâhiyetli birinden, ihtimal en saglami Seyhülislâm'dan yeni bir fetva almak mecburiyetinde bulunuyordu. Su halde görüyoruz ki herhangi bir tesir ile veya vukufsuzlugu yüzünden kadi, hükmünün adalete aykiri olmamasi için, müftü ve adi geçen müsahidler heyeti bir nevi ilk kademe temyiz vazifesini görüyorlardi. Kaza dairesini teskil eden topraklarda çikan vak'alarin ve kaza halkinin bütün muhakemeleri yalniz o kaza mahkemesinde görülür, baska bir kazaya dava naklolunmazdi. Yalniz bassehre gidip davasini Divan'da gördürmek herkes için daima mümkün bulunmaktaydi.

Osmanli toplumunda vezirler, valiler vs. gibi devlet ileri gelenleri her ne suretle olursa olsun hukuki islere müdahalede bulunmazlardi. Kadilar, bu hususta serbest ve sadece vicdanlarina göre hareket ederlerdi. Hiç kimse onlarin tarafsizligini bozma cesaretini gösteremezdi.

Ihdasindan itibaren kadiaskerlere, daha sonra bir kismi mesihat makamina baglanan kadilik müessesesi, 1839'dan itibaren çesitli degisiklikler geçirdi. Nihayet Cumhuriyetin ilani üzerine ünvani ile birlikte eski teskilati ile birlikte bu müessesese de tarihe mal oldu.

NAKIBÜ'L-ESRAFLIK

Osmanli Devleti'nin bir yönü ile idarî diger yönü ile ilmî teskilâtina bagli bulunan müesseselerden biri de Nakîbü'l-esrafliktir. Bu devlette, ilmiye sinifi mensuplarina taninan imtiyazin, baska hiç bir devlette taninmadigina daha önc etemas edilmistimisti. Ilmiye sinifina gösterilen bu saygi ve hürmetten daha fazlasi, Hz. Peygamber'in soyundan gelenlere gösteriliyordu. Filhakika onlara gösterilen bu saygi, sadece Osmanlil hükümdarlari, degil, Islâm dünyasinin her devir ve ülkesinde vardi. Bunun içindir ki, Osmanlilar, Misir'in fethini müteakip Yavuz Sultan Selim zamaninda "Hadîmü'l-Haremeyni's-Serifeyn" ünvanini almalarina ve bu tarihten sonra Mekke ve Medine (Hicaz) ile siki bir iliskide bulunmalarina ragmen daha Yildirim Bayezid (1389-1402) zamaninda Nakibü'l-esraf tâyin etmislerdir.

Vazifesi, nesl-i pâk-i necib (Hz. Peygamber'in nesli)ten gelmis bulunan seyyid ve serif lerin islerine bakmak, neseplerini kayd ve zapt etmek, dogum ve ölümlerini deftere geçirmek, onlari adi bir sanata girmekten ve fena hallerde bulunmaktan alikoymak, haklarini korumak, sülaleden olan kadinlarin küfvü olmayanlarla evlenmelerine mani olmak gibi hususlari ihtiva eden nakibü'l-esrafin bizzat kendisi de Hz. Peygamberin soyundan gelenlerden tayin edilirdi.

Biraz önce de belirtildigi gibi, hemen hemen her Müslüman ülkede varligi bilinen Nakîbu'l-esraflik teskilâtinin gördügü hizmetler de asagi-yukari aynidir. Nitekim Misir'da Nakibü'l-esraf, Hz. Ali'nin zevceleri olan Fatimatü'z-Zehra evladindan olanlara nezaret ederdi. Onlarin neseblerini tahkik ve teftis eder, aralarindaki anlasmazliklari çözüp karara baglar ve onlari gayr-i ahlâkî hallerden men ederdi. Fatimîler zamaninda bu makama "Nikabetü't-talibîn" denirdi. Hz. Peygamber'in neslinden gelenlerin Türkiye Selçuklulari zamaninda da mevcud olduklarini vesikalarla belgeleyen Osman Turan, onlarin yeryüzüne dagilma sebeblerine temasla:

"Vesikada, Sadreddin Yusuf'un asaleti, nesebinin sihhati ve dindarligi kaydedilerek Selçuk Türkiyesinin seyyidleri reisligine tayin edildigi, eskiden oldugu gibi onun, evladi ve torunlari için (maiset temini için daimî gelir) tecdid edilip ona bagislandigini, seyyidlerin ahvalini zapt etmesi, nesebi sahih olan seyyidlere rivayet..." Emevî ve Abbasî devirlerinde vuku bulan hilafet mücadeleleri dolayisiyla bir çok tazyiklere ugrayan Hz. Peygamber evladi (seyyid ve serifler) Islâm dünyasinin her tarafina dagilmisti. Bunlar, çok itibar görür ve devletler kendilerine tahsisat baglardi." der.

Islâm âleminde, seyyid ve seriflere gösterilen bu ragbetten dolayi bir çok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid oldugunu (müteseyyid) iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu tip iddialarin önünü alabilmek ve gerçek seyyid ile müteseyyidleri birbirinden ayirmak isine çok önem veriliyordu. Bunun için de yeni dogan her seyyidin neseb defterinin tutulmasi, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasinin da belirtilmesi gerekiyordu. Osmanli Devleti'nde bu is biraz daha siki kontrol ediliyordu. Bunlar (seyyid ve serif), deftere kayd edildikleri gibi ellerine de "temessük" adi verilen tanitici bir kimlik belgesi veriliyordu. Nitekim, H. 976 senesi Receb'inin baslarinda (1568 Aralik sonu) Defterdar Ahmed Çelebi'ye gönderilen bir hükme göre:

"Haci Mansur ve Bayram adindaki sahislar seyyid olduklarini iddia etmektedirler. Bunun üzerine adi geçenler nakibü'l-esraf önünde sahih seyyid olduklarini isbat ederlerse deftere kayd ettirilmeleri ve ellerine temessüklerinin verilmesi emr edilmektedir.

Böyle bir teftiste seyyid olduklarini isbat edemiyenlerin de baslarina sardiklari yesil sariklarinin alinmasi gerekmektedir. Zira yesil sarik sarmak, seyyidligin en önde gelen isareti idi. Nitekim H. 984 senesi Sevval ayinin sonlarinda (1577 Ocak basi) Bursa kadisina gönderilen bir hükümde gerçekten seyyid olmayanlarin Nakibü'l-esraf'in gönderecegi adamlari vasitasiyla teftis edilmeleri, siyadetini isbat edemeyenlerin baslarinda bulunan yesil sariklarinin alinmasi gerektigi bildirilmektedir.

Osmanli Devleti'nin kurulusundan kisa bir müddet sonra burada da gördügümüz bu müessesenin kurulusu hakkinda Rif'at Efendi Davhatü'n-Nukaba adli eserinde sunlari söyler:

"Yildirim zamanina kadar seyyidler için bir nakib ve zabita tayin edilmemisti. Ancak daha önceleri ve onun devrinde bir çok âlim ve fâzil kimse Osmanli ülkesine geliyorlardi. Yildirim zamaninda Buhara'dan kalkip gelen Seyyid Ali Neta' ki "cedd-i âlâlari" Seyyid Muhammed, Bagdad'da esraftandi. Padisah bu durumu anlayinca onu tâife-i aliyye-i sâdâta zâbit ve nâzir tayinle "kendileri için Ebû Ishak zaviyesini bina eyleyerek tevliyetini ahfadina sart kilmisti. Timur vak'asinda Molla Fenari ve Seyh Muhammed Cezerî ile birlikte hapsedilmisti. Hapisten kurtulduktan sonra Hacc farizasini eda etmek üzere Mekke'ye gitti. Dönüste vefat eyledi. Yerine oglu Seyyid Zeynelabidin geçti. Onun da vefati ile bu makam uzun bir müddet bos kaldi. Ancak Ikinci Bâyezid (Bâyezid-i veli) devrinde H. 900 (1494/95) tarihlerinde "Emirî" mahlasli Kirimli Seyyid Mahmud Efendi Arap ve Acem seyahatini bitirip Osmanli ülkesine gelmisti. Âyan ve cumhurun ittifaki ile seyyidlere nâzir tâyin edildi. Araplarda bu vazifeyi alana "nakibü'l-esraf" dendigi için adi geçen zatin mensuru dahi bu ünvanla tayin edilerek ilk olarak bu zat hakkinda nakibü'l-esraf tabiri kullanildi. Önceleri günde 25 akça vazife ile maas aliyordu. Daha sonra bu maasi yevmiye 70 akçaya çikti.

Mevzumuza isik tutacagi için Ali Emirî (öl. 1924)'nin nakibü'l-esraflikla ilgili verdigi malumata temas etmeden geçemiyecegiz:

"Selâtin-i Osmaniyye'nin sâdât-i kiram hazeratina fevkalâde hürmet-i mahsuslari oldugundan bu silsile-i mübarekeye bazi müteseyyidler karismamak ve bir seyyid-i sahihu'n-neseb bir memlekete seyahat ederse hakkinda hürmet olunmak ve sayet gittigi sehirde temekkün ve tavattun buyurursa ismi zabt ve kayd olunmak üzere hicretin sekiz yüz tarihinde selâtin-i Osmaniyye'nin dördüncüsü olan Yildirim Bayezid tarafindan o vakit payitaht olan Bursa'da Nakibü'l-esraf ünvaniyle sâdâttan olmak üzere memur-i mahsus tâyin buyrulmus ve Fâtih Istanbul'u zapt ettikten sonra da bu hususa itina buyurduklari gibi mahdumlari sultan Bâyezid-i sani zamaninda umum vilayet ve liva merkezlerine vesair icabeden mahallere de Nakibü'l-esraf vekili ünvaniyle memurlar nasb ve tayin buyrularak sâdatin silsilelerinin muhafazasina itina edilmis ve el'an devam edilmekte bulunmustur. Zaten o misillû sâdât-i kiramdan olanlarin ellerinde secereleri bulunmak tabii ise de secereleri ziyaa ugrar veyahut secere tutmamis bulunanlar olursa ya Dersaadette Nakibü'l-esrafa veyahut Nakibü'l-esraf vekillerine müracaatla siyadetini irae ve isbat edebilirler."

Nakibü'l-Esraf, Osmanli devlet tesrifatinda (protokol) diger bütün devlet erkânina takaddum ederdi. Nitekim padisah cüluslarinda yeni sultani ilk tebrik eden Nakibü'l-esraftir. Tesrifat-i Kadimede bu hususta söyle denilmektedir:

"Sevketlü kerametlü efendimiz hazretleri müsahede ve taht-i aliye cülûs buyurduklarinda alkis olunup ibtida Nakibü'l-esraf efendi gelüp dâmenbus ve kiyam ve alkis olunup duaya surû' eyledigi gibi çavusbasi aga ile kapucular kethudasi aga temenna edüp kubbe-i hümayuna seyhülislâm efendi hazretleri ile kaimakam hazretleri kaldirmaya azimet ve müsarünileyhima dahi yerlerinden hareket ve süratlice reftar ile gelinceye dek Nakibü'l-esraf efendi dahi duaya hitam virüp kad-i hamidey-i tâzim eyledikten sonra avdet etmeyüp taht-i hümayunun sag tarafinda sevketlü efendimizin nazargahlarinda durdular."

Sultan Ikinci Abdülhamid zamaninda, Nakibü'l-esraflarin oturmalarina mahsus Yildiz civarinda bir konak tahsis edilmisti.

1908 senesine kadar 1000 kurus maas alan Nakibü'l-esrafin ayligi daha sonra 5000 kurusa kadar çikarilmistir. Önceleri kalabalik bir kalem heyeti bulunan bu makamin bilahare 1000 kurus aylikli bir kâtible iktifa ettigi görülmektedir.

Osmanli devlet ve toplum hayatinda büyük bir yeri bulunan Nakibü'l-esraflik müessesesi, adi geçen devletle birlikte tarihe mal olmustur.

Sarax
09-23-2008, 14:57
IMAMLIK

Insanlari dogru yola iletmek ve dolayisiyla onlara dünya ve ahiret saadetini tattirmak için, zaman zaman peygamber adi verilen elçilerini gönderen Allah, insanlara bu elçileri vasitasiyla emirlerini bildirmistir. Bu emirler Allah tarafindan gönderilen Kitap veya Sahifeler'de yazili idi. Peygamberlerin vefatindan sonra da emirlerine uyulmasi ve bunlarin tatbiki için bazi kimselere bu sahada çalisma imkân ve kolayligi verilmistir. Çesitli dinlere göre farkli isimler alan bu zümre genel olarak "Din adami" sinifi diye isimlendirilebilir.

Ilk emrinde okumayi emreden, ilmi herkese farz kilan ve ilimle mesgul olmayi ibadet sayan Islâm Dini, kendinden önceki dinlerde oldugu gibi, belli çizgilerle diger insanlardan ayrilan veya Allah ile insanlar arasinda aracilik yapan bir "din adami sinifi"na tarih boyunca yer vermemistir. Bu durum Islâm'la öbür dinler arasindaki belli basli farklardan birini teskil eder. Zira bir müslüman istedigi her yer ve zamanda Allah'a yalvarir, tevbe ve ibadet edebilir. Hiç kimse onun bu istegini engelleyemez. Ama öbür dinlerde meselâ hristiyanlikta oldugu gibi bir kimsenin günahlarinin bagislanmasini istemesi ancak bir papaz vasitasi ile mümkündür. Arada bir rahip olmayinca Hristiyanin tevbe ve bagislanma istegi Allah'a ulasmaz. Daha açik bir ifade ile Hristiyanlikta din adami Allah ile insanlar arasinda bir nevi aracilik yapar. Iste bu sebeple Islâmdaki din adamligi anlayisi ile baska dinlerdeki din adamligi anlayisi arasinda önemli farklar vardir. Burada bu farklardan sadece bir tanesine temas ettik. Konu ile ilgili böyle kisa bir giristen sonra artik Islâmdaki din adami, dogru bir ifade ile din görevliligi sayilan imamlik müessesesine geçebiliriz.

Kur'an-i Kerim'in yedi yerinde müfred (tekil), bes yerinde de cemî' (çogul) olarak geçen imam kelimesinin âyetlerin isigi altindaki lügat mânasi: "Nümune, isaret, misal ve rehber"dir. Ilmî istilah olarak ta çok degisik mânalar ifade eden bu kelimenin bütün bu yönlerini simdilik bir kenara birakip sadece namazda müslümanlarin kendisine uydugu kimse (imâmet-i sugrâ) mâna ve medlûlüne temas edecegiz.

Günümüzde vazifesi mihrab ile minber arasina sikismis bulunan imamin yetki ve selahiyetleri baslangiçta bu kadar kisitli degildi. O, sosyal hayatin en önemli unsurlarindan biri oldugu için daha genis yetkilere sahipti. Osmanli sehrinin toplum hayatinda özellikle mahallenin her seyi ondan sorulur, onun haberi olmadan mahalleye yabanci bir kimse giremezdi. Ölüm ve dogumlarin kayitlarini o tutardi. Mahallenin genel ahlâkindan bir dereceye kadar o sorumlu idi. Nitekim Osmanli cemiyetinde mahalle imami kadi'nin vazife ve temsilciligini yapardi. Mekâna göre bir görev taksimi yapildiginda kadi-nâib-imam hiyerarsisi görülmektedir. Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilati kurulana kadar mahallelerin mülkî ve beledî âmiri yani yöneticisi olan imamlar, ayni zamanda kadi'nin bir nevi temsilciligini de yapiyorlardi. Vazifeye tayinleri bizzat padisah berati ile olan imamlarin bu durumunu ortaya koyan pek çok vasika vardir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini tasiyan ve Edirne Kadi'sina yazilmis bulunan bir emre göre imam ve hatiblerin vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerekmektedir. Aksi takdirde vazife yapamiyacaklari belirtilmektedir.

Osmanli Devleti'nde mahalle halkinin beledî, idarî ve dinî yöneticisi olan imamin vazifesi sadece sivil hayatta degil, askeriyede de vardi. Bu sebeple biz, onun askeriyedeki durumuna kisaca temas edecek daha sonra sivil toplumdaki yetkilerine temas edecegiz. Onun, askeriyede de önemli bir mevkii vardi. Osmanli Teskilât ve Kiyafet-i Askeriyesi adli eserinde Mahmud Sevket aynen söyle der: "Imam, basinda yesil çuhadan müdevveru's-sekl kalafat üzerine beyaz sarik sarip arkasina dar kollu kirmizi cübbe ve bunun altina sivâî entari ve bacagina dökme salvar iktisâ eder. Ve ayagina mavi mest ve pabuç giyer ve Mushaf-i Serif vaz'ina mahsus olan cüz kesesini boynuna asar idi.

Yeniçeri ocagina mahsus olmak üzere "ImamGi Hazret-i Aga" ünvanini haiz bir imam bulundugu gibi kapikulu sünûf-i askeriyesi ortalarindan her birinde dahi efrad-i askeriyeye talim-i serâit-i dîniyye etmek ve edây-i salât ile talkin, gasl ve tekfin vezâifi dahi ifa eylemek üzere bir imam mevcut idi.

Kitâat-i askeriyenin büyük zâbitâni meyaninda vacibu'r-riâye olanlardan birinin ismine nisbetle yâdedilmesi orduy-u hümâyunca kadîmen mutâd oldugu cihetle yeniçeri ortalarindan 84. cemaat ortasina imâm-i Hazret-i Aga namina nisbetle "Imam" denirdi.

Imam-i Hazreti Aga hakkinda Uzunçarsili (Osmanli Devleti Teskilâ-tindan kapikulu Ocaklari, I, 232-233)'da söyle der: "Ocak imami resmî zamanlarda ve ordu alaylarinda basina yayabasi keçesi giymeyerek ulemâya mahsus örf giyer. Fakat Kadiasker ve Istanbul Kadisi gibi saçakli çuha abayi degil seraser abayi giyerdi. Bes vakit namazda aga kapisindaki yeniçeri agasina imamlik eder ve aga sefere gitmeyince bu da sefere gitmezdi.

Aga imami azlolunamazdi. Kendi arzusuyla devecilik isterse yani deveciler ortasina yayabasi olmasini arzu ederse o makam ayrilmasina müsaade edilirdi. Imam, yeniçeri agasinin yakini oldugundan ortasinin efradi fazla idi. 1035 (1625) tarihindeki ulûfe defterinin 28. imam ortasi mevcudu 327 ve 1074 (1663) senesindeki defterde ise 94. imam ortasi mevcudu 261 kisi idi.

Yeniçeri tesrifat defterinde (XVI. asir) Ocak imami basçavus ve Haseki agalar arasinda görülmektedir. Her ayda bir defa yeniçeri agasinin, alayla veziriazama gidip ziyaret ettigi vakit, Ocak imami da beraber gider ve el öptükten sonra diger bazi agalar gibi disari çikmayarak Yeniçeri Agasi ile beraber sadriazamin odasinda otururdu. Bayram merasiminde de imam, ayni tesrifata tabi idi."

Halkin, daha dogrusu mahallenin idarî ve beledî âmiri olan imamlarin bu durumu, kendilerini bazi mükellefiyetlerden kurtarmaktadir. Nitekim bu yüzden devlet, imam ve hatiplik vazifelerinde kaldiklari müddetçe bunlardan vergi almamaktadir.

Osmanlilarda, mahalle yöneticisi olan imamlar, günümüzde oldugu gibi namaz kildirip köselerine çekilmiyorlardi. Onlar, mahallenin gören gözü ve isiten kulagi idiler. Kahvede vaaz eder, çocuklara ders verir, cemaata yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirlerdi. Bununla beraber onlar, yalniz dinî bir kilavuz, ögrencilere ders okutan birer ögretmen, kahve ve minberlerde cemaata yol gösteren birer akil hocalari degillerdi. Onlar, mahallelerinin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu birer yönetici idiler. Mahalleleri onlar yönetirdi. Nitekim, kötülükleri zahir olanlar, içki içenler ve namaz kilmayanlarin mahallelere sokulmamasi gibi bazi görevler bizzat imamlardan istenmektedir. Onlara bu vazifelerini bildiren emirler verilmektedir. Evahir-i Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihin, tasiyan asagidaki su emir bunlardan sadece bir tanesidir:

"Âsitâne Kaymakamina ve Istanbul Kadisina ve Sekbânbasiya ve Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahruse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmumeleri üzre bazi erâzil ve müdmini - hamr (içki içenler) olan eskiya ile ihtilat ve irtikâb-i fisk-u fücur ve bâsie-i fitne ve fesâd olduklari mesami-i aliyye-i mülûkâneme ilka olunub emr bi'l-ma'ruf ve nehy ani'l-münkerin mev'ize-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeâ-bimi vâcib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lâzim vârid olmagla sen ki vezir-i müsarün ileyh ve siz ki mûmâ ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i serif-i vacibü'l-imtisalim vüsuluna mahruse-i Istanbul ve tevabii mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i hamsede (bes vakit) cemaat ile eday-i salât-i mefruza içün hazir olup ve içlerinden târik-i salât (namazi terk edenler) ve sürb-i hamr vesair menahiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzre ma'rifet-i ser'le muhkem tenbih ve te'kid ve mehakime üzerlerine ta'zir-i ser'î iktiza eder cürmü sâbit olanlarin dahi müstahak olduklari cezalari töhmetleri tasrihi ile sen ki vezir-i müsarün ileyhsin huzuruna i'lam ve ser'an müstahak olduklari cezalari, sâire mucib-i ibret içün (baskalarina ibret olmak üzere) alenen tertib ve bitevfikillahi taala menhiyyat ve münkerati men ve ref'ine ve ibadullahin zill-i ma'delet-i mülûkânemde emn ve it'minanlerine ziyade takayyüd ve ihtimam eyleyüp tesamüh ve tekâsülün gayetü'l-gaye ihtiraz ve ictinab eylemeniz bâbinda ferman-i âlisanim sâdir olmustur."

Bu fermana göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar. Belgenin metnini verdigimiz için burada daha genis bir açiklamaya girmek istemiyoruz. Bundan baska Haslar kadisina Selh-i Safer 975 (5 Eylül 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyüp ve civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücur ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve vs. oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulunduklari yerlerin kapatilmasi için de yine imamlardan yardim istenmektedir. Bu emirlere uymayanlarin hapsedilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir.

Osmanli döneminde mahalle imamlarinin birçok görevi bulunmaktadir. Mahalle teskilâtinin basinda bulunan imamlar, mahallelerinde inzibati saglamak için siki tedbirler almak zorunda idiler. Bu inzibat ve güvenlik sebebiyle özellikle Istanbul halki birbirine kefil ettirilirdi. Kefilsiz olanlar mahallelerde barinamadiklari gibi, Istanbul'da bes yildan az oturanlar da geldikleri memleketlerine geri gönderilirlerdi. Mahallede kefilsiz oturanlar ile bes seneden az kalanlarin arastirilip ortaya çikarilmasi tamamiyla imamlara ait bir görevidir.

Mahalle halki tarafindan biriktirilip imama teslim edilen ve "avariz akçasi" denilen bir nevi yardimlasma sandigi vardi ki, burada biriktirilen para ile mahalledeki hasta ve fakirlere yardim edilirdi. Imamlar, bu parayi çalistirmak suretiyle fakirlere yardim ettikleri gibi, câmi ve mescidin ufak tefek ihtiyaçlarini da görürlerdi. Son senelere kadar devam eden bu faaliyet sayesinde memleket fukarasina önemli derecede yardim yapiliyor, az da olsa onlarin sikintilari giderilmeye çalisiliyordu. Ancak Kavalali Mehmet Ali Pasa ile çikan harpte bu para, devlet tarafindan alinarak askerin masraflarina harcandi.

Çesitli belge ve kroniklerin bildirdiklerine göre mahalle aralarindaki sokaklarin süpürülüp temizlenmesinden mahalle halki; çarsi ile pazarlardaki sokaklarin temizliginden de esnaf sorumlu tutulurdu. Nöbetlese ve bazan da imece suretiyle halka bu hizmeti gördürmek mahallede imam, çarsi ve pazarlarda da esnaf kâhyalari tarafindan yerine getirilirdi.

Imamlarin bu görevleri o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri zamanla daraltilmistir. Bu durum Tanzimat (1839)'a takaddum eden senelere kadar uzanmaktadir. Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar verilmistir. Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin yönetimini üstlenen imamlarin bu vazifelerine son vermeye baslamistir. Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece camiye hasredilmistir.

Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin bulunmadigi bir dönemde devlet her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi vasitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet,memleketin her yerine ayni zamanda (yatsi namazi vakti) istedigi emri ulastirabiliyordu. Çünkü mahallede, ergenlik çagina gelmis bulunan bütün erkeklerin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: "Ey cemaat dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim" der ve kendisine verilen emri ilan ederdi.

Günümüzdeki vazife, yetki ve selâhiyetini çok iyi bildigimiz imamlik, asirlarca Isâm âleminde önemli rol oynamis mühim bir memuriyetti.

Önemli bir memuriyet oldugundan, resmen tayin edilmemis olnalarla köy veya mahalle halki tarafindan gayri resmî olarak bu vazifeye getirilenlere "imam" ismi bile verilmemektedir. Vesikalarda "namazci" adi verilen böyle kimselerin durumunu belirten uzunca bir vesikayi buraya almak istiyoruz. Böylece hem imamlarin hem de toplumun dinî ve sosyal hayati hakkinda bilgi vermis olacagiz.

"Mafharü'l-kudat ve'l-hukkâm ma''denü'l-fadli ve'l-kelâm Mevlâna Vize kadisi zîde fadluhû tevki'i refi-i hümayunum vasil olicak malum ola ki haliya taht-i kazanda vaki' olan Abdi köy demekle ma'ruf karye halki ve kaza-i mezburun sair ahalisi evkat-i salatta tekâsül ve eday-i feraiz ve vacibatta tesahül gösterüp ve ekser mesacid haraba müsrif olup tamir ve termim olunmayup ve bazi eimme Kur'an-i Azim-i sihhat üzre kiraatina kâdir ve erkân-i salata âlim olmayup ve bazi dahi ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve evsaf ile maruf ve mevsuf iken imamet eyledikleri pâye-i serir-i a'laya arz olunmagin buyurdum ki hükm-i serif-i lazimü'l-itbaim vardukta bizzat mübaseret idüp bu hususu ayan-i vilayetten bî garaz müslümanlar mahzarinda ser'le teftis ve tetebbu' edüp göresiz. Vaki ise târik-i salat olanlari tenbih ve tehdid edüp evkat-i hamsede eday-i salat (namazi terk edenleri) ittüresiz. Temerrüd ve inad idenlerin ser'le haklarindan gelesiz ve harap olan mesacidi dahi mütevellilerine telif idüp mahsul-i evkaflari ile tamir ve termim ittüresiz. Ve vakfi olmayup sehirde vaki' olan mesacidi ehl-i mahallesine ve kurada olani ehl-i karyesine tamir ve termim ittürüp muhtac-i arz nesne vaki olursa yazup bildiresiz. Ve eimmeden (imamlardan) sol ki Kur'an-i Azim'in sihhat üzre kiraatina kadir veya erkân-i salâta âlim olmayup yahud ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve evsaf ile maruf ve mevsuf oldugu tamam zâhir ve malum olivereni mehma emken Kur'an-i Azimin sihhat üzre kiratina kadir ve müberra imamete elyak... kimesnelere tevcih idüp Asitane-i saadet penahiden arz idesiz. Amma hakk-i sahiha tabi olup garaz ve taassubtan ve bu bahane ile kimesnenin bî-gayri vech-i ser'i irzina ve malina halel gelmekten ve bi'l-cümle emr-i serifime muhalif is olmaktan be-gayet hazer ve ihtiyat idesiz. Ve bunun gibi husus oldukça vilayet kadilari taht-i kazalarinda "namazci" deyü bir kimesne tayin iderlermis reayaya teaddi olur imis. Imdi namazci tayin olunmaga emrim yoktur. Bu husus içün namazci deyü kimesne tayin etmeyüp ferman-i serifim muktezasinca emr olunan nesneleri kendin bizzat görüp... Receb 953.

Sarax
09-23-2008, 15:06
XV ve XVI. ASIRLARDA OSMANLILARDA ILMI HAYAT

Toplumlarin, düsünce, anlayis ve davranislari üzerinde büyük ölçüde etkisi oldugunu bildigimiz dinler, onlarin, daha önce bagli bulunduklari sistem, anlayis ve hareketlerini de degistirirler. Nitekim, Müslüman olmadan önceki anlayis, davranis ve hareketleri ile Islâm dinini kabulden sonraki hareket ve anlayislari arasinda büyük farkliliklar bulunan Türkler'deki bu degisikligi, ancak din faktörü ile izah edebiliriz.

Islâm medeniyeti içindeki yerlerini aldiklari andan itiaren, hareket ve müesseselerini bu dinin emir ve prensiplerine uydurmaya çalisan Müslüman Türkler, bu sâyede ilmin gelismesine hizmet etme imkânina kavustular. Gerek Osmanli öncesi, gerekse Osmanli döneminde böyle bir gelismeye hizmet etmek, Islâm'in ilme verdigi degeri anlamakla mümkün olmustur. Bu bakimdan, Osmanlilari, XV ve XVI. asirlarda ilim ve bunun sonucu olarak ortaya çikan gelismelere yönelten faktörden, baska bir ifadeyle Islâm'in ilme verdigi degerden biraz bahsetmek istiyoruz. Böylece, Osmanli dünyasinin her bakimdan gelisme gösterdigi bu asirlardaki uygulamalarinin ilmî hayata yansimasini ve sebeplerini görmüs olacagiz.

Bilindigi gibi Kur'an, ilk âyeti ile ögrenmeyi emreden bir dinin kitabidir. Bu Kitab'in gönderildigi peygamber de ümmetine bu yolda talimat veriyordu. Kitab ve Sünnet'in okuma ve ögrenme ile ilgili emirlerini gözönünde bulunduran Müslümanlar, daha Islâm'in ilk yillarindan itibaren ögrenmek için bütün imkânlarini seferber ediyorlardi. Baslangiçta bu imkânlar, daha ziyade dinî alanda kullaniliyordu. Zira bu bilgilerin bir kismi günlük, bir kismi haftalik, bir kismi aylik, bir kismi da senelik ibâdetleri için gerekliydi. Bu bilgiler olmadan ibâdet yapilamazdi. Bununla beraber, ibâdetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadigini da belirtmek gerekir. Zira namaz kilmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman, basini yerden kaldirip gökleri arastirmak ve ay ile günesin hareketlerini takip etmek zorundadir. Böylece basit bir sekilde de olsa bir astronomi bilgisine; Zekât vermek isteyen bir baskasi matematik bilgisine; Hacca gitmek veya namaz için kible yönünü tayin etmek isteyen bir digeri de en azindan cografya bilgisine sahip olma zaruretini duyar.

Islâm âleminde, astronomi ve matematik gibi ilimlerin gelismesi için en büyük tesvik, ibâdetlerin yerine getirilme zamanlarinin tayini ile ilgilidir. Bu bakimdan matematik, astronomi ve özellikle küresel geometriye ihtiyaç vardi. Nitekim, Ramazan ayi ve bayraminin baslangicinda Hilal'i görme çalismalari, Müslüman matematikçi ve astronomlarin en önemli islerinden biri olmustu. Ayrica bu tür özel problemleri çözmek için çok daha kompleks bir küresel geometrinin kurulmasi, bu arada ibâdetlerle ilgili iki problemin çözümü için bu geometrinin tatbiki gerekiyordu. Bunlardan biri, Dünya'nin herhangi bir yerinden Mekke'nin bulundugu (kible tayini için) yönünün belirlenmesi, digeri de günde bes defa kilinan namazin, vakitlerinin Günes'in hareketine göre tesbit edilmesiydi. Bu konularda kesin hesaplamalar yapabilme için gökküre üzerindeki üçgenlerin bilinen açi ve kenarlarindan hareketle, bilinmeyenlerini bulmak gerekiyordu. Batlamyus'un metodunun kullanilisli olmamasi yüzünden, Müslüman matematikçi ve astronomlar, daha basit trigonometrik metodlara ihtiyaç duyuyorlardi. Bunun bir sonucu olarak IX. asirda bugün de kullanilan alti trigonometrik fonksiyon tarif edilmisti. Bunlar, sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekant fonksiyonlari idi. Batlamyus zamaninda bunlarin hiç biri bilinmiyordu. Bu alti fonksiyondan besi kesinlikle Islâm kökenli olup, sadece sinüs fonksiyonunun Hintlilerden alindigi söylenebilir.

Öyle zannediyorum ki Osmanli döneminde bu ilim dalinin (astronomi) gelisme seyrini takib edebilmek için iki âlimin ismini zikretmek kâfi gelecektir. Bunlardan biri, Fâtih Sultan Mehmed dönemindeki Ali Kusçu, digeri de Sultan III. Murad döneminin büyük astronomu Takiyüddin b. Mehmed b. Maruf'tur.

Sarax
09-23-2008, 15:06
Gerek Kur'an, gerekse hadislerden bir kisminin açiklanabilmesi, tarih ve metodolojisini bilmeye baglidir. Zira âyetlerin "sebeb-i nüzûlü" ve hadislerin "sebeb-i vürûdu"nun bilinmesi, âyet ve hadislerin yorumlanmasinda büyük faydalar saglar. Bu da tarih ilmine olan ihtiyaci ortaya çikarir. Ayrica Kur'an'in 1/3 (üçte biri) ne yakin bir kisminin ibret alinmasi için tarihle ilgili olmasi, Müslümanlarin tarihle ilgilenmeleine sebep olmustur. Nihayet bazi hadislerin genel anlamda ilmi tesvik etmeleri, Müslümanlarin asirlar boyu her türlü ilmî faaliyet ve arastirmalarda bulunmalarina vesile oluyordu. Çesitli arastirmalarimizda konu ile ilgili âyet ve hadislere temas edildigi için burada bunlara deginmek istemiyoruz.

Gerçekten Islâm, fark gözetmeden, insan ve insanliga faydali olacak egitim ve ögretim faaliyetlerinin devam edip gelistirilmesini emreden bir dindir. Bu mânâda ona göre ilimler arasinda fazla bir fark yoktur. Zira Islâm, hayatin bütün safhalarini kapsayan ve insani bütün yönleri ile ele alan bir dindir. Bu bakimdan, bazi din ve felsefî sistemlerde oldugu gibi belli bazi ilimlerle ugrasip digerlerini bir kenara atmaz. Nitekim, Bati dünyasinda asirlarca horlanan ve Allah ile Kilise'nin gazabina sebep olarak gösterilen tip ilmi, bizzat Hz. Peygamber tarafindan tasvib görmüstür. Bilindigi gibi, onun, daha sonra "Tibbu'n-Nebevî" diye basli basina eserlerin yazilmasina konu olacak hadisleri, küçümsenmeyecek bir yekûn teskil ederler. Keza onun, Hendek Savasi esnasinda yaralilar için kurulan "Rüfeyde Çadiri"na tedavi maksadiyla kaldirilmalarini emretmesi, Islâm Hastahane tarihinin, onun zamanina kadar çikarilmasina sebep olmustur. Bunun içindir ki, Islâm dünyasinin daha ilk asirlarindan beri hastahane kurma ve tipla mesgul olma, âdeta bir gelenek haline gelerek devam etmistir. Bu gelenek, gerek Müslüman Arap dünyasinda, gerekse Müslüman Türk dünyasinda uzun süre devam etmistir. Zira bu müesseseleri kurup gelistirenler, insanlarin izdirabini hafifletmeye ve onlara sifa dagitmaya çalisiyorlardi. Bu gaye için onlar, özel tip medreseleri kurup adina da "Dâru't-Tib" diyorlardi. Islâm dünyasinda ilim ve ibâdet, birbirlerinden ayrilmayan iki unsur olarak kabul edildigi için, tib ilmi ve hastahanelerle ilgilenmek bir emir gibi telakki ediliyordu. Bu sebeple Islâm âleminde tibbî önemli bazi kesiflerin yapildigi görülür. Kan dolasiminin kesfi ile bazi mikrop ve ilaçlarin bulunmasi bu konuda akla ilk gelenler olarak zikredilebilir. Benzer gelismelerin, Osmanlilarin daha ilk zamanlarinda basladigini görüyoruz. Nitekim Osmanli medreseleri içinde özel ihtisas gerektiren müstakil "Dâru't-Tib"larin kurulmus olmasi, ifade etmeye çalistigimiz bu gerçekleri dogrulamaktadir.

Islâm âleminde, tercümeler devri (IX. asir, Me'mun devri) diyebilecegimiz dönemden hemen sonra, bilimlere karsi büyük bir istiha uyanmisti. Bu istihanin bir sonucu olarak müsbet ilimler alaninda önemli gelismeler meydana gelmisti. Bu sebeple, dönemi izleyen çaglarda bilim ve bilgi üretmede Müslümanlar öncü olmuslardi. Müslümanlarin bilimlere yaptiklari katkilar ile gerek Ortadogu'da, gerek Ispanya'da kurduklari bilim akademileri, semsiyyeler (rasathaneler) ve medreseler (üniversiteler) Avrupa'da Rönesans denilen dönemi hazirlamislardir. Söz konusu müesseseler, Avrupa için daha sonraki yüzyillarda taklid edilip gelistirilen prototipleri olusturmustur.

Büyük bilim tarihçisi George Sarton'a göre M.S. 750 - 1100 yillari arasinda her 50 yil o döneme bilimsel katkilari ile hakim olmus veya damgasini basmis olan bir ya da birkaç büyük Müslüman bilim adaminin ismiyle anilmaya layiktir. Sarton'a göre: 750 - 800 arasina "Câbir çagi", 800- 850 arasina "Harizmî çagi", 850 - 900 arasina "Râzi çagi", 900 - 950 arasina "Mes'udî çagi", 950 - 1000 arasina "Ebu'l-Vefa çagi", 1000 - 1050 arasina "Beyrûnî ve Ibn-i Sina çagi" ve 1050 - 1100 arasina da "Ibnü'l-Heysem ve Ömer Hayyam çagi" demek gerekir. 1300'e kadarki dönemde ise, Sarton'a göre elliser yillik bilim çaglarina artik Avrupa kökenli bilim adamlarinin da isimleri izafe edilmektedir. Ama bu arada da onlarla birlikte Ibn Rüsd, Nâsirüddin Tûsî ve Ibnü'n-Nefis de zikredilmektedir.

Briffault'a Making of Hummanity isimli eserinde: "... Ilim diye isimlendirdigimiz olay, Avrupa'ya Araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm metodlarinin sonucu olarak dogmustur. Ilim, Islâm medeniyetinin dünyaya en önemli armaganidir" ve George Sarton'a da "Orta çagin temel fakat bir o kadar da az bilinen basarisi, deney ruhunun uyandirilmasidir ki bu, herseyden önce, XII. yüzyila kadar Müslümanlarin sayesinde olmustur" dedirten Islâmin gelistirip yücelttigi ilim, acaba Islâm ülkelerinde XII. yüzyildan baslayarak niçin gerilemistir? Bunun, bütün Islâm âlemi gözönünde tutuldugunda, zahirî iki ve batinî olarak da bir sebebi vardir. Ayrica Osmanlilari ilgilendiren bir üçüncü sebep daha bulunmaktadir. Bunlar: 1. Bagdad'in Mogollarca talan edilip Abbasî halifeliginin çökmesidir. Mogol istilasi, bilim adamlarini koruyan pek çok hamiyetli emîrin mülkünü tarumar etmisti. 2. VIII. Yüzyildan itibaren mezheplerin ortaya çikmasi ve artik her seyin mezheplere göre düsünülüp tenbellige alisilmasidir. Osmanlilarda ise ilmiye sinifi ile bu sinifin disinda kalan âlimler arasindaki çekismedir.*

Daha önce de belirtildigi gibi Türkler, Islâmiyet'i kabul edip bu dinin medeniyet hâlesi içine girdikten sonra, yasantilarini bu dinin emirlerine göre düzenlemeye çalistilar. Ilmî düsünce ve ahlakî mevzularda dinin emirlerini rehber edindiler. Baska türlü davranmalari da mümkün degildi. Zira Kur'an ve Sünnet'in bu konudaki emirleri kesindi. Bu sebeple Müslüman Türk dünyasinda, dönemlerine göre bilinen ilimlerin her bransinda söz sahibi olan, eser yazan ve birçok ögrenci yetistiren âlimler ortaya çikti. Devletin en üst kademesinde bulunan hükümdarlar tarafindan da her türlü iltifata mazhar olan bu bilginler, yazdiklari eser ve yetistirdikleri talebeler vâsitasiyle asirlarca dünyaya isik tuttular.

Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlarinda gerek günümüzde müsbet denilen gerekse dinî ilimlerin her subesi ile mesgul olan bilginler, belirtilen sahalarda fikir, düsünce, eser ve talebeleri ile zamanimiza kadar tesir etmeye devam etmektedirler. Bunlarin sayilari o kadar çoktur ki, insan bunlarin hangisinden bahsedecegini âdeta sasirmaktadir. Eskilerin tabiri ile böyle bir seçim, denizdeki baliklari saymaya kalkismaya benzer. Keza bu, rengarenk çiçeklerle dolu ve adeta süslenmis bir bahçeden alinacak çiçekler hakkinda bir seçim yapmaya benzer. Buna göre biz, simdi Fâtih döneminin din, hukuk, tip, matematik ve edebiyatçilarindan mi bahsedecegiz, yoksa onun, Akkoyunlu Hükümdari Uzan Hasan'in elçisi olarak Istanbul'a gelen ve kendisi ile tanisan astronomi ve matematik âlimi olan Ali Kusçu (öl. 1474)'yu Istanbul'a davetinden mi söz edecegiz? Istanbul'a gelmek üzere yüz kisilik maiyeti ile birlikte Osmanli topraklarina girdigi andan itibaren her konak yeri (menzil) için bin akça gibi o günün ekonomik ve sosyal sartlarina göre gayet yüksek bir meblagin tahsis edildigi Ali Kusçu, Osmanli ülkesinde matematik ve astronomi ilimlerinin yayilmasini saglamisti. Onun açtigi matematik okulundan Mirim Çelebi (öl. 1525) gibi bir matematikçi yetismisti. Yoksa bütün bunlari bir kenara birakip II. Bâyezid döneminin, Hammer'in ifadesi ile altmis (60) büyük hukukçunun yaninda, tipta Hekim Sah, matematikte deyine Mirim Çelebi'den mi söz etsek? Veya bu dönemin tarihçilerinden olan Nesrî ile Idris-i Bitlisî'den mi bahsedecegiz? Yoksa güzel sanatlar subesinin, ismine layik nefasette eserler veren ve yeni bir çigir açip bu sahada ekol sahibi olan Seyh Hamdullah'tan mi söz edecegiz?

Âlimler denizi diyebilecegimiz Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlari içinde bir seçim yapmak pek kolay olmayacaga benzer. Bununla beraber, sözü edilen asirlari "Türk asirlari" haline getiren ve ilmî gelismelerde hizmeti geçenleri, Tasköprülüzâde Isâmeddin Ahmed Efendi'nin Sakaik-i Numanîye ile daha sonra yapilan zeyilleri, Süleyman Sa'deddin Efendi'nin Devhatu'l-Mesayih'i, Bursa'li Mehmed Tahir'in Osmanli Müellifleri, Mahmud Karakas'in Müsbet Ilimde Müslüman Âlimler (Ankara 1991), Osman Sevki'nin Bes Buçuk Asirlik Türk Tababeti Tarihi, Franz Babinger'in Osmanli Tarih Yazarlari ve Eserleri ile Nuri Çaliskan'in henüz basilmamis epey hacimli eseri olan Osmanli Imparatorlugu'nda Fen Ilimleri ve Yetisen Bilginler (Kurulustan m. 1700'e kadar) gibi eserlerinde görmek mümkündür. Bu eserler, Osmanli döneminin çesitli ilimler sahasinda söhret olan ve eserleri ile zaman zaman üniversitelerimizde okutulan âlimlerin ne kadar çok oldugunu göstermek bakimindan örnek olarak gösterilebilirler.

XV. Yüzyilin ikinci yarisi, Osmanlilardaki kültür hayatinin en yüksek oldugu devirlerden biridir. Tahsilleri yüksek olan Fâtih Sultan Mehmed ile oglu II. Bâyezid, devlet erkânindan Mahmud, Karamanî Mehmed, Fenarîzâde Ahmed, Çandarlizâde Ibrahim ve Veliyüddin oglu Ahmed, Tazarruat sahibi Sinan, Cezerî Kasim Pasa'lar, gibi kiymetli âlim vezirler, gerek Osmanlilardaki ve gerekse disardan gelmis olan muhtelif âlim ve sairleri himaye eylemislerdir. Bunlardan baska, devrine göre iyi yetistirilmis olan Osmanli sehzâdeleri, bulunduklari sancaklarda etraflarina âlim ve edipleri toplamislardi.

Sarax
09-23-2008, 15:06
Edebî hayat, Istanbul, Edirne ve Bursa'dan baska, sehzâde sancaklarinda, Bagdad, Diyarbakir, Konya ve Rumeli'de, bir ilim merkezi haline gelmis olan Üsküp ile Yenice-i Vardar'da da inkisaf ediyordu. Bunun en önemli sebebi buralarda sair ve edipleri himaye eden sahsiyetlerin bulunmalari idi. Uzunçarsili, bu dönemin edip ve sairleri hakkinda daha fazla tafsilat vermek suretiyle, belirtilen dönemdeki eserlerden uzun uzadiya bahseder. Bu dönemde benzer bir gelisme de riyaziye denilen matematik sahasinda olmustur. Nitekim Osmanli medreselerinin en alt seviyesi olarak kabul edilen Hâsiye-i Tecrid medreselerinde hesap ve eskâl-i tesis denilen hendese (geometri) ile kozmografya okutulmaktaydi. Ali Kusçu Istanbul'a geldigi zaman bu medrese derslerinden baska ayri bir kurs açarak riyaziye (matematik) okutmustu. Hatta Sinan Pasa, Ali Kusçu'dan riyaziye ögrenmek için talebelerinden Tokatli Molla Lütfi'yi göndermis, o da ögrendiklerini hocasi Sinan Pasa'ya ögretmisti. Nitekim Sakaik-i Numanîye'de bu konu anlatildiktan sonra "Mevlana Sinan Pasa, bu tarikle ulûm-i riyaziyeyi itmam ve ikmal eyleyüp" denilerek Sinan Pasa'nin bu sayede matematik ilmini ögrendigini, ayrica bununla da yetinmeyip Kadizâde-i Rumî'nin Çagmînî'ye yazdigi serhe de hasiye yazdigina isaret eder.

Bilindigi gibi, Bursa'li Kadizâde-i Rûmî denilen Musa Pasa, büyük bir Türk matematikçisi ise de ilmî tahsilinin bir bölümü ile, ders okutmasi Osmanli diyarinda olmayip Semerkant'ta olmustur. Yalniz XV. yüzyilin son yarisinda Osmanli medreselerinde okutulan riyaziye (matematik) dersleri Kadizâde-i Rûmî ekolünün Ali Kusçu vâsitasiyle devamindan baska bir sey degildir.

Osmanlilar, bütün ilmî müesseselerde oldugu gibi sihhî ve tibbî müesseseler de açmislardir. Onlar bununla kalmamis, ayni zamanda bu islerle mesgul olanlari da himaye etmislerdi. Böylece onlar, saglik hizmetlerine de ehemmiyet verdiklerini göstermislerdi. Bu maksatla ülkelerinin disindan gelen âlimleri de tesvik etmislerdi. Ileride bu konuda biraz daha teferruatli bilgi verilecegi için burada üzerinde fazla durmadigimizi belirtmekle yetinmek istiyoruz.

Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, ilim tahsiline büyük bir önem veriyorlardi. Bu sebeple daha devletin ilk yillarindan itibaren medrese ile egitim ve ögretim faaliyetlerinin devami için vakiflar kurmuslardi. Bu sâyede gerek hoca, gerek ögrenci ve gerekse diger hizmetliler, malî bakimdan sikinti çekmiyorlardi. onlarin karsilasabilecekleri sikintilari, dönemin imkânlarinin elverdigi ölçüde ortadan kaldirmaya çalisiyorlardi.

Osmanlilarin, ilim adamlarina olan ragbetleri ve onlari himayeleri, daha kurulus yillarindan itibaren bilindigi için disardan da pek çok kimse buraya gelmeye basladi. Bu dönemlerde "Âlimler Yuvasi" diye isimlendirilen Iznik sehri, medreseleri ile bir ilim merkezi haline gelmisti. Bu merkezin yetistirdigi ve Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi ünvanini alan Molla Fenarî, "Câmiu Husuli'l-Bedayi fî Usûli's-Serayi"adli muazzam eserini tam otuz yilda tamamladi. Basilmis olan bu eser, fikih usûlüne dairdir. Çaliskanligi, bilgisi ve takvasiyle Osmanli Devleti'nin en buhranli devrinde halki etrafina toplayabilmis olan Molla Fenarî, devrin hükümdarlarinin iltifatlarina mazhar olmustu.

Osmanli Devleti'nde, ilim adamlarina gösterilen itibar, birçok bilginin (âlim) Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi yerlerden kalkip Istanbul'a gelmelerine sebep oluyordu. Böylece Istanbul, âlimlerin akinina ugrayan bir merkez haline geldi. Fâtih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân Medreseleri"ni tesis ettirmesi ve bunlar için genis vakiflar tahsis etmesinden sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da, pâdisahlar basta olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensublari ve zengin halk tarafindan pek çok medrese insa olunmustu. Sadece, Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da yapilan medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye Medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Gerçekten, Osmanlilarda Orhan Gazi'nin kurdugu Iznik Medresesi ile mütevazi bir baslangiç yapilmisti. Bunlara (medreselere) tahsis edilen ve önemli bir gelirin elde edilmesine vesile olan vakif sistemi, bir devlet politikasi olarak tesvik edilmisti. Bu sebeple kisa sürede Osmanli ülkesinde birçok medrese kurulmustu. Bununla beraber XV. asir ortalarinda Fâtih'in insa ettirdigi Sahn-i Semân medreseleri (insasi 1463-1471) ile bundan bir asir sonra Kanûnî'nin insa ettirdigi Süleymaniye Medreseleri (insasi 1550-1557), Osmanli ilim hayatinda iki önemli dönüm noktasini teskil etmislerdir. Bunlar, fizikî görünümleri, sahip olduklari maddî imkânlari ve nihayet egitim programlari ile kütüphânelerinin zenginligi bakimindan en üst seviyeyi temsil etmislerdir.

XV ve XVI. asirlarda Osmanli anlayisina göre problem, sadece medrese binasi insa edip ona gelir getiren vakiflar tahsis etmekle de bitmiyordu. Zira buralarda okutulacak dersler, müfredat programlari ve takib edilecek egitim-ögretim metodu da önemliydi. Osmanli'nin o asirlardaki anlayisini ve gelismisligini ortaya koyabilmek için basitçe Sibyan Mektepleri'ne bakmak yeterli olacaktir. Fâtih Sultan Mehmed, medrese teskilâtini kurarken Eyüp ve Ayasofya'da açtigi iki medresede Sibyân Mektepleri'nde ögretmenlik yapacaklar için ayri dersler koydurmus ve bu dersleri görmeyenleri adi geçen mekteplerde ögretmenlik yapmaktan men etmistir. Bu dersler, Arapça Sarf ve Nahiv, Edebiyat (meâni, beyân, bedi) Mantik, Muhasebe âdabi ve Tedris usûlü, Münakasali Akaid (Kelâm ilmi), Riyaziyat (Hendese ve Heyet)tir. Fâtih'in, bu programinin ne kadar ileri oldugu açikça görülmektedir. Matematigin, Avrupa'da ders programlarina giris tarihinin 1890 oldugunu düsünürsek, Osmanli egitim ve ögretim programlarinin ne kadar ileride oldugunu daha iyi degerlendiririz.

Gerek medrese, gerekse diger müesseseler bakimindan meydana gelen bu gelismeler, sadece Istanbul'da degildi. Halki tamamen gayr-i müslim olan Rumeli'de bile benzer müesseseler o kadar sür'atle kuruldu ki, fetihten 15 sene sonra buralari görenler, Osmanli idaresine geçmis olan yerlerin hemen tamaminin Müslüman Türk sehri haline geldigini görüp hayret etmislerdir. Nitekim XVI. asrin sonlarina dogru Sofya'da 53 câmi ve mescid, 40 mektep; Filibe'de 53 câmi, 70 mektep, 9 medrese, 11 tekke, 9 Dâru'l-kurra; Eski Zagra'da 17 câmi, 42 mektep; Vidin'de 24 câmi, 7 medrese, 11 mektep, 7 tekke; Lofça'da 30 câmi, 6 mektep; Sumnu'da 50 câmi; Varna'da 41 câmi; Silistre'de 40 câmi, 40 mektep, 8 medrese; Tirnova'da 26 câmi, 20 mektep, 10 tekke; Mostar'da 47 câmi, 11 mescid, 40 mektep ve 7 medresenin tesbit edilebilmesi, vakiflarla Islâm ve Türklestirme faaliyetlerinin nasil bir hizla yürütüldügü konusunda kesin bir fikir vermektedir.

XV ve XVI. asir Osmanli dünyasina bakildigi zaman bu dünyada, döneminin bilinen her müessesesinin gelisip tekamül ettigi görülür. Bu gelisme, sadece maddî müesseselerde degil, onlara ruh ve hayat veren anlayislarda da görülür. Adalet, günümüzde hosgörü denilen müsamaha, baskalarina yardim, fazilet ve hayirli seylerde yarisma (vakiflar gibi) gibi manevî hasletleri burada zikredebiliriz. Bu anlayisin sebep oldugu hayat tarzinda, sosyal hayat, ekonomik gelisme, askerî, idarî, adlî, siyasî, mimarî, edebî, musikî, tip ve egitim sahalarinda da büyük bir gelismeye sahid olunmaktadir. Arsivlerimizde bulunan belgeler, mahkeme kararlarinin yazildiklari ser'iyye sicilleri, vakfiyelerdeki bilgiler ve hâlâ ayakta duran canli birer sahid olan mimarî eserler, Osmanli döneminin XV ve XVI. asirlarinin niçin "Türk Asirlari" ismine layik olduklarini ortaya koymakla kalmiyor, ayni zamanda günümüzde gelismis veya gelismekte olan birçok devlete örnek olarak modellik yapmaya da devam ediyorlar. Biz burada,Yavuz Sultan Selim'in, Misir seferindeki ikmal ve lojistik uygulamasinin askerî bakimdan nasil örnek oldugunu, Ser'iyye Sicillerindeki kayitlarda bulunan mahkemelerdeki "Suhûdu'l-hal"in, nasil jüri olarak karsimiza çiktigina ve XVI. asirda Istanbul'daki et ihtiyacinin giderilebilmesi ile ilgili belgelerden elde edilen bilgilerden nasil istifade edildiginden bahsetmeyecegiz. Ancak, vakfiyelerde de rastladigimiz ve günümüzün modern tibbini ilgilendiren bir gazete haberinden örnek vermek istiyoruz.

26 Mayis 1996 tarihli Milliyet Gazetesi'nin dördüncü sayfasindaki haberde, hastaliklarin musikî ile tedavisi hakkinda söyle deniyor: "Türk müzigi ile tedavi yönteminde Almanya'da 25 denek üzerindeki çalismalarin olumlu sonuç verdigi belirtildi. Uzmanlar, Türk müzigi dinletilen ve beyin dalgalari filme alinan deneklerin, tedaviye olumlu reaksiyon gösterdigini açikladi. M.Ü. Türkiyat Arastirmalari Enstitüsü Ög. Üyesi ve Etnomüzikoloji Merkezi Baskani Y. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç, Viyana Üniversitesi Müzik Psikolojisi Bölümü ve Köln Spor ve Sanat Akademisinde Türk müzigi ile tedavi çalismalari yapildigini kaydetti. Güvenç "Trakya Üniversitesi'nde bir bölümün açildigini 4 yabanci ögrencinin buradan mezun oldugunu, Avrupa'da endokrik sistemle Türk müziginin iliskisi de arastirilmaya baslandigini açikladi. Bu arastirma ile müzigin iç salgi bezlerini ne gibi degisiklige ugrattigi ortaya çikacak dedi. Gazete haberini su sekilde devam ettirmektedir:

"Dinle iyiles:

Rast :Felc, bas ve göz agrilarina

Buselik: Kulunç ve bel agrilarina

Ussak: Uykusuzluk

Rehavî: Sirt agrisi

Hüseynî: Kalp, karaciger, mide ve sitma

Hicaz: Böbrekler

Zirefkent: Mafsal agrilari

Isfahan: Atesli hastaliklar

Nevâ: Kadin hastaliklarina."

Günümüz üniversitelerinde arastirmaya konu olan müzikle tedavi, XV. asir Osmanli dünyasinda uygulaniyordu. Nitekim Sultan II. Bâyezid, Kili ve Akkirman fethine giderken Edirne'de bir süre konaklar. Tunca Nehri'nin kenarinda 23 Mayis 1484 Cuma günü Câmi, Hastahane, Medrese, Imâret, Tophane, Hamam, Degirmen ve Köprüden ibâret büyük bir külliyenin temelini atar. O, bu külliye için de vakiflar tahsis eder. Müessesenin isleyisi için de bazi sartlar koyar. Buna göre:

"Merhum ve magfur Bâyezid-i Veli, vakifnâmesinde hastalara deva, dertlilere sifa, divânelerin ruhuna gida ve def-i sevda olmak üzere on aded hânende (okuyucu) gulam tahsis etmistir ki, üçü hânende, biri nezyen, biri kemanî, biri musikarî, biri santurî, biri udî, olup haftada üç kerre gelerek hastalara ve delilere musikî fasli verirlermis. Yüce Tanri emriyle nicesi sarkidan ve sazdan yararlanir, hos hal olurlar. Hakka ki ilm-i musikîde Nevâ, Rast, Dügâh, Segâh, çargâh ve Suzinak makamlari onlara mahsustur. Ama makam-i Zengûle ile makam-i Bûselikte Rast karar kilsa âdeme hayat verir. Cümle saz ve makamlarda ruha gida vardir."

Sarax
09-23-2008, 15:07
Bes Buçuk Asirlik Türk Tabâbeti Tarihi adli eserinde Osman Sevki musikî ile tedavi konusunda sunlari söylemektedir: "Türk tabâbeti, genislik ve kapsam itibariyle çok ileri idi. Türkler, tabâbet ve saglikla ilgili bulduklari bilgilerden uygun gördüklerini hemen alip uyguluyorlardi. Müzikle tedavi, Türk tabiblerinin icadi degildi. Bununla beraber bu tedavi tarzi, Türk tabiblerinin elinde gelisme gösterdi." Osman Sevki, Türk musikî âletleri hakkinda bilgi verdikten sonra haftanin belli gün ve saatlerinde hastahanelerde mehterhâne-i hakanî'nin çalindigini, ayrica hastahânelerin musikî takimlarinin bulundugunu ve buralarda çalin enstrümanlari da vererek Rast'in felce, Irak'in atesli hastaliklara, Isfahan'in zihin açikligi, zekâyi gelistirme, düsünce ve gönül baglarinin yenilenmesi arzu olunan hastalara, Rehâvî'nin bas agrisi ve hafakani olanlara uygundu. der.

Osmanlilarda, sözü edilen dönemlerde özellikle akil hastalari musikî, su sesi ve çiçeklerle tedavi edilmeye çalisilirken XVIII. yüzyila kadar Avrupa'da, benzer hastaliklarin seytanla isbirligi yaptigina inanilarak öldürülmeleri ve hatta diri diri yakilmalari bilgisizlik ve dinî taassubun bir örnegi olarak zikredilebilir.

Osmanlilarin, yukarida kismen temas edilen sahalardaki gelismislik ve dönemlerindeki dünya devletlerine göre olan üstünlüklerinin tamamindan bahsetmek elbetteki mümkün degildir. Ancak biz, ilmî gelisme ve ilerleme bakimindan Osmanlilarin XV ve XVI. asirlarindan, günümüzün deyimiyle klip sahneler halinde ve bir nebze bahsetmek suretiyle canli anektodlari gözler önüne sermeye çalisacagiz. Bir nebze diyoruz çünkü, belirtilen asirlarda yasamis ve ilmî gelismelerde katkisi bulunmus olan sahsiyetin hayatindan bahsetmek bile, basli basina bir eseri dolduracak kadar yer kaplar. Bu sebeple sadece birkaç kisiden kisaca bahsedecek, daha sonra da belli sahalardaki bazi isimleri vermekle yetinecegiz.

Bahsedecegimiz bu sahsiyetlerden biri, babasindan sonra Osmanogullari'nin en bilgini olarak kabul edilen II. Bâyezid'dir. Onun hayat hikâyesi, döneminin ilmî anlayis ve gelismeleri hakkinda bize bir fikir verecektir.

Sultan Bâyezid, sehzâdeliginden beri etrafina ünlü bilginleri toplayip kendisini yetistirmeye gayret etmisti. Ayni zamanda sair olan ve siirlerinde "Adlî" mahlasini kullanan Bâyezid'in bu siirlerinin büyük bir kismini (1256 kadar) gazellerin meydana getirdigi küçük hacimli divani Istanbul'da 1308'de basilmistir. Hat san'atinda da oldukça yetenekli olan II. Bâyezid'in, Uygur yazisini okumayi ögrendigi, biraz da Italyanca bildigi kabul edilmektedir. O, mükemmel bir tahsil görmüstü. Türkçe, Farsça ve Arapça'yi edebiyatlari ile ögrenmis, Islâmî Ilimler, Felsefe, Matematik ve Musikî tahsil etmisti. Türkçe'nin Çagatay lehçesi ile Uygur alfabesini ögrenmisti. Bestekâr, hattat ve sairdi.

Onun, bilginler ve san'atkârlar için ayrilmis özel bir bütçesi vardi. Kendisine takdim edilen eserlerden degerli bulduklarinin müelliflerini tesvik ederdi. Dinî emirlere bagli bir hükümdardi. Bu sebeple ilim ve ilim adamlarini seviyor, ilmî gelismelere vesile olabilecek her çareye basvuruyordu. Bu çarelerin basinda da süphesiz ki dinî ve ilmî kurumlarin tesisi ile fizikî mekanlarinin saglanmasi geliyordu. Onun bu sekilde çalismasi, döneminin ileri gelen devlet adamlari ile zenginler için de itici bir güç oluyordu. Nitekim, hükümdarlarinin bu uygulamasini gören birçok vezir, imâret ve bunlara gerekli olan tahsisatlari temin etmislerdi. Bu münasebetle Ali ve Mustafa Pasa'larin isimleri zikredilmeye deger. O, saltanati müddetince ilim adamlarini, sair ve sanatkârlari himâye etmisti. II. Bâyezid, bu himâyenin karsiligini da nâmina yazilan birçok eserle almisti. Kendisine takdim edilen eserleri okumak, onun en büyük özelligi idi. Amasya'da maiyetinde bulunan Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi'nin tavsiyesi ile Ibn Kemâl diye söhret bulan Ahmed Semseddin'e meshur tarihini yazdirmistir. Daha önce Akkoyunlularin hizmetinde bulunan ve Safevîlerin galebesi üzerine, Osmanlilara iltica etmis olan Idris-i Bitlisî'yi de himaye ederek ona meshur "Hest Behist" isimli tarihini kaleme aldirmisti.

II. Bâyezid, güzel sanatlarin bir kolu olan hattatlikta da mahirdi. Amasya'daki valiligi sirasinda, Seyh Hamdullah'tan hat dersleri almisti. Nitekim, Seyh Hamdullah ile aralarinda siki bir münasebet bulunan II. Bâyezid, Seyh'in mânevî dünyasinda kendini bulurken, ayni zamanda dizinin dibinde hokkasini tutarak yazi mesk etmistir. Sultan Bâyezid'in, hatta olan meyli sâyesinde Amasya'da, Seyh'in etrafinda bir hat mektebi (ekol) dogmustu. II. Bâyezid, saltanata geçince Seyh, Istanbul'a davet edilerek, saray-i hümayuna hat hocasi olarak tayin edilir.

Surasi bir gerçektir ki, onun döneminde ilim ve ilim adamlarina gösterilen himâye, ilmî gelismelerde etkili olmustur. Özellikle "Fikih" denilen Islâm Hukuk Ilmi, sür'atle gelismistir. Bu ilimle söhret bulmus birçok muhterem insan yetismistir ki, bunlardan bir kismi, elçilik dahil pekçok görevde bulunmuslardir.

II. Bâyezid dönemi âlimlerinden bahseden Âsik Pasazâde, bize su örnek isimleri vermektedir: "Hocazâde, Mevlana Alaeddin Arabi, Seyyidzâde Seyyid Hamiduddin, Mevlana Kestelli, Hatipzâde, Manisazâde. Bunlara benzer azizler dahi çok vaki oldu."

Siirleri ile söhret kazanmis olan Mihrî Hatun ile Müeyyedü'd-Din, taninmis bilim adamlarindandir. Bu sonuncu zatin, ölümünde biraktigi kütüphânede yedi bin cild kitap vardi.

Hammer'in ifadesiyle "Bâyezid asrina seref veren altmis fakih arasinda ikisi diger bir sube-i malumatta yüksek söhret kazanmislardir. Buna göre II. Bâyezid çaginda tipta Hekimsah, matematikte ise Mirim Çelebi çok büyük söhret kazanmislardir. Yine bu zamanlarda, Tacî Bey'in iki oglu Cafer ve Sa'di'nin eserleri ile Osmanli yazisma (diplomatik, insa, protokol) modelleri iki iyi örnek olarak taninmistir. II. Bâyezid devrindeki Nesrî ile Idris-i Bitlisî'yi de burada tekrar hatirlamak gerekir.

Bâyezid'in, edebiyat sahasindaki himayesi, yabanci ülkelere, hatta Horasan ile Iran'in diger vilayetlerine kadar genislemisti. Büyük sair ve mutasavvif Abdurrahman Câmi ile büyük bilgin Fakih Devvânî'ye her yil para gönderiyordu ki bu, ilki için bin,ikincisi için de besyüz altin idi. Bu arada Iran Müftüsü Mevlânâ Seyfeddin ahmed ile Hadis âlimi Cemaleddin Ataullah da padisahin ihsanlarindan pay alip faydalaniyorlardi.

Kaynaklarimiz, Ibn Kemâl veya Kemâl Pasazâde diye büyük bir sahsiyetten bahsederler. 16 Nisan 1534'te vefat ettigi zaman ebced hesabiyle "Ilimler Kemâl ile göç etti"ifadesiyle tarih düsülmüstü. Bu ifadelerle düsürülen tarih, onun ilimlerdeki maharetini göstermeye yetmektedir. Gerçekten de, onun ilmî sahsiyeti hakkinda söyle denilmektedir: "Kemal Pasaoglu, eserleri ve fikir savaslari bakimindan Osmanli tarihinin mühim sahsiyetlerinden biridir. Dinî, edebî, lisanî konularda büyük eserleri, büyük ve mühim bir Osmanli tarihi, siirleri, yüzlerce risâle ve makalesi vardir. Savasi, Safevîlerin, Anadolu Türklerini bölecek bir siddetle yaptiklari propagandaya karsi olmus. O, sonu siyasî parçalanmalara kadar varacak olan dinî ayriliklari önlemistir. Bu bakimdan hizmeti çok büyüktür. Birçok eseri vardir. Bunlardan Kur'an, Hadis ve Islâm Hukuku ile ilgili olanlarin sayisi 63 rakami ile ifade edilmektedir."

Son derece vakur, sade giyinen, âbid ve zâhid bir insan olan Seyhu'l-Islâm Ebu's-Suûd Efendi, bir hukukçu olarak fikih ve fetva alaninda Islâm Hukuku'nun Osmanlilardaki uygulamasina büyük katkilarda bulunmustu. Tarihteki Islâm devletleri içerisinde, en fazla gayr-i müslim tebea (zimmî) barindiran Osmanli Devleti'nin, idarî kadrosunda da bulunan Ebu's-Suûd Efendi, fetvalarinda örf ve âdetleri de hesaba katarak uygulanabiliri tercih etmistir. Bu yüzden onun fetvalari, kanun hükmünde sayilmistir. 30 yila yakin (28 sene 11 ay) Seyhülislâmlik makaminda bulunan Ebu's-Suûd Efendi, basta padisah olmak üzere, saray ve divân erkâni tarafindan sevilip sayilan bir kimse olmustur. O, durmaksizin çalismis, kitaplar yazmis, hergün fetvalar vermis, fethedilerek devletin sinirlarina yeni katilmis olan eyâlet, bölge ve sehirlere ait kanunlastirma hareketlerinin içinde, çogu zaman da basinda olmustur. Nitekim Üsküp ve Selanik kanununun basina koydugu mukaddimesinde arazinin mirî olus sebeplerinden bahsederek, Osmanli arazisinin büyük bir kisminin, mirî arazi sekline dönüstürülmesini saglamistir.

Bilindigi gibi gerçek ilim adami, toplumun kültürel varliklarini koruyan, yayan ve onlari yasatan kimselerin basinda gelir. Ilim adami, engin bilgisi ve kültürü ile ister halk, ister belli bilgi birikimine sahip kesimlere sesini duyurabilmeli, verecegi mesaj, toplum ve devlet idaresinin ana ilkelerini belirleyebilmelidir. Bu anlayisin meydana getirdigi hareket sayesindedir ki, asirlar boyu, Müslüman Türk devlet geleneginde âlime büyük bir deger verilmis, fikir ve düsüncelerine saygi gösterilmistir.

Tarihimizde ve özellikle XV - XVI. asirlardaki Osmanli dünyasinda, ilim-idare isbirligi, baska bir ifade ile kültür devlet bütünlesmesini son derece belirgin ve çarpici örnekleriyle görmekteyiz. Öyle ki, âlim, bilgisini büyük ve mamur ülke yönünde gelistirirken, idareci de kültürel suura sahip güçlü devlet idealini, yönetici olmanin temel sarti bilmistir. Iste bu karsilikli ortak anlayis, bir yanda güçlü devlet adamlari çikarirken, bir yandan da kuvvetli ilim adamlarini fikir ve kültür hayatimiza kazandirmistir. Fikir hayatimiza damgasini vuran birçok ilim ve din adami arasinda en ünlüsü, kuskusuz XVI. asra maddî ve manevî damgasini vuran Ebu's-Suûd Efendi'dir. Kaynaklara göre, döneminde kalemle kilici birlestirmis, servet ve makamin imkânlarini en iyi sekilde ve ilmin hizmetinde kullanarak ölmez eserler ortaya koymustur. Tefsiri, kendisine hakli bir söhret kazandirmis ve kendisine "Hatibu'l-Müfessirîn" ünvanini verdirmistir.

Sarax
09-23-2008, 15:07
Padisahlardan, Kanunî Sultan Süleyman'in Ebu's-Suûd Efendi'ye gösterdigi hürmet anilmaya deger. O, Kanunî döneminin en çok sözü geçen sahsiyetlerinden biri oldugu halde, politik islere karismaktan uzak durmustu. Kanunî, zaman zaman onun görüslerine basvurmus ve ugurlu olacagi düsüncesiyle Süleymaniye Câmii'nin temel atma törenlerinde, mihrabin temel tasini ona koydurmustur. Kanunî'nin, Nis'ten yazip kendisine gönderdigi ve "Halde haldasim, sinde sindasim, ahiret karindasim, Tarik-i Hak'da yoldasim Molla Ebu's-Suûd Efendi Hazretlerine..." diye baslayan mektubu, Ebu's-Suûd Efendi'nin hükümdar tarafindan ne kadar sevilip sayildigina isaret etmektedir. Kendisine gösterilen bu saygi herhalde onun ilminden ileri geliyordu. Bu saygi ve hürmet sadece hükümdar tarafindan degil, bütün devlet erkâni tarafindan gösteriliyordu. Bu arada Devlet, onun ilmî faaliyetlerine yardimci olmak için her türlü kolayligi gösteriyordu. Nitekim 972 (1564-65) tarihli bir hükümden anlasildigina göre Rodos Medresesi Müderrisi olan Bedreddin'in, Ebu's-Suûd Efendi'nin talebi üzerine onun yaninda tefsir kitabetinde bulunmak üzere Istanbul'a gelmesi gerektigi bildirilmektedir.

Ebu's-Suûd Efendi'den bahsederken, Osmanli dönemi ilmiye sistemindeki mülazemetten söz etmemek mümkün degildir. Zira, medrese ile egitim ve ögretimi yakindan ilgilendiren bu sistem bilinmeden, ilmiye tariki denilen bu meslek, pek kolay anlasilmaz.

Baslangiçta Osmanlilarda medrese mezunu az oldugundan mezunlarin beklemesi söz konusu degildi. Mezun sayisi, ihtiyaçtan fazla olunca yigilmalar meydana gelmis,bu ise bir süre beklemeyi ve bu arada staji gerektirmistir. Böylece mülazemet sistemine özellikle XVI. asirdan itibaren ihtiyaç duyulmustur. Mülazemet sistemi ile ilgili kaideler, eskiden beri mevcud olmakla birlikte, aday sayisinin azligi sebebiyle titizlikle tatbikine lüzum görülmemisti. 1540'larda medrese mezunlarinin izdihami yüzünden mezunlar, ugradiklari bazi haksizliklar üzerine sikâyetlerini Kanunî'ye iletmisler, hükümdar bu çok önemli konunun yeniden nizama konulmasi isiyle devrin Rumeli Kadiaskeri Ebu's-Suûd Efendi'yi görevlendirmisti. Ebu's-Suûd Efendi, temel prensipleri belirleyerek ulemanin bulunduklari makamlara göre hangi vesileler ile ne kadar medrese mezununu mülazim olarak verebileceklerini bir sisteme baglamisti. Kanunî de bu yeni düzenlemeye hakkiyle riayet edilmesini israrla emretmistir. Daha sonraki Osmanli padisahlari da ilmiye mesleginin temelini olusturan mülazemet sistemine uyulmasini, tekrar tekrar ilgililere fermanlarla duyurmuslardi.

Ebu's-Suûd Efendi'nin yeniden nizama koydugu bu sisteme göre, Mevâli'nin yani yüksek ilmiye mansiblarinda bulunan ricalin her biri için, kontenjanlar belirlenmistir. böylece Seyhülislâm, Padisah Hocalari, Kadiaskerler, Nakibu'l-Esraf, büyük sehirlerin kadilari, büyük sehir müftüleri, önemli medreselerin müderrisleri, çesitli vesileler ile her biri kendileri için belirlenen kontenjan nisbetinde medrese mezunu talebeyi mülazim yaparlardi. Yani müderrislik ve kadilik meslegine baslamak üzere staja baslatmis olurlardi. Mülazemet çesitli vesileler ile verilirdi. Bunlarin baslicalari mutad olarak belirli araliklarla mülazemet, padisah cülûsü, ulemadan birinin önemli bir göreve tayini, meshur ulemadan birinin ölümü ve baska münasebetlerle mülazemet verilmesi idi. Bir defada verilen mülazemet miktari farkli olabilmekte idi. Nitekim XVI. asra ait mülazemet kayitlarinda bir defada ortalama 150-200 civarinda danismende mülazemet imkâni dogdugu görülmektedir. Bu uygulama sayesinde Osmanli egitim ve ögretim sisteminde bir gelismenin oldugu ve günümüzün tabiri ile lisans sonrasi yüksek lisans veya doktora diyebilecegimiz bir ögretimin mevcud bulundugu görülmektedir. Bu sistemin gelistirilmesi de Ebu's-Suûd Efendi vasitasiyla olmustu.

Ebu's-Suûd Efendi, Seyhülislâmligi dönemindeki ilmî ve dinî faaliyetleri yaninda Tefsir, Hadis ve Islâm Hukuku sahalarindaki çalismalari ile de dikkat çekmektedir. Onun, "Irsâdu'l-Akli's-Selim ilâ Mezâya'l-Kitâbi'l-Kerîm" adini tasiyan tefsiri, bütün bir Islâm dünyasinca bilinmektedir. Ebu's-Suûd Efendi'nin adini ebedîlestiren ve ününü dünyaya duyuran bu tefsiridir. Bazi bilginlere göre kaynaklarini da asan bu tefsir, günümüz üniversitelerinde hâlâ büyük bir kaynak ve müracaat kitabi olarak mütalaa edilmektedir.

Osmanli medreseleri ile hususi yerlerde, dönemin bilinen ilimlerinin tahsil edildigini ve bunun bir ibâdet sevki ile yapildigini söylemeye gerek duymuyoruz. Zira Hz. Peygamber'in ilim hakkindaki genel ifadeleri, Müslüman Osmanli dünyasini bu yöne kanalize etmisti. Gerçekten, gerek mahlukat, gerekse Allah'a karsi vazifelerin yerine getirilebilmesi, bazi ilimlerin bilinmesine baglidir. Din, tip, astronomi, matematik, tarih ve cografya gibi ilimler bunlardan sadece bir kismidir. Dönemindeki dünya devletleri ile mukayese edildigi zaman XV ve XVI. asirlardaki Osmanli ilmî hayati, digerlerine göre çok gelismis ve fevkalâde ileride görülür.

Biraz önce, Osmanli dünyasinda din ve hukuk alaninda söhret kazanmis birkaç âlimden söz ettik. Halbuki XV ve XVI. asirlardaki Osmanli Seyhülislâmlari'na bakildigi zaman, tamaminin dönemlerine göre büyük birer kiymet olduklari görülür. Dinî sahada böyle degerleri yetistiren Osmanli, baska sahalarda da ünlü isimler çikarmistir. Biz, bunlardan -dinî ilimler hariç- sahalarina göre birkaçinin isim ve eserlerini vermekle o asirlardaki gelismenin derecesi hakkinda bir fikir vermeye çalisacagiz.

Tarih:

Bilindigi gibi tarih ilmi, Islâm'in ilk dönemlerinden itibaren üzerinde durulan önemli bir koldur. Öyle anlasiliyor ki, Islâm'in zuhurundan sonra Müslüman milletlerin, tarihle ugrastiklari kadar hiç bir millet ugrasmamistir. Ibret alinmasi ve bazi Kur'an âyetleri ile Hadis'lerin yorumlanabilmesi bu ilim sâyesinde mümkün olmustur. Bu sebeple tarih ilmi gerek Osmanlilarda, gerekse diger Müslüman devletlerde büyük bir gelismeye mazhar olmustu. Bu bakimdan Osmanli dünyasinda tarih ilmi bir hayli mesafe katetmisti. Bununla beraber, sunu da belirtmek zorundayiz ki Osmanli tarihçiligi XV. yüzyilin ortalarina dogru baslamisti denebilir. Bu tarihten önce yazilan vekayi, hem az, hem de bir mübhemlik arzeder. Bu bakimdan Ahmedî'yi bir kenara birakacak olursak, derli toplu yazilmis olani Âsik Pasazâde'nin Tevârih-i Âl-i Osman isimli eseridir diyebiliriz. Bu eser, mühim bir tarihtir. Âsik Pasazâde, ilk Osmanli vekayiini babasindan naklen Bursa'da Orhan Gazi Camii Imami Yahsi Fakih'ten nakletmistir.

Fâtih Sultan Mehmed zamaninda yasayan Kâsifî'nin Gazanâme-i Rum isimli bir tarihi ile içinde Osmanli vekayii bulunan Abdurrahman Bistamî'nin, II. Murad zamaninda yazdigi eser, Osmanli tarihine ait bazi kisimlari ihtiva etmektedir. Bundan baska, Mevlânâ Sükrullah'in (öl. 868/1464'den sonra) Farsça yazdigi Behcetü't-Tevârih isimli eserin sonunda Fâtih Sultan Mehmed'in cülûsuna kadar gelen muhtasar bir Osmanli tarihi vardir.

XV. yüzyilin son yarisi içinde Enverî tarafindan yazilarak kismen Osmanli tarihinden bahseden ve Vezir-i A'zam Mahmud Pasa'ya ithaf olunan Düstûrnâme, Tâcizâde Cafer Çelebi'nin Istanbul Fetihnâmesi, Dursun Bey'in Târih-i Ebu'l-Feth isimli tarihi ile Fâtih'in son Vezir-i A'zami olan Karamanî Mehmed Pasa'nin Nisanci iken yazdigi Arabça Osmanli Tarihi'ni görmekteyiz. Son iki eser Fâtih devrine aittir. XV. asir ortalarinda Rum beylerinden Imroz'lu Kritovulos, Fâtih Sultan Mehmed devrinin bir kisim vekayiini Rumca olarak "Târih-i Sultan Mehmed Han-i Sâni" ismiyle kaleme alarak padisaha takdim etmisti.

Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Sehdî isminde bir sair, Âl-i Osman tarihini Sehnâme tarzinda yazmaya baslamis ve on bin beyitten daha fazla nazmetmisken vefati üzerine eseri yarim kalmistir.

XV. yüzyilin sonlariyla XVI. yüzyil baslarinda -bilhassa Sultan II. Bâyezid devri- Osmanli tarihi yazanlar çogalmis, gerek nazmen gerekse nesren müellifleri malum ve meçhul bir hayli tarihî eser kaleme alinmistir. Bunlar içinde Âsik Pasazâde, Nesrî Mehmed Efendi, Katip Ruhî, Behistî ve Oruç Bey gibi isimleri zikredebiliriz. Osmanli tarihçiligi hakkinda daha fazla teferruata girmeden sadece XV ve XVI. asirlarda yetisen bazi tarihçi ve tarihle ilgili eserlerinin isimlerini vermekle yetinmek istiyoruz. Böylece ilmin bu dalinda yetisen ünlü isimleri ve eserlerini görmüs olacagiz:

Tarihçi Eseri

1. Enverî Düstûrnâme

2. Sükrüllah Behcetu't-Tevârih

3. Dursun Bey Târih-i Ebu'l-Feth Sultan Mehemmed Han

4. Oruç Bey Tevârih-i Âl-i Osman

5. Âsik Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman

6. Nesrî Mehmed Cihannüma

7. Idris-i Bitlisî Hest Behist (Sekiz Cennet)

8. Kemal Pasazâde Tevârih-i Âl-i Osman

9. Sücûdî Selimnâme

10. Celâlzâde Mustafa Selimnâme

11. Hoca Sa'düddin Efendi Tâcü't-Tevârih

12. Bostan Çelebi Süleymannâme

13. Matrakçi Nasuh Süleymannâme

14. Gelibolu Mustafa Âli Künhu'l-Ahbar

15. Selanikî Mustafa Efendi Târih-i Selanikî.

Sarax
09-23-2008, 15:07
Cografya:

Osmanlilar, cografya ilminde de önemli mesafeler katedip bu ilmin gelismesine hizmet etmislerdi. Bu devlette cografya ile ilgili eserlerin yazilmasi XV. asrin ortalarindan itibaren, fetihlerin artmasina paralel olarak artis göstermistir. XVI. asirda ise önemli ve mükemmel eserler meydana çikmistir. Bu mükemmeliyet XVII. asrin son yarisina kadar devam etmistir. Fâtih Sultan Mehmed, Batlamyus'un cografyaya ait levhalarini tedkik ederek, bunlarin aslina uygun ve anlasilir bir sekilde tertip ve düzenlenmesini emretmistir. Bu hususta hiç bir fedakarliktan da kaçinmamistir.

Bilindigi kadari ile en eski Türkçe cografya kitabi Yazicizâde Ahmed Bican Efendi tarafindan 857 (m. 1453)'de Gelibolu'da tercüme suretiyle kaleme alinanidir. Ahmed Bican Efendi, bunu Kazvinî'nin "Acaibu'l-mahlukat" adli eserinden tercüme etmistir. Ancak XVI. yüzyilin ortalarinda Osmanli ülkesinde ünlü bir denizci ve haritaci ile karsilasiyoruz. Pirî Reis adini tasiyan bu ünlü denizci ve haritacinin tamamen orijinal olan dünya atlasinin sadece birkaç parçasina sahip bulunmaktayiz. 1515'te ceylan derisi üzerine çizilmis bulunan dünya haritasi, 1517'de Yavuz Sultan Selim Han'a sunulmustur. Burada Pirî Reis'in "Kitab-i Bahriye'sini de zikretmek gerekir. Kitab-i Bahriye, orijinal bir cografya kitabi olup, haritacilik bakimindan da önemli bir gelismislik örnegini teskil etmektedir. Mütehassislar tarafindan o tarihlerde Avrupa'daki haritalarin en mükemmeli olduguna isaret edilmektedir. Kitabu'l-Bahriye, Türkçe'deki ilk deniz atlasi ve portulani (rehber)dir. Ak Deniz çevresini, hem kendisinin genis tecrübesi ve hem de simdi çogu kaybolmus eski haritalara dayanarak kiyi, köse, liman, sahil, sehir ve kasaba tanitir. Ilkin 1521'de telif edilmis, daha sonra yeniden genisletilip 1525'de Damad Ibrahim Pasa araciligi ile Kanunî Sultan Süleyman Han'a takdim edilmistir. Kitab-i Bahriye'nin tibki basimi 1935 yilinda Istanbul'da yapilmistir. Kitab, manzum bir önsözle baslayip yine manzum bir sonuçla biter. Önsöz dikkatli bir sekilde okunursa, yazarin kuvvetli bir arastirma ve ince bir gözlem kudretiyle zamaninin cografya eserlerini ve gezdigi her yerin durumunu inceleyerek eserini yazdigi anlasilir.

XVI. yüzyilin denizcilerinden Seydi Ali Reis'in vücuda getirdigi Atlas'i (Muhit) pek degerlidir. Pirî Reis'ten sonra Süveys kaptani olan Galatali Seydi Ali Reis (öl. 970 = 1562) Umman ve Hind denizlerindeki seferleri sonucunda bas tarafi kozmografya ve bunun kaidelerinden, diger kisimlari da Kizildeniz, Aden ve Basra körfezleri ile Umman denizi ahvalinden bahseden mükemmel bir eser vücuda getirmistir. Bu eser, Hammer tarafindan Almanca'ya tercüme edilmistir.

XV ve XVI. yüzyil Osmanli cografyacilari ve eserleri hakkinda bilgi veren pek çok kaynaga sahip bulunmaktayiz. Ancak konuyu daha fazlauzatmamak için bunlardan bir kisminin sadece isim ve eserlerini vermekle yetinmek istiyoruz:

Cografyaci Eseri

1. Ahmed Bican Acaibu'l-Mahlukat

2. Muslihiddin Mustafa b. Vefa Mülheme-i Seyh Vefa

3. Kemal Reis Tuhfetu's-Selâtin

4. Ali Ekber Hitaî Hitaynâme (Çin'e seyahati anlatir)

5. Pirî Reis

a. Dünya Haritasi

b. Kitab-i Bahriye

6) Seydi Ali Reis

a. Mir'atu'l-Memâlik

b. Muhit

7. Müneccim Ahmed b. Ali Kanun fi'd-Dünya

8. Ali Macar Reis 7 haritali bir kolleksiyon

9. Sipahizâde Ahmed b. Ali

a. Esmau'l-Buldan

b. Evzau'l-Mesâlik ilâ Marifeti'l-Buldan

10. Kadi Abdurrahman Acaibu'l-Uzma (genisletilmis tercüme)

Astronomi:

Tarihimizde "Hey'et" veya "Ilm-i Hey'et" ismi ile anilan astronomi, riyazî ilimler cümlesinden oldugundan Osmanli medreselerinde matematik ve geometri ile birlikte okutulmaktaydi. Osmanlilarda astronomi, esasli olarak Ali Kusçu'nun ülkeye gelmesiyle baslar. Ali Kusçu'dan sonra Osmanli ülkesinde astronomi ve matematik ilimlerinin ilerlemesi için en çok çalisanlardan biri de Mirim Çelebi diye söhret bulan Mahmud b. Mehmed'dir. Kadizâde-i Rumî ile Ali Kusçu'nun torunudur. Hocazâde ile Sinan Pasa'dan ders görmüstür. Matematik, astronomi ve usturlaba dair eserler yazan bu bilgin astronom, Sultan II. Bâyezid'in emriyle Ulug Bey Zic'ine "Düstûru'l-Amel ve Tashihu'l-Cedvel" adiyla Farsça bir serh yazmistir. Yazar, eserde didaktik bir yol takip etmistir. Nitekim bir derecelik bir yayin sinüsünü hesab etmek için çok açik misallerle bes sistem göstermistir.

Mirim Çelebi, kendisini çok seven ve takdir eden Yavuz Sultan Selim (bu dönemde Anadolu kadiaskerligine kadar yükselmisti.) adina Ali Kusçu'nun Fethiye'sine bir serh yazmistir.

Ali Kusçu ve yetistirmis oldugu astronomlardan sonra bu ilimde ilk ciddi gelisme hamlesine 1577 senesinde tesadüf edilmektedir. Zira bu yilda Takiyüddin Mehmed b. Maruf'un gayretiyle Osmanli Devleti'nde ilk rasathane kurulmustur. Takiyüddin'in bu rasathânesi, Tycho Brahe'nin Uranniborg (XVI. yüzyil),Ulug Bey'in Semerkand (XV. yüzyil) ve Nâsiruddin Tûsî'nin Meraga (XIII. yüzyil) rasathâneleriyle karsilastirilabilecek nitelikte mühim bir rasathânedir. Osmanlilarin ilk rasathânesinin bilimsel seviyesinin ortaya konulmasi, bilim tarihimiz bakimindan ayri bir önem tasimaktadir. Bu sebeple, o dönemin çagdas bir rasathânesiyle Takiyuddin'in kurdugu rasathânenin mukayesesi degerlendirmeye katkida bulunacaktir. Gerçekten, Avrupa'nin ilk ortaçag rasathanesi Tycho Brahe'ninkidir. Ayrica, büyük bir tesadüf eseri olarak her iki rasathâne de hemen hemen ayni yillarda kurulmustur.

Dönemin, bu ilimdeki gelismisligini ortaya koyabilmek için iki rasathâneyi mukayese etmek gerekir. Takiyüddin'in rasathânesi ile ilgili bilgi, III. Sultan Murad'in Sehnâmesi'nde ve "Âlat-i Rasadiye li zic-i Sehinsahiye"de bulunmaktadir. Tycho Brahe ise 1598'de yayinladigi "Astronomiae Instauratae Mecanicae" adli eserinde aletlerini, gözlemlerini ve astronomiye katkisini ayrintilari ile açiklar. Bir rasathânenin bilimsel seviyesi, orada insa edilen ve kullanilan âletlerin mükemmelligine, yapilan gözlemlerin niteligine ve ayrica mevcud astronomlarin evrensel çalismalarina baglidir. Sehnâmedeki resimden anlasildigina göre 16 astronom veya görevlinin çalistigi rasathânedeki bütün aletler, bizzat Takiyüddin tarafindan imal edilmislerdi. Osmanli dönemindeki astronomi ile ilgili bu kisa malumattan sonra, XV ve XVI. asirlarda yetisip eser yazmis olan astronomlarindan birkaçini buraya alabiliriz:

Astronom Eseri

1. Abdülvacib b. Mehmed

a. Manzume fi'l-Usturlâb

b. Meâlimu'l-Evkat

2. Hüsameddin Tokadî Kavs-i Kuzeh (Gökkusagi hakkinda)

3. Ali Kusçu

a. Hallu Eskâli'l-Kamer

b. Meserretu'l-Kulûb

c. Risâletu'l-Fethiyye

4. Sinan Pasa

a. Fethu'l-Fethiyye

b. Risâle fî halli Eskâl-i Muaddili Utarid.

5. Hüseyin b. Hasan el-Konevî Ravzatu'l-Müneccimîn

6. Bedreddin Mehmed Mardinî

a. ed-Dürrü'l-Mensûr

b. el-Fethiyye fî Ameli'l-Ceybiyye

7. Hoca Ataullah Acemî

a. Risâle fî Ilmi'l-Evzân

b. Usturlab

8. Mehmed b. Kâtib Sinan

a. Hediyetu'l-Mülûk (II. Bâyezid için kaleme alinmistir.)

b. Mizânu'l-Kevâkib (Kanunî'ye takdim)

c. Muvazzihu'l-Evkat fî Marifeti'l-Mukantarat

9. Sinaneddin Yusuf Serhu'l-Fethiyye

10. Müeyyedzâde Abdurrahman Ef. Risâle fî Küreti'l-Müdahrece

11. Sinaneddin Yusuf Acemî Risâle fi'l-Hey'e

12. Mirim Çelebi

a. Düstûru'l-Amel

b. Risâletu'l-Ceyb

c. Risâle fi'l-Kible

d. Risâle fi'l-Usturlâb

13. Mirim Kösesi Mehmed Ef. Kitab fî Ilmi'l-Hey'e

14. Muslihiddin Larî

a. Serhu Risâle fi'l-Hey'e

b. Tezkire fî Ilmi'l-Hey'e

15. Muvakkit Mustafa b. Ali

a. A'lamu'l-Ibâd fî Ahbari'l-Bilâd

b. A'mal-i Usturlâb

c. Risâletu'l-Mikat fî Ilmi'l-Evkat

16. Perviz Efendi Mirkau's-Semâ

17. Takiyuddin Mehmed

a. Âlâtu'r-Rasadiye li Zic-i Sehinsahiye

b. Behcetu'l-Fikr fî Haleti's-Sems ve'l-Kamer

c. Cedavilu Rasadiye

d. Gurubu Semsin Sebebi ve Teahhuru

e. Hülasetu'l-A'mal fî Mevakiti'l-Eyyam ve'l-Leyâl

Sarax
09-23-2008, 15:08
Tip:

Osmanli ülkesinde gerek sivil, gerekse askerî hayatta büyük ragbet görerek gelisen ilim subelerinden biri de tiptir. Osmanli padisah ve idarecilerinin baska ülkelerden gelen hekimlere olan iltifatlari ile onlara sagladiklari imkhanlar ve Müslüman hekimlerin yetisip çogalmasina hasredilmis hastahânelerin kurulmasi (vakfiye sartlarina göre gayr-i müslim hekim tayin edilemez) tabâbetin inkisafina sebep olmustur. Osmanli tabâbetine hem hastahâne, hem de tip medresesi olarak hizmet eden Bursa Dâru't-Tibbi, Osmanli Devleti'nin ilk saglik tesisidir. Uludag eteklerinde, havadar ve genis bir arazide iki katli olarak insa edilen hastahânenin genis bir bahçesi vardi. Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye açilirdi. Bu ilk Türk tip müessesesi, kisa zamanda öyle bir söhret kazandi ki, meshur tabiblerden bir çogu buranin kadrosuna dahil olabilmek için gayret sarf ediyordu.

Bilinen kadari ile Anadolu'da Türkçe yazilmis en eski tip kitaplari ancak XIV. yüzyila kadar çikabilmektedir. Eski Anadolu türkçesi döneminde XIII. yüzyildan baslayarak dinî ve edebî ürünlerin yazilmis oldugu gözönüne alindiginda tipla ilgili eserlerin oldukça geç bir tarihte yazilmaya baslandigi görülür. Bunun en önemli sebebi Anadolu Selçuklu Devleti zamaninda bilim dilinin Arapça olmasidir. Anadolu Beylikleri döneminde Türkçe'ye verilen önem artinca dinî ve edebî sahalarda oldugu gibi tip konusunda da Türkçe eserlerin yazildigi görülür. Bu bakimdan burada Aydinoglu Beyligi'nin adini zikretmek gerekir.

Osmanli döneminin ilk Türkçe telif tib kitabi olarak kabul edilen "Havâsu'l-Edviye"yi te'lif eden Ishak b. Murad ile Amasya Hastahânesi bashekimi Sabuncuoglu Serafeddin ve Sultan II. Murad adina 841 (m. 1437)'de "Zahire-i Muradiye" adli büyük tip kitabini yazan Sinoplu Mü'min b. Mukbil, sonradan Osmanli Devleti'ne gelip hizmet eden tabiblerdir.

Fâtih Sultan Mehmed devri, tibbî faaliyet ve gelismeler bakimindan önemli bir devirdir. Fâtih, saglik islerini organize eden ve o günün sartlarina göre çok ileri bir zihniyetin anlayisi oldugu anlasilan Hekimbasilik (Reisu'l-Etibba) müessesesini kurarak, basina Kutbeddin Ahmed'i getirmisti.

Musikî, su sesi ve çiçeklerle de tedavi sistemini gelistiren Osmanli tip dünyasinda yeni metodlarla bazi hastaliklara tedavi uygulandigi görülmektedir. Arastirma alanimizin disinda kalan bu konuda daha fazla teferruata girmeden sadece bazi tabiblerimizin hangi eserleri nasil meydana getirdikleri ve hangi hastaliklara çare bulduklarina kisaca temas edecegiz.

873 (m. 1468)'de Amasya'li Sabuncu oglu Serafeddin b. Haci Ilyas'in, okudugu kitaplarla tecrübelerine dayanarak onyedi bâb üzerine te'lif ettigi tib kitabi dahilî ve haricî tedavi yollarini göstermektedir. Ahmedî'nin "Tervihu'l-Ervah" adli manzum tib kitabi XV. yüzyilin ortalarina dogru yazilmistir. Bu eserde, anatomiye ait kisa bilgiler verildikten sonra birer birer hastaliklarin tedavisinden bahsedilmektedir. XV. asir sonlari ve XVI. asir baslarinda yazildigi tahmin edilen "Yadigâr-i Ibn Serif" adli tibbî eser, havadan, sudan, yiyecek, içecek, spor ve hastaliklarin arâzindan bahseder. Halka göre yazildigi için pek çok nüshasi bulunan bu eserde, özellikle Gelibolu'dan bahsedilmektedir. Bu da müellifin Gelibolu'lu veya oraya yerlesmis bir kimse oldugunu göstermektedir. Eserde, hastaliklarin belirti ve ilaçlarindan bahsedilmektedir. Eser, Ibn Sina'nin Kanunu ile Ibn Baytar'in Müfredat'indan da istifade edilerek kaleme alinmistir.

Daha önce kisaca temas edildigi gibi Osmanli Devleti, dis ülkelerden kendisine iltica eden veya herhangi bir sekilde gelen tabiblere fazlasiyla ragbet gösteriyordu. Nitekim Timurlulardan, Ebu Said'in tabibi Kutbeddin Ahmed (öl. 903 H. = 1497 M.), efendisinin, Uzun Hasan'a esir düsüp öldürülmesinden sonra Osmanlilara iltica etmisti. Osmanlilar, kendisine büyük bir ilgi göstererek yevmî (günlük) besyüz akça üzerinden maas baglamislardi. Bunun disinda ayrica her ayda 20 bin akça gibi gayet yüksek bir meblag vermislerdi. Böyle bir ragbet, disaridan bir hayli tabibin gelmesine vesile olmustu. Nitekim, Sirvan'li Hekim Sükrullah, Hoca Ataullah, Hekim Lâri, Hekim Arap, Tebriz'li Kemal gibi isimler, burada ilk akla gelenler olarak zikredilebilir. Böylece Osmanli bir mânâda disardaki beyin göçünü ülkesine dogru hizlandirmak suretiyle bu bransin kendi topraklarinda inkisaf edip gelismesini sagliyordu.

Bu tabiblerden baska, nebatî tipla mesgul olan Altunîzâde (öl. XV. yüzyil sonlari) ayni zamanda operatörlük yapabilecek bilgi ve beceriye sahipti. Bunun, idrar darligi çekenlere sonda ameliyati yaparak muvaffak oldugunu Sakaik-i Numaniye'den ögrenmekteyiz. Bu arada, XVI. asir baslarinda Necmeddin Mahmud'un "el-Hâdî fî ilmi'z-Zâdî"adli eseri, "Mecmau'l-Mücerrebât" adiyla ve ilavelerle Türkçe'ye çevrilmistir.

Izmitli Muhyiddin Mehmed (öl. 910 H. = 1504 M.), Amasya'li Tabib Mehmed b. Lütfullah ile Haci Hekim (öl. 913 H. = 1507 M.), lugat ilminde Bahru'l,Garaib ve tiptan Kasimiyye müellifi Amasya'li Halimî (öl. 882 H. = 1478 M.'den sonra), tip, matematik ve edebiyatta söhret sahibi olup teshil adli eserini yazan Perviz b. Abdullah (öl. 978 H. = 1570 M.) ve Tabib Tebriz'li Kemal'in oglu olup mesanedeki taslara dair Türkçe bir eser yazmis olan Ahi Ahmed Çelebi (öl. 930 H. = 1523 M.) bu tarihlerde yetismis olan belli basli tabiblerdendi. Bunlardan Muhyiddin Mehmed, Haci Hekim, Kaysunîzâde, Sinaneddin Yusuf ve Ahi Çelebi hekimbasilikta da bulunmuslardi.

Ibn Kemal'in, "Rücûu's-Seyh ile's-Sabâ fi'l-Kuvveti ale'l-Bâ" isimli eseri, Arapça olup Yavuz Sultan Selim'in emri ile kaleme alinmistir. Ihtiyarlarin kuvve-i bahiyyesinin artirilmasina dairdir. Âli Çelebi tarafindan tercüme edilmistir. yukarida adi geçen Mehmed b. Lütfullah'in, II. Bâyezid'in oglu ve Amasya Valisi Sehzâde Ahmed adina "Müfredât-i Tip" tarzinda Arapça bir eseriyle, kendisini himaye eden Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi nâmina yine Arapça onyedi fasil üzerine mafsal hastaliklarina dair diger bir eseri vardir. 911 H. (1505 M.)'de Cerrah Ibrahim b. Abdullah tarafindan Yunanca aslindan tercüme edilmis olan "Alaim-i Cerrahîn" ve 967 H. (1559 M.)'de vefat eden Ilyas b. Isa'nin "Müfredât" isimli eserleri de XVI. yüzyilin ilk yarisina aittirler. Bu arada Atûfî Hayreddin'in (öl. 948 H. = 1541 M.)de "Hifzu'l-Ebdân" isimli bir eseri oldugunu belirtmek gerekir. Bu dönemin tibbî eserlerinden birisi de Yahudi Dotor adinda bir tabibin olup takriben 951 H. (1544 M.)'de ve Hekimbasi Kaysunîzâde zamaninda Kitab-i Asây-i Pirân isimli eseridir. Hekim Dotor'un dede ve babasinin Ispanya'da doktor olduklari belirtilmektedir.

Ele aldigimiz asirlarda, Osmanli dünyasinda tip, eczacilik ve hastahânelerle ilgili büyük bir gelisme görülmektedir. Ser'iyye Sicili kayitlarinda da mesane ve ameliyatlarla ilgili bilgiler bulunmakla beraber biz, konuyu daha fazla uzatmamak için üzerinde fazla durmadik. Bununla beraber Osmanli dönemi Dâru's-Sifalari ve buralarda çalisanlar hakkinda kisaca bilgi vermek ihtiyacini duydugumuzu belirtmek isteriz. Böylece, nazarî tibbin yaninda amelî tibbin gerçeklestirildigi hastahaneler hakkinda da bilgi sahibi olmus olacagiz.

Klasik Osmanli hastahaneleri olan Dâru's-Sifalarin mimarî özellikleri birçok arastirici tarafindan incelenmis olmakla birlikte buralarda yürütülen faaliyetler üzerinde yeterince çalisma yapilmadigi anlasilmaktadir. Osmanli Dâru's-Sifalarinin vakfiyeleri dikkatle incelendiginde bu vakfiyelerde klasik Osmanli hastahanelerinin yönetiminin yanisira hekim ve diger saglik mensuplari ile ilgili degerli bilgiler bulundugu görülür. Vakfiyelerde Dâru's-Sifadaki görev dagilimi, görevlilerde aranan nitelikler, sorumluluklari ve beklenen bilgi ve beceri seviyesi ile ilgili olarak bütün hizmetliler için ayri ayri teferruatli sartlar kosulmasinin, özellikle XV ve XVI. yüzyillarda bir Osmanli gelenegi oldugu anlasilmaktadir. Gerçekten Bursa Yildirim Dâru's-Sifasi (802/1400), Fâtih Dâru's-Sifasi (875/1470), Edirne II. Bâyezid Dâru's-Sifasi (889-893 / M. 1484-1488), Manisa Hafsa Sultan Dâru's-Sifasi (H. 946/M. 1539), Haseki Sultan Dâru's-Sifasi (H. 957/M. 1550), Süleymaniye Dâru's-Sifasi (H. 961/M. 1553-1559), Atik Valide Dâru's-Sifasi (H. 990/M. 1582) ve Sultanahmet Dâru's-Sifasi (H. 1018-1026/M. 1609-1617) gibi Dâru's-Sifalarin vakfiyeleri üzerinde yapilan bir arastirmaya göre Dâru's-Sifalarda hizmet etmek üzere tayin edileceklerde aranan nitelikler, sorumluluklari ve görevlileri tesbit edilmistir. Buna göre Dâru's-Sifa görevlileri, tabib, kehhal, cerrah ve yardimci saglik mensuplari, assab, edviye-kûb, tabbah, kayyum, kâse-kes ile ferras, âb-rîzî, câme-suy, dellak gibi temizlik hizmetlileri ve nâzir, vekilharç, kâtip gibi idarî yetkililer ile mahzenci, bevvâb, gassal ve imamdan olusurdu.*

Müellif (tabib, doktor) Eseri

Ahmedî

a. Tervihu'l-Ervah

b. Müntehab-i Sifa

2. Haci Pasa

a. Kitabu'l-Feride

b. Kitabu's-Saade ve'l-Ikbal

c. Kitabu't-Ta'lim

d. Sifau'l-Eskam ve Devau'l-Âlâm

e. Müntehab-i Sifa

3.Seyhî

Kenzu'l-Menafi'

4. Mü'min b. Mukbil

a. Kitabu't-Tib

b. Miftahu'n-Nur ve Hazainu's-Surûr

c. Zahire-i Muradiye

5. Aksemseddin

a. Kitabu't-Tib

b. Maddetu'l-Hayat

6. Serafeddin Sabuncuoglu

a. Cerrahiye-i Ilhaniye

b. Mücerrebnâme

7. Bedr-i Dilsad

a. Kehhalnâme

b. Kemalnâme

c. Muhtasaru't-Tib

8. Ibn-i Serif Yhadigâr-i Ibn-i Serif

9. Mehmed b. Lütfuullah

a. Müfredat-i Tib

b. Mafsal Hastaliklari

10. Sükrullah Sirvanî Ilyasiye fi't-Tib

11. Kaysunîzâde Mehmed Tib Mecmuasi

12. Halimî Lütfullah Efendi Kasimiyye

13. Hekimsah Mehmed Kazvinî

a. Asbabu Sitteti'z-Zaruriyye

b. Mucez Serhi

c. Nasihatnâme

14. Ahi Çelebi

a. Risâle-i Hassatu'l-Kilye ve'l-Mesâne

b. Mucez Tercümesi

15. Kaysunîzâde Mehmed b. Mehmed

a. ed-Dürretu'l-Muntahab

b. Düsturu'l-Bimâristan

c. Düsturu't,Tibbi'l-Misbah

d. Zâdu'l-Mesir fî Ilaci'l-Bevâsir

16. Atufî

a. Hifzu'l-Ebdân

b. Ravzu'l-Insan fî Tedabir-i Sihhati'l-Ebdân

17. Ilyas b. Isa Müfredât

18. Nidaî

a. Baytarnâme

b. Manzume-i Tib

c. Menafi'n-Nâs

d. Tababet-i Beseriye ve Baytariyye

19. Hekim Dotor Asay-i Pirân

20. Takiyüddin Sirazî Enisu'l-Etibba fi't-Tib

21. Mehmed Efendi Menbau'l-Hayat

22. Davud Antakî

a. Bugyetu'l-Muhtac

b. ed-Durretu'l-Muntahab

c. Elfiye fi't-Tib

d. Letaifu'l-Minhac

e. Mecmau'l-Menafii'l-Bedeniyye

Sarax
09-23-2008, 15:08
Riyâziye:













Kâtip Çelebi'ye göre "Riyâziye" hendese (geometri), hey'et (astronomi), hesab (matematik) ve musikî dallarina verilen müsterek bir tabirdir. Günümüzde, bu ilimlerin her biri müstakil birer brans olarak varliklarini sürdürmektedirler. Bu bakimdan biz riyâziye bahsinde sadece aritmatik, geometri ve cebir gibi sayi ve ölçü temeline dayanarak niceliklerin özelliklerini inceleyen matematik ilminden bahsetmek istiyoruz.

Osmanli Devleti'nin kurulusu ile beraber, ahenkli bir sekilde tesis edilen ilmî müesseseler arasinda Iznik ve Bursa medreseleri ilk sirayi alirlar. Bu ilk Osmanli medreselerinde fikih denilen Islâm hukuku ile kelâm yaninda aklî ilimlerden mantik ve riyazatin da ihmal edilmedigi anlasilmaktadir. Adivar, su ifadelerle konuya bir açiklik getirmek ister: "Bu ilk medreselerde ne okutuldugunu açik bir sekilde bilmek pek faydali olabilirdi. Fakat bu hususta kesin bilgilere sahip olmamakla birlikte, o vakitler hemen bütün ilim kitaplari Arapça yazilmis oldugundan, medreseler programinda bu dilin önemli bir yer tuttugu muhakkak olup, fikih ve kelâm yaninda aklî ilimlerden mantik ve matematigin de tamamiyle ihmal edilmedigi kestirilebilir." Muhtemelen, Adivar'in bu görüsünü oldugu gibi benimseyen ve buna ilavelerde de bulunan Sehabettin Tekindag da konu ile ilgili olarak sunlari yazar: "Bununla beraber diger Anadolu medreselerinde oldugu gibi fikih ve kelâm yaninda, aklî ilimlerden mantik ve riyazatin da ihmal edilmedigi kestirilebilir. Nitekim Bursa'da dogan Türk riyazeci ve astronomu Kadizâde-i Rumî, Semerkand'a giderek Semerkand Rasathanesi müdürlügüne ve Semerkand Medresesi reisligine getirildi." O, Iznik'teki Orhan Gazi Medresesi'nden bahsederken de asagidaki bilgileri vermek suretiyle bu dönemde aklî ilimlerin ileri bir seviyede olduguna isaret eder: "Ilk Osmanli Medresesi, Iznik'te Orhan gazi tarafindan kurulan ve Iznik Orhaniyesi adini alan medresedir. Orhan Gazi, gerekli vakiflarini yaptigi Iznik Orhaniyesi'nin müderrisligine naklî (ulûm-i ser'iyye) ve aklî (hikmet-i ameliye - hikmet-i nazariye) ilimlerde mütehassis bir bilgin olan Kayseri'li Serafeddin Davud (öl. 1350)'u getirdi."

Daha önce de kisaca temas edildigi gibi, gerek Osmanli, gerekse daha önceki medreselerde riyâziye dersleri okutuluyordu. Hele dönemimiz itibariyle bizi ilgilendiren XV ve XVI. asirlarda riyâziyat denilen ilimlerde epey mesafe katedilmisti. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed'in kurdugu "Semâniye Medreseleri"nin en alt seviyesi olan "Hasiye-i Tecrid" bölümünde muhtasarat denilen Sarf, Nahiv, Hesap, Hendese ve Hey'et gibi ilimlerin tahsili, Osmanlilarda müsbet ilme verilen degeri göstermektedir. Devrinin üniversitesi sayilan Sahn-i Semân'in muhtelif siniflarinda kelâm, fikih, hadis ve tefsir gibi dinî ilimlerin yaninda, matematik, astronomi ve geometri derslerinin de okutuldugu ve buradan kadi, müderris ve tabiblerin yanisira mühendislerin de yetistigi, okutulan derslerden anlasilmaktadir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde gerek okutulan dersler, gerekse müstakil fakülte diyebilecegimiz tip ve riyâziye medreselerinin açildigi görülür. Konuyu daha fazla uzatmamak için Osmanli diyarinda XV ve XVI. asirlarda yetiserek günümüze eser birakmis olan bazi riyâziyecilerin isim ve eserlerini vermekle yetinmek istiyoruz. Böylece bu dönemde adi geçen sahada da Osmanli dünyasinin nasil bir gayret içinde oldugunu görmüs olacagiz.

Riyâzeci Eseri

1. Ali b. Hibetullah (öl. 1402) Hulâsatü'l-Minhac fî Ilmi'l-Hisâb

Kadizâde-i Rûmî

a. Muhtasar fi'l-Hisâb

b. Risâle fî Istihraci'l-Ceyb

c. Serhu Eskâli't-Tesis

3. Ibrahim b. Mehmed el-Halebî Umdetu't-Tullâb fî Ilmi'l-Hisâb

4. Mahmud b. Kadi Manyas A'cabu'l-Uccab (son kisim matematik)

5. Fethullah Sirvanî Serhu Eskâli't-Te'sis

6. Molla Lütfi Tez'ifu'l-Mezbâh

7. Haci Atmaca Mecmau'l-Kavaid

8. Alaeddin Ali Fenarî Serhu Tecnis fi'l-Hisâb

9. Hayatî el-Hüseynî Tuhfetu'l-Hisâb

10. Müslihiddin b. Sinan Risâle-i Eflatuniyye (Arapça matematik)

11. Muzafferuddin Ali Sirazî Hasiye li Halli Müskilât-i Öklides

12. Matrakçi Nasuh

a. Câmiu'l-Kitâb ve Kemâlu'l-Hisâb

b. el-Ken'aniyye fi'l-Hisâb.

13. Mehmed b. Ibrahim Halebî

a. Adetu'l-Hâsib ve Umdetu'l-Muhâsib

b. Ref'ul-Hicâb an Kavâidi'l-Hisâb

c.Tezkire (geometri ile ilgili)

14. Yusuf b. Kemal Câmiu'l-Hisâb

15. Sa'dî b. Halil Miftâhu'l-Müskilât.

Görüldügü gibi sadece XV ve XVI. asirlarda yetisen ve her biri sahalari ile ilgili eser yazanlardan sadece birkaçina isaret edildi. Bu müelliflerin, eserleri sadece bizim siaret ettiklerimiz degildir. Fakat konu itibariyle biz sadece alanlari ile ilgili eserleri verdik.

Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz ki, XV ve XVI. asirlar, Osmanli dünyasinda, hemen her sahada ilerlemenin kayd edildigi asirlardir. Bununla beraber sunu da belirtmemiz gerekir ki, çesitli sebeplerden dolayi (burada buna girmeye gerek duymuyoruz) bu asirlardan sonraki dönemlerde ayni dinamizm devam ettirilememistir. Bu da ülkeyi yavas yavas bir inhitata dogru götürmüstür.

Sarax
09-23-2008, 15:08
Osmanli Padisahlari neden hacca gitmemislerdir ? Genç Osman’in öldürülmesinde hacca gitmek istemesinin rolü var midir ?

Bu soru çokça sorulmaktadir. Ancak bu sorunun cevaplandirilacagi en güzel yer, II. Osman meselesidir. Zira II. Osman’in katli olayinda bu sorunun cevabi da verilmistir. Evvela haccin farz olmasinin sartlarini özetleyelim: Müslüman olmak; akilli olmak; ergen olmak; hac yolu için hem gida ve hem de yol masraflarini karsilayabilecek kadar zengin olmak; haccin farz oldugunu bilmek; yol emniyeti bulunmak.

Bu kisa izahlardan sonra, Osmanli Padisahlarinin neden hacca gitmediklerinin cevabini arayalim :

1) Islâm Hukukuna göre, cihâd, Müslümanlar için farz-i kifâyedir. Bu sebeple fert olarak bir Müslüman, açik bir düsman tehlikesi bulunmadigi müddetçe, farz-i ayn olan hacci farz-i kifâye olan cihâda tercih edebilecektir. Cihâd, fert olarak Müslümanlarin hac ibadetine engel olmayacaktir. Bunun tek istisnasi, düsmanin bertaraf edilebilmesi için hacca gidecek Müslümanlara da ihtiyaç olmasidir. Iste bu noktada halife ve sultânlarin hükmü, Müslüman fertlerden farklidir ve onlar için cihâd yani düsmanlarin hücumunu bertaraf ederek Müslümanlarin emniyetini saglamak ve bunun için gerekirse savasmak, farz-i ayndir. Hz. Peygamber’e hangi amelin daha faziletli oldugu soruldugunda, sirasiyla, Allah’a ve Peygamberine iman, Allah yolunda cihad ve hacc-i mebrûr cevabini vermistir. Sebebi bellidir; Müslümanlarin canini, malini ve namusunu korumak hukukullah da denilen kamu haklarindandir; yani cemiyete ait bir ibadettir. Bazan kamu haklarindan olan bir mesele, sahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir. Iste burada da durum budur.

Osmanli Padisahlarinin II. Selim’e kadar gelenlerinin tamami, ömürlerinin yarisini Allah yolunda cihâd için seferlerde geçirmislerdir. Üzerlerine farz-i ayn olan ve hukukullah mahiyetinde bulunan cihâdi ve nizâm-i âlemin devamini, sahsî farz olan hacca tercih etmeleri için, Seyhülislâmlar fetvâ vermislerdir. II. Bâyezid Amasya’da vali iken hacca gitmeye niyetlenirken, sadrazam ve diger devlet erkâninin imzasi ile gönderilen mektupta, hemen gelip tahta geçmesi gerektigini, hacca gitmeyi halka ve devleti idare etme isi olmayanlara birakmasi icab ettigini tavsiye etmisler; aksi takdirde düsmanin cesaretlenerek Müslümanlara saldirmasina sebep olacagini ikaz eylemislerdir.

Ayni sekilde israrla hacca gitmek isteyen ve bu niyetinin bedelini caniyla ödeyen II. Osman’a, Kayinpederi ve Seyhülislâm olan Es’ad Efendi aynen su fetvâyi vermis ve fikihtaki bu hükmü özetlemistir: "Padisahlara hac lâzim degildir; oturup adl eylemek evlâdir. Câiz ki, bir fitne zuhûr eyleye". Verilen bu fetvâyi tasdik eden asrinin kutbu Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de, II. Osman’i fetvâya uymasi için ciddi ikaz eylemistir. Hatta bu meseleden dolayi Padisah’in askeri tahrik ettiniz tarzinda tahkirine hedef olan ve sonradan Seyhülislâmlik makamina gelen Yahya Efendi’nin ifadeleri de tamamen fikhin ölçülerine uygundur:

"Padisahim! Hâsâ ki, ulema duacilariniz eskiyayi tahrik ede. Ancak içten gelerek bu niyetinizi istemezdik. Sebebi budur ki, ecdadiniz etmemisler, bu tarike gitmemisler, günahimiz varsa ol kadarcadir."

Nitekim halk ve asker arasinda yayilan dedikoduyu özetleyen su cümleler de meseleyi açiklamaktadir:

"Nizâm-i âlem içün padisahlar hacci terk edegelmistir. Düsmanin ortaya çikmasi ve düsmanlarin memleketi karistirma ihtimali var iken, Memâlik-i Mahrûse’yi koyup gitmek hatadir.".

2) Bazi Islâm hukukçulari, bedeni sihhatli olma sartini açarak, sihhatli olsa bile tutuklu olma veya kendisini hacdan alikoyan zâlim idareciden korkmanin da haccin edâsini engelleyecegini ifade ederken, sultân ve o manadaki devlet yetkililerinin de mahbus yani tutuklu gibi kabul edilecegini; sadece beytülmal disinda kendine ait malindan haccin farz olacagini ve bu özür devam ettigi müddetçe ölünceye kadar hacca gidemeyebilecegini hükme baglamislardir. Günümüzdeki gibi ulasim imkânlarinin gelismedigi ve bir hac görevinin en az üç ay sürecegi bir asirda, Osmanli Padisahlarinin hacca gitmeleri gerektigini düsünmek, Islâm Hukukunu bilmemek olur. Kaldi ki, ömürlerinin yarisini cephede geçiren Padisahlarin, neden Misir’a kadar cihâda gidip de hacca varmadiklari da ileri sürülemez; zira ordunun basinda mücahid bir komutan olarak sefere giden padisahla, kendi sahsî ibadeti için üç ay memleketini yalniz birakan padisah bir tutulamaz. Bunun en müsahhas misâli II. Osman’a karsi askerin ve hatta halkin duydugu tepkidir. Islâm âlimleri, haccin sartlarindan olan yol emniyetini ihlal eden Karamita grubunun isyani sebebiyle, 326/937 tarihinden itibaren 20 yil kadar haccin farz olmadigini, çünkü yollarda anarsi yasanabilecegini ifade etmislerdir.

Özetle Osmanli Padisahlarina dinen bizzat hacca gitmeleri farz olmamistir. Ancak kendi yerlerine bedel olarak baskalarini mutlaka göndermislerdir. Ayrica Sultân Abdülaziz’in gizlice tebdil-i kiyafet ederek hacca gittigi söylenmektedir. Ancak elimizde bunu dogrulayacak bir vesika bulunmamaktadir .

Sarax
09-23-2008, 15:09
Osmanli padisahlarina kisa bir bakis

TOPLAM 1142 622 76 1842
ORTALAMA 32 18 2 51
No Ismi Dogumu Sultan oldugu yil Sultanligin bittigi yil Vefati Sultan oldugu yas Hükümdarligi Sultanligindan sonra kaç sene yasadi Hayati Notlar
1 OSMAN 1 1258 1299 1326 1326 41 27 0 68
2 ORHAN 1 1281 1326 1359 1359 45 33 0 78
3 MURAT 1 1326 1359 1389 1389 33 30 0 63
4 BEYAZIT 1 1360 1389 1403 1403 29 14 0 43
5 MEHMET 1 1389 1403 1421 1421 14 18 0 32
6 MURAT 2 1402 1421 1451 1451 19 30 0 49
7 MEHMET 2 30.3.1432 18.2.1451 3.5.1481 1481 19 30 0 49
8 BEYAZIT 2 1447 20.5.1481 21.4.1512 26.5.1512 34 31 0 65
9 SELIM 1 1470 1512 22.9.1520 1520 42 8 0 50
10 SÜLEYMAN 1 27.4.1495 30.9.1520 7.9.1566 1566 25 46 0 71
11 SELIM 2 28.5.1524 8.9.1566 15.12.1574 1574 42 8 0 50
12 MURAT 3 4.7.1546 15.12.1574 16.1.1595 1595 28 21 0 49
13 MEHMET 3 26.5.1566 16.1.1595 21.12.1603 1603 29 8 0 37
14 AHMET 1 18.4.1590 21.12.1603 22.11.1617 1617 13 14 0 27
15.17 MUSTAFA 1 1592 1617, 1622 1617, 1623 20.1.1639 25 0.5, 1 21 47 Zorla Hal oldu
16 OSMAN 2 3.11.1604 1617 20.5.1622 1622 13 5 0 18 Hal ve idam oldu
18 MURAT 4 26.7.1612 1623 9.2.1640 1640 11 17 0 28
19 IBRAHIM 5.11.1616 9.2.1640 18.8.1648 1648 24 8 0 32 Hal ve idam oldu
20 MEHMET 4 2.1.1642 18.8.1648 ?.11.1687 6.1.1693 6 39 6 51 Zorla Hal oldu
21 SÜLEYMAN 2 1+.4.1642 ?.11.1687 22.6.1691 1691 45 4 0 49
22 AHMET 2 2+.2.1643 22.6.1691 6.2.1695 1695 48 4 0 52
23 MUSTAFA 2 5.6.1664 6.2.1695 29.1.1703 1703 31 8 0 39
24 AHMED 3 31.12.1673 29.1.1703 1.10.1730 1.7.1736 30 27 6 63 Zorla Hal oldu
25 MAHMUT 1 2.8.1696 1.10.1730 13.12.1754 1754 34 24 0 58
26 OSMAN 3 2.1.1699 13.12.1754 30.10.1757 1757 55 3 0 58
27 MUSTAFA 3 28.1.1717 30.10.1757 21.1.1774 1774 40 17 0 57
28 ABDULHAMID-1 20.3.1725 21.1.1774 7.4.1789 1789 49 15 0 64
29 SELIM 3 24.12.1761 7.4.1789 29.5.1807 28.7.1808 28 18 1 47 Hal ve idam oldu
30 MUSTAFA 4 8.9.1779 29.5.1807 29.7.1808 17.11.1809 28 1 1 31 Hal ve idam oldu
31 MAHMUD 2 20.7.1785 29.7.1808 1.7.1839 1839 23 31 0 54
32 ABDULMECID 1 2+.4.1823 1.7.1839 25.6.1861 1861 16 22 0 38
33 ABDÜLAZIZ 1 8.2.1830 25.6.1861 29.5.1876 4.6.1876 31 15 0 46 Hal ve idam oldu
34 MURAT 5 21.2.1840 29.5.1876 31.8.1876 29.8.1904 36 0 28 64 Zorla Hal oldu
35 ABDULHAMID 2 21.9.1842 31.8.1876 27.4.1909 10.2.1918 34 33 9 76 Zorla Hal oldu
36 M. RESAT 2.11.1844 27.4.1909 3.7.1918 1918 65 9 0 74
37 M. VAHDEDDIN 2.2.1861 3.7.1918 1.11.1922 16.5.1926 57 4 4 65 Zorla Hal oldu

Kaynak: Sarax (http://sarax.tr.gg/ana sayfa.htm)

Sarax
09-23-2008, 15:10
Osmanli padisahlarina kisa bir bakis

Download aliosman.xls (http://enfal.de/aliosman.xls)

Sarax
09-23-2008, 15:11
Osmanli vezirleri



Padişahlar
Sadrazamlar

I. Osman
Orhan Gazi
Alaüddin Paşa (İlk sadrazam)
Gündüz Alp (İnönü Beyi)
Hasan Alp (Yarhisar Beyi)
Turgut Alp (İnegöl Beyi)
Konur Alp
Abdurrahman Gazi
Samsa Çavuş
Köse Mihal Gazi
Yutulmuş Birader
Ak Temür (Osman Gazi'nin torunudur)
Karamürsel
Akçakoca
Saltuk Alp
Taz Ali
Akbaş
Mahmut Alp
Karaoğlan
Kara Tekin
Candarlı Mevlana Kara Halil
Aydoğdu

Orhan
Alaüddin Paşa
Süleyman Paşa
Mahmutoğlu Nizamüddin Paşa
Hacı Paşa
Sinanüddin Yusuf Paşa

I. Murad
Sinanüddin Yusuf Paşa
Çandarlı Kara Halil Hayreddin
Çandarlı Ali Paşa

I. Bayezid
Çandarlı Ali Paşa

I. Mehmed
Osmancıklı İmam-zade Halil Paşa
Çandarlı İbrahim Paşa
Amasyalı Bayezid Paşa

II. Murad
Amasyalı Bayezid Paşa
Çandarlı İbrahim Paşa
Amasyalı Hızır Danişmendoğlu Koca Mehmed Nizamüddin Paşa
Çandarlı Halil Paşa

II. Mehmed
Çandarlı Halil Paşa
Mahmud Paşa
Rum Mehmed Paşa
İshak Paşa
Gedik Ahmed Paşa
Karamani Mehmed Paşa

II. Bayezid
İshak Paşa
Davud Paşa
Hersek-zade Ahmed Paşa
Çandarlı İbrahim Paşa
Mesih Paşa
Hadım Ali Paşa
Koca Mustafa Paşa

I. Selim
Koca Mustafa Paşa
Hersekzade Ahmed Paşa
Dukakinoğlu Ahmed Paşa
Hadım Sinan Paşa
Yunus Paşa
Piri Mehmed Paşa

I. Süleyman
Piri Mehmed Paşa
İbrahim Paşa
Ayas Mehmed Paşa
Lütfi Paşa
Hadım Süleyman Paşa
Rüstem Paşa
Kara Ahmed Paşa
Semiz Ali Paşa
Sokullu Mehmed Paşa

II. Selim
Sokullu Mehmed Paşa
Semiz Ahmed Paşa
Lala Mustafa Paşa
Koca Sinan Paşa
Kanijeli Siyavuş Paşa
Özdemiroğlu Osman Paşa
Mesih Paşa
Ferhad Paşa

III. Murad
Sokullu Mehmed Paşa
Semiz Ahmed Paşa
Koca Sinan Paşa
Kanijeli siyavuş Paşa
Özdemiroğlu Osman Paşa
Mesih Paşa
Ferhad Paşa

III. Mehmed
Ferhad Paşa
Koca Sinan Paşa
Lala Mehmed Paşa
Damad İbrahim Paşa
Cığala-zade Sinan Paşa
Hasan Paşa
Cerrah Mehmed Paşa
Yemişçi Hasan Paşa

I. Ahmed
Malkoç Ali Paşa
Lala Mehmed Paşa
Derviş Mehmed Paşa
Kuyucu Murad Paşa
Nasuh Paşa
Öküz Mehmed Paşa
Halil Paşa

II. Osman
Halil Paşa
Kara Mehmed Paşa
Güzelce Ali Paşa
Ohrili Hüseyin Paşa
Dilaver Paşa

IV. Murad
Kemankeş Kara Ali Paşa
Çerkes Hasan Paşa
Müezzinzade Hafız Ahmed Paşa
Halil Paşa
Hüsrev Paşa
Topal Recep Paşa
Tabanı Yassı Mehmed Paşa
Bayram Paşa
Tayyar Mehmed Paşa
Kemankeş Kara Mustafa Paşa

İbrahim
Kemankeş Kara Mustafa Paşa
Civan Kapıcıbaşı Sultanzade Semin Mehmed Paşa
Salih Paşa
Kara Musa Paşa
Hezarpare Ahmed Paşa
Mehmed Paşa

IV. Mehmed
Sofu Mehmed Paşa
Kara Murad Paşa
Melek Ahmed Paşa
Siyavuş Paşa
Gürcü Mehmed Paşa
Tarhuncu Ahmed Paşa
Derviş Mehmed Paşa
İpşir Mustafa Paşa
Süleyman Paşa
Deli Hüseyin Paşa
Zurnazen Mustafa Paşa
Boynueğri Mehmed Paşa
Köprülü Mehmed Paşa
Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
Kara İbrahim Paşa
Sarı Süleyman Paşa
Siyavuş Paşa

II. Süleyman
Siyavuş Paşa
Nişancı Mehmed Paşa
Bekri Mustafa Paşa
Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa

II. Ahmed
Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa
Arabacı Ali Paşa
Çalık Ali Paşa
Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa
Sürmeli Ali Paşa

II. Mustafa
Sürmeli Ali Paşa
Elmas Mehmed Paşa
Amcazade Hüseyin Paşa
Daltaban Mustafa Paşa
Rami Mehmed Paşa

III. Ahmed
Kavanoz Nişancı Ali Paşa
Enişte Hasan Paşa
Kalaylıkoz Ahmede Paşa
Baltacı Mehmed Paşa
Çorlulu Ali Paşa
Köprülü-zade Damad Numan Paşa
Baltacı Mehmed Paşa
Ağa Yusuf Paşa
Silahdar Süleyman Paşa
Hacı Halil Paşa
Nişancı Mehmed Paşa

I. Mahmud
Damad Mehmed Paşa
Kabakulak İbrahim Paşa
Topal Osman Paşa
Hekimoğlu Ali Paşa
Gürcü İsmail Paşa
Seyyid Mehmed Paşa
Muhsin-zade Abdullah Paşa
Yeğen Mehmed Paşa
Hacı İvaz Mehmed Paşa
Nişancı Hacı Ahmed Paşa
Hekimoğlu Ali Paşa
Seyyid Hasan Paşa
Tiryaki Hacı Mehmed Paşa
Boynueğri Seyyid Abdullah Paşa
Mehmed Emin Paşa
Bahir Mustafa Paşa

III. Osman
Bahir Mustafa Paşa
Hekimoğlu Ali Paşa
Başdefterdar Naili Abdullah Paşa
Bıyıklı Ali Paşa
Mehmed Said Paşa
Bahir Mustafa Paşa
Koca Ragıp Mehmed Paşa

III. Mustafa
Koca Ragıp Mehmed Paşa
Hamza Hamid Paşa
Bahir Mustafa Paşa
Muhsin-zade Mehmed Paşa
Hamza Mahir Paşa
Hacı Mehmed Emin Paşa
Moldovancı Ali Paşa
İvaz-zade Halil Paşa
Silahdar Mehmed Paşa
Muhsin-zade Mehmed Paşa

I. Abdülhamid
Muhsin-zade Mehmed Paşa
İzzet Mehmed Paşa
Derviş Mehmed Paşa
Darendeli Cebecizade Mehmed Paşa
Kalafat Mehmed Paşa
Seyyid Mehmed Paşa
İzzet Mehmed Paşa
Hacı Yeğen Mehmet Paşa
Halil Hamid Paşa
Şahin Ali Paşa
Koca Yusuf Paşa

III. Selim
Koca Yusuf Paşa
Meyyit Hasan Paşa
Gazi Hasan Paşa
Çelebizade Şerif Hasan Paşa
Koca Yusuf Paşa
Damat Melek Mehmed Paşa
İzzet Mehmed Paşa
Yusuf Ziyaüddin Paşa
Hafız İsmail Paşa
İbrahim Hilmi Paşa

IV. Mustafa
İbrahim Hilmi Paşa
Çelebi Mustafa Paşa

II. Mahmud
Alemdar Mustafa Paşa
Memiş Paşa
Yusuf Ziyaüddin Paşa
Laz Ahmed Paşa
Hurşid Ahmed Paşa
Mehmed Emin Rauf Paşa
Derviş Mehmed Paşa
Seyyid Ali Paşa
Benderli Ali Paşa
Hacı Salih Paşa
Hamdullah Paşa
Ali Paşa
Mehmed Said Galip Paşa
Benderli Selim Sırrı Paşa
İzzet Mehmed Paşa
Reşid Mehmed Paşa
Mehmed Emin Rauf Paşa

I. Abdülmecid
Koca Hüsrev Mehmed Paşa
Mehmed Emin Rauf Paşa
İzzet Mehmed Paşa
İbrahim Sarım Paşa
Mustafa Reşid Paşa
Mehmed Emin Rauf Paşa
Damad Mehmed Ali Paşa
Mustafa Naili Paşa
Mehmed Emin Ali Paşa
Mehmed Ali Paşa
Mehmed Emin Paşa
Mehmed Rüştü Paşa

Abdülaziz
Mehmed Emin Paşa
Ali Paşa
Mehmed Fuad Paşa
Yusuf Kamil Paşa
Mütercim Rüştü Paşa
Mehmed Emin Ali Paşa
Mahmud Nedim Paşa
Mithat Paşa
Ahmed Esad Paşa
Mehmed Rüşdü Paşa
Hüseyin Avni Paşa
Esad Paşa

II. Abdülhamid
Mütercim Rüştü Paşa
Mithat Paşa

V. Mehmed
Hüseyin Hilmi Paşa
Hakkı Paşa
Said Paşa
Gazi Ahmed Muhtar Paşa
Kamil Paşa
Mahmud Şevket Paşa
Said Halim Paşa
Talat Bey

VI. Mehmed
Talat Paşa
Ahmed İzzet Paşa
Tevfik Paşa
Damat Ferid Paşa
Ali Rıza Paşa
Salih Paşa
Damat Ferid Paşa
Tevfik Paşa

Sarax
09-23-2008, 15:12
Osmanlı padişahların eşleri

Padişahlar
Eşleri (Koyu yazılanlar dışındakiler kesin değildir.)

I. Osman
1- Mal Hatun; Anadolu Selçuklu Veziri Ömer Abdülaziz Bey'in kızı ve Orhan Gazi'nin Annesi
2- Rabi'a Bala Hatun; Şeyh Edebalı'nın kızı ve Şehzade Alaaddin'in annesi

Orhan
1- Nilüfer Hatun; Yarhisar Tekfurunun kızı ve I. Murad ve Şehzade Kasım'ın Annesi. Eski adı Holofiro
2- Asporça Hatun; Bizans İmparatoru'nun kızı ve Şehzade İbrahim'in Fatma Hatun'un annesi.
3- Theodora Hatun; Şehzade Halil'in annesi ve İmparator kızı.
4- Eftandise Hatun; Mahmud Alp'in kızıdır.

I. Murad
1- Gülçiçek Hatun; Yıldırım Bayezid'in ve Yahşi Bey'in Annesi
2- Marya Thamara Hatun; Bulgar Kralı'nın kızı
3- Paşa Melek Hatun; Kızıl Murad Bey'in kızı
4- Fülane Hatun; Candaroğullarından bir beyin kızı
5- Fülane Hatun; Bulgar Beyinin kızı

I. Bayezid
1- Germiyanoğlu Devlet Şah Hatun; İsa, Mustafa ve Musa'nın annesi
2- Devlet Hatun; Yine Germiyenoğlu olduğu söylenen ve Sultan Mehmed Çelebi'nin annesi ve ilk Valide Sultan
3- Hafsa Hatun; Aydınoğlu İsa Bey'in kızı
4- Sultan Hatun; Dulkadiroğlu Süleyman Şah'ın kızı
5- Marya Olivera Despina Hatun; Sırbistan Kralı Lazar'ın kızı

I. Mehmed
1- Şeh-zade Kumru Hatun; Amasyalı bir Paşa'nın torunu
2- Emine Hatun; Dulkadiroğlu Mehmed Bey'in kızı ve II. Murad'ın annesi

II. Murad
1- Dulkadiroğlu Alime Hatun
2- Yeni Hatun; Amasyalı Mahmud Bey'in kızı
3- Hüma Hatun; Abdullah isimli bir şahsın kızı ve Fatih'in Annesi. Fatih'in annesinin devşirme olduğu nakledilmektedir. Ancak müslüman olduğu kesindir ve hele Ortodoks olan Mara Hatun ile Fatih'in üvey annelik dışında alakası yoktur.
4- Tacünnisa Hatice Halime Hatun; Candaroğlu İsfendiyar Bey'in kızıdır.
5- Mara Hatun; Çocuksuz ve ortodoks olarak ölen ve Fatih'in üvey annesi olan bu kadın Sırbistan Despotu Corc Bronkoviç'in kızı

II. Mehmed
1- Gülbahar Hatun; II. Bayezid ile Gevher Sultan'ın annesi
2- Gülşah Hatun; Karamanoğullarından İbrahim Bey'in kızıdır.
3- Sitti Mükrime Hatun; Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızıdır.
4- Çiçek Hatun; Türkmen Beyi kızıdır.
5- Helene Hatun; Mora Despotu Demetrus'un kızıdır.
6- Anna Hatun; Trabzon İmparatoru'nun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür.
7- Alexias Hatun; Bizans Prenseslerindendir.

II. Bayezid
1- Nigar Hatun; Şehzade Korkut ile Fatma Sultan'ın annesi ve Abdullah Vehbi kızı
2- Şirin Hatun; Abdullah kızı ve Şehzade Abdullah'ın annesi
3- Gülruh Hatun; Abdülhayy kızı ve Alemşah ile Kamer Sultan'ın annesi
4- Bülbül Hatun; Abdullah kızı ve Şehzade Ahmed ile Hundi Sultan'ın annesi
5- Hüsnüşah Hatun; Karamanoğlu Nasuh Bey'in kızı
6- Gülbahar Hatun; Abdüssamed kızı ve muhtemelenYavuz'un annesi
7- Ferahşad Hatun; Kefe Sancak Beyi Mehmed'in annesi
8- Ayşe Hatun; Dulkadiroğlu Alaaüddevle Bozkurd Bey'in kızı ve bir görüşe göre Yavuz'un annesi

I. Selim
1- Ayşe Hatun; Mengli Giray I'in kızı ve Beyhan ile Şah Sultan'ın annesi
2- Ayşe Hafsa Hatun; Kanuni, Hatice, Fatma ve Hafsa Sultanların annesi

I. Süleyman
1- Hürrem Haseki Sultan; Kanuni'nin nikah aldığı ve aslen Ukran bir Ortodoks rahibin kızı yahut Fransız veya İtalyan olduğu hususunda iddialar bulunan cariyedir. Şehzade Mehmed ve II. Selim'in annesi
2- Mahidevran Kadın; Abdullah kızı ve Şehzade Mahmud'un annesi
3- Gülfem Hatun; Cariyelerden ve Şehzade Murad'ın annesi
4- Fülane Hatun; Abdullah kızı ve Şehzade Mahmud'un annesi

II. Selim
1- Nurbanu Sultan; III. Murad'ın annesi ve İtalyan asıllı bir cariyedir.

III. Murad
1- Safiye Valide Sultan (Venedikli Baffo); III. Mehmed ile Ayşe Sultan'ın annesi ve cariye. Osmanlı hareminde devlet işlerine en çok müdahale eden Kadın Efendi.
2- Şems-i Ruhsar Haseki; Rukkiyye Sultan'ın annesi. Medine'de vakfı var.
3- Şah-i Huban Haseki
4- Naz-perver Haseki

III. Mehmed
1- Handan Valide Sultan; I. Ahmed'in annesi
2- Fülane Valide Sultan; Abaza asıllı ve I. Mıstafa validesi
3- Fülane Haseki; Şehzade Mahmud annesi
4- Fülane Haseki; Şehzade Selim annesi

I. Ahmed
1- Hatice Mahfiruz Sultan; Genç Osman'ın annesi
2- Kösem Sultan (Mahpeyker Sultan); IV. Murad'ın annesi ve Osmanlı Hareminin en namdar kadını
3- Fatma Haseki; Cariyelerdendir.

II. Osman
1- Akile (Rukiyye) Hanım; Şeyhülislam Esad Efendi'nin kızıdır ve hür kadınlardan nikah ile evlenilen nadir kadınlardandır.
2- Ayşe Hanım; Pertev Paşa'nın torunu

IV. Murad
1- Ayşe Haseki Sultan

İbrahim
1- Hatice Turhan (Tarhan) Valide Sultan; Rus asıllı bir cariyedir ve uzun yıllar naibe-i saltanatlık yapmıştır. IV. Mehmed'in annesidir.
2- Saliha Dil-aşub Valide Sultan; II. Süleyman'in annesi ve cariye. III. Haseki olduğu sanılıyor.
3- Hatice Muazzez Sultan; II. Haseki'dir ve II. Ahmed'in annesidir.
4- Hüma Şah Haseki Sultan (Telli Haseki); Sultan İbrahim'in en çok sevdiği Haseki'si. Nikah ile kadınlığa alındı.
5- Ayşe Sultan; 4. Haseki
6- Mah-i Enver Sultan; 5. Haseki
7- Şivekar Sultan; 6. Veya 7. Haseki

IV. Mehmed
1- Meh-pare Emetüllah Rabi'a Gülnuş Valide Sultan; Gülnuş Sultan diye bilinir. Girit'li bir ailenin kızıdır. II. Mustafa ve III. Ahmed'in annesidir.
2- Afife Kadın
3- Gülnar Kadın
4- Kaniye Haseki
5- Siyavuş Haseki

II. Süleyman
1- Hatice Haseki; Baş Kadın'dır
2- Behzat Haseki
3- İvaz Haseki
4- Sülün Haseki
5- Şeh-süvar Haseki
6- Zeyneb Haseki

II. Ahmed
1- Rabi'a Haseki Sultan; Haseki Sultan diye anılırdı.

II. Mustafa
Kadın Efendileri

1- Ali-cenab; Baş Haseki
2- Şeh-Süvar Valide Sultan; 4 Haseki ve III. Osman'ın annesi
3- Saliha Sebkati Valide Sultan; Cariyelerinden ve I. Mahmud'un annesi
4- Hüma Şah Haseki
5- Afife Haseki
6- Hatice Haseki

İkballeri

7- Hafsa Sultan; Üçüncü Haseki olduğu söyleniyorsa da Kadın Efendi olması kuvvetlemuhtemeldir.
8- Hanife Hatun; İkinci veya Üçüncü İkbaldir.
9- Fatma Şahin Hatun

III. Ahmed
Kadın Efendileri

1- Emetullah Baş Kadın; Baş Haseki
2- Rukıyye İkinci Kadın
3- Emine Mihrişah İkinci Kadın; III. Mustafa'nın annesi
4- Hatice İkinci Kadın
5- Rabi'a Şermi Kadın
6- Zeyneb Kadın
7- Emine Musall Kadın
8- Hanife Kadın
9- Gülşen Kadın
10- Ümmü Gülsüm Kadın
11- Hurrem Kadın
12- Meyli Kadın
13- Fatma Hüma Şah Kadın
14- Nijad Kadın
15- Nazife Kadın

İkballeri

16- Şayeste Sultan
17- Ayşe Hanım; İkinci veya üçüncü İkbaldir.
18- Hatem Hatun

I. Mahmud
Kadın Efendileri

1- Hace Ali-cenab Baş Kadın
2- Hace Ayşe Kadın
3- Hace Verd-i Naz Dördüncü Kadın
4- Hatice Rami Altıncı Haseki
5- Hatem İkinci Kadın
6- Raziye Kadın

İkballeri

7- Meyyase Hanım; Bai İkbal
8- Fehmi Hanım; İkinci İkbaldir.
9- Habbabe Hanım
10- Sırrı Hanım

III. Osman
Kadın Efendileri

1- Leyla Baş Kadın
2- Zevki Üçüncü Kadın
3- Ferhunde Emine Dördüncü Kadın

III. Mustafa
Kadın Efendileri

1- Avn'ül-Hayat Baş Kadın Efendi
2- Mihr-i Şah Valide Sultan; Baş Kadın Efendi ve III. Selim'in annesi
3- Rif'at İkinci Kadın Efendi
4- Ayşe Adil-şah Üçüncü Kadın Efendi
5- Fehmi Üçüncü Kadın Efendi
6- Binnaz Üçüncü Kadın Efendi

I. Abdülhamid
Kadın Efendileri

1- Ayşe Sine-perver Valide Sultan; IV. Mustafa'nın annesi ve IV. Kadınefendi
2- Nakş-ı Dil Valide Sultan; II. Mahmud'un annesi ve önce İkinci İkbal sonra Kadın Efendi
3- Hatice Ruh-şah Baş Kadın Efendi
4- Hüma Şah Baş Kadın Efendi
5- Ayşe Baş Kadın Efendi
6- Binnaz İkinci Kadın Efendi
7- Dilpezir Kadın Efendi
8- Mehtabe Dördüncü Kadın Efendi
9- Misl-i Na-yab Kadın Efendi
10- Mu'teber Kadın Efendi
11- Nevres Üçüncü Kadın Efendi
12- Fatma Şeb-safa Dördüncü Kadın Efendi
13- Mihrban Üçüncü Kadın Efendi

İkballeri

14- Nükhet-seza Hanımefendi; Baş İkbal
15- Ayşe Hanımefendi; İkinci İkbaldir.

III. Selim
Kadın Efendileri
1- Nef-i Zar Baş Kadın Efendi
2- Hüsn-i Mah Baş Kadın Efendi
3- Zib-i Fer İkinci Kadın Efendi
4- Afitab Üçüncü Kadın Efendi
5- Re'fet Dördüncü Kadın Efendi
6- Nur-i Şems Kadın Efendi
7- Gonca-nigar Kadın Efendi
8- Dem-hoş Kadın Efendi
9- Tab-ı Safa Üçüncü Kadın Efendi
10- Ayn-ı Safa Kadın Efendi
11- Mahbube Kadın Efendi

İkballer

12- Meryem Hanımefendi
13- Mihriban Hanımefendi
14- Fatma Fer-i cihan Hanım Efendi

IV. Mustafa
Kadın Efendileri

1- Şevr-i Nur Baş Kadın Efendi
2- Dil-pezir İkinci Kadın Efendi
3- Seyyare Üçüncü Kadın Efendi
4- Peyk-i Dil Dördüncü Kadın Efendi

II. Mahmud
Kadın Efendileri

1- Bezm-i Alem Valide Sultan; I. Abdülmecid'in annesi
2- Pertev-niyal (Nihal) Valide Sultan; Sultan Abdülaziz'in annesi ve Beşinci Kadın Efendi
3- Haciye Pertev-Piyale Nev-fidan Baş Kadın Efendi
4- Ali-cenab Baş Kadın Efendi
5- Fatma Baş Kadın Efendi
6- Aşub-i Can İkinci Kadın Efendi
7- Haciye Hoş-yar İkinci Kadın Efendi
8- Nurtab Dördüncü Kadın Efendi
9- Misl-i Na-yab İkinci Kadın Efendi
10- Perviz-felek Dördüncü Kadın Efendi
11- Vuslat Üçüncü Kadın Efendi
12- Zer-nigar Üçüncü Kadın Efendi
13- Ebr-i Reftar İkinci Kadın Efendi

İkballeri

14- Hüsn-i Melek Hanımefendi; Baş İkbal
15- Zeyn-i Felek Hanımefendi; İkinci İkbaldir.
16- Tiryal Hanımefendi; Üçüncü İkbal
17- Lebriz-Felek Hanımefendi; Dördüncü İkbal

I. Abdülmecid
Kadın Efendileri

1- Servet-seza Baş Kadın Efendi
2- Şevk-efza Valide Sultan; Sultan V. Murad'ın annesi ve İkinci Kadın Efendi
3- Hoş-yar İkinci Kadın Efendi
4- Tir-i Müjgan Valide Sultan; Üçüncü Kadın Efendi ve II. Abdülhamid'in annesi
5- Verd-i Cenan Üçüncü Kadın Efendi
6- Gül-cemal Dördüncü Kadın Efendi
7- Rahime Perestu Valide Sultan; Dördüncü Kadın Efendi ve II. Abdülhamid'in manevi annesi
8- Gülistu (Gülistan) Dördüncü Kadın Efendi
9- Düzd-i Dil Üçüncü Kadın Efendi
10- Bezmi (Bezmara)Altıncı Kadın Efendi
11- Mahitab Beşinci Kadın Efendi

İkballeri

12- Nalan-ı Dil Hanımefendi; Üçüncü İkbal.
13- Ceylan-yar Hanımefendi; İkinci ikbaldir.
14- Ayşe Ser-firaz Hanımefendi; İkinci İkbal. Sarayın adını batıran bir kadındır.
15- Nergis (Nergizu) Hanımefendi; Dördüncü İkbal
16- Navek-misal Hanımefendi; Dördüncü ikbal
17- Nesrin Hanımefendi; İkinci İkbal
18- Şayeste Hanımefendi; Dördüncü İkbal
19- Nükhet-seza Hnımefendi; Baş İkbal

Gözdeler

20- Yıldız Hanımefendi; 2. Gözde
21- Saf-derun Hanımefendi; 4. Gözde
22- Hüsn-i Cenan Hanımefendi; 3. Gözde

Abdülaziz
Kadın Efendileri

1- Dürr-i Nev Baş Kadın Efendi
2- Hayran-ı Dil İkinci Kadın Efendi
3- Eda-Dil İkinci Kadın Efendi
4- Neş'erek (Nesrin) Üçüncü Kadın Efendi
5- Gevheri Dördüncü Kadın Efendi

V. Murad
Kadın Efendileri

1- Elru Mevhibe Baş Kadın Efendi
2- Reftar-ı Dil İkinci Kadın Efendi
3- Şayan Üçüncü Kadın Efendi
4- Meyl-i Servet Dördüncü Kadın Efendi

İkballeri

5- Resan Hanımefendi; Baş İkbal
6- Cevher-riz Hanımefendi; İkinci İkbal
7- Nev-Dürr Hanımefendi; Üçüncü İkbal
8- Remiş-Naz Hanımefendi
9- Filiz-ten Hanımefendi

Gözdeler

10- Visal-i Nur Hanım; Gözde

II. Abdulhamid
Kadın Efendileri

1- Nazik-eda Baş Kadın Efendi
2- Bedr-i Felek Baş Kadın Efendi
3- Safi-naz Nur-efzun İkinci Kadın Efendi
4- Bidar İkinci Kadın Efendi
5- Dilpesend Üçüncü Kadın Efendi
6- Mezide Mestan Üçüncü Kadın Efendi
7- Emsal-i Nur Üçüncü Kadın Efendi
8- Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhan) Dördüncü Kadın Efendi

İkballeri

9- Saz-kar Hanımefendi; Baş İkbal
10- Peyveste Hanımefendi; İkinci İkbal
11- Fatma Pesende Hanımefendi; Üçüncü İkbal
12- Behice (Maan) Hanımefendi; Dördüncü İkbal
13- Saliha Naciye Hanımefendi; Dördüncü İkbal

Gözdeler

14- Dürdane Hanım; Baş Gözde
15- Calibos Hanım; 2. Gözde
16- Nazlıyar Hanım; 3. Gözde

V. Mehmed Reşat
1- Kam-res Baş Kadın Efendi
2- Dürr-i And İkinci Kadın Efendi
3- Mihr-engiz İkinci Kadın Efendi
4- Naz-perver Üçüncü Kadın Efendi
5- Dil-firib Dördüncü Kadın Efendi

VI. Mehmed
Kadın Efendileri

1- Emine Nazik-eda Baş Kadın Efendi
2- Şadiye Meveddet İkinci Kadın Efendi
3- İnşirah Kadın Efendi
4- Nevvare Üçüncü Kadın Efendi
5- Ni'met Nev-zad Hanım Efendi

Sarax
09-23-2008, 15:12
ERTUGRUL GAZI

(1188 - 1281)



Uç beyi olarak hüküm sürmüstür. Hükümranlik süresi Osmanogullari'nin en uzunudur. Babasi Gündüz Alp,annesi Hayme Ana (Haymana)dir.Babasinin ölümü üzerine Ertugrul Bey babasinin yerine geçti. Ailesinin bir kismi Ahlat'ta kaldi. Malazgirt Meydan Savasi'ndan sonra Kayi Boyu'nun bir kismi Ankara'nin batisindaki Karacadag yöresine yerlestirilmislerdir. Yassiçemen meydan muharebesinde Selçuklu Sultani Alaaddin Keykubat lehine yararliklar gösterdi. Selçuklu Sultani, Kayi Beyi'ne Bizans sinirinda 1000 kilometrekarelik bir topragi Bizans'a karsi siniri savunmak ve ileriye götürmek göreviyle verdi.13.asir ortalarinda Ankara'nin batisindan göç edip Sögüt ve Domaniç'i ele geçiren Ertugrul Bey idaresindeki Kayi asireti,400 çadir halkindan olusuyordu.Bugünkü Kütahya-Bursa-Bilecik illerinin sinirlarinin birlestigi bölgedeki topraklari beyligine “yurt” tuttu.Sögüt Kasabasi'nin fethinden sonra beylik merkezini Sögüt'e tasidi. Ölümünde Bizans'tan yaptigi fetihlerle topraklarini 4.800 kilometrekareye çikarmisti.

Osmanli Devleti'nin temellerini atan Ertugrul Gazi,Oguzlarin Kayi Boyu'na mensup olup Selçuklularin uç beyi degildir.Selçuklu Türkiyesi'nin Bizans sinirinin kuzey kesiminden sorumlu büyük uç beyleri olan Çobanogullari'na taabi olmustur. Ancak oglu Osman Bey 1300 yili basinda büyük uç beyi olup,artik dogrudan dogruya Selçuklu Sultani'na baglanmistir.

Oglu Osman Gazi'ye yaptigi vasiyeti ile alti asir boyunca ayakta kalacak olan bir devletin idarecilik ruhunun temellerini atmistir.Ölüm tarihi kesin olarak bilinmeyen Ertugrul Gazi'nin 90 yasindan fazla oldugu halde (1281-1288) tarihleri arasinda Sögüt'te vefat ettigi bilinmektedir. Türbesi Bilecik ili sinirlari içerisinde olan Sögüt Ilçesi'ndedir.

Sögüt ilçesi'nde her yil Ertugrul Gazi'yi anma törenleri yapilmaktadir.Orhan Saik Gökyay'in tesbitine göre Dede Korkut kitabinin önsözünde su kayit yer almaktadir:

“Korkut ata ayitti,ahir zamanda hanlik gerü Kayi'ya dege, kimesne ellerinden almaya,ahir zaman olup kiyamet kopunca. Bu dedügü Osman neslidür, isde sürilü gideyorur.”

Sarax
09-23-2008, 15:12
Osman Gazi



Babasi . Ertugrul Gazi
Annesi . Hayme Hatun
Dogumu : Sögüt (M. 1258 - H. 656)
Vefati . Bursa (M. .1326 - H. 726)
Saltanati : 1299 - 1326 (27) sene

Osman Gazi, Ertugrul Bey'in üç oglundan birisidir. Osman Bey diger kardeslerinden büyük degildi, fakat adeta bir idareci olarak yaratilmisti. Zira bu hususta çok büyük kaabiliyet sahibi idi. Babasi vefat ettikten sonra diger bütün beyler, ittifakla Osman Bey'i asiretin reisi olarak tanidilar.Osman Bey, beyligin bayna geçtigi zaman,23 yasinda idi. Uzun boylu, genis gögüslü, kaIin ve çatik kasli, elâ gözlü ve koç burunlu idi. Iki omuzlari arasi oldukça genis, vücudunun belden yukari kismi, asagi kismina nisbetle daha uzundu. Çehresi yuvarlak ve teni bugday renginde idi.Büyük seyhlerderi Edebali'nin evinde misafir iken, istirahat için gösterilen odada, Kur'an-i Kerim'i görünce, sabaha kadar saygisindan yatmadigi ve geceyi uykusuz geçirdigi çok meshurdur. seyh bu durumdan cok memnun kaldigi için kendisini kizi ile evlendirmis ve hayir dualar etmistir.Osman Bey, 1287'de Karacahisar'i fethetti.1280'de Domaniç'te Bizanslilari yenerek Bilecik'i fethetti ve Selçuklu Hükümdari tarafindan uç beyligine verildi. 1299'da Inegöl fethedildi.Selçuklu Devleti yikildi ve Osman Bey müstakil beyligini ilân etti. 1300'de Yenisehir ile Köprühisar, 1302'de ise Akhisar ve Koçhisar fethedildi.Osman Bey'e babasindan kalan arazinin genisligi 4800 km. kare idi. Kendisi vefat ettiginde ise, beyligin toprak genisligi 16.000 km.kareye ulasmytir.Vefat etmeden önce oglu Orhan Bey'e söyle vasiyet etmistir :ogullarima ve bütün dostlarima birinci vasiyetim Sudur ki; her zaman gazaya devam ederek, Din-i Celil-i Islâm'in yüceligini yasatiniz. Cihadin kemâline ererek, sancagi serifi hep yüksekte tutunuz. Her zaman Islâm'a hizmet ediniz. Zira Cenâb-i Hak benim gibi zayif bir kulunu ülkeler fethetmek için memur etti. Gaza ve cihadlarinizla Kelime-i Tevhid'i çok uzaklara götürünüz. Hanedanimdan her kim, hak yoldan ve adaletten saparsa mahser gününde, Rasülü Azam'in sefâatinden mahrum kalsin. Oglum! Dünyaya gelen hiç bir insan yoktur ki, ölüme boyun egmesin. Bana da, Hz.Allah'in emri ile simdi ölüm yaklasti. Bu devleti sana emanet ediyorum. Seni de Mevlâ'ya emanet ettim. Her isinde adaleti üstün tut.Vefatinda 68 yasinda idi. Tarih ise, Agustos 1326'yi gösteriyordu. (Allah rahmet eylesin.) Vefat ettiginde geriye biraktigi mal varligi sunlardi : Bir at mrhi, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kiliç, bir mizrak, bir tirkes,birkaç at, üç sürü koyun, tuzluk ve kasiklik.Osman bey vefat ettigi zaman zayif bir rivayete göre, Sögüt'te babasmn yamna defnedilmis ve Bursa alinirsa oraya defnini vasiyet etmisti. Bupun için 1326'da Bursa alindiktan sonra vasiyeti yerine getirilerek cesedi Bursa'ya nakledilip, Hisar'da (Saint Eli) namina yapilmis olan Gümüslü Künbed'e defnedilmistir. Fakat vekayün tetkikine göre vefatW in 1326'da Bursa'nin teslim alinmasindan sonra oldugu anlasiliyor.

Osman Bey zamaninda yasayan Islâm büyükleri :Silsile-i Sâdât-i Naksibendiyye'nin onuncu ve onbirinci halkalarini teskil eden, Hâce, Arif Rivgiri ve Hâce Mahmud Incir Fagnevi (k.s.)Hazretleri, seyh Saadettin Cibavi, Bahaüddin Veled ve müellif Pehlivan Mahmud Poyraz.

Erkek çocuklari : Pazarli Boy, Çoban Bey,Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savci Bey.

Kiz çocuklari : Fatima Hatun

Sarax
09-23-2008, 15:13
Orhan Gazi

Babasi . Osman Gazi
Annesi . Mal Hatun

Dogumu : (H. 680 - M. 1281)

Vefati : (H. 761 - M. 1360)

Saltanati : 1326 - 1359 (33) sene


Osmanli Devletini Osman Gazi kurmustu.Fakat onu teskilâtlandiran ve büyük bir devlet haline getiren Orhan Gazi idi.Orhan Gazi sari sakalli, uzunca boylu, mavi gözlü idi. Yumusak huylu ve merhametli, fakat yerine göre hiddetli ve secaatliydi. Fakirleri sever ve ulemaya hürmet ederdi. Son derece dindar, adaletli ve tebaasina kendisini sevdirmesini çok iyi bilirdi. Bizzat halk içine girer, onlarla yemek yer ve dertlesirdi.Hareketlerinde çok hesapli davranir ve hiç telâs etmezdi. Iznik'i fethettigi zaman hiristiyanlara göstermis oldugu insanca muamele,dillere destan olmustu.Orhan Gazi'nin her yönden büyük bir insan oldugunu sadece Türkler degil, barçok yabanci tarihçiler dahi tasdik etmislerdir.Orhan Gazi daha 15 yaynda iken harplere istirak etmis ve hayatinin büyük bir kismi harp meydanlarinda geçmistir. Babasindan 'i6.000 km. kare olarak teslim aldigi topraklari alti misline çikararak 95.000 km. kare yapmistir.Orhan Gazi bir devlet reisi sifati ile harplerde bizzat ordularinin basinda daima bulunmustur. Orhan Gazi devletin muntazam bir idare sistemine baglanmasi lüzumunu görmüs ve teskilât isini ise, Alâeddin Pasa ile, Seyh Edebali'nin bacanagi Çandarli Kara Halil Pasa'ya havale etmisti.Orhan Gazi zamaninda teskilâti üç noktada toplayabiliriz : Para, kiyafet, ordu.Orhan Bey'in büyük oglu Süleyman Pasa,kendisinden önce vefat etmistir. Kendi sagliginda iken baskumandanlik vazifesini ikinci oglu Murad Hüdavendigâr'a devretmistir.Osmanlilar tarafindan yaptirilan ilk cami (1333 - 1334) senesinde Iznik'te yapilan "Haci Özbek" Camiidir. Ve Orhan Gazi yaptirmi,stir.Bursa Medresesini Orhan Bey yaptirmis ve ilk "Sultan" lâkabi da O'nun zamaninda kullanilmistir. Yine ilk Osmanli parasi da Orhan Bey zamaninda basilmistir. Müslüman Türkler Avrupa'ya ilk defa Orhan Bey zamaninda geçmislerdir. Istanbul'un Anadolu yakasi tamamen Orhan Bey zamaninda Osmanli topraklarina katilmistir.

Yeni fethedilen hiristiyan topraklarinda yasayan yerli hiristiyan halktan Osmanli hayranligi, yeni fetihleri de kolaylastirmistir.Zamaninda fethedilen yerler :1326'da Bursa, 1329'da Iznik, 1337'de Gemlik'i fethetti ve Bizanslilara kary Palekanon(Maltepe) zaferini kazandi. 1345'de Karasi Beyligi ilhak edildi. 1354'de Ankara ve Gelibolu feihedildi.Orhan Gazi 1360 senesinde 79 yasinda vefat etmistir.

Türbesi ise Bursa'da Osman Gazi'nin türbesi yanindadir. Türbe dört köselidir.Içinde 4 tane büyük mermer sütun vardir. Türbe bu dört sütun üzerine oturtulmustur. Kubbesi genis ve kursunla örtülmüstür. Duvarlari sade ve beyaza boyanmistir. Tavaninda onar kandilli birer tane avize asilidir. Orta yerde Orhan Gazi'nin sandukasi bulunmaktadir. Etrafi;pirinç parmakliklar ile çevrilmistir. Sandukanin kuzey yönünde Cem Sultan'in oglu Abdullah,kapi tarafinda Ikinci Bayezid'in oglu Korkut,onun yaninda Orhan Gazi'nin ailesi Nilüfer Hatun ve oglu Kasim Çelebi ile Yildirim'in oglu Musa Çelebi vardir. Bu türbede yirmiiki tane mezar bulunmaktadir. Türbeyi ise Sultan Abdülaziz yaptirmistir.Silsile-i Sâdât-i Naksibendiyye'den Hâce Muhammed Bâbâ Semâsi (k.s.) Hazretleri, Seyh Edebali, Haci Bektas-i Veli bu devrin büyüklerinden olup, Orhan Gazi zamaninda vefat etmislerdir.

Erkek çocuklari :

Süleyman Pasa, Birinci Murad, Ibrahim,Halil, Kasim.

Kizi : Fatma Hatun

Sarax
09-23-2008, 15:13
Murad Hüdâvendigâr

Babasi . Orhan Gazi
Annesi . Nilüfer Hatun

Dogumu : 1326

Vefati : 1389

Saltanati : 1359 - 1389 (30) sene


Sultan Murad uzun boylu, degirmi yüzlü,iri burunlu idi. Kalin ve adaleli bir vücuda sahipti.Basina mevlevi sikkesi üzerine yuvarlak testar sarili bir baslik giyerdi. Çok sade giyinir ve kirmizi zeminli beyaz elbiseden hoslanirdi. Gayet nazik, sevimli, çok halim ve selimdi. Âlim ve sanatkârlara hürmet gösterir, fakirlere ve kimsesizlere büyük bir sefkatle muamele ederdi.Halk tarafindan "Gazi Hünkâr" diye anilir ve bir baba olarak sevilirdi.Terbiyesi ile annesi Nilüfer Hatun mesgul oldu: Gençligini Bursa'da medreselerde, ilim ve sarfat adamlari ile geçirdi. Bütün hayati sinir boylarinda ve harp meydanlarinda geçmistir. Hiç durmadan Rumeli'den Ana'dolu'ya, Anadolu'dan Rumeli'ye seferler yapmistir. Bu kadar harp mesguliyetleri arasinda, büyük ve kiymetli binalar, sanat eserleri meydana getirmeye de vakit bulmustur. Bursa'da camiler, medreseler ve imarethaneler yaptirmistir. Edirne'yi ilk defa O, hükümet merkezi yapmistir. Ilk Edirne sarayi da kendisi bina ettirmistir.Orhan Gazi'nin vefatinda 95.000 km. Kare olan topraklarin genisligini 500.000 km. Kareye çikardi.Zamaninda alinan yerler :1362'de Edirne, 1363'de eski Zagra ve Filibe fethedildi. 1364'de Sirpsindigi zaferi kazanildi ve Haçlilar perisan edildi. 1365'de Kara Biga Osmanli topraklarina katildi. 1369'da Hayrabolu, Kirklareli, Pinarhisar ve Vize alindi.1370'de Bulgar Kralligi Osmanlilara tâbi oldu.Bir müddet sonra da Çamurlu savay kazanildi. 1371'de Çirmen zaferi elde edildi, Haçlilar bir defa daha yenildiler. 1372'de Çatalca Bizans'tan alindi. 1374'de Sirbistan Osmanlilara tâbi oldu. 1375'de Nis fethedildi. 1378'de Kütahya Vilâyeti Osmanli topraklarina katildi.1382'de , Sofya fethedildi. 1383'de Candarogullari Osmanlilara tâbi oldu. 1385'de Arnavutlukun kuzeyi tamamen alindi,. 1386'da Karamanlilarla harp yapildi., 1388'de Silistre, Zistovi, Nigbolu, Plevne, Lofça, Deliorman ve Dobruca Türk hakimiyeti altina alindi. 1389'da Haçlilar bir defa daha perisan edildiler ve Islâm ordusunun yigitlikeri sonunda Kosova Meydan Muharebesi kazanildi. Ne yazik ki bu sanli zafer çok büyük bir aci ile neticelendi. Bütün gazileri derin bir matem içinde birakti. Söyle ki;bu zafer sonunda yaralilarin büyük bir kismi düsman askerleri idi. Yerdekiler arasinda tek türk Türk sehidi de vardi. Sultan Murad her sehidin önüne geldigi vakit büyük bir üzüntü ile "Inna lillâhi ve inna ileyhi râciün" diyor ve sehidin derhal kaldirilarak defnedilmesini emrediyordu. Yarali bir Türk'ün yanina geldigi zaman, onu oksuyor, yarasinin aciyip acimadigini ve bir arzusu olup olmadigini soruyordu.Böylece dolasirken biraz uzakta ölüler arasinda bir kimildama oldu. Sultan Murad o tarafa döndü. Ölüler arasindan, dev gibi uzun boylu bir Sirplinin kalktigi görüldü. Milos ismindeki bu Sirpli (Kral Lazar'in damadi) yerden kalkarak Padisaha dogru gelmeye basladi. Padisahin muhafizlari ise, Sirpli'yi derhal yakaladilar.Fakat Sirpli, padisahi mutlaka görmek istiyordu ve : "Beni birakiniz, korkmaniza lüzum yok.Ben Padisahin elini öpmeye ve hem de müslüman olmaya geldim. Ayrica size bir de müjdem var. Kral Lazar yakalandi, bakiniz getiriyorlar" dedi. Padisah onun sözlerini isitmisti.Isaret ederek birakmalarini söyledi. Muhafizlar da Kralin tutuldugu tarafa bakarlarken, yarali taklidi yapan hain Sirpli, Padisaha yaklasti, elini öpecekmis gibi egildi, bir anda ve yildirim sürati ile koltugunun altinda sakladigi hançerini çekerek, Gazi Hünkâr'in mübarek gögüs ve karnina sapladi. Muhafizlar neye ugradiklarini anlayamadilar. Katil kaçmaya basladi. Sonra muhafizlar kafiri yakalayarak parça .parça ettiler.Hünkâr'in son sözleri sunlardi : "Islâmin muzafferiyeti, benim sehit olmama bagli ise,sehadet serbetini nasip buyurmasini Cenab-i Hak'tan dua ve niyaz etmistim. Duam kabul buyuruldu. Hazreti Allah'a hamd ve sena olsun ki, Islâm askerinin zaferini gördükten sonra hayatim sona ermektedir. Oglum Bayazid'e biat ediniz. Sakin esirleri incitmeyiniz. Mal ve canlarina tecavüz etmeyiniz. Ben artik sizleri ve muzaffer ordumuzu Cenab-i Hakk'a emanet ediyorum. Mevla devletimizi bütün fenaliklardan korusun!" diyerek ebediyyete intikal etti. Sultan Murad'in hançerle parçalanan barsaklari, sehit oldugu yere bir türbe yapilarak gömüldü. ,Cesedi ise Bursa'ya nakledilerek Çekirge'deki türbesine defnedildi.Silsile-i Sadât-i Naksibendiyye'den Hâce Seyyid Emir Kilâl (k.s.) Hazretleri, Mugnullebib isimli eserin sahibi ve topun mucidi olarak bilinen Cemaleddin Abdullah Efendi, Buhari'nin sârihi Semseddin Kirmani, Birinci Murad zamaninda vefat etmislerdir.Ilk kazasker tayinleri, timar kanunu ve minarelerden salatu selâm okuma adetleri bu devirde baslamistir.

Erkek çocuklari : Yakub Çelebi, Yildirim Beyazid, Savci Bey ve Ibrahim.

Kiz çocuklari : Nefise ve Sultan Hatun.

Sarax
09-23-2008, 15:13
Yildirim Beyazid
(1360 - 1403)
(Saltanat 1389-1402)


Murad Hüdâvendigâr'in oglu, 4. Osmanli padisahi. Tahta çikar çikmaz Sirbistan bölgesindeki huzursuzluklari, ardindan halka zulüm yapan ve Osmanlilara bas kaldiran Anadolu Beylikleri'nin çikardigi ayaklanmalari bastirdi. Izmir haricinde bütün Bati Anadolu'yu Osmanli idaresine katti.

Yildirim Beyazid, bir kaç kere Itsanbul'u da kusatmis, bu maksatla Anadolu (Güzelce) Hisari'ni yaptirmistir. Fakat her defasinda kusatmayi yarim birakmak zorunda kalmistir.

1396 Nigbolu zaferi tek basina Osmanli'nin, Avrupa devletlerine karsi kazanilan en önemli savaslardan birisidir. Bu zafer Bati dünyasinin yani sira doguda da Osmanli Türk devletinin taninmasina sebep olmustur. Misirdaki Abbasi Halifesi, Yildirim Beyazid'e gönderdigi tebrikte "Sultan-i Iklim-i Rum " diye hitap etmistir. Öte yandan Yildirim'in güneyde Firat boylarina kadar genislettigi fetih hareketi, Bizans'in Istanbul Bogazi ve izmit Körfeszi'ni vurmasi üzerine yarim kaldi ve Yildirim Beyazid Istanbul'a dönerek tekrar kusatti. Ancak bu sefer de doguda Timur tehlikesi basgösterdi. Yildirim'dan öç almak isteyen Beylikler, Timur'a destek verdiler. Nihayet Ankara Çubuk ovasi çetin bir muharebeye sahne oldu. Esir düsen Yildirim, 7 ay sonra bu esarete dayanamayarak 1403'de vefat etti.

Sarax
09-23-2008, 15:14
Sultan Çelebi Mehmed

Babasi . Sultan Yildirim Bayezid
Annesi . Devlet Hatun

Dogumu : 1389

Vefati . 26 Mays 1421

Saltanati : 1413 - 1421 (8) sene


Çelebi Sultan Mehmed, orta boylu, yuvarlak yüzlü, çatik kasli, beyaz tenli, kirmizi yanakli, genis gögüslü idi. Kuwetli bir vücuda sahipti.Gayet hareketli ve cesurdu. Güres yapar ve çok kuvvetli yay kirislerini de çekerdi. Padisahligi müddetince bizzat 24 muharebede bulunmus ve kirka yakin yara almisti.Basinda kullanmis oldugu sarik, altin islemeli kavugu ile gayet güzel görünürdü. Içi kürklü ve yakasi dik olan bir kaftan kullanirdi.Müslümanlara karsi göstermis oldugu adaleti, ayni zamanda hiristiyan tebaasina karsi da gösterirdi.Çelebi Sultan Mehmed, tahsilini Bursa sarayinda tamamladi. Daha sonra babasi tarafindan Amasya sancagina vali tayin edildi.Valiligi sirasinda da devlet islerini ögrendi.Çelebi Sultan Mehmed'e bir bakima Osmanli Imparatorlugu'nun ikinci kurucusu gözüyle bakilabilir.

Onun uzun müddet ve basari ile yapmis oldugu mücadeleyi kisaca söyle siralayabiliriz Yesil Türbe (Çelebi Mehmed Türbesi Bursa) Evvela Anadolu'nun birligi için kardesleri ile mücadele etti. 1410 senesinde Süleyman Çelebi'yi, 1413 senesinde de Musa Çelebi'yi tasfiye ederek birligi sagladi. Osmanli tahtinda yalniz kalinca ilk isi etrafindaki beylikleri itaati altina almaya girismek oldu. 1414'de Karaman'a sefer yapti ve Karaman Bey'ini esir aldi. Ona "Bir daha müslümanlara zararim dokunmayacak" diye yemin ettirdikten sonra serbest birakti. Candar Beyligi'ni de hakimiyeti altina aldi. 1415'de Venediklilerle ilk deniz savasi yapildi. 1416 ve 1417 senelerinde Avrupa'ya akinlar düzenledi, büyük zaferler kazanildi.1419'da Tuna Nehri tekrar geçildi. 1420'de Eflak Voyvodasi bir harpte öldürüldü, yerine kardesi tayin edildi.

Candar Beyligi ise tamamen Osmanli topraklarina katildi. 1420'de Seyh Bedreddin diye birisi bugünkü komünizmin temel sartlarina çok benzeyen fikirlerle ortaya çikti Islâmi ilimleri de çok iyi bilen bu seyh bir çok fakir fukarayi sizi zengin yapacagim vaadiyle, gayri müslimleri ise "Sizin dininiz de haktir" diyerek etrafinda topladi. Birçok yerlerde mühim tahribatlar yapti. Sonunda yanindakiler dagitilip kendisi yakalandi ve mahkeme edildi. Mahkemede suçunu itiraf ederek idam edilmesini bizzat kendisi istedi ve idam edildi. Timur'un yanindan döndügü söylenen bir sehzade ile daha mücadele edip onu da saf disi yapti.

1421 yilinda 32 yasinda iken Edirne'de vefat etti. Naasi, Bursa'ya getirilerek Yesil Türbe'ye defnedildi. (Allah rahmet eylesin.)Çelebi Sultan Mehmed vefat edecegi sirada, Bayezid Pasa'yi yanina çagirtti ve Ona :"Halef olarak yerime oglum Murad'i tayin ettim. Bana karsi göstermis oldugun itaat ve sadakati ona karsi da göster. Derhal, Murad'i buraya getirmenizi istiyorum. Zira ben artik bu dösekten kalkamam. Murad gelmeden önce emr-i hak vaki olursa Murad gelinceye kadar sakin ölümümü kimseye duyurmayin." Sehzade Murad henüz Amasya'da iken,Çelebi Sultan Mehmed 26 Mayis 1421'de vefat etti. Padisahlar arasinda ilk defa vefati gizlenen zat kendisi olmustur.Tarikat sahibi Seyyid Serif Ali Cürcani,Kaamus-i Muhiyt sahibi Allame Mecdüddin Firuzâbâdi Sultan Çelebi Mehmed zamaninda vefat etmis büyüklerdi.

Erkek çocuklari : Mustafa Çelebi, Ikinci Murad, Ahmed, Yusuf, Mahmud.

Kizlari : Fatma ve SeIçuk Hatun.

Sarax
09-23-2008, 15:14
Sultan Ikinci Murat

Babasi Çelebi Sultan Mehmed
Annesi . Emine Hatun

Dogumu : 1402

Vefati .3 subat 1451

Saltanati : 1421 - 1451 (30) sene


Ikinci Murad, uzun boylu, beyaz tenli, dogan burunlu ve gayet güzel yüzlü bir padisahti. Çok güzel konusurdu. Kendisinin en büyük saadeti, Fatih Sultan Mehmed gibi esine ender rastlanacak ve çok kiymetli bir zatin babasi olmakti.Sultan Murad. süküneti ve huzurlu yasamayi arzu eden fakat icap ettigi takdirde gayet hareketli, cesur ve hiçbir seyden yilmayan bir kimse idi. Otuz senelik saltanati müddetince, memleketini çok büyük bir san ve serefle idare ederek, emri altinda bulunan herkeste, dindar. âdil ve lütufkâr bir padisah nâmi birakmistir.

Sultan ll. Murad çocuklugu Amasya'da geçti. 18 yasinda tahta çikti. Sâir ve hattatti.Çok iyi bir askerdi. Siirler yazmistir. Zamaninda Venedik donanmasiyla harbedildi. Selânik yeniden fethedildi. Düzmece Mustafa isyani oldu ve bu isyani bastirdi. 1422'de Istanbul'u muhasara etti. 1423'de Mora yeniden alindi. 1428'de Germiyan Beyligi Osmanlilara katildi. Venedik ve haçlilara karsi Güvercinlik zaferi kazanildi. 1430'da Selânik yeniden alindi. 1438'de Bosna'ya hakim olundu. 1439'da Belgrad muhasara edildi. 1443'de haçlilara karsi Izlâdi Derbendi zaferi kazanildi.1444 Temmuz'unda Segadin antlasmasi yapildi, fakat haçlilar sözlerinde durmadilar. Ikinci Murad küçük yastaki oglunu tahta çikarinca,ümide kapilarak Osmanli topraklarina girdiler.Oglu Ikinci Mehmed (Fatih) ordunun basina babasini baskumandan tayin etti. Kasim 1444'de Varna Zaferi kazanildi. Varna Zaferinden sonra Ikinci Murad tekrar tahta geçti. 1445'de Mora'ya ve Arnavutluga sefer açti. 1448 senesinin Ekiminde haçlilar yeniden saldirdilar.Bu defa da Ikinci Kosova Zaferi kazanildi. 1451 senesinde Sultan Murad bütün esirlerini saliverdi. 47 yasinda oldugu halde Edirne Sarayinda vefat etti. Vasiyeti üzerine Bursa'da Muradiye Camii yanina defnedildi. Mezarinin üzerini örtmemeyi, kenarlarina hafizlarin oturup Kur'an okuyabilmeleri için yerler yapilmasini ve Cuma günü mezara konulmasini vasiyet etmisti. Vasiyeti öylece yerine getirildi.Sultan Murad zamaninda memleketin bir çok yerlerinde, camiler, medreseler, saraylar ve köprüler yapilmistir. Bunlardan birisi Edirne'deki"Üç Serefeli Cami"dir. Cami'in yaninda bir medrese ve fakirler için bir imarethane mevcuttur. Yine Edirne'de "Muradiye Camii"ni bina ettirmistir. Bu caminin duvarlari ve mihrabi son derece güzel çinilerle süslenmistir. Bursa'daki "Muradiye Camii"ni ve Ergene Nehri üzerindeki 170 ayakli "Uzun Köprü"yü de Sultan Murad yaptirmistir.Silsile-i Sââdât-i Naksibendiyye'den, Hâce Yâkub Darhi (k.s.), ,Seyhi Emir Sultan, Haci Bayram Veli, Ibn-i Haceri Askalâni, Muhammediye kitabmin müellifi Yazicizâde Mühammed Efendi Ikinci Murad devrinde vefat eden büyüklerdir.

Erkek çocuklari : Fatih Sultan Mehmed, Ahmed, Alâaddin, Orhan, Hasan, Ahmed (ll.)

Kiz çocuklari : Sehzâde ve Fatma Hatun

Sarax
09-23-2008, 15:15
II.Mehmed (Fatih Sultan Mehmed)

Babasi . Ikinci Sultan Murad
Annesi . Huma Hatun

Dogumu : 29 Mart 1432

Vefati . 3 Mays 1481

Saltanati : 1451 - 1481 (30) sene


Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, uzun boylu, dolgun yanakli, kirmizi - beyaz tenli, kirik burunlu, kollari adaleli ve kuvvetli bir padisahti. Devrinin en büyük ulemasindan birisi idi. Yedi tane yabanci lisan bilirdi. Âlim, sâir

ve sanatkârlari toplar ve onlarla sohbetten çok hoslanirdi. Gayet sogukkanli ve cesurdu. Essiz bir kumandan ve idareci idi. Yapacagi isler hususunda, en yakinlarina bile hiç birsey sizdirmazdi.Fatih Sultan Mehmed'in ömrü seferlerle geçti. Yikilmaz diye bilinen Bizans'i yikti. Istanbul'u fethetti.Ayasofya kilisesini câmiye çevirdi. Kryamete kadar câmi olarak kalmasini istedigi bu muhtesem mâbed için mükemmel bir vakfiye yazdirtti. (Bu,vekâlet Arsivi Tapu Defterleri No:20, 27, 167, 251 )

1127 sene kilise, 481 sene de câmi olarak kullanilan Ayasofya, 1934'de müze haline getirildi.Fatih, Enez'i, Galata ve Kefe'yi Osmanli topraklarina dahil etti. Limni, Imroz, Semendirek, Tasoz, Bozcaada ve Bogdan'i ald.Belgrad'i muhasara ettigi zaman çarpismaya bizzat katildi. Alnindan ve dizinden ciddi sekilde yaralandi. 1458'de Mora'yi kismen, bir sene sonra da Sirbistan'i tamamen aldi. 1461'de Amasra'yi ve Isfendiyar Ogullari Beyligini Osmanli topraklarina dahil etti. Trabzon Rum Imparatorlugunu ortadan kaldirdi. 1462'de Romariya, Yayçeve Midilli'yi aldi. 1463 senesinde Papa'nin büyük gayretleri ile toplanan ve savasa katilan herkesin alti aylik günahinin affolunacagi ilân edilen 20 devletin katildigi bir haçli ittifaki ile 16 sene savasti. 1463'de Bosna'yi fethetti ve Hersek'i de tabiiyeti altina aldi . 1466'da Konya ve Karaman'i aldi. Arnavutlugu tamamen Osmanli topraklarina katti. 1470'de Agriboz'u aldi.Uzun Hasan'i Otlukbeli savasinda kesinlikle yendi. Zafer sükranesi olarak kirkbin esiri salivererek, hürriyetlerine kavusturdu. 1476'da Bogdan'i Osmanli topraklarina katti. Otuz sene içinde tam yirmibes seferi bizzat kendisi idare etti. 900.000 bin kilometrekare olan topraklarini 2.214.000 kilometrekareye ykardi.Fatih Sultan Mehmed, Venedikliler tarofindan tertiplenen tam ondört suikastten kurtuldu. Son suikastten ise kurtulamadi. Venedikliler, bu büyük hükümdari, aslen bir yahudi olan Maesto Jakopo isimli bir doktor vasitasiyle zehirleterek öldürmeye muvaffak oldular. Tarihçi Babinger'e göre bu suikastçi doktor, Yakup Pasa ünvani ile sarayin doktorlari arasinda bulunuyordu.



Fatih Sultan Mehmed döneminde Osmanli haritasi

1481 Mayisinin üçüncü günü yine bir sefere çikmisken, Gebze'de ordugâhinda Persembe günü vefat etti. Papa, Büyük Hakanin ölümünde tam üç gün üç gece bütün kiliselerin çanlarini çaldirtarak sevinç ayinleri yaptirdi. Fatih 49 sene bir ay bes gün yasadi. Iki imparatorluk, dört krallik ve onbir prenslik yikan büyük hükümdarin cenaze namazi Fatih Camiinde Seyh Muslihiddin Mustafa Vefa Efendi Hazretleri kildirdi. Türbesi Fatih Camii yanindadir. (Allah rahmet eylesin.)

Fatih, Müslüman Türk Milletine yapmis oldugu büyük hizmetlerle, dünyanin en büyük hükümdarlarindan birisi oldugunu isbat etmistir. Istanbul gibi, cihanin bir incisi olan, bu muhtesem beldeyi Türk Milletine kazandirmistir. Yapmis oldugu çalismalar ile, memleketinde büyük çapta bir imar hareketini gerçeklestirmistir. Bugünün üniversitesi olan (Fatih Külliyesi)ni 1470 senesinde tamamlamis, Istanbul'u fethettigi zaman 8 tane kiliseyi camiye çevirmis, etrafindaki papaz odalarini da medrese yapmistir. Ayrica bir çok Anadolu kasabasinda da medreseler yaptirmistir.Hz. Eyyüb EI - Ensâri'nin (r.a.) kabri Fatih zamaninda kesfedildi. Delâil-i Hayrat müellifi Seyh Süleyman Cezuli ve Allame Ali Kiasi Fatih devrinde vefat ettiler.

Erkek çocuklari : Mustafa, Ikinci Bayezid, Cem, Korkud.

Kizi : Gevherhan Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:15
Sultan II. Bayezid

Babasi . Fatih Sultan Mehmed
Annesi . Mükrime Hatun

Dogumu : 3 Aralik 1447

Vefati . 26 Mays 1512

Saltanati : 1481 - 1512 (31 ) sene


Ikinci Bayezid, uzun boylu, genis gögüslü ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Yüzü yuvarlak ve gözleri elâ idi. Cesur ve atilgandi. Ayni zamanda çok halim, selim ve dinine bagli bir padisahti. Babasi Fatih Sultan Mehmed Han ilmi karsi büyük bir sevgi besledigi için, oglu Bayezid'e her seyden evvel kuvvetli bir tahsil vermeyi düsünmüstü. O devrin en meshur âlimlerinde ders okutturmus, bütün Islâmi ilimleri en iyi sekilde ögretmisti. Ikinci Bayezid, dinine çok bagli oldugu için kendisine (Bayezid Veli) denildi. Bayezid Veli, sâirleri saraya toplar onlarla sohbet ederdi. Bayezid Veli çok alim bir zat idi. Arapça ve Farsçayi gayet iyi bilirdi. Islâmi ilimlerin yani sira matematik ve felsefe tahsili de yapmistir. Çagatay lehçesi ve Uygur alfabesini de ögrenmisti. Hattat ve bestekârdi. Avni mahlasiyla Siirler yazardi. Ulemâ ve sanatkârlar için ayrica bir para fonu ayirmisti.Bayezid Veli padisah olduktan sonra, kardesi Cem Sultan ile 14 sene mücadele etti.Kilye ve Akkerman'i fethetti. 1484 - 1485'de Misir Memlükleri ile harbe girdi. Devrinde Belgrad üçüncü defa kusatildi ve tarihte ender görülen Abdina Zaferi elde edildi. Denizden Ispanya'ya sefer açildi. Endülüs Müslüman Devletinin yardimina gönderilen bu donanma kiyi sehirlerine baskinlar düzenledi. Karsisina çikacak bir devlet olmadi. Osmanli Devleti tarihinde, akincilarin Avrupa'nin içlerine kadar akinlar düzenledigi devir bu devirdir. Venedik'i dahi bu akincilar istila edip, ta Varsova'ya kadar gittiler. 1483'de tarihin sayili deniz savaslarindan olan Sapienza Deniz Zaferi kazanildi. 1500'de Inabahti fethedildi. Koron, Modon ve Navarin kaleleri alindi.Anadolu'da basgösteren Sahkulu isyani bastirildi. Ogullarinin en kudretlisi olarak kabul ettigi Sehzade Selim'in israrli hareketleri karsisinda tahtindan ferâgat, etti. Dimetoka Sarayinda oturmak istedi ve bu maksatla yola çikti. Çok rahatsizdi. Dimetoka'ya varamadan Havsa kasabasinin Abalar köyünde vefat etti. Cenazesi kendi yaptirdigi Bayezid Camii türbesine defnedildi. 62 yasinda idi. Vefati duyulunca, en çok harp yaptigi Misir'da bile cenaze namazi kilindi. Tahta çiktiginda 2.214.000 km. kare olan Osmanli topraklarini 2.375.000 km. Kareye kardi.Veziri Azamlari (Basbakanlari): Koca Davut Pasa, Hadim Ali Pasa, Hersekzade Ahmed Pasa, Ikinci Ibrahim Pasa, Ishak Pasa ve bir yanginda ölen Mesih Pasa.Seyhülislâmlari : Molla Gürani, Molla Abdülkerim ve Zembilli Ali Efendi.Kaptan-i Deryalari : Küçük Davud Pasa,Hersekzade Ahmed Pasa, Iskender Bey, Haci Mesih Pasa, Güvegi Sinan Pasa ve Karanisanci Vezir Davud Pasa.

Silsile-i Saâdât-i Naksibandiyye'den Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) Mimar Ibrahim Tennuri Kayseri, Seyh Abdullah Ilâhi, Mevlanâ Abdurrahman Câmi, Seyh Ebu'I Vefa. Kesteli,Seyh Seyyid Ahmed Neccâri, Seyh Niyazi, (Haci Halife) ve Abdullah Esref Izniki Ikinci Bayezid devrinde vefat etmis büyüklerdir.

Erkek çocuklari : Mahmud, Ahmed, Sehinsah, Yavuz Sultan Selim, Mehmed. Korkud, Abdullah, Alimsah.

Kiz Çocuklari : Aynisah, Gevher Mülük Sultan, Hatice Sultan, Selçuk ve Hüma Hatun.

Sarax
09-23-2008, 15:15
Yavuz Sultan Selim

Babasi . Ikinci Bayezid
Annesi . Gülbahar Hatun

Dogumu : 10 Ekim 1470

Vefati . 22 Eylül 1520

Saltanati : 1512 - 1520 (8) sene


Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, genis omuzlu, kalin kemikli ve omuzlari arasi genis yuvarlak basli, kirmizi yüzlü ve çatik kasli,uzun biyikli yigit bir padisah idi. Sert tabiatli ve cesurdu. Bu yüzden muharebeyi Cok severdi. Kuvvetli bir ilim tahsili yapmisti. Edebiyata meraki vardi. Bir çok Farsça Siirler yazmistir.Siirleri en yüksek bir divan sâiri kadar kuvvetlidir. Genis bir kültür ve siyasete sahipti.Harpten hoslanmakla beraber Cok ince bir ruha da sahipti.Iran'a yaptigi seferde Sah Ismail'i 12 saatte perisan etti. Sah Ismail'in iki karisi da esir oldu. Ordugâhtaki hazine ve altin taht ele geçirildi. Iran'in o zamanki bassehri Tebriz'e girdi. 2500 km.lik bir yolu yürüyerek gelip böyle parlak bir zafer kazanmak tarihte esine az rastlanir seylerdendir.Adana, Gaziantep, Hatay, Urfa, Diyarbakir, Mardin, Sürt, Mus, Bingöl, Bitlis, Tunceli vilâyetlerini Osmanli topraklarina katti. Dulkadir Beyligi'ni, Musul, Kerkük ve Erbil'i Osmanli hudutlarina dahil etti. Eyyübi Melikligi'ni aldi.1516'da Misir seferine çikti. 27 Temmuz'da Ramazanogullari Beyligi'ni ilhak etti. 24 Agustos'ta Misir Memlükleri ile Mercidabik Ovasinda karsilasti. Memlükleri kesin bir sekilde maglub etti. 28 Agustos'ta Haleb'e girdi. 29 Agustos 1516'da bütün mukaddes emanetler Istanbul'a getirildi. Suriye, Lübnan ve Filistin tamamen fethedildi.Kendi zamanina gelinceye kadar hiçbir hükümdarin göze alamadigi bir isi yapti ki,koskoca Sina Çölü'nü 13 günde geçti. Birinci Cihan Harbinde, yeni teknigin verdigi imkânlarla bu çöl 11 günde geçilebilmistir. (Türkiye Tarihi, Yilmaz Öztuna, Hayat Yayinlari) 22 Ocak 1517'de Memlükleri Ridaniye'de tekrar yendi ve Kahire fethedildi. Yavuz, Memlük sultaninin cenazesini bizzat omuzlarinda tasidi.Kahire'nin fethinden sonra Istanbul'a gelen Misir ulemâsi ile, Türk ulemâsi Yavuz'un halife olmasini kararlastirdi. Daha sonra Halife Üçüncü Mütevekkil Ayasofya Camiinde minbere çikarak Yavuz'un hilâfetini ilân etti. Mütevazi hükümdar, her ögün yemekte tek çesit yemek yerdi ve agaçtan tabaklar kullanirdi. 22 Eylül 1520'de Aslan Pençesi denilen bir çiban sebebi ile vefat etti. Hayatinin son dakikalarinda Yasin-i Serif okuyordu. Oglu Kanüni Süleyman, Fatih Cami'inde namazini kildiktan sonra, Sultan Selim Cami avlusundaki türbeye defnettirdi. (Allah rahmet eylesin.)Tahti devraldiginda 2.375.000 km. kare olan Osmanli topraklarini 6.557.000 km. kareye çikarmistir. Bu büyük fütuhati ise sadece 4 seneye sigdirmistir.Mevahib sahibi Seyh Imam Ahmed Kastalâni, Emir Buhâri ve Reisü'I Hattâtiyn Seyh Hamdullah, Yavuz Sultan Selim zamaninda vefat eden sahsiyetlerdir.

Erkek çocugu : Kanüni Sultan Süleyman.

Kiz çocugu : Hatice Sultan, Fatma Sultan, Hafsa Sultan, Sah Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:15
Kanuni Sultan Süleyman

Babasi . Yavuz Sultan Selim
Annesi . Hafsa Hatun

Dogumu : 27 Nisan 1495

&127; etati . 7 Eylül 1566

Saltanati : 1520 - 1566 (46) sene


Kanüni Sultan Süleyman, Trabzon'da dünyaya geldi. O sirada babasi orada vali idi. Babasi O'nu küçük yastan itibaren çok titiz bir sekilde yetistirmeye basladi ve emsali görülmeyen bir terbiye ve tahsil ile yetistirildi. 26 yasinda padisah oldu. Çok ciddi ve vakurdu. Teenni ile hareket ederdi. Yapacagi isler hakkinda hiç acele etmez, gayet genis düsünür ve verdigi emirden geri dönmezdi. Is basina getirecegi adamlarin kabiliyet derecelerine göre vazife verirdi. Kanüni'nin yüzü yuvarlak, gözleri elâ, kaslari arasi biraz açik, dogan burunlu, uzun boylu ve seyrek sakalli idi. Azim ve irade sahibiydi. Devri Türk hakimiyetinin kemale ulastigi bir devir olmustur.Kendisine Kanüni denmesi, yeni kanunlar icad etmesinden degil, mevcut kanunlari yazdirtip çok siki bir sekilde tatbik etmesinden dolayidir. Zamaninda Ingiltere Krali . Vlll. Henri,Istanbul'a bir heyet gönderip, adalet mekanizmasinin nasil isledigini tetkik ettirerek kendi memleketine örnek almistir.Avrupâ tarihçilerinin Muhtesem Süleyman dedikleri büyük hükümdar, büyük dedesi Fatih gibi sayisiz seferlere bizzat kendisi istirak etmistir.Zamaninda cereyan eden mühim hadiselerden bazilari sunlardir :1522 senesinde Rodos'u aldi. Fransa KraIinin yardim istegini kabul ederek Alman Imparatoruna bir mektup yazdi ve Alman Imparatoru, Birinci François'i serbest birakti.1526'da Mohaç Muharebesi ile Macaristann ortadan kaldirdi. Budapeste'yi fethetti.1529'da Viyana'yi kusatti. 1532'de Avusturya seferine çikti. 1533'te Almanya ile anlasma imzalandi. 1537'de Otranto fethedildi. Ancak, Venedik Savasi sebebiyle daha sonra ordu Otranto'dan çekildi. 1543'de Estergon, Istoini ve Belgrad'i fethetti.Barbaros kardesler Akdeniz'de yenmedik donanma birakmadilar ve Kuzey Afrika'yi alarak Osmanli topraklarina bagladilar. Kirim Hanlari, Moskova'ya kadar ilerlediler.Hint Okyanusu'na donanma gönderilerek oradaki müslümanlara yardimlarda bulunuldu.Sudan ve Habesistan'da fetihler yapildi.1548'de Tebriz dördüncü defa alindi.Osmanlilarin en büyüklerinden birisi olan Muhtesem Padisah 7 Eylül 1566 günü savas meydaninda iken ahiret âlemine irtihal etti. Oanda Zigetvar kusatmasini idare ediyordu. Vefatinda 71 yasini 4 ay 10 gün geçiyordu. 46 sene padisahlik yapti. Büyük bir devlet adami ve ünlü bir sairdi. Meshur siirlerinden birisi sudur:

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.

Olmaya devlet cihanda, bir nefes sihhat gibi.

Saltanat dedikleri bir cihân kavgasidir.

Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi.

Babasindan 6.557.000 km. kare olarak devraldigi Imparatorlugun topraklarini, 14.893.000 km. kareye çikarmisti.Cenaze namazini Seyhülislâm Ebussuud Efendi ve Nakibü'I - Esraf Taskentli Muhterem Efendi kildirmistir. Süleymaniye Camii avlusundaki türbesinde gömülüdür. (Allah rahmet eylesin.)

Silsile-i Saadâd'tan Hâce Muhammed Zâhid Bedahsi (k.s.) Hazretleri, Seyh Sünbül Sinan, Ibrahim Gülseni, Seyh Hamidullah'in oglu Hattat Mustafa'Dede, Kara Davud, Beyzavi'ye hasiye yazan Seyhzade, Humayünnâme sahibi Alâaddin, Mülteka sahibi Ibrahim Halebi, Sahidi Ibrahim Dede, Ahteri sahibi Mustafa Efendi,Lügat sahibi Nimetullah Efendi, Seyh Merkez Efendi, Kirklardan Hizir Efendi ve Isbah müellifi Ibni Neciym, Kanüni devrinde yasamis ve yine o devirde vefat etmis büyüklerdir.

Erkek çocuklari : Ikinci Selim, Bayezid, Abdullah, Murad, Mehmed, Mahmud, Cihangir, Mustafa.

Kiz çocuklari : Mihrimah Sultan, Raziye Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:15
Sultan Ikinci Selim

Babasi . Kanuni Sultan Süleyman
Annesi . Hürrem Sultan

Dogumu : 28 Mays 1524

Vefati . 15 Aralik 1574

Saltanati : (1566-1574) (8) sene


Ikinci Selim, orta boylu, alni açik, mavi gözlü, ince kasli ve sarisin bir padisahti. Zamaninda cereyan eden mühim hadiselerden bazilari sunlardir :Komsu devletlerle sulh anlasmalari yapildi. Indonezya'ya denizden sefere Çikildi. Hindistan ve civarindaki müslüman hükümdarlara istekleri üzerine yardimlarda bulunuldu. Bir Türk gölü haline gelen Akdeniz'deki Kibris korsanlari, devamli devletin donanmasina ve ticaret gemilerine zarar verdiginden Kibris'in fethine karar verildi. Lala Mustafa Pasa tarafindan Kibris birbuçuk sene içinde tamamen fetholundu. Kibris'in imdadina gelen haçli donanmasi Inebahti'daki Türk donanmasini yakinca, padisah üzüntüsünden günlerce uyuyamadi. Çok kisa bir zaman sonra eski donanmadan kat kat üstün yeni bir donanma yapilip yine Akdeniz'e açildi. Bir sene içinde tam 158 gemi ile yeni donanma denize açilinca,Venedikliler sanki galip degil de maglüb bir devletmiscesine bir anlasma imzalamak mecburiyetinde kaldilar.Ayasofya Camii yeniden onarildi. Selimiye Camii o devrede insa edildi. Kirim Hanligina,Rusya seferine Çikma izni verildi ve Rusya vergiye baglandi.Tunus sehri fethedildi ve bütün Tunus, Osmanli topraklarina katildi.Ikinci Selim de babasi gibi sairdi. Saheser bir beyti :

Biz bülbül-i muhrik-i dem-i sekvayi firâkiz

Ates kesilir geçse sabâ gülsenimizden.

Son devrin ünlü sairlerinden Yahya Kemal, Ikinci Selim'in bu beyti için, Selimiye kadar güzel bir Siir, demistir.Babasindan 14.892.000 km. kare olarak devraldigi Imparatorluk topraklarini, 15.162.000 km. kare olarak birakmistir. 15 Aralik 1574 günü vefat etmis, dedesi Yavuz gibi ancak sekiz sene padisahlik yapmistir. Ayasofya'daki türbesine gömülmüstür. (Allah rahmet eylesin.)

Ebussuud Efendi, Seyh,Mehmed Âsik Efendi, Kastamonulu Seyh Saban Efendi, Birgili Mehmed Efendi, Sakâik'a zeyl yazan Âsik Çelebi ve Kinalizade Ali Efendi, Sokollu Mehmed Pasa, Ikinci Selim devrinde vefat eden büyüklerdir.

Erkek Çocuklari : Üçüncü Murad, AbdulIah, Osman, Mustafa, Süleyman, Mehmed,. Mahmud, Cihangir.

Kiz çocuklari : Fatma Sultan, Sah .Sultan,Cevherhan Sultan, Esma Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:16
Sultan Üçüncü Murad

Babasi . Ikinci Selim
Annesi . Nurbânu Sultan

Documu : 4 Temmuz 1546

Vefati . 16 Ocak 1595

Saltanati : 1574 - 1595 (21 ) sene


Üçüncü Murad, orta boylu, degirmi yüzlü,kumral sakalli, elâ gözlü ve beyaz tenli bir padisahti. Çok cömertti, herkese yardim etmeyi severdi.Zamaninda cereyan eden mühim olaylar :Venedik'le anlasma yenilendi. Portekiz'le Vâdisseyl muharebesi yapildi ve Portekizliler kesin bir sekilde maglüb edildi. Ispanya'ya karsi Ingiltere'ye yardimlar yapildi. Lehistan kraIinin tayininde çikan mücadele kazanildi ve 1577'de Lehistan devleti de Osmanlilara tâbi oldu.1511'de Osmanli tabiiyetinde bulunan Kirim Hanligi Rusya'ya harb ilân etti. Moskova'ya kadar ilerleyerek Rusya'yi vergiye bagladi.1578'de Iran'la savaslar basladi. çildir Zaferi elde edildi, Tiflis ve Sirvan fethedildi. Hazar Denizine kadar Osmanli hakimiyetine alindi. Tarihte meshur Tiflis müdafaasi yapildi.Kaledeki bir avuç asker kedi ve köpeklere varincaya kadar yiyerek kaleyi teslim etmediler.27 günde Kars Kalesi yapildi 1583'de Mesâleler Zaferi kazanildi ve Revan fethedildi.

1585'de Tebriz dördüncü defa fethedildi.Gence sehri alindi.1590'da Iran'la sulh yapildi. 1593'de Almanya'ya harb ilân edildi.1594'de Yanikkale fethedildi.

Bu devirde Osmanli topraklarinin genisligi 19.902.000 km. kareye yükseldi. Osmanli Imparatorlugu en genis topraga bu zamanda sahib bulunuyordu.Üçüncü Murad 16 Ocak 1595'de 49 yasinda iken vefat etti. Ayasofya Camii avlusuna gömüldü. (Allah rahmet eylesin.)Besiktas'taki Yahya Efendi Türbesini O yaptirmisti. Fethiye Camiini de kiliseden camiye o çevirmisti.Beyzavi Tefsirine Hâsiye yazan Sinan Efendi (H. 986), Seyh Üftâde Hazretleri (H.989), Ahi Çelebi, Uryani Mehmed Dede ve Sakâik'a zeyl yazan Lütfi Mustafa Efendi, Molla Cami'ye serh yazan Muharrem Efendi, Gülistan'a serh yazan Sam'i Efendi, Vankulu Lügatinin sahibi Mehmed Vani Efendi (H. 1000) bu devirde vefat eden büyüklerdir.

Erkek çocuklari : Üçüncü Mehmed, Selim,Bayezid, Mustafa, Osman, Cihangir, Abdullah,Abdurrahman, Abdullah, Hasan, Ahmed, Yakub, Alemsah, Yusuf, Hüseyin, Korkud, Ali,Ishak, Ömer, Alaüddin, Davud.

Kiz çocuklari : Ayse Sultan, Fatma Sultan, Mihrimah Sultan, Fahriye Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:16
Sultan Üçüncü Mehmed

Babasi .Üçüncü Murad
Annesi . Safiye Hatun

Dogumu : 26 Mays 1566

Vefati . 21 Aralik 1603

Saltanati : 1595 - 1603 (8) sene


Üçüncü Mehmed, Manisa'da dogdu. Cok kuvvetli bir ilim tahsili yapti. Orta boylu, kumral saçli ve güzel yüzlü idi. Dinine çok bagliydi ve tasavvufa da çok meraki vardi. Hz. Peygamberimizin mübarek ismi anilinca, saygi için derhal ayaga kaikardi.Ismini Fatih'e benzemesi için dedesi Kanuni, "Mehmed" koymustur. Üçüncü Mehmed devri, Osmanli Imparatorlugunun duraklama devrine rastlar. Nitekim Avrupa topraklarinda, Devleti Aliyye, birçok kalelerini Avrupalilara teslim eder. Sadrazam Koca Sinan Pasa'nin basarisizligini gören Üçüncü Mehmed, bizzat sefere çikmis, Haçova Meydan Savayi Avrupalilara karsi kazanmis ve Egri Kalesini fethetmistir. Tarihte Egri Fatihi diye anilir. Bu devirde Türkiye Iran yeniden savasa baslamistir. Vezirlerin ve ulema sinifindan bazi kimselerin, adam kayirmalari, ehliyetsiz olduklari halde bir çok kimseleri ehliyetli ve üstün kabiliyetli olarak padisaha tavsiyede bulunmak Için, padisahi ve Devleti Aliyyeyi güç durumlarda birakmistir.Üçüncü Mehmed, zamaninda çikan iç isyanlarla (Celâli Isyanlari ile) ugrasmis, disarida ise topraklar kaybedilmistir. Meshur Kanije Kalesi müdafaasi, Tiryaki Hasan Pasa tarafindan bu devirde yapilmistir. Üçüncü Mehmed genç yasinda iken 1603 senesinde vefat etmistir. (Allah rahmet eylesin.)Üçüncü Mehmed de sâirdi ve Adli mahlasiyla siirler yazmistir. Siirlerinden birisi de söyledir :

Yokdurur zulme rizamiz, adle biz mâilleriz.

Gözleriz Hakkin rizasini emrine kaailleriz.

Arifiz, âyine-i âlem - nümadir gönlümüz.

Rüzgârin cünbüsünden sanmayin gaafilleriz.

Püse-i ask içre Adli kaal ezelden kalbimiz,

Gill-ü gisdan hâliyiz, âlemde sâfi dilleriz.

Silsile-i Saadâd'tan Mevlânâ Muhammed Hâcegi Emkengi (H. 1008) ve Mühammed Bâki Billah Hazretleri (H. 1013), Sâir Bâki (H. 1008),Hasimi Osman Efendi (H. 1004), Tezkire sahibi Hasan Çelebi Efendi (H. 1013) Üçüncü Mehmed devrinde vefat eden büyüklerdir.

Erkek çocuklari : Birinci Ahmed, Birinci Mustafa, 5elim, Mahmud.

Kizlarinin isimleri bilinmiyor.

Sarax
09-23-2008, 15:16
Sultan Birinci Ahmed

Babasi . Üçüncü Mehmed
Annesi . Handan Sultan

Dogumu : 18 Nisan 1590

Vefati . 22 Kasim 1617

Saltanati : 1603 1617 (14) sene


Birinci Ahmed, Kanuni'den sonra devlet isleri ile bizzat kendisi ugrasan çok gayretli bir padisahti. Çok sade giyinirdi. Çocuk denecek yaslarinda bile almis oldugu kararlar mükemmeldi. Daima ilim ve irfan sahibi büyük zatlarla istisare eder, onlara akil danisirdi.Birinci Ahmed, 14 yasinda padisah oldu.14 sene padisahlik yapti ve ondördüncü Osmanli padisahidir. Çok mükemmel bir tahsil görmüstür. Ayni zamanda iyi bir sâirdi. Bahti mahlasiyla yazdigi siirlerinden tesekkül eden bir divani vardir.

Dinine çok bagli bir müslüman hatta büyük bir veli idi. Alti büyük minareli ve 16 serefeli Sultanahmed Camiini bina ettirdi. Peygamberimiz Hz. Muhammed Efendimize (s.a.v.)bagliligi o kadar ileri idi ki, Efendimiz Hazretlerinin mübarek ayak izlerinin resmi içine bir siir yazmis ve o siiri kavugunda ölünceye kadar tasimistir. O siir ise sudur :

N'ola tâcim gibi basimda götürsem dâim

Kadem-i resmini ol Hazreti sâhi Rusülün.

Gül-i Gülzâri Nübüvvet, o kadem sahibidir.

Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün.



1. Ahmed döneminde Osmanli haritasi

Kâbe'nin örtüleri bu devirde Istanbul'dan gitmeye basladi. Bu zamana kadar ise Misir'dan gönderiliyordu.Sultan Ahmed tahta çiktiginda, Osmanli Devleti, içte Celâli isyanlari, doguda Iran ve batida Almanya ve müttefikleri ile savas halinde idi. Almanya fena sekilde hirpalandi ve sulh istedi. Zitvatorok Antlasmasi imzalandi.1611 senesinde Celâli isyanlari tamamen bastirildi. Sira üçüncü gaile olan Iran'a geldi. Nihayet Iran ile de antlasma yapildi.

Akdeniz'de çok mühim deniz muharebeleri kazanildi.1605'de Estergon ve Uyvar fethedildi. Ayni sene son derece basarili bir Avusturya seferi yapildi. Macaristan Kralina taç giydirildi.Denizlerde Malta seferi yapildi.Sultan Ahmed 1617 senesinde vefat etti.Sultanahmed Camii yanindaki türbesine defnedildi. (Allah rahmet Eylesin.)

Tesâniyi sahibi Mevlânâ Aliyyül Kaari (H.1014), Mugnillebib sârihi Seyh Ebü Abdullah Muhammed (H. 1018), Hattat Hasan Çelebi Üsküdari (H. 1023) ve Karaca Ahmed (H. 1024)Sultan Ahmed devrinde vefat etmis büyük zatlardir.

Erkek çocuklari : Ikinci Osman, Dördüncü Murad, Sultan Ibrahim, Bayezid, Süleyman, Kasim, Mehmed, Hasan, Selim, Hanzâde, Ubeyde.

Kiz çocuklari : Gevherhan Sultan, Ayse Sultan, Fatma Sultan, Atike Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:16
Sultan Birinci Mustafa

Babasi: Üçüncü Murad
Annesi: Handan Hanim

Dogumu:1592

Vefati: 20 Ocak 1639

Saltanati:1617-1623 (5) Sene


Birinci Mustafa güzel yüzlü seyrek sakalli ,sari benizli ve iri gözlü bir padisah idi.Akli muvazenesi bozuk oldugu halde tahta çikarildi. Fakat saltanati üç ayi henüz geçmisti ki, Seyhülislâmin fetvasi üzerine tahttan indirildi. Yerine Ikinci Osman (Genç Osman) tahta çikti.1622 senesinde yine bir entrika ile tahtan indirilen Genç Osmanin yerine tekrar (Mustafa I) geçti.Yedikule'de sehid edilen Genç Osman'in yerine ikinci defa tahta Cikarildi.Halbuki akli muvazenesi yine yerinde degildi.Zamaninda tarihteki meshur Sultanahmed vakasi meydana geldi. Halktan bir yigit "Sultan Osman'i niçin öldürdünüz?" diye askerlerin üzerine yürüdü. Çesitli manevralarla tam 80 kisinin ölmesine sebep oldu. Bir müddet sonra Kapukulu sipahileri ayaklandi. Genç Osman'i öldürdügü bilinen Davut Pasa idam edildi.Handan Sultan 8 Ocak 1623 tarihinde devlet erkânini toplanarak karar verip aklen yetersiz olan Ikinci 20 Ocak 1639 Mustafa'yi tahttan indirdiler. Seyhülislâm Es'ad Efendi nin, tahttan indirilmesine vermis oldugu

Fetvasinda :Akli dengesi bozuk olanin Hilafeti Caiz olmaz dedi.

Vefatinda 47 yasinda idi.

Çocugu yoktu.

Sarax
09-23-2008, 15:17
Ikinci Sultan Osman

Babasi . Birinci Ahmed
Annesi . Mahfiruz Haseki Sultan

Dogumu : 3 Kasim 1604

Vefati . 10 Mayis 1622

Saltanati : 1617 - 1622 (5) sene


Genç Osman istanbul'da dünyaya geldi.Annesi onun yetismesi için çok titiz davrandi.lyi bir terbiye ve tahsil yaptirdi. Genç Osman.zeki ve enerjik bir padisahti. Biyiklari henüz terlememis olan Ikinci Osman sima itibari iIe çok güzeldi.26 Subat 1618 senesinde, amcasi Birinci Mustafa akli yetersizligi sebebiyle ve ulemanin fetvasi üzerine tahttan indirilince padisah oldu. Çocuk yasta olmasina ragmen mükemmel ve muazzam plânlari vardi. Büyük Lehistan seferine bizzat katilarak baskomutanlik yapti. Atilgan, cesur ve gözü pek olan bu padisah yasasaydi ikinci bir fatih olurdu diyenler vardir. Ayni zamanda hattat ve sâirdi. Bir beyti de sudur:

Niyetim hizmet idi saltanat ve devletime,

Çalisir hasid ü bedhah aceb nekbetime.

Çok büyük emeller ve plânlar üzerinde duran genç padisaha hasedcilerin hasedi kabardi. Kendisine plânlarini tatbik etmesinde yardim edecek bir vezir veya bir sadrazam bulamadi. Tarihte esine az rastlanir bir fecaatle tahttan indirilerek Yedikule Zindanlarinda bogdurularak ,sehid edildi.Ayni sene içinde Istanbul Bogazi donmus,Istanbul'dan Üsküdar'a yaya olarak geçilmisti. Yine ayni sene günes tutulma hadisesi, vâki olmustu. Babasi Birinci Ahmed'in, Sultan Ahmed Camii yanindaki türbesine defnedildi. (Allah rahmet eylesin.)

Sâir Nevi, onun vefati üzerine sunlari yazdi :
Bir sâh-i âlisan iken, sâh-i cihâna kiydilar.

Gayretli,genç aslan iken, sâh-i cihanda kiydilar.

Gazai bahadir Hân idi, ali nesli sultân idi.

Namiyla Osman Hân idi, sâh-i cihâna kiydilar.

Molla Gânim Bagdâdi ve Seyh Ebu'I Gays bu devirde vefat etmislerdir.


Erkek çocuklari : Ömer, Mustafa.

Kiz çocugu : Zeyneb Sultan.

Kaynak: Sarax (http://sarax.tr.gg)

Sarax
09-23-2008, 15:17
Sultan Dördüncü Murat

Babasi . Birinci Ahmed
Annesi . Kösem Sultan

Dogumu : 27 Temmuz 1612

Vefati . 9 Subat 1640

Saltanati : 1623 - 1640 (17) sene


Dördüncü Murad Istanbul'da dogdu. Iyi bir tahsil gördü. Çok kuvvetli bir vücuda sahipti.200 okkalik gürzleri rahatça kaldirabiliyordu.En kuvvetli yaylar çeker, çok uzaklara cirit atardi. Attigi oklar ile kalkanlari bile delebiliyordu.

Çok küçük yasta padisah oldu. Bir müddet devlet islerine bakamadi. Devrinde 1624 ve 1625 senelerinde Anadolu'ya iki sefer yapildi.Celâli isyanlari bastirildi. Çok degerli bir sâir olan padisahin. daha çocuk yasta iken Bagdati muhasara eden ve padisahtan yardim isteyen sadrazama verdigi manzum cevap çok meshurdur :

Hâfizâ Bagdat'a imdad etmeye er yok mu dur?

Bizden istimdad edersin sende asker yok mudur?

Genç Osman zamanindakinin bir benzeri olan ayaklanmayi çok büyük bir ustalikla bastirdi ve tesirsiz hale getirdi. Çok tesirli bir nutukla âsilere bile kendi lehinde tezahürat yaptirdi. Sonradan da bu entrikalari çevirenleri birer ikiser yakalatip idam ettirdi.1633 senesinde tütün yasagi koydu. 1634'de içkiyi yasakladi. Devlete bagliligi olmayan herkesi idam ettirdi. Düzenledigi bir dogu seferinde Bagdati fethetti ve 1638'de Bagdat Fatihi ünvanini aldi.Istanbul'da ve devletin her kesiminde bütün kabadayilari temizledi. Çok genis bir haber alma teskilâti kurarak, Imparatorlugun her tarafindaki zorbalari ismen tesbit ettirdi ve sefere çiktiginda geçtigi yerlerdekileri ismen çagirip boyunlarini vurdurdu. Kâbe-i Muazzama'yi yeniden bina ettirdi.Muradi ve Sah Murad mahlasiyla siirler

yazdi. Ayni zamanda büyük bir bestekârdi. Devlet islerine tam hâkimdi. Her seyden haberi olurdu. Seferlerinde askerle ayni Sartlar içinde bulunur, uykusunu bile atinin üzerinde yapardi. Tahta çiktiginda devlet hazinesi bombostu. Tahti biraktiginda ise dopdolu idi. Üstün meziyetleri genis tarih kitaplarinda yeterince anlatilmaktadir.1640 senesinde hastalandi. Kendisinden ümidini kesti fakat iyi oldu. Sonra yeniden hasta düstü. 8 Subat 1640'da 28 yasinda iken vefat etti, (Allah rahmet eylesin.)

Silsile-i Saadât'tan Imam-i Rabbâni Ahmed Fârüki Serhendi (k.s.) Hazretleri (H. 1034),Alti Parmak Mehmed Efendi, Ganizâde Nâdir Efendi, Veys Efendi, Seyh Aziz Mahmud Hüdâi (H. 1038), Seyh Abdurrahman Karabas Veli, Seyh Ismâil Ankaravi Dördüncü Murad devrinde vefat etmislerdir.

Erkek çocuklari : Süleyman, Mehmed, Alâüddin, Ahmed.

Kiz çocuklar! : Safiye Sultan, Gevherhan Sultan, Kaya Ismihan Sultan, Rükiye Sultan,Zeyneb Sultan, Rükiye Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:17
Sultan Ibrahim

Babasi . Birinci Ahmed
Annesi . Kösem Sultan

Dogumu : 5 Kasim 1616

Vefati . 18 Agustos 1648

Saltanati : 1640 - 1648 (8) sene


Sultan Ibrahim Istanbul'da dogdu. Uzun boylu, kuvvetli vücutlu ve kumral sakalli idi.Annesi onun iyi yetismesi için çok gayret göstermisti.Devrinde yasayan bazi kindar yazarlarin dedigi gibi deli degildi. Kardesi Dördüncü Murad'in vefati üzerine tahta çikmis ve tahta çikisinda söyle demisti : "Elhamdülillah Ya Rabbi! Benim gibi zaif kulunu bu makama lâyik gördün. Ya Rab! Saltanat günlerimde milletimin halini hos eyle ve birbirimizden hosnut kil."Sultan Ibrahim tahta çiktiginda Osmanlilarin hayatta kalan tek erkek ferdi idi. Bir sene sonra ancak Dördüncü Mehmed ve digerleri dünyaya geldiler. Böylece Hanedân kesilmekten kurtuldu. Ilk zamanlarinda yeniçeri zorbaIariyla ugrasti. Fakat zaman geçtikçe dalkavuk vezirlerin tesiri altinda kalmaktan kendini kurtaramadi. Hakkindaki çirkin iftiralar ise,padisahi sehid edenler tarafindan kendilerini hakli görmeleri için uydurulmus yalanlardi.Sultan Ibrahim çok siddetli bir basagrisina mübtela idi. Meshur tarihçi Peçevi ve Evliya Çelebi son senelerini Sultan Ibrahim devrinde tamamlamislardir.1645 senesinde Venediklilerle Girit savasi basladi. Ayni sene Hanya ve Resmo fethedildi.1646'da Kandiye kalesi muhasara edildi. 1648'de Kandiye teslim oldu. Bu senede Istanbul'da yeni bir ihtilâl daha patlak verdi ve Sultan lbrahim tahtindan indirilerek sehid edildi. (Allah rahmet eylesin.)

Sâir Ruhi-i Bagdâdi, Fusus Sarihi Abdullah Sinobi bu devirde vefat etmis zatlardir.

Erkek çocuklari : Dördüncü Mehmed, Ikinci Süleyman, Ikinci Ahmed, Orhan, Bayezid, Cihangir, Selim, Murad.

Kiz Cocuklari : Ümmü Gülsüm Sultan, Peykân Sultan, Atike Sultan, AySe Sultan,

Gevherhan Suttan.

Sarax
09-23-2008, 15:17
SULTAN DÖRDÜNCÜ MEHMED
1648 - 1687

Babasi: Sultan I. Ibrahim
Annesi: Turhan Hatice Sultan

Dogumu: 02 Ocak 1642

Ölümü: 06 Ocak 1693

Saltanati: 08 Agustos 1648-1687


HAYATI

Sultan Dördüncü Mehmed 2 Ocak 1642'de istanbul'da dogdu. Babasi Sultan Birinci ibrahim, annesi Turhan Hatice Sultan'dir.

Annesi Rusdur. Sultan Dördüncü Mehmed orta boylu, beyaz tenli ve yanik çehreliydi. Ata çok bindigi için vücudu öne egikti.

Annesi onu çok iyi yetistirdi. iyi bir ilim tahsili gördü. Babasi Sultan ibrahim'in öldürülmesi üzerine 8 Agustos 1648 günü, henüz yedi yasinda iken padisah oldu. Ava ve edebiyata çok merakliydi. Ava olan meraki yüzünden tarihte Avci Mehmed olarak anilir.

Bes vakit namazi cemaatle kilardi. içkiyi siddetle yasaklayip, içki imalathanelerini kapattirdi. Sadrazamligi, Köprülü ailesine vermekle çok isabetli bir karar aldi. Sultan Dördüncü Mehmed zamaninda Osmanli Devleti en genis sinirlarina kavustu.

Hayatinin büyük bir kismi saray entrikalariyla geçti. ikinci Viyana bozgunundan sonra, ordunun ve devlet erkaninin oybirligi ile 8 Kasim 1687 günü tahttan indirildi. Bundan sonraki ömrü, saraydaki bir odada yanina konulan iki cariye ile tam bir hapis hayati seklinde sürdü. 6 Aralik 1693'de Edirne'de vefat etti. Cenazesi istanbul'a gönderildi ve Yeni Cami'deki Türbesine, annesi Turhan Sultanin yanina defnedildi.

Erkek Çocuklari : ikinci Mustafa, Üçüncü Ahmed, Bayezid.

Kiz çocuklari : Hatice Sultan, Safiye Sultan, Ümmü Gülsüm Sultan, Fatma Sultan.

KÖSEM SULTAN'IN ÖLDÜRÜLMESI

Sultan Dördüncü Mehmed, tahta çiktiginda Çanakkale Bogazi Venediklilerin ablukasi altinda bulunuyordu. Saray içindeki çekismeler yeniçeri ve Celali isyanlari devam ediyordu.

Dört padisahin saltanati süresince Kösem Sultan devlet ve harem hakimiyetini ele geçirmisti. Yaptigi entrikalara bir yenisini eklemeye çalisan Kösem Sultan ve yakin çevresi, padisahi zehirleyip yerine sehzade Süleyman'i geçirmeyi planladilar. Ancak Turhan Sultan, durumu son anda haber alip Kösem Sultani bogdurttu (3 Eylül 1651).

TARHUNCU AHMED PASA

Sultan Dördüncü Mehmed döneminde sadrazamliga getirilen Tarhuncu Ahmed Pasa, Girit'i fethetmek, donanmayi yeniden kurmak ve devlet bütçesini düzenlemek için çalismalar yapti. 1652 yilinda sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Pasa, bütçeyi denklestirmek için verilen gereksiz hediye ve bahsisleri sinirlandirdi.

Saray harcamalarini azaltmaya çalisan, ilk kez mali yil bütçesini önceden hazirlayan Tarhuncu Ahmed Pasa, çikarlari elden gidenlerin yalan ve dedikodulari sonucu idam edildi (1653). Tarhuncu Ahmed Pasa'nin öldürülmesinden sonra ülkede siyasi istikrar kalmadi.

Yeteneksiz kisiler yönetime hakim oldu. Yeniçeri ve sipahi ayaklanmalari, Celali hareketleri durmadi. Kitlik sonucu köylülerin arazilerini terk etmeleri, sehirlerde nüfus artisina yol açti ve issizlik boy gösterdi.

KÖPRÜLÜLER DEVRI

Sik sik meydana gelen sadrazam degisiklikleri, Osmanli imparatorlugu'ndaki kötü gidise son verilmesine engel oluyordu. Bu siralarda gerek halk, gerekse devletin ileri gelenleri arasinda Köprülü Mehmed Pasa'nin sadrazam olmasi ile bütün islerin düzelecegi yolunda bir inanç dogmustu. Sadrazam olmasi için teklif götürülen Köprülü Mehmed Pasa, bazi sartlar ileri sürdü.

Osmanli tarihinde ilk kez bir kisi sadrazam olmak için bazi sartlar ileri sürüyordu. Saray devlet islerine karismayacak, istedigi atamalari yapacak, hakkinda bir sikayet olursa savunmasi alinmadan bir islem yapilmayacakti. Bu sartlari kabul eden Sultan Dördüncü Mehmed, 15 Eylül 1656 tarihinde Köprülü Mehmed Pasa'yi sadrazamliga getirdi.

Mali konularda bir çok düzenleme yapan Köprülü Mehmed Pasa, ulema arasinda mevcut olan dini tartismayi da sona erdirdi.

Venedikliler tarafindan isgal edilen Limni (15 Kasim 1657), Bozcaada ve imroz geri alindi.

Konotop zaferiyle Rus Ordusu yenilgiye ugratildi (12 Temmuz 1659) ve Erdel Beyi Rakoçi'nin isyani bastirildi (12 Kasim 1659).

Anadolu'da bagimsiz yasamaya baslamis beyler üzerine kuvvetler gönderdi ve istikrari sagladi. Köprülü Mehmed Pasa, Sultan Dördüncü Murad ve Kuyucu Murad Pasa gibi siddet yoluyla, ülkede asayisi saglamaya çalisti. Bes yillik sadrazamligi sirasinda 35.000 kisiyi öldürttügü söylenir.

Sadrazam Köprülü Mehmed Pasa'nin 30 Ekim 1661 tarihinde vefati üzerine, oglu Köprülü Fazil Ahmed Pasa sadrazamliga tayin edildi.

Bu sirada Erdel Beyligi yüzünden Osmanli-Avusturya savaslari devam ediyordu. Köprülü Fazil Ahmed Pasa, Avusturya üzerine sefere çikti. Uyvar (24 Eylül 1663), Novigrad (4 Kasim 1663) kalelerinin fethedilmesi üzerine Avusturya baris istedi.

Yapilan Vasvar antlasmasiyla (10 Agustos 1664), Erdel Beyligi Osmanli Devleti'ne bagli kalacak, Uyvar ve Novigrad kaleleri Osmanlilara birakilacak ve Avusturya savas tazminati verecekti.

Venediklilerin Girit için vergi vermeyi teklif etmesini kabul etmeyen Köprülü Fazil Ahmed Pasa, donanmayla sefere çikti. Selanik limanlarindan Girit adasina silah ve cephane nakledildi. Benefse üzerinden Girit'e gelip, Hanya'dan karaya çikan Köprülü Fazil Ahmed Pasa, Kandiye kalesini kusatti. Yirmi alti ay süren bir kusatmadan ve siddetli çarpismalardan sonra, Kandiye 5 Eylül 1669'da teslim olunca Girit'in fethi tamamlandi.

BUÇAS ANTLASMASI

Hotin antlasmasindan sonra, Lehistan ve Osmanli Devleti arasinda elli yil süren bir baris süreci yasanmisti. Osmanli himayesindeki Ukrayna Kazaklarina saldiran Lehliler, barisi bozdular. Sultan Dördüncü Mehmed ve Köprülü Fazil Ahmed Pasa, Ukrayna kazaklarinin yardim istemesi üzerine, Lehistan seferine çiktilar. Osmanli ordusunun ard arda kazandigi basarilardan sonra, Lehistan baris istedi. imzalanan Bucas antlasmasiyla (18 Ekim 1672), Podolya Osmanlilara geçti. Lehistan Kirim Hanina vergi ödemeye devam edecekti. Ayrica Lehistan her yil Osmanli Devleti'ne 22.000 altin ödemeyi kabul ediyordu.

Lehistan meclisinin, bu antlasmadaki para maddesini kabul etmemesi üzerine, 4 yil süren ikinci Lehistan seferine çikildi. Bazi kalelerin fethedilmesi üzerine, Lehistan elçisi, Podolya ve Ukrayna'nin iadesi sartiyla antlasma istediyse de bu kabul edilmedi. Bu arada Köprülü Fazil Ahmed Pasa'nin hastalanmasi üzerine, 1675 yilinda Lehistan serdarligina ibrahim Pasa tayin edildi. Sultan Dördüncü Mehmed, Köprülü Fazil Ahmed Pasa ile birlikte Edirne'ye döndü.

Ibrahim Pasa, kisa sürede 48 kale ve palangayi fethedince, Lehistan tekrar antlasma istedi. 27 Ekim 1676'da Zarawno'da imzalanan antlasma ile 22.000 altindan vazgeçilmek sartiyla, daha önce Köprülü Fazil Ahmed Pasa tarafindan imzalan Buças antlasmasinin maddeleri aynen kabul edildi. Sadrazam Köprülü Fazil Ahmed Pasa antlasmanin imzalandigi haberini aldiktan bir süre sonra 3 Kasim 1676 tarihinde vefat etti.

II. VIYANA KUSATMASI

Köprülü Fazil Ahmed Pasa'nin vefati üzerine, 5 Kasim 1676 tarihinde Merzifonlu Kara Mustafa Pasa sadrazamliga getirildi. Rusya seferinin, yapilan baris antlasmasiyla bitmesinden sonra, Macaristan'da Avusturya'ya karsi isyan edip tekrar Osmanli Devleti himayesini isteyen Tökeli imre (Emeric Thökely), Merzifonlu Kara Mustafa Pasa tarafindan Orta Macaristan Krali ilan edildi.

Macarlarin lideri konumuna gelen Tökeli imre, Avusturya krali I. Leopold'a karsi direnise geçti. Tökeli'nin Osmanlilardan yardim istemesi üzerine, bunu firsat bilen Merzifonlu Kara Mustafa Pasa Viyana'yi kusatti(14 Temmuz 1683).

60 gün süren kusatma sirasinda Viyana'ya 18 büyük yürüyüs gerçeklestirildi. Ancak büyük ve son saldiri için Merzifonlu Kara Mustafa Pasa sürekli bekliyordu. Bu arada Papanin çagrisi üzerine Lehistan Krali Jan Sobiyeski Viyana'nin yardimina yetisti.

Düsmana 80 bin kisilik ordusuyla büyük moral ve güç kazandiran Lehistan Kralinin gelmesiyle, Osmanli Ordusu iki ordu arasinda sikisti. Kirim kuvvetlerinin yeterli gayreti ve mücadeleyi göstermemesi üzerine, Osmanli ordusu dagildi ve büyük bir bozguna ugradi; ordu hizli ve düzensiz sekilde Belgrad'a dogru geri çekildi.

Ikinci Viyana Kusatmasi'ndaki basarisizlik Sultan Dördüncü Mehmed'in Merzifonlu Kara Mustafa Pasaya olan güvenini sarsmadiysa da, düsmanlari sadrazami basarisizligin tek sorumlusu olarak gösterdiler. Merzifonlu Kara Mustafa Pasa Belgrad'da idam edildi. Yerine Kara ibrahim Pasa sadrazamliga getirildi.

Viyana önlerinde bozguna ugrayan Osmanli Ordusu geri çekilince düsman kuvvetleri Macaristan girdi. Sirasiyla Visgrad (18 Haziran 1684), Uyvar (19 Agustos 1685), Budin (2 Eylül 1686) kaleleri Avusturyalilarin eline geçti. Diger taraftan Venedik, Avusturya ile anlasarak Osmanli Devleti'ne karsi cephe açti ve adalarin bazilarini ele geçirdi. Venedik Yunanistan'da Patras, Korent, inebahti, Mizistre gibi önemli kalelere ve son olarak Atina'yi ele geçirdi (25 Eylül 1687).

Ikinci Viyana Kusatmasi'nin Osmanli tarihinde önemi büyüktür. simdiye kadar bu denli büyük bir yenilgiye ugramayan Osmanli Devleti artik gerilemeye basliyordu. ikinci Viyana Kusatmasi'ndan sonra Avrupa Devletleri Türkleri Avrupa'dan çikarma umuduna kapilip kutsal ittifaki kurdular.

Avusturya ve Venedik'e karsi alinan maglubiyetler ve önemli kalelerin kaybedilmesi Osmanli Devleti'nde büyük yanki uyandirmisti.

Ordu da isyanlar basladi. Askerler basarisizliginin sebebi olarak Sultan Dördüncü Mehmed'i suçluyorlardi. Askerlerin istegi ile sadrazam olan Siyavus Pasa, bütün devlet adamlarinin hazir bulundugu bir toplantida Sultan Dördüncü Mehmed'in tahttan indirilerek yerine sehzade Süleyman'in tahta geçirilmesine dair bir karar aldi. Sultan Dördüncü Mehmed 8 Kasim 1687 tarihinde tahttan indirildi.

MIMARI ESERLER

Sultan Dördüncü Mehmed, 39 yil gibi uzun sayilabilecek bir süre Osmanli tahtinda kaldi. Osmanli Devleti'nin en genis sinirlarina ulastigi bu devir boyunca mimari alanda da bir çok faaliyet gerçeklestirildi. 60 yil önce yarim kalan Yeni Camii ve Külliyesi tamamlandi.

1658-60 yillari arasinda Rumeli ve Anadolu hisarlari tamir edildi.

Misir Çarsisi,

Hünkar Kasri,

Divanyolu Köprülü Külliyesi,

Safranbolu Köprülü Mehmed Pasa Camii,

Vezirköprü Fazil Ahmed Pasa Külliyesi,

incesu Merzifonlu Kara Mustafa Pasa Camii ve

Kervansarayi insa edildi.

Sarax
09-23-2008, 15:17
Sultan Ikinci Süleyman

Babasi . Sultan Ibrahim
Annesi . Saliha Dilâsub Sultan

Dogumu : 15 Nisan 1642

Vefati . 22 Haziran 1691

Saltanati : 1687 - 1691 (4) sene


Ikinci Süleyman, Istanbul'da dogdu. Annesi tarafindan titizlikle yetistirildi. Orta boylu,kir sakalli, sisman ve halim selim bir padisahti.

Padisah oldugu sirada askeri zorbalarin ortali karistirmasi üzerine büyük temizli giristi. Asayisi kismen de olsa temin etti. Devleti çok kötü sartlar içinde iken teslim aldi.Dördüncü Mehmed devrinde Almanlarin eline geçen birçok yerleri geri aldi. Cesur, dindar,vatansever, merhametli ve nazikti. Rüsvet ve sefahata son derece düsmandi.Köprülü Fazil Mustafa Pasa'yi büyük muhalefetlere ragmen sadrazam tayin etti. Devrinde Lehistan, Rusya, Almanya ve Venedik'le ayni anda savasildi. Lehliler ve Ruslara karsi kesin zafer elde edildi. Venedikliler durduruldu. Almanlardan Belgrad, Sirbistan'in tamami,Nis, Vidin ve Semendire tekrar alindi. (1690)

lkinci Süleyman, Köprülü Fazil Mustafa Pasa'yi bu basarilarindan sonra Istanbul'a döndügü zaman sevincinden agliyarak karsiladi. Bizzat kendi hirkasini çikarip ona giydirdi. 1691'de Macaristan fethedilmek üzere yeniden sefere çikildi. Ikinci Süleyman, 3 yil yedi ay 4 gün padisahlik yapti. 49 yasini geçiyordu ki, tutulmus oldugu bir hastaliktan öldü. Ölüm hastasi iken Islâm ordusunu Avrupa seferine ugurluyordu.Cenazesi Istanbul'a getirildi ve Kanuni Sultan Süleyman Türbesine defnedildi. (Allah rahmet eylesin.)Debbagzade Mehmed Efendi, Haci Feyzullah Efendi, Feyzullah Fevzi Efendi gibi kiymetli sahsiyetler devrinde Seyhülislâmlik yapmisIardir. Meshur hattat Hafiz Osman Efendi, Bestekâr Dede Efendi ve Itri Efendi gibi dehâlarda devrinde yasamislardir.Silsile-i Saadât-i Naksibendiyye'den Seyh Seyfüddin Arif (k.s.) Hazretleri (H. 1098), Atpazarli Seyh Osman Fazli (H. 1102) bu devirde vefat etmislerdir.

Çocuklarinin isimleri bilinmiyor.

Sarax
09-23-2008, 15:18
Sultan Ikinci Ahmet

Babasi . Sultan Ibrahim
Annesi . Hatice Muazzez Sultan

Dogumu : 25 subat 1643

Vefati . 6 subat 1695

Saltanati : 1691 - 1695 (4) sene


Ikinci Ahmed. Istanbul'da dogdu. Annesi onun terbiyesi ve tahsili ile sIkI bir sekilde mesgul oldu. Son derece faal ve her isi bizzat idare etmek isteyen biriydi. Yazi .yazma kabiliyeti çok üstündü. Kendisi bir çok Kur'an-i Kerim yazmistir. Arapça ve Farsça lisanlarina vakifti. Devlet islerini çok yakindan takip eder,hasta bile olsa divan toplantilarina katilirdi.

Sairlere ve Siirlere düskündü. Fazil Mustafa Pasayi Sadrazamlikta birakti.

Salankamen Meydan Muharebesinde, Köprülü Fazil Mustafa Pasa sehid düstü. (1691) Venediklilerle Hanya'da Siddetli çarpismalar yapildi ve Hanya Zaferi elde edildi. (Agustos 1692)1693 senesinde Istanbul'da iki yangin oldu ve 5000 tane bina yandi.Almanlar ayni sene Belgrad'i muhasara ettiler ve 10.000 ölü vererek çekildiler.21 Eylül'de Sakiz düstü.Ikinci Ahmed 6 Subat 1695 senesinde Edirne'de vefat etti. Cenazesi, agabeyi Ikinci Süleyman gibi Istanbul'a getirildi ve Kanuni Sultan Süleyman Türbesine gömüldü. (Allah rahmet eylesin.)

Seyh Selami Ali Efendi, Seyh Muhammed Niyazi-i Misri (H. 1105) bu devirde vefat etmislerdir.

Erkek çocuklari : Ibrahim, Selim.

Kiz çocuklari : Atike Sultan, Hatice Sultan, Asiye Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:18
Sultan Ikinci Mustafa


Babasi : Dördüncü Mehmed

Annesi : Emetullah Rabia Gülnüs Sultan

Dogumu : 5 Haziran 1664

Vefati : 29 Ocak 1704

Saltanati : 1695 - 1703 (8) sene


Ikinci Mustafa, Istanbul'da dünyaya geldi. Kuvvetli bir ilim tahsili yapti. Tahta geçtiginin üçüncü günü yapacagi isleri anlatan bir yazi nesretti. Yazisinda : "Zevk, sefa ve rahati kendimize haram eylemisizdir." diyordu.

Yine vezirlerinden birine yazmis oldugu yazi söyledir :"Bana agirlik ve hazine lâzim degil. Yerine göre kuru ekmek yerim. Vücudumu din ugruna harcarim. Sikintinin her çesidine sabrederim. Milletime hizmet tamam olmadikça, seferden dönmem. Elbette sefere bizzat kendim giderim."

Devrinde Sakiz Adasi yeniden alindi. Çok kiymetli deniz zaferleri kazanildi. 1695'de Lugos Zaferi kazanildi. Rus Çari Büyük Petro Azak'ta hezimete ugratildi. Fakat bir sene sonra Azak düstü. 1696'da Azak Kalesindeki 500 asker 100.000'lik Rus Ordusuna iki ay dayandi. Almanlara karsi Olas Zaferi kazanildi. Lehistan, Alman ve Venedik cephelerinde büyük ve kesin basarilar kazanildi. Fakat Zenta Bozgunu diye tarihe geçen ve 30.000 Türk askerinin sehadetiyle neticelenen elim hadise bu devirde meydana geldi.1699'da Karlofça Anlasmasi yapildi.

1703'te Istanbul'da isyan oldu. Isyan büyüdü ve Ikinci Mustafa tahttan indirildi. 4 ay sonra da vefat etti. Vefatinda 39 yasinda idi. Istanbul'da Yeni Cami yanindaki türbesine gömüldü. (Allah rahmet eylesin.) Maruf ve meshur Hattat Hafiz Osman Efendi (H. 1110), Emirler Seyhi Seyyid Mehmed Efendi bu devirde vefat etmislerdir.

Erkek çocuklari : Birinci Mahmud, Üçüncü Osman, Üçüncü Ahmed, Küçük Ahmed, Hüseyin, Selim, Mehmed, Murad, Osman.

Kiz çocuklan : Ümmügülsüm, Ayse, Emetullah, Emine, Rukiye, Safiye. Zahide, Atike,Fatma, Zeyneb, Zahide.

Sarax
09-23-2008, 15:18
Sultan Üçüncü Ahmed

Babasi : Dördüncü Mehmed
Annesi : Emetullah Rabia Gülnüs Sultan

Dogumu : 31 Aralik 1673

Vefati : 1 Temmuz 1736

Saltanati : 1703 - 1730 (27) sene


Üçüncü Ahmed, uzun boylu, kara gözlü,dogan burunlu ve bugday benizli idi. Hattat ve sâirdi. Necib mahlasiyle siirler yazmistir. Musikiden de fevkalade anlardi.

Devrinde Oran Sehri Ispanyollardan alindi. 1711 senesinde Prut seferine çikildi. Prut Ovasinda Rus Ordusu feci sekilde kistirildi ve Rusya ile anlasma yapildi. Isveç Kralinin 4 senelik misafirligi de bu devire rastlamistir.

Azak Ruslardan geri alindi. 1715'de Mora seferi yapildi ve Mora Venediklilerden geri alindi. 1718'de Almanya ve Venedikle Pasorofça sulhü yapildi. Lâle Devri denilen meshur devir bu tarihten sonra basladi.1722'de Dagistan Türk tabiiyetine girdi.Ancak 1723'de lran Savasi basladi. Iran'in bes büyük eyaleti isgal edildi. Hemedan Anlasmasi 1727'de yapildi. Sonradan Iranlilar isgal edilen yerlerin bir kismini geri aldilar. Yine 1727'de ilk Türk Matbaasi açildi.

28 Eylül 1730'da Patrona Halil Isyani oldu. Üçüncü Ahmed durumun vehametini anladi ve yegeni Birinci Mahmud'u padisahliga oturttu.

Bir müddet sonra da 62 yasinda oldugu halde vefat etti. (Allah rahmet eylesin.)

Silsile-i Saadât-i Naksibendiyye'den Seyh Muhammed Nüru'I - Bedvani (k.s.) Hazretleri .(H. 1135), Üsküdarli Seyh Mehmed Nasühi Efendi, Ruhul Beyan sahibi Bursa'li Seyh Ismail Hakki Celveti Hazretleri (H. 1137) Üçüncü Ahmed devrinde vefat etmislerdir.

Erkek çocuklari : Birinci Abdülhamid, Üçüncü Mustafa, Süleyman, Bayezid, Mehmed, Ibrahim, Numan, Selim, Ali, Isa, Murad, Seyfeddin, Abdülmecid, Abdülmelik.

Kiz çocuklari : Emine, Rabia, Habibe, Zeyneb, Zübeyde, Esma, Hatice, Rukiye, Saliha, Atike, Reyhan, Esime, Ferdane, Nazife, Naile, Ayse, Fatma, Emetullah, Ümmüselma, Emine, Rukiye, Zeyneb, Sabiha.

Sarax
09-23-2008, 15:18
Sultan Birinci Mahmud

Babasi . Ikinci Mustafa
Annesi . Saliha Valide Sultan

Dogumu : 2 Agustos 1696

Vefati . 13 Aralik 1754

Saltanati : 1730 - 1754 (24) sene


Birinci Mahmud küçük yastan itibaren çok kiymetli hocalardan ilim tahsil etmeye basladi.Çok azimkâr ve sebatkâr bir padisahti. Devrindeki en degerli kimseleri seçip is basina getirdi. Padisah olduktan sonra ilk önce Patrona Halil ve maiyetindekileri ortadan kaldirdi.Üstün karakterli bir Sahsiyetti. "Sebkâti" mahlasiyla siirleri ve ayni zamanda büyük kiymete haiz besteleri vardi.Devrinde pek çok sadrazam degismeleri olmustur. 1750 senesinde Istanbul'da hem büyük bir yangin ve hem de zelzele oldu. Istanbul'un büyük camileri hasar gördü ve derhal tamir ettirdi. Yanginda dükkân ve evleri yananlarin zararlarini kendisi karsiladi. Ev ve dükkânlari yeniden yaptirip sahiplerine teslim etti.1737'de Almanya ile savasa baslandi.1739'da Belgrad Anlasmasi yapildi ve Belgrad alindi. Iran kesin bir yenilgiye ugratildi. 1736 senesinde Iran'la Istanbul Anlasmasi yapildi.Anlasmadan sonra Iran'lilar bir çok yerleri geri aldilar. Nihayet savas 1746 senesinde sulh yapilarak neticelendi. Iran'lilar aldiklari yerleri geri verdiler. Caferi Mezhebinin Besinci mezheb olmasi teklifi bu devirde Osmanli Devleti tarafindan katiyetle reddedildi.Birinci Mahmud devrinde Osmanli Impa ratorlugu'nun topraklarinin genisligi 15.538.000 km. kare idi.Büyük alim ve Mektübat-i Serife'nin mütercimi Müstakiymzade Süleyman Saadeddin Efendi, Tokatli Emin Efendi ve Ressam Levni bu devirde yasamis büyüklerdir.Birinci Mahmud 58 yasini geçtigi bir sirada vefat etti ve Yeni Camii yanindaki babasinin türbesine defnedildi. (Allah rahmet eylesin.)Seyh Abdül Gani Nablusi (H. 1144), Hattat Seyyid Abdullah Efendi, Reisü'I - Kurra ve Imam Fil Hadis Yusuf Efendi Zâde bu devirde vefat etmis zatlardir. Çocugu yoktu.

Sarax
09-23-2008, 15:19
Sultan Üçüncü Osman

Babasi . Ikinci Mustafa
Annesi . Sehsuvar Valide Sultan

Dogumu : 2 Ocak 1699

Vefati . 30 Ekim 1757

Saltanatr : 1754 - 1757 (3) sene


Üçüncü Osman Istanbul'da dogdu. Terbiyesi ile çok dindar olan annesi mesgul oldu.Çok cömert birisi idi. Fakirlere son derece sefkat gösterirdi. Hattatliga çalisti ve çok güzel yazilar yazdi. Hazreti Peygamberimizin Kademi Seriflerini tersim ederek, yanino bir de tugra yaptiktan sonro, Eyüp Sultan Türbesine hediye etti.Üçüncü Osman sert. asabi ve tez hüküm veren bir mizaca sahipti. Kadinlara karsi çok dikkatliydi. Sarayda gezinirken, ökçeleri çivili ayakkabi giyer, gezdikçe ayak. tikirdilarini duyan kadinlar odalarina kaçarlardi.Tahta çiktiginda 56 yasina yaklasiyordu.Zamanindaki mühim hadiseler sunlardir : 1755'te Haliç dondu. Ayni sene Istanbul'un yaridan çogunun zarar gördügü bir yangin oldu. Bir sene sonra ikinci bir yanginda da 4000'e yakin ev yandi. Birinci Mahmud'un yaptirdigi Nuruosmaniye Camii bu devirde (1755'te) ibadete açildi.Devrinin Seyhülislâmlari : Feyzullah Zâde Murtaza Efendi, Vassaf Abdullah Efendi, Damadzâde Feyzullah Efendi, Dürrizâde Mustafa Efendilerdir. Üçüncü Osman 58 yasini geçtigi bir sirada vefat etti. Cenazesi Yeni Camii yanindaki Sultan Mahmud Han'in yanina defnedildi. (Allah rahmet eylesin.)Reisül - Hattatiyn Egrikapili Hoca Mehmed Rasim Efendi (H. 1169), Seyh Ekici Mehmed Efendi, Uçüncü Osman zamaninda vefat etmislerdir. Çocugu yoktu.

Sarax
09-23-2008, 15:19
Sultan Üçüncü Mustafa

Babasi . Üçüncü Ahmed
Annesi . Mihrimah Sultan

Dogumu : 28 Ocak 1717

Vefati . 21 Ocak 1774

Saltanati : 1757 - 1774 (17) sene


Üçüncü' Mustafa orta boylu, iri gözlü, yassi burunlu ve siyah sakalli idi. Heybetli ve kuvvetli bir vücuda sahipti. Çok iyi bir tahsil yapti. Çok çaliskan ve cömert bir insandi. Bilhassa siirde büyük kabiliyeti vardi. (Cihangir) mahlasiyla yazdigi siirler pek maruftur. Meshur Siirlerinden birisi ,sudur :

Yikilipdur bu cihan sanmaki bizde düzele,

Devlet-i çerh-i deni verdi kâmu müptezele.

Simdi ebvab-i saadetle gezen hep hezele,

Isimiz kaldi hemân merhamet-i Lem Yezel'e.

Astronomi ile mesgul oldu. Islâm ve Osmanli tarihlerini gayet genis olarak tetkik etti.Memleketine en büyük felâketin Rusya'dan gelecegini çok iyi bildiginden, müdafaa için geceli gündüzlü çalisarak, her türlü hazirligi yapti. Muharebelerde sarfedilmek üzere iç ve dis hazineyi altin ile doldurmustu.Tahta çiktiginda 40 yasinda idi. Devletin büyük bir islahata ihtiyaci oldugunu Çok iyi bilen ve bu hususta mühim hamleler yapan bir hükümdardi. Süveys Kanali'ni bile açtirmayi düsünüyordu. Fakat is basina getirecek kiymetli kimseleri bulamamanin üzüntüsü içindeydi.1766 senesinde olan zelzelede yikilan Fatih ve Eyyüb Sultan Camilerini ve bütün Istanbul'u adeta yeniden imar etmistir. Kara ve Deniz Mühendishaneleri onun zamaninda kurulmustur. (1764) 1768'de Rusya ile savas basladi ve 1774 senesinde bitti. Savas neticesinde Kaynarca Anlasmasi yapildi. Büyük ve önemli ölçüde toprak kaybi oldu. Devletin esas gerileme devri de bundan sonra basladi Rus savasinda üzüntüsunden hastalanmis ve vefat etmistir. Vefatinda 57 yasina yaklasiyordu. (Allah rahmet eylesin.)Lâleli Camii 4 sene içinde bu devirde insa edildi. Seyh Abdullah Kaskari bu devirde vefat etmistir ve Eyüp'de medfundur.

Erkek çocuklari : Üçüncü Selim, Mehmed.

Kiz Cocuklari : Sah Sultan, Fatma Sultan,Bekhan Sultan, Fatma Sultan, Hibetullah

Sarax
09-23-2008, 15:19
Sultan Birinci Abdülhamid

Babasi . Üçüncü Ahmed
Annesi . Rabia sermi Sultan

Dogumu : 20 Mart 1725

Vefati . 7 Nisan 1789

Saltanati : 1774 - 1789 (15) sene


Birinci Abdülhamid Istanbul'da dogdu. Annesi ona kuvvetli bir tahsil yaptirdi. Zamanindaki mevcut tarihlerin,hepsini gözden geçirdi.Hat sanati ile de mesgul oldu. Çok hassas ve nazik bir insandi. Zamaninda bir çok islahat ve imar hareketlerinde bulunmustur.Osmanli Devleti'nin gerilemeye basladigi bir zamanda padisahlik yapmasi onun sahsiyetine gölge düsürmemistir. Tahta çiktiginda geleneklerin disina çikarak cülus bahsisi dagitmadi.Devrindeki bazi mühim hadiseler :1775'de Iran savasi basladi ve 1779'da bitti. Taraflarin kan akitmaktan baska hiç bir menfati olmadi.1787'de Almanya ile savas basladi. Almanlar çok ümitlerle girdikleri bu savasi kaybettiler.

1779'da Aynalikavak Anlasmasi yapildi.1783'de Kirim Hanligi sona erdi.

1787'de Rusya ile yeniden savasa girildi.1788'de Almanya'ya karsi Sebes Zaferi elde edildi. Bu zaferden sonra Birinci Abdülhamid'e Gazi ünvani verildi.Alman harbinde düsen, Özi faciasi meydana geldi ki, bu kaleyi ellerine geçiren AImanlar tek fert birakmadan sivil ve asker bütün halki öldürdüler. 25.000 nüfusu olan Özi halkini tamamen imha ederek ellerine geçirdiler. Birinci Abdülhamid'e bu haber gelince üzüntüsünden felç oldu. Kisa bir zaman sonra da vefat etti. Vefatinda 64 yasini henüz bitirmisti. Cenazesi Bahçekapisindaki türbesine defnedildi. (Allah rahmet eylesin.)

Silsile-i Saadât-i Naksibendiyye'den Semssüddin Habibullah (k.s.) Hazretleri (H. 1195)bu devirde vefat etmistir.

Erkek çocuklari : Dördüncü Mustafa, Ikinci Mahmud, Murad, Nusret, Mehmed, Ahmed, Süleyman.

Kiz çocuklari : Esma,Emine,Rabia Alimsah, Dürrüsehvar,Hibetullah, Fatma, Meliksah.

Sarax
09-23-2008, 15:19
Sultan Üçüncü Selim

Babasi . Üçüncü Mustafa
Annesi . Mihrisah Sultan

Dogumu : 24 Aralik 1761

Vefati . 28 Temmuz 1808

Saltanati : 1789 - 1807 (18) sene



--------------------------------------------------------------------------------

Üçüncü Selim Istanbul'da dogdu. Sarayda çok güzel bir Sekilde yetistirildi. Edebiyata ve güzel yazi yazmaya çok merakli idi. Yazmis oldugu hat ve levhalardan bazilari cami ve türbelerde asilmistir.Arapça ve Farsça lisanlarina fevkalade vakifti. Çok merhametli ve nazik tabiatli idi.Devrinde olan mühim hadiseler :1791'de Awsturya ile Zistovi, 1792'de de Rusya ile Yas anlasmâsi yapildi.1793'de Nizam-i Cedid askeri teskilâti kuruldu.1798'de Napolyon'un Misir'a saldirmasiyla, Fransa ile savas basladi. 1799'da Rusya ve Ingiltere ile ittifak yapildi.Napolyon'a karsi meshur Akka müdafaasi yapildi. Cezzar Ahmed Pasa Misir'da Fransizlara boyun egdirdi. Bazi iddialara göre Napolyon bu devirde müslüman oldu.1801'de Fransizlar Misir'i mecburen bosalttilar. 1802'de Fransa ile Paris Anlasmasi yapildi.Ayni senelerde Arabistan'da (Vehhabilik)isimli bâtil mezhebin faaliyetleri görüldü. Vehhabiler üç ay müddetle Mekke'yi ve Medine'yi isgal ettiler. Bütün mübarek sahsiyetlerin kabirlerine hakarette bulundular, yakip yiktilar.1806'da Sirp ihtilâli oldu ve Ruslarla savas basladi.1807'de Kabakçi ihtilâli oldu. Bu ihtilâlle Üçüncü Selim tahttan indirildi. Bir sene sonra da 46 yasinda iken sehid edildi. (Allah rahmet eylesin.)

Dini, vatani ve milletine çok düskün olan Üçüncü Selim, ayni zamanda sairdi. Kirim'in Ruslarin eline geçtiginde su içli misralari söylemistir :

Kalalim mi kiliç altinda öyle

Oturmak dinimizde var mi böyle

Esir etmis nice tatari bir bir

Kirim Rusya'da kalsin mi söyle

OI Moskof'tan varip öcüm alayim

Ya düsman içre helâk olam söyle.

Telgraf ve Litografya bu devirde icad edilmistir. Çocugu yoktu.

Kaynak: Sarax (http://sarax.tr.gg)

Sarax
09-23-2008, 15:20
Sultan Dördüncü Mustafa

Babasi : Birinci Abdülhamid
Annesi : Ayse Saniye Perver Sultan

Dogumu : 8 Eylül 1779

Vefati . 16 Kasim 1808

Saltanati : 1807 - 1808 (1) sene


--------------------------------------------------------------------------------

Dördüncü Mustafa Istanbul'da dogdu. Yetismesi ile annesi mesgul oldu. lyi bir tahsil yaptirdi. Diger padisahlar gibi o da hattatliga çalisti. Gayet güzel yazilari vardir. Osmanogullari içinde Besinci Murad'dan sonra en az padisahlik yapanlardan birisidir.Kabakçi Mustafa, Üçüncü Selim'in yenilesme hareketlerine karsi koyup mani olmak maksadi ile Üçüncü Selim'in de merhametinden istifade edince, Üçüncü Selim'i tahttan indirmisti Bunun üzerine âsiler tarafindan Dördüncü Mustafa padisah yapildi. Âsiler pek çok mühim mevkileri ellerine geçirdiler. ÜCüncü Selim tarafindan kurulmus olan Nizam-i Cedid'in ileri gelenleri Ruscuk'ta bulunan Alemdar Mustafa Pasa'nin yaninda toplandilar. Alemdar Mustafa Pasa büyük bir kuvvet halinde Istanbul'a gelerek âsileri temizledi ki, Üçüncü Selim'in sehid edildigi ögrenildi. Bunun üzerine Ikinci Mahmud'u tahta çikardi.Dördüncü Mustafa zamaninda Ruslarla savasa devam edildi.

Dördüncü Mustafa bir yil iki ay saltanatta kaldi. Ikinci Mahmud tahta çikinca Topkapi Sarayinin bir dairesinde oturmaya mecbur edildi. Bazi kimselerin Ikinci Mahmud'u indirip,Dördüncü Mustafa'yi tahta çikarmayi tasarlamalari üzerine, ulemadan fetva alinarak öldürüldü. Cenazesi babasi Birinci Abdülhamid'in Bahçekapisindaki türbesine defnedildi. (Allah rahmet eylesin)

Vapurun icadi bu zamanda olmustur.Emine Sultan isminde bir kiz çocugu vardi.

Sarax
09-23-2008, 15:20
Sultan Ikinci Mahmud

Babasi : Birinci Abdülhamid
Annesi : Naksidil Valide Sultan

Dogumu : 20 Temmuz 1785

Vefatl : 30 Haziran 1839

Saltanati : 1808 - 1839 (31 ) sene


--------------------------------------------------------------------------------

Ikinci Mahmud istanbul'da dogdu. Diger padisahlar gibi kuvvetli bir tahsil gördü. Tahta çiktiginda 23 yasinda idi. Üçüncü Selim'in, ögrenimine bizzat önem vererek yetistirdigi kiymetli bir sahsiyetti. Hattat, bestekâr ve sairdi.(Adli) mahlasayla siirler yazmistir. Cesur, temkinli, sabirli ve azimli bir tabiata sahipti.Dagilan Nizam-a Cedid askerinin yerine Sekbân-a Cedid askeri teskilâtini kurdu. Çok geçmeden âsiler ayaklaninca, bu ocaga kendiliginden dagitti.

1808'de ayaklanan âsiler, Alemdar Mustafa Pasa'yi öldürdüler. 1812'de Ruslarla Bükres Antlasmasi yapildi.1813 senesinde, Mekke ve Medine'de mukaddes yerlere hakaretlerde bulunan Vehhabiler temizlendiler. Osmanla Imparatorlugu yakilincaya kadar bir daha huzursuzluk çikaramayacak hale getirildiler.1821'de Yunan Ihtilâli oldu. Binlerce sivil halk öldürüldü.1826'da Yunan Ihtilâli bastirildi. Yeniçeri Ocagi, Seyhülislâmin fetvasi, ulemâ sinifi, asker ve halkin ayaklanmasi ile tamamen ortadan kaldirildi Bu olaya tarihçiler Vak'ay-i Hayriye diye isim verdiler. 1827'de Rus savasi yeniden basladi. 1829'da Edirne Anlasmasi yapildl. 1831 ve 1839'da Misir isyanlari oldu. 1839 senesinin Temmuz ayanda Ikinci Mahmud vefat etti. Hayati boyunca ugrasmas oldugu elim hadiselerin tesiriyle üzüntüden verem olmus ve bu hastaliktan vefat etmisti. Cenazesi Divanyolundaki türbesine defnedildi. (Allah rahmet eylesin)Ikinci Mahmud her sahada çok genis çalismalarda bulundu. Bir çok yeni mektepler açti. Büyük binalar insa ettirdi. Istanbul'daki bütün büyük camilerin tamirini yaptirdi. Un kapani Köprüsü de onun zamaninda yapildi.Mekke-i Mükerreme'de bir medrese yaptirdi ve Mescid-i Aksa'yi da tamir ettirdi.Sümbülzâde Vehbi ve Keçecizâde Izzet Molla Efendi bu devirde vefat etmislerdir.

Erkek çocuklari : Abdülmecid, Abdülaziz,dört adet Ahmed isimli sehzade, Bayezid, Abdülhamid, Süleyman, Mehmed, Murad, Nizameddin, Mehmed, Abdullah; Osman.

Kiz çocuklari : Emine Sultan, Hamide Sultan, Hayriye Sultan, Sali Sultan, Saliha Sultan,Ayse Sultan, Atike Sultan, Fatma Sultan, Münire Sultan, Fatma Sultan, Mihrimah Sultan,Adile Sultan.

Sarax
09-23-2008, 15:20
Sultan Birinci Abdülmecid

Babasi . Ikinci Mahmud
Annesi . Bezmiâlem Valide Sultan

Dogumu : 25 Nisan 1823

Vefati . 25 Haziran 1861

Saltanati : 1839 - 1861 (21) sene


--------------------------------------------------------------------------------

Abdülmecid Istanbul'da dünyaya geldi. Babasi ona iyi bir tahsil yaptirmak için çok titiz davrandi. Kendisi biraz zayifça idi. Çok zeki,terbiyeli, merhamet ve sefkatli bir kimseydi.Tâhta çiktiginda 16 yasindaydi. Yeni gelismeleri çok siki bir sekilde takip eder ve hemen Devlet-i Aliyyede tatbik edilmesini isterdi. Devrinde olan önemli olaylar :1839 senesinde Gülhane Hatti Hümayunu okundu. 1846'da Mustafa Resid Pasa Sadrazam oldu. Maarif alaninda pek çok ilerlemeler oldu. Bir çok meslek okullari açildi. 1848'de Macar isyani dolayisiyla Macaristan'dan çok sayida ilticalar oldu. Eflak ve Bogdan'da ihtiIali oldu. Mübarek yerler meselesi ortaya çikti.1853'de Rusya harbi basladi. Sinop baskini oldu. 1854'de Ruslar karada büyük kayiplar verdiler. Meshur Silistre müdafaasi yapildi 've Ruslar bozuldu. Yerköyü Muharebesi kazanildi. Fransa ve Ingiltere de Türkiye yaninda yer aldilar ve Kirim'a çikarma yapildi.1855'de Sivastopol alindi. Telgraf ve demiryolu hatlari yapildi. 1856'da Paris Anlasmasi yapildi. Ruslara karsi büyük menfaatler sagIandi.Abdülmecid Dolmabahçe Sarayi'ni yaptirdi

ve Ortaköy'deki Mecidiye Camiini insa ettirdi.25 Haziran 1861'de babasi gibi verem hastaligina tutularak vefat etti. Öldügünde 38 yasindaydi. Fatih'teki Sultan Selim Camii avlusundaki türbesine gömüldü. (Allah rahmet eylesin)

Silsile-i Saadât-i Naksibendiyye'den Hâfiz Ebü Said Sâhib (k.s.) Hazretleri bu devirde vefat etmistir.

Erkek çocuklari : Ahmed, Mehmed Burhaneddin, Bahaddin, Rüstü Mehmed, Seyfüddin, Osman, Ziyaeddin Mehmed, Abid Mehmed ,Abdüssamed Mehmed, Fuad Mehmed, Nureddin, Vamuk Mehmed, Abdülhamid, Mehmed Vahidüddin, Süleyman, Kemaleddin, Nizameddin,Mehmed Resad.

Kizlari : Bedihe, Behice, Samiye, Mediha, Refia, Sehime, Sabiha, Aliye, Fatma, Cemile, Seniha, Fehime, Mühibe, Mukbile, Münire, Naime, Neyyire, Behiye.