Habeşi
12-15-2008, 04:31
(Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla)
Alemlerin Rabbine hamdolsun. Efendimizi tüm gönderilen peygamberlerin de efendisi Muhammed’e, Ehli Beytine-aline ve tertemiz olan ashabına salat-u selam olsun.
BİRİNCİ SIFAT: VUCUD
İslam inancının üzerinde kurulduğu ya da bina edildiği temel, öncelikle Allâh’ı bilmek, Resulünü bilmektir. Allâh’ı bilmek ve tanımak demek, yüce Allâh’ın var olduğunu, mevcut bulunduğunu bilmektir. Buna iman etmek vacip/farzdır. Allâh ezelden beri vardır, mevcuttur yani onun varlığının bir başlangıcı yoktur.
Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “O ilktir...” (57, Hadid, 3) Yani Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Nitekim İmam Buhari de Sahihinde, ayrıca Beyhaki, Ebu Bekir bin Carud, İmran bin Husayn’dan rivayet ediyorlar. Yemen’den Allâh Resulü (s)’ne bir toplum gelirler ve Allâh Resulüne:
“Ey Allâh’ın Resulü! Biz sana dinde derin bilgi sahibi olmak ve senden bu işin başında olan hakkında bir şeyler sormak için geldik.” Farklı bir lafızda ise, “Bu işin başından..” diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s) de şöyle buyurmuştur: “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu. Onun Arşı su üzerindedir ve O her şeyi zikirde-Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.” Sanki burada bu soruyu soran Yemenliler, alemin başlangıcında soruyor gibidirler. Ancak Allâh Resulü (s) onlara, onların sorduklarından daha önemli olan bir şekilde cevaplamaktadır. Çünkü Allâh Resulü (s): “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu” Yani Allâh ezelden beri mevcuttur, vardır ve Onun varlığının bir başlangıcı ya da başı yoktur. Ezelde O varken, onunla beraber bir başka varlık yoktu. Yani ne zaman, ne mekan, ne de cisimler, evet bunlardan hiçbir şey yoktu.
Allâh Resulü (s) vermiş olduğu bu cevabına şunu da ekliyor: “Gerek su ve gerekse Arş, diğer yaratılmışlar yok iken bu ikisi yaratılmıştı ve vardı. Allâh Resulü (s) onlara, suyun Arş’tan önce yaratılmış olduğunu da kendilerine bildirmektedir. Çünkü Allâh Resulü (s): “Onun Arşı su üzerindedir” buyururken, onlara şu gerçeği anlamalarını söylüyordu, su, Arş henüz yaratılmazdan önce yaratılmıştır.
Allâh Resulünü tanımak ve bilmek meselesine gelince, bu da Onun Allâh’tan aldıklarını tebliğ ettiğine ve söylediklerinde sadık-doğru olduğuna yani farz kılınanları, helal ve haram kılınanları bildirirken, bunlarda doğru olduğuna inanmaktır. Aynı şekilde geçmişe ilişkin verdiği haberlerde, ileride olabilecek şeylerde, bunlar ister dünyayı ilgilendiren şeyler olsum, ister kabir alemini olsun, ister ahiret hayatıyla alakalı olsun, bunların tümünde doğru olduğuna iman etmek, demektir.
Kim hiçbir şüphe ve kuşkuya kapılmaksızın bunlara kesin olarak inanırsa, bu kişi gerçekten Allâh’ı ve Resulünü bilen bir kimsedir. Bu konulara ilişkin akla dayalı delilleri ister bilsin, ister bilmesin bu kimse Allâh’a ve Resulüne inanmış kişi demektir. İmanın sahih ve sağlıklı, kabul edilebilir olması için Mutezilenin ileri sürdüğü ve kişi mutlaka bu konuya ilişkin akla dayalı delili bilmelidir, diye bunu bir ön şart olarak ileri sürmekle sapıtmış olmaktadır. Ancak Ehli Sünnet böyle bir şeyi şart-koşul olarak ileri sürmezler. Fakat bununla beraber Ehli Sünnet, Allâh’ın varlığı hakkında icmali manada da olsa yani kısa da olsa bu konuda akli bir delil göstermelerini vacip kabul ederler.
İcmali manada olacak olan böyle bir delil, bilimin öngördüğü bir sıralamaya yani tertibe uyarak bilemese de, her mümin böyle bir delili şu veya bu manada bilebilir. Örneğin bu alem değişen bir varlıktır. Her değişen varlık da hadistir yani sonradan meydana gelmedir. O halde bu alem de hadistir.
Buna göre mutlaka bu alemi meydana getiren bir Muhdisin, yaratan ya da var edeninin olması gerekir. İşte sözü edilen bu Muhdis, Allâh diye adlandırılan Muciddir, yaratıp var edendir.
Doğrusu kim iyice düşünüp, sağlıklı bir bakış açısıyla bir değerlendirme yapacak olsa, mutlaka buna ilişkin delili aklıyla bulabilir. İcmali manadaki delil göstermeyi ya da ortaya koymayı alim olsun, olmasın hemen herkes bilebilir. Bu türden bir delil göstermeye doğal delil sergilemek, ortaya koymak denir. Müslüman bir kimsenin icmali manadaki bir delili sergilememesi, ortaya koyamaması bir eksikliktir. Allâh'ın var olduğuna delalet eden akli delili öğrenmek farzdır. Böyle bir delil göstermeyen bir mümin kimse hakkında hak ehli denen Ehli Sünnet böylesi için asi kimsedir, demektedirler. Bunun da sebebi şanı yüce olan Allâh, kullarına, yaratmış oldukları varlıklar üzerinde düşünmeleri, tefekkür etmelerini istemiştir ki, bu sayede asıl yaratıcılarını bulabilmede bir delil ortaya koyabilsinler, istemiştir. Kısaca alemin durumuna bakarak bundan bu alemin bir yaratanının olduğunu anlayabilsinler, istemiştir.
Diğer taraftan yüce Allâh’ın varlığını öğrendikten ve sadece ibadete layık olanın O olduğunu bildikten sonra, yani asıl önünde yere kapanmanın gerektiğinin Allâh olduğunu öğrendikten sonra, bundan böyle artık bu kimsenin yüce Allâh’a ait olan on üç sıfatı da öğrenmeleri gerekir. Bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:
Kıdem, Beka, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vahdaniyet, Hayat, Kudret, İrade, İlim, Semi, Basar ve Kelam.
Bu sıfatlara ilişkin icmali delillere gelince bu konuda şunun ifade olunmasıdır. Eğer yüce Allâh bu sayılan sıfatlara sahip olmasaydı, bu gün var olduğunu gördüğümüz bu alem var olmazdı, mevcut olmazdı. İşte icmali manadaki bu türden bir delile ulaşabilmek yeterlidir ve vacip/farz olan da zaten budur.
Tafsili yani detay manadaki delillere gelince, Bunu tüm detaylarıyla bilip öğrenmek farzı ayın olan bir görev değildir. Aksine bu, farzı kifayedir. Müslümanlar, akidelerinin temelini oluşturan bu on üç sıfatı ve bunlara bağlı olanlarını akla dayalı delilleriyle bilebilirlerse, artık bunları bilemeyen diğer Müslümanlardan bu borç düşürülmüş olur. Yani bazılarının bilmesiyle diğerlerinden vebal kalkmış olur. Çünkü itikaden dinsiz olanlarla bidat ehline karşı çıkabilecek olan bir şüphe ya da kuşkunun önlenebilmesi için bu, gereklidir.
Örneğin bir mülhit yani dinsiz gelir de Müslümanlara: “Allâh’ın varlığına ilişkin olarak bana akla dayalı delil gösterin” diye bir talepte bulunsa, mutlaka bu adamın şüphe ve kuşkularının hem de tafsili yani detaya dayalı delillerle giderilmesi gerekir. Çünkü böylesi bir adama, yüce Allâh, “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “Allâh her şeye kadirdir.” (5, Maide, 120), “O her şeyi hakkıyla bilendir.” (2, Bakara, 29. 6,En’am, 101. 57, Hadid, 3) “O ilktir...” (57, Hadid, 3), “Şüphesiz Allâh’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her şeyden müstağnidir.” (29, Ahkebut, 6) işte bu ve benzeri ayetleri okuyarak cevap vermeye kalkışırsa, mülhid yani o dinsiz olan kişi de buna karşılık şunu söyleyecektir: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, sizin kitabınızdan bana delil sunmanızı, hatırlatmada bulunmanızı istemiyorum.” Bu durum karşısında o halde böyle bir adamın şüphesini nasıl ortadan kaldıracaksınız.
Buna örnek olarak şöyle bir örneği gösterebiliriz. Varsayalım ki güneşe tapan biri: “Benim *****m duyularla anlaşılabilen ve görülebilendir. İnsanlara ve diğer canlılara, bitkilere, suya ve havaya da faydası dokunandır. O halde benim bu dinim nasıl hak din olmayabilir ki? Gerek biz ve gerekse siz olun, hepimiz de bilmekteyiz ki bu vardır, mevcuttur ve gözlerimizle de görülebilmektedir. Öyleyse nasıl benim bu dinim için, o batıl bir dindir, diye söylersiniz ki?” Eğer bu adama yeniden, “yüce Allâh şöyle buyuruyor” dense, o da: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, ben sizden akla dayalı bir delil, bir kanıt istiyorum. Eğer böyle bir delil bulup da bana gösterirseniz, ben de size teslim olacağım. Aksi takdirde sizin dininize inanmamı benden nasıl isteyebilirsiniz ki?” demiş olsa buna nasıl bir kanıt gösterilecek söyler misiniz?
Tevhid ilmine ilişkin akli ve nakli delillere çok fazla ihtiyaç duyulduğu halde, Tevhid ilmi akli ve nakli delilleri, kanıtları kapsamaz diye sananlar var ya, bunlar, bu kafiri susturmasına güç yetiremeyenlerdir. Ancak bu gibi kafirleri susturmayı bilenler, yüce Allâh’ı keyfiyetten, ona bir sınır tanımaktan, mekan ve cihet ile nitelemekten tenzih edenler susturabilirler de o kafire şu şekilde cevap verirler:
Senin mabudun ya da *****n olan varlığın bir haddi, sınırı ve şekli vardır. Dolayısıyla o, kendisine bu şekilde yaratan bir varlığa muhtaçtır. Oysa Hak olan -ki Mabud ki O var olan zattır- Onun bir haddi, bir sınır ve şekli yoktur ve başka bir varlığa da muhtaç değildir. Fakat senin inanmakta ve yapmakta olduğun *****n olan güneşe gelince, zaten akıl, onun ilah olduğunu en başta kabul etmez. Bu, akıl açısından doğru da değildir. Çünkü güneşin kendi kendisini bu şekilde yaratması akıl açısından olamazdır. Ancak tapınılmaya layık olan varlık, bizim Mabudumuz, ilahımız olan zattır ki o vardır, mevcuttur ve Onun varlığı başka varlıklar gibi değildir. İşte böyle bir cevap verilmesi halinde güneşe tapan kişi, bu cevap karşısında apışıp kalır.
Nitekim Kur’an’ı Kerim’de akla dayalı delile yol göstermekte ve bir çok ayetlerde bu gerçek dile getirilmektedir. Örneğin yüce Allâh’ın şu ayeti gibi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kendi nefislerinizde/üzerinizde de Allâh’ın varlığını gösteren bir çok deliller vardır, görmüyor musunuz?” (51, Zariyat, 21) Yani sizin kendi varlığınız da bile yüce Allâh’ın var olduğunu gösteren bir çok deliller bulunmaktadır.
Nitekim kimi akaid bilginleri bunun için bir delili örnek olarak anlatırlar. Bu da şu örnektir: “Ben önceleri yok iken sonradan var oldum. Öyleyse sonradan var olanın bir var edeni vardır. Mademki ben de sonradan var olmuşum, mutlaka beni de bir var edenin olması gerekir.”
Bu ifadeden çıkan sonuç ise şudur: İşte bu mükevvin yani var eden, ol diyen zatın bana benzememesi, benim benzerim olmamsı ve sonradan var olanların hiç birine benzememesi gerekir. Çünkü sonradan var olanlar da sonuç itibariyle bu nokta da benimle ortaktırlar. İşte bu mükevvin yani ol diyerek var eden zat, Allâh diye isimlendirilen zattır.
İKİNCİ SIFAT: KIDEM
Kıdem, mana itibariyle ezeli olan demektir. Örneğin, “Allâh kadimdir” denince, bunun manası Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Bu, sadece yüce Allâh hakkında böyledir. Allâh’tan başkaları için böyle değildir. Çünkü Allâh’tan başkası için: “kadimdir” ifadesi kullanıldığında, bunun manası, bunun üzerinden uzun bir zaman geçti, demektir. Nitekim, ezelilik ifadesi de böyledir. Yüce Allâh bu manası itibariyle ezelidir yani varlığının bir başlangıç noktası yoktur ve ezelilik sadece yüce Allâh hakkındadır, yalnızca Allâh ezelidir.
Zamanın sekiliği, uzun süre ve zamanın geçmiş olması anlamında ezelilik meselesine gelince, lügat itibariyle yani dil açısından ilim adamlarının ifadelerinde bu, yaratılmışlar için de kullanılabilir.
Lügat açısından meseleye gelince, Kamus adlı eserinde Firuz Abadi “Herem” maddesinde şöyle diyor: “el-Hereman: Mısır’da ezeli yani oldukça eski olan iki yapıt-eserdir.” Şanı yüce Allâh kadimdir ve ezelidir. Bu ifade, varlığının bir başlangıcı yoktur, anlamındadır. Allâh’tan başkası içinse, bu manasıyla onlara kadimdir ve ezelidir denemez. Ancak ikinci manası bakımından söylenebilir. Çünkü bu ikinci manasıyla o şeyin ya da varlığın uzun bir süre ve zamanın geçmiş olduğu manası kasdolunur. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de bu lafızla Allâh hakkında bir ifade yoktur, gelmemiştir. Ancak bu manada lafızlar bulunmaktadır. Örneğin: “O ilktir...” (57, Hadid, 3) ayeti gibi. Çünkü bu ayeti, çok uzun sür üzerinden geçen manada bir ifade ile yorumlamaya kalkışmak, tefsir etmek caiz olmaz. Çünkü uzun bir zaman dilimi anlamında kadimulahd ifadesi Allâh’ın yaratmış olduğu varlıklar için kullanılan sıfatlardan bir sıfattır. Yüce Allâh ise henüz zaman denen bir şey yok iken de vardı ve dolayısıyla yüce Allâh zamanın kadimliğiyle vasıflanamaz, nitelenemez.
Hak ehli şöyle diyor: Varlıklar üç kısımdır:
Birinci kısım: Ezeli ve Ebedi olandır bu ise sadece yüce Allâh ve Onun sıfatlarıdır. Yüce Allâh’ın tüm sıfatları, zatının ezeli olması itibariyle ezelidirler. Yüce Allâh’ın zatının ezeli olduğu sabit olunca, buna bağlı olarak sıfatlarının da ezeli oluşu sabit olmuş olur. Bu lafzın dışında ezeliyet manasını gösteren ayetler Kur’an-ı Kerim’de birçok defa yer almaktadır.
Örneğin: “Allâh Gafur ve Rahimdir” (4, Nisa, 96) gibisinden ayetler. Bu ve benzeri ayetler bir hayli çoktur. Yani Allâh Ezelden itibaren Gafur ve Rahimdir, demektir. Aynı şekilde: “Allâh en iyi bilen ve hikmet ile vasıflanandır” (4, Nisa, 17) ayeti de böyledir. Kur’an’da ezeliyet ifadesi her ne kadar bu şekildeki bir lafız ile gelmemiş, yer almamış ise de, bu manada birçok ayetler ve nasslar Kur’an’ın bir çok yerlerinde sabittir.
Daha önce zikrettiğimiz ve Buhari’de yer alan sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştu: “Allâh vardır. O varken, ondan başka hiçbir varlık bulunmuyordu.” İşte bu gerçek bilinince, buna rağmen kim kalkar da Allâh’tan başka bir varlık için ezelilik iddiasına kalkışırsa ve bu alem türleriyle yani cinsi ve şahısları itibariyle ezelidir diyecek olursa, o kafirdir. Yine bir kimse çıkıp da bu alem muayyen olan fertleri itibariyle değil de, cinsi itibariyle ezelidir, derse, bu da aynen bir öncekisi gibi kafirdir. Çünkü bu, sonraki felsefecilerin ve bir de İbn Teymiye’nin görüşüdür.
İkinci kısım: Bu kısım varlıklar ise ezeli değiller ama ebedidirler. Bunlar da cennet ile cehennemdir.
Üçüncü kısım: Bu kısımdaki varlıklar ezeli de ebedi de değildirler. Bunlar da cennet ile cehennem dışında kalan diğer yaratıklardır. Bu ikisine cennet ve cehennemde yer alan huriler, vildan ve benzeri şeyler de tıpkı cennet ve cehennem gibidirler. Çünkü kimi ilim ehli bu şekilde söylemektedirler.
Bir şey ezelidir ama, ebedi değildir konusuna gelince bu, muhaldir. Çünkü ezeli olan bir şey mutlaka ebedidir de. Yüce sıfatları itibariyle de ezeli ve ebedidir. Yani Allâh’ın sıfatları da zatı gibi hem ezeli ve hem ebedidir.
ÜÇÜNCÜ SIFAT: BEKA
Beka mana itibariyle yüce Allâh’ın varlığının sonunun olmaması demektir. Çünkü bir varlığın kadim olduğu anlaşılınca, sabit olunca Onun Beka sahibi olduğu da anlaşılmış olur. Bu itibarla onun için adem yani yok oluş muhaldir, olamazdır.
Nakli delillere dayalı olarak yüce Allâh’ın Beka sıfatıyla vasıflandığının bir kanıtı da Rabbimizin şu ayetidir: “Celal/Azamet ve ikram şle vasıfalanan Rabbinin vechi/zatı baki kalır.” (55, Rahman, 27), “Onun zatından/vechinden başka her şey helak olacaktır.” (28, Kasas, 88)
Beka ile ilgili akla dayalı kanıt ise şöyle açıklanabilir. Eğer yüce Allâh, baki olmamış olsaydı, şu alem de var olmazdı. Fakat alem vardır, mevcuttur. Böylece yüce Allâh’ın baki olduğu da sabit olmuş olmaktadır. Yüce Allâh için vacip olan beka, zati olan bekadır. Yani Onun dışında bir başka varlığın, bunu Allâh için vacip kılması asla söz konusu değildir. Aksine yüce Allâh, zatı itibariyle yani li zatihi buna layıktır, müstahaktır, başka bir şey itibariyle değildir. Ancak cennet ve cehennem gibi kimi yaratılmışları için beka meselesine gelince, bu, icma ile sabit olan bir gerçektir. Ancak buradaki beka, zati manadaki bir beka değildir. Çünkü cennet ile cehennemin her ikisi de hadistirler. Hadis olan yani sonradan var edilmiş olan bir şey de li zatihi –zatı itibariyle baki olamaz. Cennet ile cehennemin bakilikleri zatları itibariyle değil, ancak yüce Allâh’ın onlar için bakiliği dilemesi itibariyledir.
DÖRDÜNCÜ SIFAT: VAHDANİYET
Bunun manası, yüce Allâh’tan başka ikinci bir varlık yani ilah yoktur, demektir. Yani yüce Allâh, Arş, Kürsi, cennet, cehennem, yedi kat gökler, insan, melekler ve cinler gibi cisimler olarak mürekkep bir varlık değildir. Bir takım şeylerden bir araya getirilerek oluşan bir varlık değildir. Çünkü adı geçen cisimler bir takım şeylerden telif edilerek bir araya getirilmiş varlıklardır yani bunlara kısımlara ayrılabilirler. Örneğin değerli bir varlık olan Arş, bir takım cüzlerden yani parçalardan oluşan bir şeydir. Dolayısıyla nasıl ki yüce Allâh ile diğer yaratıkları olan varlıklar arasında bir münasebetin olması muhal ise, bunun ile Allâh arasında da herhangi bir münasebetin olması muhaldir.
Yüce Allâh’ın Vahdaniyet sıfatı konusunda Akla dayalı burhan ya da kanıt ise, eğer Allâh bir tek olmasaydı, müteaddit ilahlar var olsaydı, alemde görülen şu düzenden söz edilemezdi. Fakat görüldüğü gibi alemde bir düzen bulunmaktadır. Bu da Allâh’ın bir tek olduğunun vacipliğini, gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Vahdaniyet sıfatı konusunda nakle dayalı burhan ya da kanıt ise, oldukça fazladır. Bunlardan bir tanesi Rabbimizin: “De ki O Allâh bir tektir.”(112,İhlas,1)
Bu konuda hadisten delil ise Buhari tarafından rivayet olunan şu hadistir. Bu rivayete göre Allâh Resulü (s) geceleyin uyandıklarında şöyle dua ederlermiş:
“Allâh, kendisinden başka ilah olmayan, Kahhar olan, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında yer alan her şeyin Rabbi olan Aziz ve Gaffar plan/pek bağışlayan yegane varlıktır.”
BEŞİNCİ SIFAT: KIYAM BİNEFSİHİ
Yani Allâh hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeyden müstağnidir. Şanı yüce olan Allâh hiçbir şeye muhtaç olmaması itibariyle Onun dışındaki her varlık Ona muhtaçtır. Varlık alemine gelmesi için O, bir muhassısa yani tahsis ediciye de muhtaç değildir. Çünkü bir başkasına muhtaç olmak durumu, Onun kadim olma sıfatına aykırıdır. Çünkü başkasına gereksinim duyması demek, hadisliğin, sonradan var oluşun bir alametidir. Şanı yüce olan Allâh bundan münezzehtir. Böylece Onun kadimliğinin de, baki oluşu da sabit olmuştur.
Şanı yüce Allâh, kendisine itaat edenlerin itaati sayesinde bir yarar kazanmadığı gibi, kendisine isyana kalkışanların isyanıyla da zarar görecek değildir. Allâh’tan başka her şey, Allâh’a muhtaçtır. Hiçbir varlığın, göz açıp kapanacak kadar geçecek bir zaman dilimi kadar olsun, Allâh’a ihtiyaç duymayacağı bir anları olmaz. Yüce Allâh şöyle buyurmaktadır:
“Allâh zengindir-hiçbir şeye muhtaç değildir. Oysa siz Allâh’a muhtaçsınız.” (47, Muhammed,38)
ALTINCI SIFAT: MUHALEFETUN LİLHAVADİS
Yani Allâh, yarattığı varlıklarından hiçbirine benzemez. Bunun akla dayalı delili ise şudur. Eğer Allâh, yarattığı varlıklarından herhangi birisine benzemiş olsaydı, dolayısıyla, yaratıklar için geçerli olan değişime uğra, yok olma gibi niteliklerin Allâh için de olması caiz olurdu. Eğer böyle bir şey Allâh hakkında caiz olabilseydi, dolayısıyla onu değiştiren de buna ihtiyaç duyardı. Başkasına ihtiyaç duyan bir varlık da ilah olamaz. Bundan Onun hiçbir şeye benzemediği gerçeği sabit olmuş oluyor, ortaya çıkmış bulunuyor.
Bu konuda nakle dayalı kanıta yani yüce Allâh’ın sonradan olanlara benzemediğinin vacipliği konusuna gelince, Rabbimizin şu ayetini gösterebiliriz. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:
“Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42, Şura, 11)
İşte bu ayet bu konuda en açık ve net olan nakli delildir. Kur’an’a yer alan bu ayet, her manadaki tenzihi ifade etmektedir. Çünkü şanı yüce olan Allâh bu ayette, nefiyden yani olumsuzluk edatından hemen sonra“Şey” kelimesini zikretmektedir.
Şayet Nekire bir kelime nefyin siyakında yani nefiyden-olumsuzluktan sonra gelirse, bu şümul ifade eder, kapsamlılığı içerir. Şanı yüce olan Allâh, bu ayette kendi nefsinden ecrama, cisimlere, araza müşabeheti nefyetmiştir. Yani yüce Allâh hiçbir varlığın zatına asla benzemeyeceğini kesin olarak reddetmiştir. Şanı yüce olan Allâh insanlardan, cinlerden, meleklerden ve daha başkaca ruh sahibi olan varlıklardan hiçbirine benzemediği gibi, ulvi/üstün ve değerli ve süfli/basit, önemsiz ecramdan olan cansız hiçbir varlığa da benzemez. Kısaca yüce Allâh bu şeylerden hiçbirine asla benzemez. Aynı zamanda şanı yüce olan Allâh, reddettiği benzerliği de yaratmış olduğu varlıklardan herhangi bir türü ile de kayıtlamış da değildir. Aksine ret edilen bu benzerlik olayı sonradan var edilmiş olan tüm hadis şeyleri kapsamaktadır. Bunların hiçbiri kapsam dışı değildir. Bu nefiy yani ret edilen benzerlik olayı yani benzememe durumu, yüce Allâh’ın kemiyet ve keyfiyet yani nicelik ve nitelik bakımlarından da her şeyden münezzeh olduğunu kapsamaktadır. Kemiyetten kasıt, cirmin ya da cismin miktarı demektir. Yani yüce Allâh, miktar, alan, değerlendirme, sınırlandırma gibi bir takım değerlendirmelerin altına giren cisimler gibi değildir. Çünkü yüce Allâh herhangi bir miktar, ölçü ya da alan ile takdir edilen bir varlık değildir. Kim, Allâh’ın da bir tarifi, sınırı vardır, demiş olsa, o kimse bu ifadesiyle yüce Allâh’ı yaratmış olduklarına benzetmiş olur ki bu, ilahlığa ya da uluhiyete aykırıdır. Şanı yüce olan Allâh, eğer bir miktarın ya da sınırlamanın altında tahdide sahip olsaydı, bu durumda mutlaka kendisini böylesi bir takdir ve sınırlamanın altına sokan bir varlığa ihtiyaç duyardı. Tıpkı diğer varlıkların ya da cisimlerin onları bir takım sınırlar ve ölçüler altına sokulmaya ihtiyaç duydukları gibi, bu takdir de Allâh da buna ihtiyaç duyardı. Çünkü herhangi bir şey kendi zatını belli bir takım ölçülerle sınırlı olarak yaratmaz.
Eğer yüce Allâh da tıpkı diğer cisimler gibi bir had ve miktar sahibi olsaydı, mutlaka onu bu hadde göre, bu sınırlamaya göre yaratan bir diğer varlığa ihtiyaç duyardı. Çünkü bu yani birinin kendisi belli bir sınırlama ve ölçü dahilinde yaratması, akıl bakımından doğru ve sahih olamaz. Başkasına muhtaç olan bir varlık ilah olamaz. Çünkü ilahlığın ya da ilah olmanın şartı, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.
YEDİNCİ SIFAT: HAYAT
Yüce Allâh hakkında Hayat yani diri olmak sıfatı, ezeli ve ebedi olan bir sıfattır. Allâh’ın hayatı yani diriliği başka varlıkların ruh, et ve kandan oluşan hayatı gibi değildir.
Yüce Allâh’ın diri yani hayat ile vasıflandığına ilişkin akli delil ya da kanıt şöyledir. Eğer Allâh hayat ile vasıflanmış olmasaydı, bu takdirde Kudret, İrade ve İlim sıfatlarıyla da nitelenmezdi. Eğer yüce Allâh bu vasıflara sahip olmasaydı, o takdirde bunların aksi ya da zıddı olan niteliklerle nitelenmiş olurdu. Bu ise bir eksikliktir. Oysa yüce Allâh her şeyden münezzehtir.
Allâh’ın hayat ile vasıflandığının vacipliğini gösteren delillerin başında bu alem-dünya gelir. Eğer Allâh diri yani hayat sahibi olmasaydı, şu alemde hiçbir şey olamazdı. Nitekim alemin varlığı duyularla ve zaruri olarak sabittir. Bunda da asla bir şüphe yoktur.
Yüce Allâh’ın hayat ile vasıflandığına dair nakle dayalı deliller ise bir çok ayetlerdir. Bunların başında da: “Allâh, Ondan başka ilah yoktur, O, Hayy’dır-Ölmez diridir.” (2, Bakara, 255) ayetidir.
SEKİZİNCİ SIFAT: KUDRET
Bu sıfat da, yüce Allâh hakkında var olan zatıyla ilgili ezeli bir sıfatıdır. Bu sıfat için, Allâh’ın zatıyla kaim olan bir sıfat denmesi de yerinde bir ifadedir. Çünkü mana aynıdır. Ancak bu sıfat için, Allâh’ın zatında sabit olan bir sıfattır, denemez. Var etme ve yok etme ancak kudret sıfatıyla olur. Yani Ademden madum bu sayede var olur ve yine var olan bir şey de bu sayede madum yani yok olur.
Kudret sıfatının Allâh hakkında vacip olduğunun akla dayalı kanıtı da şudur. Eğer Allâh kudret ile vasıflanmış olsaydı, bu takdirde aciz olurdu. Aciz olunca da yaratıklardan hiçbir şey yaratılmış olmazdı. Yaratılanların var oldukları müşahede ile ortadadır. Eksiklik ise Allâh hakkında muhaldir. Çünkü ilah olmanın şartı kemaldir.
Nakle dayalı kanıt ise, Kur’an’ı Kerim’de buna ilişkin değişik surelerde bir çok ayetler bulunmaktadır. Örneğin şu ayet:
“Şüphesiz rızık veren, metin olan/ güç ve kuvvet ile vasıflanan ancak Allâh’tır.” (51,Zariyat,58)
Burada geçen, “Metin” sözcüğü, kuvvet ve kudret, güç manasınadır. Yine: “Allâh her şeye kadirdir/gücü yetendir.” Ayeti de buna işaret etmektedir, bunun kanıtıdır.
Diğer taraftan kudret sıfatı, ancak aklın var olmasını mümkün gördüğü ve kabul ettiği, caiz gördüğü şeylere ancak taalluk eder, başkasına değil. Bunlar da zaten aklen mümkün olan şeylerdir. Başka bir anlatım tarzıyla akıl bakımından caiz yani olabilir olan şeylerle alakalıdır. Kudret sıfatı aklen vacip olan şeylerle, aklen muhal olan şeylere taalluk etmez. Yani var olmayı kabul etmeyen, var olması olmayacak olan şeyler için düşünülemez. İşte bunun içindir ki, acaba yüce Allâh kendisi gibi bir varlığı yaratmaya kadir midir, veya kendisini ortadan kaldırabilecek bir varlık yaratabilir mi denemez, çünkü bu, mümtenidir yani olacak bir şey değildir. Bununla beraber Allâh bu şeyleri var etmekten acizdir de denemez.
DOKUZUNCU SIFAT: İRADE
İrade sıfatı da, Allâh’ın zatıyla kaim olan kadim bir sıfattır. Yani bu sıfat Allâh için vardır, zatı itibariyle onun için sabittir. Aklen mümkün olabilen şeyler bu sıfatı ilgilendirir. Çünkü aklen mümkün olan yani olabilir olan şeyler, aynı zamanda olmamaları da mümkündür. Çünkü aklen mümkün yani olabilir olan şeyler, daha önce var değillerdi. Sonradan varlık dünyasına gelmişlerdir. Çünkü yüce Allâh onların var edilmesini tahsis etmiş, öngörmüştür. Çünkü bunların akıl açısından olmamaları da caizdir. Bunların var olmaları yüce Allâh’ın onları tahsis etmesi sebebiyledir. Şayet Allâh’ın bunları tahsisi olmasaydı, aklen mümkün olan bu şeylerden herhangi bir var olamazlardı.
Bundan da anlaşılıyor ki, yüce Allâh, varlığıyla bunların varlık aleminde yer almasını tahsis etmiş, istemiş, yokluk aleminde kalmalarını dilememiştir. Bir de bunlarda olan ve başkalarında olmayan bir vasıf nedeniyle bunu var etmiştir.
Örneğin insanın yaratılışının bu şekil ve surette tahsis edilmiş olması, yüce Allâh’ın onu öyle tahsis etmiş olmasıyla olmuştur. Çünkü bu, akıl açısından da caizdir. Zira Allâh dileseydi, insanı bu şekil ve surette yaratmayabilirdi, başka bir şekil ve surette yaratırdı. Diğer taraftan insanın bulunması istenen vakitte var olmasının tahsisi de aynı şekilde yüce Allâh tarafındandır. Çünkü Allâh dilemiş olsaydı, insanı bu alemin ilk yaratılanı kılardı. Fakat Allâh onu alemin ilk varlığı kılmadı. Aksine onu alemin son varlığı kıldı. Bizden tek bir kişi bile kendisini hali hazırda olduğumuz bu şeklimiz üzere kendisini yaratmaya kadir değildir. Böyle olduğu gibi, şu anda içinde var olduğu zaman dilimi içerisinde de kendisini bu zamanda olmak kaydıyla da yaratmaya gücü yetmez. Böylece anlaşılıyor ki bu durum, bir tahsis edenin tahsisiyle olabilmektedir. Bu tahsis eden yani muhassıs olan zat ise ezeli olarak var olan ve adına Allâh denilen zattır.
Allâh hakkında İrade sıfatının vacipliğini gösteren deliller de yine Kur’an’da oldukça çoktur. İşte bunlardan biri yüce Allâh’ın şu ayetidir: “Çünkü Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır.” (11, Hud, 107. 85, Buruc, 16) Yani şanı yüce olan Allâh yaratır, ezeli iradesiyle kainatta dilediği gibi yapar.
Alemlerin Rabbine hamdolsun. Efendimizi tüm gönderilen peygamberlerin de efendisi Muhammed’e, Ehli Beytine-aline ve tertemiz olan ashabına salat-u selam olsun.
BİRİNCİ SIFAT: VUCUD
İslam inancının üzerinde kurulduğu ya da bina edildiği temel, öncelikle Allâh’ı bilmek, Resulünü bilmektir. Allâh’ı bilmek ve tanımak demek, yüce Allâh’ın var olduğunu, mevcut bulunduğunu bilmektir. Buna iman etmek vacip/farzdır. Allâh ezelden beri vardır, mevcuttur yani onun varlığının bir başlangıcı yoktur.
Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “O ilktir...” (57, Hadid, 3) Yani Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Nitekim İmam Buhari de Sahihinde, ayrıca Beyhaki, Ebu Bekir bin Carud, İmran bin Husayn’dan rivayet ediyorlar. Yemen’den Allâh Resulü (s)’ne bir toplum gelirler ve Allâh Resulüne:
“Ey Allâh’ın Resulü! Biz sana dinde derin bilgi sahibi olmak ve senden bu işin başında olan hakkında bir şeyler sormak için geldik.” Farklı bir lafızda ise, “Bu işin başından..” diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s) de şöyle buyurmuştur: “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu. Onun Arşı su üzerindedir ve O her şeyi zikirde-Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.” Sanki burada bu soruyu soran Yemenliler, alemin başlangıcında soruyor gibidirler. Ancak Allâh Resulü (s) onlara, onların sorduklarından daha önemli olan bir şekilde cevaplamaktadır. Çünkü Allâh Resulü (s): “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu” Yani Allâh ezelden beri mevcuttur, vardır ve Onun varlığının bir başlangıcı ya da başı yoktur. Ezelde O varken, onunla beraber bir başka varlık yoktu. Yani ne zaman, ne mekan, ne de cisimler, evet bunlardan hiçbir şey yoktu.
Allâh Resulü (s) vermiş olduğu bu cevabına şunu da ekliyor: “Gerek su ve gerekse Arş, diğer yaratılmışlar yok iken bu ikisi yaratılmıştı ve vardı. Allâh Resulü (s) onlara, suyun Arş’tan önce yaratılmış olduğunu da kendilerine bildirmektedir. Çünkü Allâh Resulü (s): “Onun Arşı su üzerindedir” buyururken, onlara şu gerçeği anlamalarını söylüyordu, su, Arş henüz yaratılmazdan önce yaratılmıştır.
Allâh Resulünü tanımak ve bilmek meselesine gelince, bu da Onun Allâh’tan aldıklarını tebliğ ettiğine ve söylediklerinde sadık-doğru olduğuna yani farz kılınanları, helal ve haram kılınanları bildirirken, bunlarda doğru olduğuna inanmaktır. Aynı şekilde geçmişe ilişkin verdiği haberlerde, ileride olabilecek şeylerde, bunlar ister dünyayı ilgilendiren şeyler olsum, ister kabir alemini olsun, ister ahiret hayatıyla alakalı olsun, bunların tümünde doğru olduğuna iman etmek, demektir.
Kim hiçbir şüphe ve kuşkuya kapılmaksızın bunlara kesin olarak inanırsa, bu kişi gerçekten Allâh’ı ve Resulünü bilen bir kimsedir. Bu konulara ilişkin akla dayalı delilleri ister bilsin, ister bilmesin bu kimse Allâh’a ve Resulüne inanmış kişi demektir. İmanın sahih ve sağlıklı, kabul edilebilir olması için Mutezilenin ileri sürdüğü ve kişi mutlaka bu konuya ilişkin akla dayalı delili bilmelidir, diye bunu bir ön şart olarak ileri sürmekle sapıtmış olmaktadır. Ancak Ehli Sünnet böyle bir şeyi şart-koşul olarak ileri sürmezler. Fakat bununla beraber Ehli Sünnet, Allâh’ın varlığı hakkında icmali manada da olsa yani kısa da olsa bu konuda akli bir delil göstermelerini vacip kabul ederler.
İcmali manada olacak olan böyle bir delil, bilimin öngördüğü bir sıralamaya yani tertibe uyarak bilemese de, her mümin böyle bir delili şu veya bu manada bilebilir. Örneğin bu alem değişen bir varlıktır. Her değişen varlık da hadistir yani sonradan meydana gelmedir. O halde bu alem de hadistir.
Buna göre mutlaka bu alemi meydana getiren bir Muhdisin, yaratan ya da var edeninin olması gerekir. İşte sözü edilen bu Muhdis, Allâh diye adlandırılan Muciddir, yaratıp var edendir.
Doğrusu kim iyice düşünüp, sağlıklı bir bakış açısıyla bir değerlendirme yapacak olsa, mutlaka buna ilişkin delili aklıyla bulabilir. İcmali manadaki delil göstermeyi ya da ortaya koymayı alim olsun, olmasın hemen herkes bilebilir. Bu türden bir delil göstermeye doğal delil sergilemek, ortaya koymak denir. Müslüman bir kimsenin icmali manadaki bir delili sergilememesi, ortaya koyamaması bir eksikliktir. Allâh'ın var olduğuna delalet eden akli delili öğrenmek farzdır. Böyle bir delil göstermeyen bir mümin kimse hakkında hak ehli denen Ehli Sünnet böylesi için asi kimsedir, demektedirler. Bunun da sebebi şanı yüce olan Allâh, kullarına, yaratmış oldukları varlıklar üzerinde düşünmeleri, tefekkür etmelerini istemiştir ki, bu sayede asıl yaratıcılarını bulabilmede bir delil ortaya koyabilsinler, istemiştir. Kısaca alemin durumuna bakarak bundan bu alemin bir yaratanının olduğunu anlayabilsinler, istemiştir.
Diğer taraftan yüce Allâh’ın varlığını öğrendikten ve sadece ibadete layık olanın O olduğunu bildikten sonra, yani asıl önünde yere kapanmanın gerektiğinin Allâh olduğunu öğrendikten sonra, bundan böyle artık bu kimsenin yüce Allâh’a ait olan on üç sıfatı da öğrenmeleri gerekir. Bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:
Kıdem, Beka, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vahdaniyet, Hayat, Kudret, İrade, İlim, Semi, Basar ve Kelam.
Bu sıfatlara ilişkin icmali delillere gelince bu konuda şunun ifade olunmasıdır. Eğer yüce Allâh bu sayılan sıfatlara sahip olmasaydı, bu gün var olduğunu gördüğümüz bu alem var olmazdı, mevcut olmazdı. İşte icmali manadaki bu türden bir delile ulaşabilmek yeterlidir ve vacip/farz olan da zaten budur.
Tafsili yani detay manadaki delillere gelince, Bunu tüm detaylarıyla bilip öğrenmek farzı ayın olan bir görev değildir. Aksine bu, farzı kifayedir. Müslümanlar, akidelerinin temelini oluşturan bu on üç sıfatı ve bunlara bağlı olanlarını akla dayalı delilleriyle bilebilirlerse, artık bunları bilemeyen diğer Müslümanlardan bu borç düşürülmüş olur. Yani bazılarının bilmesiyle diğerlerinden vebal kalkmış olur. Çünkü itikaden dinsiz olanlarla bidat ehline karşı çıkabilecek olan bir şüphe ya da kuşkunun önlenebilmesi için bu, gereklidir.
Örneğin bir mülhit yani dinsiz gelir de Müslümanlara: “Allâh’ın varlığına ilişkin olarak bana akla dayalı delil gösterin” diye bir talepte bulunsa, mutlaka bu adamın şüphe ve kuşkularının hem de tafsili yani detaya dayalı delillerle giderilmesi gerekir. Çünkü böylesi bir adama, yüce Allâh, “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “Allâh her şeye kadirdir.” (5, Maide, 120), “O her şeyi hakkıyla bilendir.” (2, Bakara, 29. 6,En’am, 101. 57, Hadid, 3) “O ilktir...” (57, Hadid, 3), “Şüphesiz Allâh’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her şeyden müstağnidir.” (29, Ahkebut, 6) işte bu ve benzeri ayetleri okuyarak cevap vermeye kalkışırsa, mülhid yani o dinsiz olan kişi de buna karşılık şunu söyleyecektir: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, sizin kitabınızdan bana delil sunmanızı, hatırlatmada bulunmanızı istemiyorum.” Bu durum karşısında o halde böyle bir adamın şüphesini nasıl ortadan kaldıracaksınız.
Buna örnek olarak şöyle bir örneği gösterebiliriz. Varsayalım ki güneşe tapan biri: “Benim *****m duyularla anlaşılabilen ve görülebilendir. İnsanlara ve diğer canlılara, bitkilere, suya ve havaya da faydası dokunandır. O halde benim bu dinim nasıl hak din olmayabilir ki? Gerek biz ve gerekse siz olun, hepimiz de bilmekteyiz ki bu vardır, mevcuttur ve gözlerimizle de görülebilmektedir. Öyleyse nasıl benim bu dinim için, o batıl bir dindir, diye söylersiniz ki?” Eğer bu adama yeniden, “yüce Allâh şöyle buyuruyor” dense, o da: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, ben sizden akla dayalı bir delil, bir kanıt istiyorum. Eğer böyle bir delil bulup da bana gösterirseniz, ben de size teslim olacağım. Aksi takdirde sizin dininize inanmamı benden nasıl isteyebilirsiniz ki?” demiş olsa buna nasıl bir kanıt gösterilecek söyler misiniz?
Tevhid ilmine ilişkin akli ve nakli delillere çok fazla ihtiyaç duyulduğu halde, Tevhid ilmi akli ve nakli delilleri, kanıtları kapsamaz diye sananlar var ya, bunlar, bu kafiri susturmasına güç yetiremeyenlerdir. Ancak bu gibi kafirleri susturmayı bilenler, yüce Allâh’ı keyfiyetten, ona bir sınır tanımaktan, mekan ve cihet ile nitelemekten tenzih edenler susturabilirler de o kafire şu şekilde cevap verirler:
Senin mabudun ya da *****n olan varlığın bir haddi, sınırı ve şekli vardır. Dolayısıyla o, kendisine bu şekilde yaratan bir varlığa muhtaçtır. Oysa Hak olan -ki Mabud ki O var olan zattır- Onun bir haddi, bir sınır ve şekli yoktur ve başka bir varlığa da muhtaç değildir. Fakat senin inanmakta ve yapmakta olduğun *****n olan güneşe gelince, zaten akıl, onun ilah olduğunu en başta kabul etmez. Bu, akıl açısından doğru da değildir. Çünkü güneşin kendi kendisini bu şekilde yaratması akıl açısından olamazdır. Ancak tapınılmaya layık olan varlık, bizim Mabudumuz, ilahımız olan zattır ki o vardır, mevcuttur ve Onun varlığı başka varlıklar gibi değildir. İşte böyle bir cevap verilmesi halinde güneşe tapan kişi, bu cevap karşısında apışıp kalır.
Nitekim Kur’an’ı Kerim’de akla dayalı delile yol göstermekte ve bir çok ayetlerde bu gerçek dile getirilmektedir. Örneğin yüce Allâh’ın şu ayeti gibi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kendi nefislerinizde/üzerinizde de Allâh’ın varlığını gösteren bir çok deliller vardır, görmüyor musunuz?” (51, Zariyat, 21) Yani sizin kendi varlığınız da bile yüce Allâh’ın var olduğunu gösteren bir çok deliller bulunmaktadır.
Nitekim kimi akaid bilginleri bunun için bir delili örnek olarak anlatırlar. Bu da şu örnektir: “Ben önceleri yok iken sonradan var oldum. Öyleyse sonradan var olanın bir var edeni vardır. Mademki ben de sonradan var olmuşum, mutlaka beni de bir var edenin olması gerekir.”
Bu ifadeden çıkan sonuç ise şudur: İşte bu mükevvin yani var eden, ol diyen zatın bana benzememesi, benim benzerim olmamsı ve sonradan var olanların hiç birine benzememesi gerekir. Çünkü sonradan var olanlar da sonuç itibariyle bu nokta da benimle ortaktırlar. İşte bu mükevvin yani ol diyerek var eden zat, Allâh diye isimlendirilen zattır.
İKİNCİ SIFAT: KIDEM
Kıdem, mana itibariyle ezeli olan demektir. Örneğin, “Allâh kadimdir” denince, bunun manası Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Bu, sadece yüce Allâh hakkında böyledir. Allâh’tan başkaları için böyle değildir. Çünkü Allâh’tan başkası için: “kadimdir” ifadesi kullanıldığında, bunun manası, bunun üzerinden uzun bir zaman geçti, demektir. Nitekim, ezelilik ifadesi de böyledir. Yüce Allâh bu manası itibariyle ezelidir yani varlığının bir başlangıç noktası yoktur ve ezelilik sadece yüce Allâh hakkındadır, yalnızca Allâh ezelidir.
Zamanın sekiliği, uzun süre ve zamanın geçmiş olması anlamında ezelilik meselesine gelince, lügat itibariyle yani dil açısından ilim adamlarının ifadelerinde bu, yaratılmışlar için de kullanılabilir.
Lügat açısından meseleye gelince, Kamus adlı eserinde Firuz Abadi “Herem” maddesinde şöyle diyor: “el-Hereman: Mısır’da ezeli yani oldukça eski olan iki yapıt-eserdir.” Şanı yüce Allâh kadimdir ve ezelidir. Bu ifade, varlığının bir başlangıcı yoktur, anlamındadır. Allâh’tan başkası içinse, bu manasıyla onlara kadimdir ve ezelidir denemez. Ancak ikinci manası bakımından söylenebilir. Çünkü bu ikinci manasıyla o şeyin ya da varlığın uzun bir süre ve zamanın geçmiş olduğu manası kasdolunur. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de bu lafızla Allâh hakkında bir ifade yoktur, gelmemiştir. Ancak bu manada lafızlar bulunmaktadır. Örneğin: “O ilktir...” (57, Hadid, 3) ayeti gibi. Çünkü bu ayeti, çok uzun sür üzerinden geçen manada bir ifade ile yorumlamaya kalkışmak, tefsir etmek caiz olmaz. Çünkü uzun bir zaman dilimi anlamında kadimulahd ifadesi Allâh’ın yaratmış olduğu varlıklar için kullanılan sıfatlardan bir sıfattır. Yüce Allâh ise henüz zaman denen bir şey yok iken de vardı ve dolayısıyla yüce Allâh zamanın kadimliğiyle vasıflanamaz, nitelenemez.
Hak ehli şöyle diyor: Varlıklar üç kısımdır:
Birinci kısım: Ezeli ve Ebedi olandır bu ise sadece yüce Allâh ve Onun sıfatlarıdır. Yüce Allâh’ın tüm sıfatları, zatının ezeli olması itibariyle ezelidirler. Yüce Allâh’ın zatının ezeli olduğu sabit olunca, buna bağlı olarak sıfatlarının da ezeli oluşu sabit olmuş olur. Bu lafzın dışında ezeliyet manasını gösteren ayetler Kur’an-ı Kerim’de birçok defa yer almaktadır.
Örneğin: “Allâh Gafur ve Rahimdir” (4, Nisa, 96) gibisinden ayetler. Bu ve benzeri ayetler bir hayli çoktur. Yani Allâh Ezelden itibaren Gafur ve Rahimdir, demektir. Aynı şekilde: “Allâh en iyi bilen ve hikmet ile vasıflanandır” (4, Nisa, 17) ayeti de böyledir. Kur’an’da ezeliyet ifadesi her ne kadar bu şekildeki bir lafız ile gelmemiş, yer almamış ise de, bu manada birçok ayetler ve nasslar Kur’an’ın bir çok yerlerinde sabittir.
Daha önce zikrettiğimiz ve Buhari’de yer alan sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştu: “Allâh vardır. O varken, ondan başka hiçbir varlık bulunmuyordu.” İşte bu gerçek bilinince, buna rağmen kim kalkar da Allâh’tan başka bir varlık için ezelilik iddiasına kalkışırsa ve bu alem türleriyle yani cinsi ve şahısları itibariyle ezelidir diyecek olursa, o kafirdir. Yine bir kimse çıkıp da bu alem muayyen olan fertleri itibariyle değil de, cinsi itibariyle ezelidir, derse, bu da aynen bir öncekisi gibi kafirdir. Çünkü bu, sonraki felsefecilerin ve bir de İbn Teymiye’nin görüşüdür.
İkinci kısım: Bu kısım varlıklar ise ezeli değiller ama ebedidirler. Bunlar da cennet ile cehennemdir.
Üçüncü kısım: Bu kısımdaki varlıklar ezeli de ebedi de değildirler. Bunlar da cennet ile cehennem dışında kalan diğer yaratıklardır. Bu ikisine cennet ve cehennemde yer alan huriler, vildan ve benzeri şeyler de tıpkı cennet ve cehennem gibidirler. Çünkü kimi ilim ehli bu şekilde söylemektedirler.
Bir şey ezelidir ama, ebedi değildir konusuna gelince bu, muhaldir. Çünkü ezeli olan bir şey mutlaka ebedidir de. Yüce sıfatları itibariyle de ezeli ve ebedidir. Yani Allâh’ın sıfatları da zatı gibi hem ezeli ve hem ebedidir.
ÜÇÜNCÜ SIFAT: BEKA
Beka mana itibariyle yüce Allâh’ın varlığının sonunun olmaması demektir. Çünkü bir varlığın kadim olduğu anlaşılınca, sabit olunca Onun Beka sahibi olduğu da anlaşılmış olur. Bu itibarla onun için adem yani yok oluş muhaldir, olamazdır.
Nakli delillere dayalı olarak yüce Allâh’ın Beka sıfatıyla vasıflandığının bir kanıtı da Rabbimizin şu ayetidir: “Celal/Azamet ve ikram şle vasıfalanan Rabbinin vechi/zatı baki kalır.” (55, Rahman, 27), “Onun zatından/vechinden başka her şey helak olacaktır.” (28, Kasas, 88)
Beka ile ilgili akla dayalı kanıt ise şöyle açıklanabilir. Eğer yüce Allâh, baki olmamış olsaydı, şu alem de var olmazdı. Fakat alem vardır, mevcuttur. Böylece yüce Allâh’ın baki olduğu da sabit olmuş olmaktadır. Yüce Allâh için vacip olan beka, zati olan bekadır. Yani Onun dışında bir başka varlığın, bunu Allâh için vacip kılması asla söz konusu değildir. Aksine yüce Allâh, zatı itibariyle yani li zatihi buna layıktır, müstahaktır, başka bir şey itibariyle değildir. Ancak cennet ve cehennem gibi kimi yaratılmışları için beka meselesine gelince, bu, icma ile sabit olan bir gerçektir. Ancak buradaki beka, zati manadaki bir beka değildir. Çünkü cennet ile cehennemin her ikisi de hadistirler. Hadis olan yani sonradan var edilmiş olan bir şey de li zatihi –zatı itibariyle baki olamaz. Cennet ile cehennemin bakilikleri zatları itibariyle değil, ancak yüce Allâh’ın onlar için bakiliği dilemesi itibariyledir.
DÖRDÜNCÜ SIFAT: VAHDANİYET
Bunun manası, yüce Allâh’tan başka ikinci bir varlık yani ilah yoktur, demektir. Yani yüce Allâh, Arş, Kürsi, cennet, cehennem, yedi kat gökler, insan, melekler ve cinler gibi cisimler olarak mürekkep bir varlık değildir. Bir takım şeylerden bir araya getirilerek oluşan bir varlık değildir. Çünkü adı geçen cisimler bir takım şeylerden telif edilerek bir araya getirilmiş varlıklardır yani bunlara kısımlara ayrılabilirler. Örneğin değerli bir varlık olan Arş, bir takım cüzlerden yani parçalardan oluşan bir şeydir. Dolayısıyla nasıl ki yüce Allâh ile diğer yaratıkları olan varlıklar arasında bir münasebetin olması muhal ise, bunun ile Allâh arasında da herhangi bir münasebetin olması muhaldir.
Yüce Allâh’ın Vahdaniyet sıfatı konusunda Akla dayalı burhan ya da kanıt ise, eğer Allâh bir tek olmasaydı, müteaddit ilahlar var olsaydı, alemde görülen şu düzenden söz edilemezdi. Fakat görüldüğü gibi alemde bir düzen bulunmaktadır. Bu da Allâh’ın bir tek olduğunun vacipliğini, gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Vahdaniyet sıfatı konusunda nakle dayalı burhan ya da kanıt ise, oldukça fazladır. Bunlardan bir tanesi Rabbimizin: “De ki O Allâh bir tektir.”(112,İhlas,1)
Bu konuda hadisten delil ise Buhari tarafından rivayet olunan şu hadistir. Bu rivayete göre Allâh Resulü (s) geceleyin uyandıklarında şöyle dua ederlermiş:
“Allâh, kendisinden başka ilah olmayan, Kahhar olan, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında yer alan her şeyin Rabbi olan Aziz ve Gaffar plan/pek bağışlayan yegane varlıktır.”
BEŞİNCİ SIFAT: KIYAM BİNEFSİHİ
Yani Allâh hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeyden müstağnidir. Şanı yüce olan Allâh hiçbir şeye muhtaç olmaması itibariyle Onun dışındaki her varlık Ona muhtaçtır. Varlık alemine gelmesi için O, bir muhassısa yani tahsis ediciye de muhtaç değildir. Çünkü bir başkasına muhtaç olmak durumu, Onun kadim olma sıfatına aykırıdır. Çünkü başkasına gereksinim duyması demek, hadisliğin, sonradan var oluşun bir alametidir. Şanı yüce olan Allâh bundan münezzehtir. Böylece Onun kadimliğinin de, baki oluşu da sabit olmuştur.
Şanı yüce Allâh, kendisine itaat edenlerin itaati sayesinde bir yarar kazanmadığı gibi, kendisine isyana kalkışanların isyanıyla da zarar görecek değildir. Allâh’tan başka her şey, Allâh’a muhtaçtır. Hiçbir varlığın, göz açıp kapanacak kadar geçecek bir zaman dilimi kadar olsun, Allâh’a ihtiyaç duymayacağı bir anları olmaz. Yüce Allâh şöyle buyurmaktadır:
“Allâh zengindir-hiçbir şeye muhtaç değildir. Oysa siz Allâh’a muhtaçsınız.” (47, Muhammed,38)
ALTINCI SIFAT: MUHALEFETUN LİLHAVADİS
Yani Allâh, yarattığı varlıklarından hiçbirine benzemez. Bunun akla dayalı delili ise şudur. Eğer Allâh, yarattığı varlıklarından herhangi birisine benzemiş olsaydı, dolayısıyla, yaratıklar için geçerli olan değişime uğra, yok olma gibi niteliklerin Allâh için de olması caiz olurdu. Eğer böyle bir şey Allâh hakkında caiz olabilseydi, dolayısıyla onu değiştiren de buna ihtiyaç duyardı. Başkasına ihtiyaç duyan bir varlık da ilah olamaz. Bundan Onun hiçbir şeye benzemediği gerçeği sabit olmuş oluyor, ortaya çıkmış bulunuyor.
Bu konuda nakle dayalı kanıta yani yüce Allâh’ın sonradan olanlara benzemediğinin vacipliği konusuna gelince, Rabbimizin şu ayetini gösterebiliriz. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:
“Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42, Şura, 11)
İşte bu ayet bu konuda en açık ve net olan nakli delildir. Kur’an’a yer alan bu ayet, her manadaki tenzihi ifade etmektedir. Çünkü şanı yüce olan Allâh bu ayette, nefiyden yani olumsuzluk edatından hemen sonra“Şey” kelimesini zikretmektedir.
Şayet Nekire bir kelime nefyin siyakında yani nefiyden-olumsuzluktan sonra gelirse, bu şümul ifade eder, kapsamlılığı içerir. Şanı yüce olan Allâh, bu ayette kendi nefsinden ecrama, cisimlere, araza müşabeheti nefyetmiştir. Yani yüce Allâh hiçbir varlığın zatına asla benzemeyeceğini kesin olarak reddetmiştir. Şanı yüce olan Allâh insanlardan, cinlerden, meleklerden ve daha başkaca ruh sahibi olan varlıklardan hiçbirine benzemediği gibi, ulvi/üstün ve değerli ve süfli/basit, önemsiz ecramdan olan cansız hiçbir varlığa da benzemez. Kısaca yüce Allâh bu şeylerden hiçbirine asla benzemez. Aynı zamanda şanı yüce olan Allâh, reddettiği benzerliği de yaratmış olduğu varlıklardan herhangi bir türü ile de kayıtlamış da değildir. Aksine ret edilen bu benzerlik olayı sonradan var edilmiş olan tüm hadis şeyleri kapsamaktadır. Bunların hiçbiri kapsam dışı değildir. Bu nefiy yani ret edilen benzerlik olayı yani benzememe durumu, yüce Allâh’ın kemiyet ve keyfiyet yani nicelik ve nitelik bakımlarından da her şeyden münezzeh olduğunu kapsamaktadır. Kemiyetten kasıt, cirmin ya da cismin miktarı demektir. Yani yüce Allâh, miktar, alan, değerlendirme, sınırlandırma gibi bir takım değerlendirmelerin altına giren cisimler gibi değildir. Çünkü yüce Allâh herhangi bir miktar, ölçü ya da alan ile takdir edilen bir varlık değildir. Kim, Allâh’ın da bir tarifi, sınırı vardır, demiş olsa, o kimse bu ifadesiyle yüce Allâh’ı yaratmış olduklarına benzetmiş olur ki bu, ilahlığa ya da uluhiyete aykırıdır. Şanı yüce olan Allâh, eğer bir miktarın ya da sınırlamanın altında tahdide sahip olsaydı, bu durumda mutlaka kendisini böylesi bir takdir ve sınırlamanın altına sokan bir varlığa ihtiyaç duyardı. Tıpkı diğer varlıkların ya da cisimlerin onları bir takım sınırlar ve ölçüler altına sokulmaya ihtiyaç duydukları gibi, bu takdir de Allâh da buna ihtiyaç duyardı. Çünkü herhangi bir şey kendi zatını belli bir takım ölçülerle sınırlı olarak yaratmaz.
Eğer yüce Allâh da tıpkı diğer cisimler gibi bir had ve miktar sahibi olsaydı, mutlaka onu bu hadde göre, bu sınırlamaya göre yaratan bir diğer varlığa ihtiyaç duyardı. Çünkü bu yani birinin kendisi belli bir sınırlama ve ölçü dahilinde yaratması, akıl bakımından doğru ve sahih olamaz. Başkasına muhtaç olan bir varlık ilah olamaz. Çünkü ilahlığın ya da ilah olmanın şartı, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.
YEDİNCİ SIFAT: HAYAT
Yüce Allâh hakkında Hayat yani diri olmak sıfatı, ezeli ve ebedi olan bir sıfattır. Allâh’ın hayatı yani diriliği başka varlıkların ruh, et ve kandan oluşan hayatı gibi değildir.
Yüce Allâh’ın diri yani hayat ile vasıflandığına ilişkin akli delil ya da kanıt şöyledir. Eğer Allâh hayat ile vasıflanmış olmasaydı, bu takdirde Kudret, İrade ve İlim sıfatlarıyla da nitelenmezdi. Eğer yüce Allâh bu vasıflara sahip olmasaydı, o takdirde bunların aksi ya da zıddı olan niteliklerle nitelenmiş olurdu. Bu ise bir eksikliktir. Oysa yüce Allâh her şeyden münezzehtir.
Allâh’ın hayat ile vasıflandığının vacipliğini gösteren delillerin başında bu alem-dünya gelir. Eğer Allâh diri yani hayat sahibi olmasaydı, şu alemde hiçbir şey olamazdı. Nitekim alemin varlığı duyularla ve zaruri olarak sabittir. Bunda da asla bir şüphe yoktur.
Yüce Allâh’ın hayat ile vasıflandığına dair nakle dayalı deliller ise bir çok ayetlerdir. Bunların başında da: “Allâh, Ondan başka ilah yoktur, O, Hayy’dır-Ölmez diridir.” (2, Bakara, 255) ayetidir.
SEKİZİNCİ SIFAT: KUDRET
Bu sıfat da, yüce Allâh hakkında var olan zatıyla ilgili ezeli bir sıfatıdır. Bu sıfat için, Allâh’ın zatıyla kaim olan bir sıfat denmesi de yerinde bir ifadedir. Çünkü mana aynıdır. Ancak bu sıfat için, Allâh’ın zatında sabit olan bir sıfattır, denemez. Var etme ve yok etme ancak kudret sıfatıyla olur. Yani Ademden madum bu sayede var olur ve yine var olan bir şey de bu sayede madum yani yok olur.
Kudret sıfatının Allâh hakkında vacip olduğunun akla dayalı kanıtı da şudur. Eğer Allâh kudret ile vasıflanmış olsaydı, bu takdirde aciz olurdu. Aciz olunca da yaratıklardan hiçbir şey yaratılmış olmazdı. Yaratılanların var oldukları müşahede ile ortadadır. Eksiklik ise Allâh hakkında muhaldir. Çünkü ilah olmanın şartı kemaldir.
Nakle dayalı kanıt ise, Kur’an’ı Kerim’de buna ilişkin değişik surelerde bir çok ayetler bulunmaktadır. Örneğin şu ayet:
“Şüphesiz rızık veren, metin olan/ güç ve kuvvet ile vasıflanan ancak Allâh’tır.” (51,Zariyat,58)
Burada geçen, “Metin” sözcüğü, kuvvet ve kudret, güç manasınadır. Yine: “Allâh her şeye kadirdir/gücü yetendir.” Ayeti de buna işaret etmektedir, bunun kanıtıdır.
Diğer taraftan kudret sıfatı, ancak aklın var olmasını mümkün gördüğü ve kabul ettiği, caiz gördüğü şeylere ancak taalluk eder, başkasına değil. Bunlar da zaten aklen mümkün olan şeylerdir. Başka bir anlatım tarzıyla akıl bakımından caiz yani olabilir olan şeylerle alakalıdır. Kudret sıfatı aklen vacip olan şeylerle, aklen muhal olan şeylere taalluk etmez. Yani var olmayı kabul etmeyen, var olması olmayacak olan şeyler için düşünülemez. İşte bunun içindir ki, acaba yüce Allâh kendisi gibi bir varlığı yaratmaya kadir midir, veya kendisini ortadan kaldırabilecek bir varlık yaratabilir mi denemez, çünkü bu, mümtenidir yani olacak bir şey değildir. Bununla beraber Allâh bu şeyleri var etmekten acizdir de denemez.
DOKUZUNCU SIFAT: İRADE
İrade sıfatı da, Allâh’ın zatıyla kaim olan kadim bir sıfattır. Yani bu sıfat Allâh için vardır, zatı itibariyle onun için sabittir. Aklen mümkün olabilen şeyler bu sıfatı ilgilendirir. Çünkü aklen mümkün olan yani olabilir olan şeyler, aynı zamanda olmamaları da mümkündür. Çünkü aklen mümkün yani olabilir olan şeyler, daha önce var değillerdi. Sonradan varlık dünyasına gelmişlerdir. Çünkü yüce Allâh onların var edilmesini tahsis etmiş, öngörmüştür. Çünkü bunların akıl açısından olmamaları da caizdir. Bunların var olmaları yüce Allâh’ın onları tahsis etmesi sebebiyledir. Şayet Allâh’ın bunları tahsisi olmasaydı, aklen mümkün olan bu şeylerden herhangi bir var olamazlardı.
Bundan da anlaşılıyor ki, yüce Allâh, varlığıyla bunların varlık aleminde yer almasını tahsis etmiş, istemiş, yokluk aleminde kalmalarını dilememiştir. Bir de bunlarda olan ve başkalarında olmayan bir vasıf nedeniyle bunu var etmiştir.
Örneğin insanın yaratılışının bu şekil ve surette tahsis edilmiş olması, yüce Allâh’ın onu öyle tahsis etmiş olmasıyla olmuştur. Çünkü bu, akıl açısından da caizdir. Zira Allâh dileseydi, insanı bu şekil ve surette yaratmayabilirdi, başka bir şekil ve surette yaratırdı. Diğer taraftan insanın bulunması istenen vakitte var olmasının tahsisi de aynı şekilde yüce Allâh tarafındandır. Çünkü Allâh dilemiş olsaydı, insanı bu alemin ilk yaratılanı kılardı. Fakat Allâh onu alemin ilk varlığı kılmadı. Aksine onu alemin son varlığı kıldı. Bizden tek bir kişi bile kendisini hali hazırda olduğumuz bu şeklimiz üzere kendisini yaratmaya kadir değildir. Böyle olduğu gibi, şu anda içinde var olduğu zaman dilimi içerisinde de kendisini bu zamanda olmak kaydıyla da yaratmaya gücü yetmez. Böylece anlaşılıyor ki bu durum, bir tahsis edenin tahsisiyle olabilmektedir. Bu tahsis eden yani muhassıs olan zat ise ezeli olarak var olan ve adına Allâh denilen zattır.
Allâh hakkında İrade sıfatının vacipliğini gösteren deliller de yine Kur’an’da oldukça çoktur. İşte bunlardan biri yüce Allâh’ın şu ayetidir: “Çünkü Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır.” (11, Hud, 107. 85, Buruc, 16) Yani şanı yüce olan Allâh yaratır, ezeli iradesiyle kainatta dilediği gibi yapar.