MUHAKEME.NET FORUMU

MUHAKEME.NET FORUMU (https://www.muhakeme.net/forum/)
-   Genel Islami Bölüm (https://www.muhakeme.net/forum/genel-islami-bolum/)
-   -   Allah'ın Sıfatları ve Munciye Akidesi (https://www.muhakeme.net/forum/genel-islami-bolum/12921-allah-in-sifatlari-ve-munciye-akidesi.html)

Habeşi 12-15-2008 04:31

Allah'ın Sıfatları ve Munciye Akidesi
 

(Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla)
Alemlerin Rabbine hamdolsun. Efendimizi tüm gönderilen peygamberlerin de efendisi Muhammed’e, Ehli Beytine-aline ve tertemiz olan ashabına salat-u selam olsun.

BİRİNCİ SIFAT: VUCUD

İslam inancının üzerinde kurulduğu ya da bina edildiği temel, öncelikle Allâh’ı bilmek, Resulünü bilmektir. Allâh’ı bilmek ve tanımak demek, yüce Allâh’ın var olduğunu, mevcut bulunduğunu bilmektir. Buna iman etmek vacip/farzdır. Allâh ezelden beri vardır, mevcuttur yani onun varlığının bir başlangıcı yoktur.

Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “O ilktir...” (57, Hadid, 3) Yani Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Nitekim İmam Buhari de Sahihinde, ayrıca Beyhaki, Ebu Bekir bin Carud, İmran bin Husayn’dan rivayet ediyorlar. Yemen’den Allâh Resulü (s)’ne bir toplum gelirler ve Allâh Resulüne:
“Ey Allâh’ın Resulü! Biz sana dinde derin bilgi sahibi olmak ve senden bu işin başında olan hakkında bir şeyler sormak için geldik.” Farklı bir lafızda ise, “Bu işin başından..” diye rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s) de şöyle buyurmuştur: “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu. Onun Arşı su üzerindedir ve O her şeyi zikirde-Levh-i Mahfuz’da yazmıştır.” Sanki burada bu soruyu soran Yemenliler, alemin başlangıcında soruyor gibidirler. Ancak Allâh Resulü (s) onlara, onların sorduklarından daha önemli olan bir şekilde cevaplamaktadır. Çünkü Allâh Resulü (s): “Her şeyden önce Allâh vardı ve Ondan başka bir varlık da yoktu” Yani Allâh ezelden beri mevcuttur, vardır ve Onun varlığının bir başlangıcı ya da başı yoktur. Ezelde O varken, onunla beraber bir başka varlık yoktu. Yani ne zaman, ne mekan, ne de cisimler, evet bunlardan hiçbir şey yoktu.

Allâh Resulü (s) vermiş olduğu bu cevabına şunu da ekliyor: “Gerek su ve gerekse Arş, diğer yaratılmışlar yok iken bu ikisi yaratılmıştı ve vardı. Allâh Resulü (s) onlara, suyun Arş’tan önce yaratılmış olduğunu da kendilerine bildirmektedir. Çünkü Allâh Resulü (s): “Onun Arşı su üzerindedir” buyururken, onlara şu gerçeği anlamalarını söylüyordu, su, Arş henüz yaratılmazdan önce yaratılmıştır.

Allâh Resulünü tanımak ve bilmek meselesine gelince, bu da Onun Allâh’tan aldıklarını tebliğ ettiğine ve söylediklerinde sadık-doğru olduğuna yani farz kılınanları, helal ve haram kılınanları bildirirken, bunlarda doğru olduğuna inanmaktır. Aynı şekilde geçmişe ilişkin verdiği haberlerde, ileride olabilecek şeylerde, bunlar ister dünyayı ilgilendiren şeyler olsum, ister kabir alemini olsun, ister ahiret hayatıyla alakalı olsun, bunların tümünde doğru olduğuna iman etmek, demektir.

Kim hiçbir şüphe ve kuşkuya kapılmaksızın bunlara kesin olarak inanırsa, bu kişi gerçekten Allâh’ı ve Resulünü bilen bir kimsedir. Bu konulara ilişkin akla dayalı delilleri ister bilsin, ister bilmesin bu kimse Allâh’a ve Resulüne inanmış kişi demektir. İmanın sahih ve sağlıklı, kabul edilebilir olması için Mutezilenin ileri sürdüğü ve kişi mutlaka bu konuya ilişkin akla dayalı delili bilmelidir, diye bunu bir ön şart olarak ileri sürmekle sapıtmış olmaktadır. Ancak Ehli Sünnet böyle bir şeyi şart-koşul olarak ileri sürmezler. Fakat bununla beraber Ehli Sünnet, Allâh’ın varlığı hakkında icmali manada da olsa yani kısa da olsa bu konuda akli bir delil göstermelerini vacip kabul ederler.

İcmali manada olacak olan böyle bir delil, bilimin öngördüğü bir sıralamaya yani tertibe uyarak bilemese de, her mümin böyle bir delili şu veya bu manada bilebilir. Örneğin bu alem değişen bir varlıktır. Her değişen varlık da hadistir yani sonradan meydana gelmedir. O halde bu alem de hadistir.

Buna göre mutlaka bu alemi meydana getiren bir Muhdisin, yaratan ya da var edeninin olması gerekir. İşte sözü edilen bu Muhdis, Allâh diye adlandırılan Muciddir, yaratıp var edendir.

Doğrusu kim iyice düşünüp, sağlıklı bir bakış açısıyla bir değerlendirme yapacak olsa, mutlaka buna ilişkin delili aklıyla bulabilir. İcmali manadaki delil göstermeyi ya da ortaya koymayı alim olsun, olmasın hemen herkes bilebilir. Bu türden bir delil göstermeye doğal delil sergilemek, ortaya koymak denir. Müslüman bir kimsenin icmali manadaki bir delili sergilememesi, ortaya koyamaması bir eksikliktir. Allâh'ın var olduğuna delalet eden akli delili öğrenmek farzdır. Böyle bir delil göstermeyen bir mümin kimse hakkında hak ehli denen Ehli Sünnet böylesi için asi kimsedir, demektedirler. Bunun da sebebi şanı yüce olan Allâh, kullarına, yaratmış oldukları varlıklar üzerinde düşünmeleri, tefekkür etmelerini istemiştir ki, bu sayede asıl yaratıcılarını bulabilmede bir delil ortaya koyabilsinler, istemiştir. Kısaca alemin durumuna bakarak bundan bu alemin bir yaratanının olduğunu anlayabilsinler, istemiştir.

Diğer taraftan yüce Allâh’ın varlığını öğrendikten ve sadece ibadete layık olanın O olduğunu bildikten sonra, yani asıl önünde yere kapanmanın gerektiğinin Allâh olduğunu öğrendikten sonra, bundan böyle artık bu kimsenin yüce Allâh’a ait olan on üç sıfatı da öğrenmeleri gerekir. Bu sıfatlar sırasıyla şunlardır:
Kıdem, Beka, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vahdaniyet, Hayat, Kudret, İrade, İlim, Semi, Basar ve Kelam.

Bu sıfatlara ilişkin icmali delillere gelince bu konuda şunun ifade olunmasıdır. Eğer yüce Allâh bu sayılan sıfatlara sahip olmasaydı, bu gün var olduğunu gördüğümüz bu alem var olmazdı, mevcut olmazdı. İşte icmali manadaki bu türden bir delile ulaşabilmek yeterlidir ve vacip/farz olan da zaten budur.
Tafsili yani detay manadaki delillere gelince, Bunu tüm detaylarıyla bilip öğrenmek farzı ayın olan bir görev değildir. Aksine bu, farzı kifayedir. Müslümanlar, akidelerinin temelini oluşturan bu on üç sıfatı ve bunlara bağlı olanlarını akla dayalı delilleriyle bilebilirlerse, artık bunları bilemeyen diğer Müslümanlardan bu borç düşürülmüş olur. Yani bazılarının bilmesiyle diğerlerinden vebal kalkmış olur. Çünkü itikaden dinsiz olanlarla bidat ehline karşı çıkabilecek olan bir şüphe ya da kuşkunun önlenebilmesi için bu, gereklidir.

Örneğin bir mülhit yani dinsiz gelir de Müslümanlara: “Allâh’ın varlığına ilişkin olarak bana akla dayalı delil gösterin” diye bir talepte bulunsa, mutlaka bu adamın şüphe ve kuşkularının hem de tafsili yani detaya dayalı delillerle giderilmesi gerekir. Çünkü böylesi bir adama, yüce Allâh, “Allâh’ın varlığı hakkında şüphe mi var?” (14, İbrahim, 10), “Allâh her şeye kadirdir.” (5, Maide, 120), “O her şeyi hakkıyla bilendir.” (2, Bakara, 29. 6,En’am, 101. 57, Hadid, 3) “O ilktir...” (57, Hadid, 3), “Şüphesiz Allâh’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her şeyden müstağnidir.” (29, Ahkebut, 6) işte bu ve benzeri ayetleri okuyarak cevap vermeye kalkışırsa, mülhid yani o dinsiz olan kişi de buna karşılık şunu söyleyecektir: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, sizin kitabınızdan bana delil sunmanızı, hatırlatmada bulunmanızı istemiyorum.” Bu durum karşısında o halde böyle bir adamın şüphesini nasıl ortadan kaldıracaksınız.

Buna örnek olarak şöyle bir örneği gösterebiliriz. Varsayalım ki güneşe tapan biri: “Benim *****m duyularla anlaşılabilen ve görülebilendir. İnsanlara ve diğer canlılara, bitkilere, suya ve havaya da faydası dokunandır. O halde benim bu dinim nasıl hak din olmayabilir ki? Gerek biz ve gerekse siz olun, hepimiz de bilmekteyiz ki bu vardır, mevcuttur ve gözlerimizle de görülebilmektedir. Öyleyse nasıl benim bu dinim için, o batıl bir dindir, diye söylersiniz ki?” Eğer bu adama yeniden, “yüce Allâh şöyle buyuruyor” dense, o da: “Ben sizin kitabınıza inanmıyorum, ben sizden akla dayalı bir delil, bir kanıt istiyorum. Eğer böyle bir delil bulup da bana gösterirseniz, ben de size teslim olacağım. Aksi takdirde sizin dininize inanmamı benden nasıl isteyebilirsiniz ki?” demiş olsa buna nasıl bir kanıt gösterilecek söyler misiniz?
Tevhid ilmine ilişkin akli ve nakli delillere çok fazla ihtiyaç duyulduğu halde, Tevhid ilmi akli ve nakli delilleri, kanıtları kapsamaz diye sananlar var ya, bunlar, bu kafiri susturmasına güç yetiremeyenlerdir. Ancak bu gibi kafirleri susturmayı bilenler, yüce Allâh’ı keyfiyetten, ona bir sınır tanımaktan, mekan ve cihet ile nitelemekten tenzih edenler susturabilirler de o kafire şu şekilde cevap verirler:
Senin mabudun ya da *****n olan varlığın bir haddi, sınırı ve şekli vardır. Dolayısıyla o, kendisine bu şekilde yaratan bir varlığa muhtaçtır. Oysa Hak olan -ki Mabud ki O var olan zattır- Onun bir haddi, bir sınır ve şekli yoktur ve başka bir varlığa da muhtaç değildir. Fakat senin inanmakta ve yapmakta olduğun *****n olan güneşe gelince, zaten akıl, onun ilah olduğunu en başta kabul etmez. Bu, akıl açısından doğru da değildir. Çünkü güneşin kendi kendisini bu şekilde yaratması akıl açısından olamazdır. Ancak tapınılmaya layık olan varlık, bizim Mabudumuz, ilahımız olan zattır ki o vardır, mevcuttur ve Onun varlığı başka varlıklar gibi değildir. İşte böyle bir cevap verilmesi halinde güneşe tapan kişi, bu cevap karşısında apışıp kalır.
Nitekim Kur’an’ı Kerim’de akla dayalı delile yol göstermekte ve bir çok ayetlerde bu gerçek dile getirilmektedir. Örneğin yüce Allâh’ın şu ayeti gibi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kendi nefislerinizde/üzerinizde de Allâh’ın varlığını gösteren bir çok deliller vardır, görmüyor musunuz?” (51, Zariyat, 21) Yani sizin kendi varlığınız da bile yüce Allâh’ın var olduğunu gösteren bir çok deliller bulunmaktadır.

Nitekim kimi akaid bilginleri bunun için bir delili örnek olarak anlatırlar. Bu da şu örnektir: “Ben önceleri yok iken sonradan var oldum. Öyleyse sonradan var olanın bir var edeni vardır. Mademki ben de sonradan var olmuşum, mutlaka beni de bir var edenin olması gerekir.”
Bu ifadeden çıkan sonuç ise şudur: İşte bu mükevvin yani var eden, ol diyen zatın bana benzememesi, benim benzerim olmamsı ve sonradan var olanların hiç birine benzememesi gerekir. Çünkü sonradan var olanlar da sonuç itibariyle bu nokta da benimle ortaktırlar. İşte bu mükevvin yani ol diyerek var eden zat, Allâh diye isimlendirilen zattır.

İKİNCİ SIFAT: KIDEM

Kıdem, mana itibariyle ezeli olan demektir. Örneğin, “Allâh kadimdir” denince, bunun manası Allâh’ın varlığının bir başlangıcı yoktur, demektir. Bu, sadece yüce Allâh hakkında böyledir. Allâh’tan başkaları için böyle değildir. Çünkü Allâh’tan başkası için: “kadimdir” ifadesi kullanıldığında, bunun manası, bunun üzerinden uzun bir zaman geçti, demektir. Nitekim, ezelilik ifadesi de böyledir. Yüce Allâh bu manası itibariyle ezelidir yani varlığının bir başlangıç noktası yoktur ve ezelilik sadece yüce Allâh hakkındadır, yalnızca Allâh ezelidir.

Zamanın sekiliği, uzun süre ve zamanın geçmiş olması anlamında ezelilik meselesine gelince, lügat itibariyle yani dil açısından ilim adamlarının ifadelerinde bu, yaratılmışlar için de kullanılabilir.

Lügat açısından meseleye gelince, Kamus adlı eserinde Firuz Abadi “Herem” maddesinde şöyle diyor: “el-Hereman: Mısır’da ezeli yani oldukça eski olan iki yapıt-eserdir.” Şanı yüce Allâh kadimdir ve ezelidir. Bu ifade, varlığının bir başlangıcı yoktur, anlamındadır. Allâh’tan başkası içinse, bu manasıyla onlara kadimdir ve ezelidir denemez. Ancak ikinci manası bakımından söylenebilir. Çünkü bu ikinci manasıyla o şeyin ya da varlığın uzun bir süre ve zamanın geçmiş olduğu manası kasdolunur. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de bu lafızla Allâh hakkında bir ifade yoktur, gelmemiştir. Ancak bu manada lafızlar bulunmaktadır. Örneğin: “O ilktir...” (57, Hadid, 3) ayeti gibi. Çünkü bu ayeti, çok uzun sür üzerinden geçen manada bir ifade ile yorumlamaya kalkışmak, tefsir etmek caiz olmaz. Çünkü uzun bir zaman dilimi anlamında kadimulahd ifadesi Allâh’ın yaratmış olduğu varlıklar için kullanılan sıfatlardan bir sıfattır. Yüce Allâh ise henüz zaman denen bir şey yok iken de vardı ve dolayısıyla yüce Allâh zamanın kadimliğiyle vasıflanamaz, nitelenemez.

Hak ehli şöyle diyor: Varlıklar üç kısımdır:
Birinci kısım: Ezeli ve Ebedi olandır bu ise sadece yüce Allâh ve Onun sıfatlarıdır. Yüce Allâh’ın tüm sıfatları, zatının ezeli olması itibariyle ezelidirler. Yüce Allâh’ın zatının ezeli olduğu sabit olunca, buna bağlı olarak sıfatlarının da ezeli oluşu sabit olmuş olur. Bu lafzın dışında ezeliyet manasını gösteren ayetler Kur’an-ı Kerim’de birçok defa yer almaktadır.

Örneğin: “Allâh Gafur ve Rahimdir” (4, Nisa, 96) gibisinden ayetler. Bu ve benzeri ayetler bir hayli çoktur. Yani Allâh Ezelden itibaren Gafur ve Rahimdir, demektir. Aynı şekilde: “Allâh en iyi bilen ve hikmet ile vasıflanandır” (4, Nisa, 17) ayeti de böyledir. Kur’an’da ezeliyet ifadesi her ne kadar bu şekildeki bir lafız ile gelmemiş, yer almamış ise de, bu manada birçok ayetler ve nasslar Kur’an’ın bir çok yerlerinde sabittir.

Daha önce zikrettiğimiz ve Buhari’de yer alan sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştu: “Allâh vardır. O varken, ondan başka hiçbir varlık bulunmuyordu.” İşte bu gerçek bilinince, buna rağmen kim kalkar da Allâh’tan başka bir varlık için ezelilik iddiasına kalkışırsa ve bu alem türleriyle yani cinsi ve şahısları itibariyle ezelidir diyecek olursa, o kafirdir. Yine bir kimse çıkıp da bu alem muayyen olan fertleri itibariyle değil de, cinsi itibariyle ezelidir, derse, bu da aynen bir öncekisi gibi kafirdir. Çünkü bu, sonraki felsefecilerin ve bir de İbn Teymiye’nin görüşüdür.

İkinci kısım: Bu kısım varlıklar ise ezeli değiller ama ebedidirler. Bunlar da cennet ile cehennemdir.

Üçüncü kısım: Bu kısımdaki varlıklar ezeli de ebedi de değildirler. Bunlar da cennet ile cehennem dışında kalan diğer yaratıklardır. Bu ikisine cennet ve cehennemde yer alan huriler, vildan ve benzeri şeyler de tıpkı cennet ve cehennem gibidirler. Çünkü kimi ilim ehli bu şekilde söylemektedirler.

Bir şey ezelidir ama, ebedi değildir konusuna gelince bu, muhaldir. Çünkü ezeli olan bir şey mutlaka ebedidir de. Yüce sıfatları itibariyle de ezeli ve ebedidir. Yani Allâh’ın sıfatları da zatı gibi hem ezeli ve hem ebedidir.

ÜÇÜNCÜ SIFAT: BEKA

Beka mana itibariyle yüce Allâh’ın varlığının sonunun olmaması demektir. Çünkü bir varlığın kadim olduğu anlaşılınca, sabit olunca Onun Beka sahibi olduğu da anlaşılmış olur. Bu itibarla onun için adem yani yok oluş muhaldir, olamazdır.

Nakli delillere dayalı olarak yüce Allâh’ın Beka sıfatıyla vasıflandığının bir kanıtı da Rabbimizin şu ayetidir: “Celal/Azamet ve ikram şle vasıfalanan Rabbinin vechi/zatı baki kalır.” (55, Rahman, 27), “Onun zatından/vechinden başka her şey helak olacaktır.” (28, Kasas, 88)
Beka ile ilgili akla dayalı kanıt ise şöyle açıklanabilir. Eğer yüce Allâh, baki olmamış olsaydı, şu alem de var olmazdı. Fakat alem vardır, mevcuttur. Böylece yüce Allâh’ın baki olduğu da sabit olmuş olmaktadır. Yüce Allâh için vacip olan beka, zati olan bekadır. Yani Onun dışında bir başka varlığın, bunu Allâh için vacip kılması asla söz konusu değildir. Aksine yüce Allâh, zatı itibariyle yani li zatihi buna layıktır, müstahaktır, başka bir şey itibariyle değildir. Ancak cennet ve cehennem gibi kimi yaratılmışları için beka meselesine gelince, bu, icma ile sabit olan bir gerçektir. Ancak buradaki beka, zati manadaki bir beka değildir. Çünkü cennet ile cehennemin her ikisi de hadistirler. Hadis olan yani sonradan var edilmiş olan bir şey de li zatihi –zatı itibariyle baki olamaz. Cennet ile cehennemin bakilikleri zatları itibariyle değil, ancak yüce Allâh’ın onlar için bakiliği dilemesi itibariyledir.

DÖRDÜNCÜ SIFAT: VAHDANİYET

Bunun manası, yüce Allâh’tan başka ikinci bir varlık yani ilah yoktur, demektir. Yani yüce Allâh, Arş, Kürsi, cennet, cehennem, yedi kat gökler, insan, melekler ve cinler gibi cisimler olarak mürekkep bir varlık değildir. Bir takım şeylerden bir araya getirilerek oluşan bir varlık değildir. Çünkü adı geçen cisimler bir takım şeylerden telif edilerek bir araya getirilmiş varlıklardır yani bunlara kısımlara ayrılabilirler. Örneğin değerli bir varlık olan Arş, bir takım cüzlerden yani parçalardan oluşan bir şeydir. Dolayısıyla nasıl ki yüce Allâh ile diğer yaratıkları olan varlıklar arasında bir münasebetin olması muhal ise, bunun ile Allâh arasında da herhangi bir münasebetin olması muhaldir.

Yüce Allâh’ın Vahdaniyet sıfatı konusunda Akla dayalı burhan ya da kanıt ise, eğer Allâh bir tek olmasaydı, müteaddit ilahlar var olsaydı, alemde görülen şu düzenden söz edilemezdi. Fakat görüldüğü gibi alemde bir düzen bulunmaktadır. Bu da Allâh’ın bir tek olduğunun vacipliğini, gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Vahdaniyet sıfatı konusunda nakle dayalı burhan ya da kanıt ise, oldukça fazladır. Bunlardan bir tanesi Rabbimizin: “De ki O Allâh bir tektir.”(112,İhlas,1)
Bu konuda hadisten delil ise Buhari tarafından rivayet olunan şu hadistir. Bu rivayete göre Allâh Resulü (s) geceleyin uyandıklarında şöyle dua ederlermiş:
“Allâh, kendisinden başka ilah olmayan, Kahhar olan, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında yer alan her şeyin Rabbi olan Aziz ve Gaffar plan/pek bağışlayan yegane varlıktır.”

BEŞİNCİ SIFAT: KIYAM BİNEFSİHİ

Yani Allâh hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeyden müstağnidir. Şanı yüce olan Allâh hiçbir şeye muhtaç olmaması itibariyle Onun dışındaki her varlık Ona muhtaçtır. Varlık alemine gelmesi için O, bir muhassısa yani tahsis ediciye de muhtaç değildir. Çünkü bir başkasına muhtaç olmak durumu, Onun kadim olma sıfatına aykırıdır. Çünkü başkasına gereksinim duyması demek, hadisliğin, sonradan var oluşun bir alametidir. Şanı yüce olan Allâh bundan münezzehtir. Böylece Onun kadimliğinin de, baki oluşu da sabit olmuştur.

Şanı yüce Allâh, kendisine itaat edenlerin itaati sayesinde bir yarar kazanmadığı gibi, kendisine isyana kalkışanların isyanıyla da zarar görecek değildir. Allâh’tan başka her şey, Allâh’a muhtaçtır. Hiçbir varlığın, göz açıp kapanacak kadar geçecek bir zaman dilimi kadar olsun, Allâh’a ihtiyaç duymayacağı bir anları olmaz. Yüce Allâh şöyle buyurmaktadır:
“Allâh zengindir-hiçbir şeye muhtaç değildir. Oysa siz Allâh’a muhtaçsınız.” (47, Muhammed,38)

ALTINCI SIFAT: MUHALEFETUN LİLHAVADİS

Yani Allâh, yarattığı varlıklarından hiçbirine benzemez. Bunun akla dayalı delili ise şudur. Eğer Allâh, yarattığı varlıklarından herhangi birisine benzemiş olsaydı, dolayısıyla, yaratıklar için geçerli olan değişime uğra, yok olma gibi niteliklerin Allâh için de olması caiz olurdu. Eğer böyle bir şey Allâh hakkında caiz olabilseydi, dolayısıyla onu değiştiren de buna ihtiyaç duyardı. Başkasına ihtiyaç duyan bir varlık da ilah olamaz. Bundan Onun hiçbir şeye benzemediği gerçeği sabit olmuş oluyor, ortaya çıkmış bulunuyor.

Bu konuda nakle dayalı kanıta yani yüce Allâh’ın sonradan olanlara benzemediğinin vacipliği konusuna gelince, Rabbimizin şu ayetini gösterebiliriz. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42, Şura, 11)

İşte bu ayet bu konuda en açık ve net olan nakli delildir. Kur’an’a yer alan bu ayet, her manadaki tenzihi ifade etmektedir. Çünkü şanı yüce olan Allâh bu ayette, nefiyden yani olumsuzluk edatından hemen sonra“Şey” kelimesini zikretmektedir.

Şayet Nekire bir kelime nefyin siyakında yani nefiyden-olumsuzluktan sonra gelirse, bu şümul ifade eder, kapsamlılığı içerir. Şanı yüce olan Allâh, bu ayette kendi nefsinden ecrama, cisimlere, araza müşabeheti nefyetmiştir. Yani yüce Allâh hiçbir varlığın zatına asla benzemeyeceğini kesin olarak reddetmiştir. Şanı yüce olan Allâh insanlardan, cinlerden, meleklerden ve daha başkaca ruh sahibi olan varlıklardan hiçbirine benzemediği gibi, ulvi/üstün ve değerli ve süfli/basit, önemsiz ecramdan olan cansız hiçbir varlığa da benzemez. Kısaca yüce Allâh bu şeylerden hiçbirine asla benzemez. Aynı zamanda şanı yüce olan Allâh, reddettiği benzerliği de yaratmış olduğu varlıklardan herhangi bir türü ile de kayıtlamış da değildir. Aksine ret edilen bu benzerlik olayı sonradan var edilmiş olan tüm hadis şeyleri kapsamaktadır. Bunların hiçbiri kapsam dışı değildir. Bu nefiy yani ret edilen benzerlik olayı yani benzememe durumu, yüce Allâh’ın kemiyet ve keyfiyet yani nicelik ve nitelik bakımlarından da her şeyden münezzeh olduğunu kapsamaktadır. Kemiyetten kasıt, cirmin ya da cismin miktarı demektir. Yani yüce Allâh, miktar, alan, değerlendirme, sınırlandırma gibi bir takım değerlendirmelerin altına giren cisimler gibi değildir. Çünkü yüce Allâh herhangi bir miktar, ölçü ya da alan ile takdir edilen bir varlık değildir. Kim, Allâh’ın da bir tarifi, sınırı vardır, demiş olsa, o kimse bu ifadesiyle yüce Allâh’ı yaratmış olduklarına benzetmiş olur ki bu, ilahlığa ya da uluhiyete aykırıdır. Şanı yüce olan Allâh, eğer bir miktarın ya da sınırlamanın altında tahdide sahip olsaydı, bu durumda mutlaka kendisini böylesi bir takdir ve sınırlamanın altına sokan bir varlığa ihtiyaç duyardı. Tıpkı diğer varlıkların ya da cisimlerin onları bir takım sınırlar ve ölçüler altına sokulmaya ihtiyaç duydukları gibi, bu takdir de Allâh da buna ihtiyaç duyardı. Çünkü herhangi bir şey kendi zatını belli bir takım ölçülerle sınırlı olarak yaratmaz.

Eğer yüce Allâh da tıpkı diğer cisimler gibi bir had ve miktar sahibi olsaydı, mutlaka onu bu hadde göre, bu sınırlamaya göre yaratan bir diğer varlığa ihtiyaç duyardı. Çünkü bu yani birinin kendisi belli bir sınırlama ve ölçü dahilinde yaratması, akıl bakımından doğru ve sahih olamaz. Başkasına muhtaç olan bir varlık ilah olamaz. Çünkü ilahlığın ya da ilah olmanın şartı, hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.

YEDİNCİ SIFAT: HAYAT

Yüce Allâh hakkında Hayat yani diri olmak sıfatı, ezeli ve ebedi olan bir sıfattır. Allâh’ın hayatı yani diriliği başka varlıkların ruh, et ve kandan oluşan hayatı gibi değildir.

Yüce Allâh’ın diri yani hayat ile vasıflandığına ilişkin akli delil ya da kanıt şöyledir. Eğer Allâh hayat ile vasıflanmış olmasaydı, bu takdirde Kudret, İrade ve İlim sıfatlarıyla da nitelenmezdi. Eğer yüce Allâh bu vasıflara sahip olmasaydı, o takdirde bunların aksi ya da zıddı olan niteliklerle nitelenmiş olurdu. Bu ise bir eksikliktir. Oysa yüce Allâh her şeyden münezzehtir.

Allâh’ın hayat ile vasıflandığının vacipliğini gösteren delillerin başında bu alem-dünya gelir. Eğer Allâh diri yani hayat sahibi olmasaydı, şu alemde hiçbir şey olamazdı. Nitekim alemin varlığı duyularla ve zaruri olarak sabittir. Bunda da asla bir şüphe yoktur.

Yüce Allâh’ın hayat ile vasıflandığına dair nakle dayalı deliller ise bir çok ayetlerdir. Bunların başında da: “Allâh, Ondan başka ilah yoktur, O, Hayy’dır-Ölmez diridir.” (2, Bakara, 255) ayetidir.

SEKİZİNCİ SIFAT: KUDRET

Bu sıfat da, yüce Allâh hakkında var olan zatıyla ilgili ezeli bir sıfatıdır. Bu sıfat için, Allâh’ın zatıyla kaim olan bir sıfat denmesi de yerinde bir ifadedir. Çünkü mana aynıdır. Ancak bu sıfat için, Allâh’ın zatında sabit olan bir sıfattır, denemez. Var etme ve yok etme ancak kudret sıfatıyla olur. Yani Ademden madum bu sayede var olur ve yine var olan bir şey de bu sayede madum yani yok olur.

Kudret sıfatının Allâh hakkında vacip olduğunun akla dayalı kanıtı da şudur. Eğer Allâh kudret ile vasıflanmış olsaydı, bu takdirde aciz olurdu. Aciz olunca da yaratıklardan hiçbir şey yaratılmış olmazdı. Yaratılanların var oldukları müşahede ile ortadadır. Eksiklik ise Allâh hakkında muhaldir. Çünkü ilah olmanın şartı kemaldir.

Nakle dayalı kanıt ise, Kur’an’ı Kerim’de buna ilişkin değişik surelerde bir çok ayetler bulunmaktadır. Örneğin şu ayet:
“Şüphesiz rızık veren, metin olan/ güç ve kuvvet ile vasıflanan ancak Allâh’tır.” (51,Zariyat,58)
Burada geçen, “Metin” sözcüğü, kuvvet ve kudret, güç manasınadır. Yine: “Allâh her şeye kadirdir/gücü yetendir.” Ayeti de buna işaret etmektedir, bunun kanıtıdır.

Diğer taraftan kudret sıfatı, ancak aklın var olmasını mümkün gördüğü ve kabul ettiği, caiz gördüğü şeylere ancak taalluk eder, başkasına değil. Bunlar da zaten aklen mümkün olan şeylerdir. Başka bir anlatım tarzıyla akıl bakımından caiz yani olabilir olan şeylerle alakalıdır. Kudret sıfatı aklen vacip olan şeylerle, aklen muhal olan şeylere taalluk etmez. Yani var olmayı kabul etmeyen, var olması olmayacak olan şeyler için düşünülemez. İşte bunun içindir ki, acaba yüce Allâh kendisi gibi bir varlığı yaratmaya kadir midir, veya kendisini ortadan kaldırabilecek bir varlık yaratabilir mi denemez, çünkü bu, mümtenidir yani olacak bir şey değildir. Bununla beraber Allâh bu şeyleri var etmekten acizdir de denemez.

DOKUZUNCU SIFAT: İRADE

İrade sıfatı da, Allâh’ın zatıyla kaim olan kadim bir sıfattır. Yani bu sıfat Allâh için vardır, zatı itibariyle onun için sabittir. Aklen mümkün olabilen şeyler bu sıfatı ilgilendirir. Çünkü aklen mümkün olan yani olabilir olan şeyler, aynı zamanda olmamaları da mümkündür. Çünkü aklen mümkün yani olabilir olan şeyler, daha önce var değillerdi. Sonradan varlık dünyasına gelmişlerdir. Çünkü yüce Allâh onların var edilmesini tahsis etmiş, öngörmüştür. Çünkü bunların akıl açısından olmamaları da caizdir. Bunların var olmaları yüce Allâh’ın onları tahsis etmesi sebebiyledir. Şayet Allâh’ın bunları tahsisi olmasaydı, aklen mümkün olan bu şeylerden herhangi bir var olamazlardı.

Bundan da anlaşılıyor ki, yüce Allâh, varlığıyla bunların varlık aleminde yer almasını tahsis etmiş, istemiş, yokluk aleminde kalmalarını dilememiştir. Bir de bunlarda olan ve başkalarında olmayan bir vasıf nedeniyle bunu var etmiştir.

Örneğin insanın yaratılışının bu şekil ve surette tahsis edilmiş olması, yüce Allâh’ın onu öyle tahsis etmiş olmasıyla olmuştur. Çünkü bu, akıl açısından da caizdir. Zira Allâh dileseydi, insanı bu şekil ve surette yaratmayabilirdi, başka bir şekil ve surette yaratırdı. Diğer taraftan insanın bulunması istenen vakitte var olmasının tahsisi de aynı şekilde yüce Allâh tarafındandır. Çünkü Allâh dilemiş olsaydı, insanı bu alemin ilk yaratılanı kılardı. Fakat Allâh onu alemin ilk varlığı kılmadı. Aksine onu alemin son varlığı kıldı. Bizden tek bir kişi bile kendisini hali hazırda olduğumuz bu şeklimiz üzere kendisini yaratmaya kadir değildir. Böyle olduğu gibi, şu anda içinde var olduğu zaman dilimi içerisinde de kendisini bu zamanda olmak kaydıyla da yaratmaya gücü yetmez. Böylece anlaşılıyor ki bu durum, bir tahsis edenin tahsisiyle olabilmektedir. Bu tahsis eden yani muhassıs olan zat ise ezeli olarak var olan ve adına Allâh denilen zattır.

Allâh hakkında İrade sıfatının vacipliğini gösteren deliller de yine Kur’an’da oldukça çoktur. İşte bunlardan biri yüce Allâh’ın şu ayetidir: “Çünkü Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır.” (11, Hud, 107. 85, Buruc, 16) Yani şanı yüce olan Allâh yaratır, ezeli iradesiyle kainatta dilediği gibi yapar.

Habeşi 12-15-2008 04:32

Onuncu sifat: Ilim
 

ONUNCU SIFAT: İLİM

İlim sıfatı da yüce Allâh’ın ezeli sıfatlarındandır ve Allâh için sabit-var olan bir sıfattır. Burada, “Fiilahi Teala” denemez. Çünkü ifadede Arapça’daki cer edatı olan “Fi” harfinin kullanılması zarfiyet vehmini akla getirir. Yani “yüce Allâh, ilmi için bir zarftır, bir kaptır, ilim de onun içindedir” demek olur ki, bu, muhaldir. Çünkü yüce Allâh cevher-bir madde ya da cisim değildir ki, araz olan bir şey onun içine hulul edebilsin. Bizim amelimiz, yaptığımız şey, bir arazdır ve bunlar bizim cisimlerimize hulul ederler. Ancak Allâh hakkında böyle bir şey caiz olmaz, çünkü muhaldir. Hiçbir kimse için bu ibareyi kullanması caiz olmaz. Çünkü böyle bir şey bir kaymadır, bir hatadır ki sonunda insanı helake götürür. Doğrusu bu öyle bir ilim dalıdır ki, ibareleri ve sözcükleri çık özenle seçmek gerekir, ihtiyatla yaklaşmak icabeder. Zira bu ilimler arasında en değerlisidir, çünkü dinin remeliyle alakalıdır. İşte bunun içindir ki, İmam Ebu Hanife bu ilme, “el- Fıkhu’l-Ekber” adını vermiştir.

Bu bilim dalı, “Tevhid İlmi” ve “Kelam İlmi” diye yaygınlık kazanmıştır.
İşte bu ilim dalına, Ehli Sünnet alimlerince, “Kelam İlmi” diye adlandırılmış olup, övgüye değer olan bir ilimdir. Mezmum kelam yani yerilen söz ise bu, heva ve heveslerinin esiri olanların yani inanç bakımından bozuk olanların, kısaca Mutezile gibi bidat ehlinin kelamı-sözüdür ki bunu selef alimleri hep yermişlerdir.

İmam Şafii (radiyallau anhum) şöyle der: “Kulun şirk dışında her tür günah ile Allâh’ın huzuruna çıkması, heva ve heves sahibi kelamcıların öğrettikleriyle çıkmasından daha basit gelir.” Bunlarla diğerleri yani Ehli Sünnet ile Bidat ehli arasındaki fark, Ehli Sünnetin savunduğu-ele aldığı kelam ilmi –ki onlar bu konuda bir hayli eserler meydana getirmişlerdir- ile selefin akidesini, inancını akla ve nakle dayalı delil ve kanıtlarla ortaya konmuş olmasıdır.

Çünkü bu deliller sayesinde tüm bidat ehli mülhitlerin-dinsizlerin, ortaya attıkları şüpheler red olunarak gerçekler ortaya konur. Bu açıdan Hak ehli de denen Sünnet ehli bu alanda büyük gayretler göstermişler, nitekim Ebu Hanife bu amaçla Bağdat!tan Basra’ya yolculu ederek, bu gibilerin şüphelerini ortadan kaldırmak ve tahribatlarını önlemek istemiştir. Nitekim bu amaçla belki yirmiden fazla yolculuk etmiştir. Bilindiği gibi Bağdat ile Basra arasında onlarca kilometre uzaklık bulunmaktadır, bu yolculuk o dönem açısından oldukça uzun ve yorucu bir yolculuk demektir.

Aslında bu durum kınanacak bir durum değildir. Bu durum, ancak müşebbihe denen mezheplerin ve benzerlerinin ne anlama geldiğini bilmeyen cahiller tarafından bilinemez. Çünkü sıfatlar konusunda gelen müteşabih ayet ve hadislerin zahirine göre davranıp hareket eden bu ilmim düşmanı kimseler karşı dururlar. Nitekim böyleleri hakkında zatın biri şöyle der ve dediğinde de doğru söyler:
Beyinsiz bir takım kişiler kelam ilmini ayıplarlar
Kınamaya kalkıştıklarında da verdikleri hep zarar
Gözden yoksun kişinin bakışı göremez doğuşunu
Gün ortasında doğan güneşin ışığını
İmam Şafii’den rivayetle söylenen: “Kulun şirk dışında her tür günah ile Allâh’ın huzuruna çıkması, kelam ilmiyle Allâh’ın huzuruna çıkmasından daha hayırlıdır” ifadenin onun tarafından söylendiği sabit değildir.

Hak Ehlinin, yüce Allâh’ın ilim sıfatının olduğu hakkında delile dayalı olarak söylediklerine gelince, eğer Allâh bilen-alim olmasaydı, bu takdirde cahil-bilmez olurdu. Oysa Allâh için bilmemek yani cehalet bir eksikliktir. Alla ise eksiklikten münezzehtir. Aynı şekilde eğer Allâh cahil yani bir şeyi bilmez olsaydı, bu takdirde bu alem var olmazdı. Bu alemin varlığı açık-seçik görülen ve var olan, sabit olan bir gerçektir. Allâh hakkında bilmeme yani cehil meselesi, işi bu alemin var olmamasına götürür. Bu ise muhaldir.

Dolayısıyla sonuç itibariyle muhal olana götüren bir şeyin kendisi de muhaldir, olamazdır.

Bu konuya ilişkin nakli deliller de oldukça çoktur. Bunlardan bazıları şöyledir: “Ve O her şeyi en iyi bilendir.” (2, Bakara, 29. 6, En’am, 101. 57, Hadid, 3)
“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (67, Mülk, 14)

Bu ayet aynı zamanda şunu da gösteriyor. Eğer Allâh alim yani bilen olmasaydı, bu yaratılanlar yaratılmış olmazlardı.

ONBİRİNCİ SIFAT: SEMİ-İŞİTME

Bu sıfat da yüce Allâh’ın zatıyla kaim olan kadim bir sıfattır ve Allâh için sabittir, dolayısıyla tüm duyulacak şeylere taalluk eder. Kimi müteahhirin yani sonradan gelen alimler de şöyle diyorlar: Yüce Allâh’ın bu sıfatı, seslerden tüm mesmuata yani duyulan şeylere ve bunlardan başkasına da taalluk eder. Allâh’ın işitmesinin yarattığı varlıkların işitmesi gibi hadis yani sonradan var olan bir şey değildir. Aynı şekilde, bizim işitmemizde olduğu gibi Allâh’ın işitme aletine ihtiyaç duyması caiz olmaz. Allâh, bir kulağa ve işitme kanalına ihtiyaç duymaksızın işitir. Nitekim Tenzih ilmi konusunda bilgisi bulunmayan, bilgileri sadece Kur’an’ı ezberlemeye dayalı olan bazı kimseler, din ilmi konusunda herhangi bir bilgileri olmaksızın ve kendilerinden önceki ilim erbabından ilim almış olan ilim ehlinden de dinleyip öğrenmeksizin bazı sapmalara gidiyorlar, yanlış bilgilerle halkı saptırıyorlar. Bu kimseler kalkıp diyorlar ki: “Şüphesiz Allâh’ın dinleyen kulakları vardır.” Bu şekilde konuşanlara: “Bu nasıl oluyor” diye sorulduğunda ise; Allâh Resulü (sallallahu aleyhi vesellem): “Lillahi Eşeddü Azanen” yani “Allâh’ın çok güçlü işiten kulaklar vardır” diye buyurmadı mı, diye konuşurlar. Eğer bu kimseye sen hadisi tahrif edip değiştiriyorsun, çünkü hadiste geçen ifade, “Azanen” değil, “Ezenen” sözcüğü yani kelimesidir. Bu zavallı kişi kendisini alim sanıyor da böylece bu hadisi tahrife, bozmaya kalkışıyor. Güya söylediğinin doğru olduğunu sanıyor. Arapça’daki “el-Ezen” kelimesi, sözlük manası itibariyle dinlemek anlamındadır. Bu adamın söylediği ise, en iğrenç bir yalandan öteye geçmez. Çünkü Allâh hakkında böyle bir ifade kullanmaktadır. Oysa Müşbbihe mezhebinden bile kimse bu kadar ileri gitmemiştir. Kaldı ki yüce Allâh’ın işitmesi ezelidir. Onun mesmuatı-işittikleri ise, ses kabilinden olup, sonradan var olandır. Yüce Allâh sonradan var olan yani hadis olan bu sesleri, ezeli ve ebedi olan duymasıyla işitir. Yani varlığının bir başlangıcı ve sonu olmayan, aksine her zaman baki ve daim olan diğer sıfatları gibi olan bu sıfatıyla işitir.

Bu durum tıpkı söylenen şu ifadeye benzer. Allâh’ın kudreti, hadisata, sonradan var olan şeylere taalluk eder. Yani aklen mümkün olan, olabilecek olan şeylere taalluk eder. Kudret ise ezelidir. Makdurat denilen takdir olunan şeyler ise hadistirler, kudret bunların hilafınadır, bunlarla ilgi ve alakası hadis olma açısından söz konusu değildir.

Nitekim Maturidiye mezhebine göre şöyle söylenebilir. O, yaratılanları, mükevvin olması yani ol diyerek yaratması itibariyle, ezeli tekviniyle – ol demesiyle var edendir. Mükevvenat yani yaratılanlar ise, hadistirler.
Allâh için işitmenin vacip oluşunun akli delili de, eğer yüce Allâh işitme sıfatıyla vasıflanmamış olsaydı, bu takdirde sağırlıkla, duymamakla vasıflanırdı ki bu, Allâh hakkında bir eksikliktir. Allâh hakkında eksiklik ise muhaldir, olamazdır.

Bu konudaki nakle dayalı delillere gelince bir çok deliller bulunmaktadır. İşte bu delillerden biri de yüce Allâh’ın şu kavlidir: “O işitendir, görendir.” (42, Şura, 11) Bir de Rabbimizin şu kavlidir: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allâh’a şikayette bulunan kadının sözünü Allâh işitmiştir.” (58, Mücadele, 1)

ON İKİNCİ SIFAT: BASAR-GÖRME

Basar kelimesinin manası, görmek demektir. Basar da ezeli ve ebedi olan bir sıfattır ve görülen şeylere taalluk eder. Şanı yüce olan Allâh, ezeli olan zatını görür ve aynı zamanda ezeli olan görmesiyle diğer hadis olan yani sonradan meydana gelen şeyleri de görür. Allâh’ın görmesi, yaratmış olduğu varlıkların görmesi gibi değildir. Çünkü yarattığı varlıkların görmesi, göz denen bir organ iledir.

Allâh’ın gördüğünün sabit olduğuna ilişkin delil de akıl açısından şudur. Şanı yüce olan Allâh, eğer görmeseydi, bu durumda mutlaka bunun zıddı olan körlükle, görmemekle vasıflanırdı. Bu ise Allâh için bir eksikliktir ve Allâh için eksiklik olayı ise muhaldir.

Bu sıfatın nakle dayanan kanıtı da birçok ayetlerdir, sahih hadisler ve haberlerdir. Yüce Allâh şöyle buyuruyor: “O işitendir, görendir.” (42, Şura, 11)
Peygamber efendimiz (sallalahu aleyhi vesellem) de yüce Allâh’ın en güzel isimlerini yani Esmayı Hüsnayı sayarken bunlar arasında, “İşiten ve gören/Semi ve Basir” sıfatlarını da saymışlardır. Bu, İmam Tirmizi tarafından tahriç olunan bir hadiste dile getirilmiştir. Tirmizi bu hadis için, “Hasen” hadistir, demiştir.

ON ÜÇÜNCÜ SIFAT: KELAM

Allâh için kelam sıfatının olması da vacip olan bir sıfattır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezeli ve ebedi olan bir sıfat olup,i yaratılmışların kelamına benzemez. Nitekim Kur’an-ı Kerim olsun, diğer semavi kitaplar olsun, Allâh’ın kelamı diye ifade olunurlar. Yaratılmışların kelamı hadistir, yani sonradan olmadır. İnsanın kelamı yani sözü, harflerin mahreçlerine ve vurgulara dayanan bir sesten ibarettir. Nitekim iki cismin birbirine çarpması durumundaki ses de böyledir. Örneğin kayanın üzerine demir sürtülünce çıkan ses gibi.

Ancak indirilen semavi kitaplar için Allâh kelamı derken bu, yüce Allâh’ın zati olan kelamının ta kendisidir, demek değildir. Aksine bu o kelamdan ibaret olan bir şeydir. Akıl açısından bunun delili, eğer Allâh mütekellim yani konuşan olmasaydı, dilsiz olması gerekirdi. Allâh hakkında dilsizlik bir eksikliktir. Bu ise Allâh hakkında muhal olan bir durumdur.

Bu konuya ilişkin nakle dayalı delil ya da kanıt ise, Kur’an nassları ile hadislerdir. Bu delillerden biri de yüce Allâh’ın şu kavlidir:
“Ve Allâh Musa ile gerçekten konuştu.” (4, Nisa, 164)

Yani Allâh, ezeli ve ebedi olan sözünü, kelamını Musa’ya duyurdu, Musa da bundan anlaşılması gerekenleri anlayıp kavradı. Allâh’ın konuşması yani kelamı ezelidir. Oysa Hz. Musa’nın kendisi ve onun Allâh’ın kelamını işitmesi ve dinlemesi ise hadistir. Kur’an ile söylenmek istenen şey, Allâh’ın mana itibariyle olan kelamıdır. Yani yüce Allâh’ın zatıyla kaim olan bir sıfatıdır. Bununla efendimiz Hz. Muhammed (s)’e indirilen lafız muradolunmaktadır. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:
“O Kur’an’ı Ruhu’l-Emin/Cebrail uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine indirmiştir.” (26, Şuara, 193-194)

Bu, Nefsi kelam diye adlandırılan ve Allâh ile kaim olan kelam değildir. Çünkü nefsi kelam, Allâh’ın zatı yani nefsi yani kendisiyle kaimdir. Kur’an, münzel yani indirilmiş olan bir lafız olması manasıyla harflerle yazılıp şekil alan, kulaklarla duyulup işitilen, hayali lafızlarıyla zihinlerde ezberlenip korunan ve lafız ile okunan kitap demektir. Oysa zati olan kelam ise, asla Mushaflara girmeyen, hulul etmeyen ancak mutlak manası itibariyle de her ikisine de Allâh kelamı denen bir şeydir. Bu, nefsi yani zati olan kelam itlak olunması itibariyle, şeriat açısından hem hakikattir, hem de akla yatkındır. Yani mutlaka manada zati kelam için söylenmesi durumunda durum böyledir.

Fakat münzel olan yani indirilen lafza itlak olunması halinde bu, şer’i bir hakikattir, gerçekliktir. Çünkü münzel lafız, zati, ezeli ve ebedi olan kelamın ta kendisi, aynı demek değildir. Bunun yaklaşık olarak zihinde anlaşılabilmesi meselesine gelince, bunun için şu ifadeyi kullanmak uygun düşer, sahih olur. “Allâh ile telaffuzfa bulundum” Bu şu demektir: “Ben öyle bir lafız ile konuştum ki, bu lafız mukaddes olan yüce zat Allâh’a delalet etmekte, Onu göstermektedir” demektir. Örneğin, “Allâh’a yazdım” denir, bunun manası, kadim olan zatın varlığını gösteren harf şekillerini yazdım, demektir. Nitekim herhangi bir levha ve benzeri bir şey üzerinde yazılı bulunan lafzayi Celal için, İşte Allâh, bu, Allâh’tır, denir. Yani Allâh lafzıdır, demektir. Mesela filan kimse çok güzel ve sıhhatli bir Kur’an okudu, denir, aynı şekilde filan kimse de sahih olmayan bir şekilde bir Kur’an okudu, denir.

Ancak birinin, Ben Allâh ile telaffuzda bulundum-konuştum ve ben Allâh’a yazdım, akli manada gerçeklik anlamında söylenmesi sahih olmaz. Çünkü yüce Allâh, bizim dillerimize hulul etmez. Aynı şekilde yüce Allâh’ın zati olan kelamı da bizim dillerimize hulul etmez. Ancak bu, bizi dillerimizle ifade edilen bir ibaredir.

Eğer, “münzel olan lafız, yüce Allâh’ın zati olan kelamının aynısı değilse, o halde bunun Hz. Peygamber (s)’e indirilmesi nasıl olmuştur, diye sorulacak olursa, bunun cevabı şu şekildedir:
Bazı alimlerin söyledikleri gibi, Cebrail (aleyhisselam) onu Levh-i Mahfuz’da yazılı olarak buldu ve onu yüce Allâh’ın emri üzerine efendimiz Muhammed (sallahu aleyhi vesellem)’e, herhangi bir kitapta veya sahifelerde yazılı olarak değil de okuyarak indirdi. Nitekim aşağıdaki ayet bu gerçeğe delalet ediyor. Yüce Allâh şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphesiz o Kur’an çok şerefli bir elçinin-Cebrail’in sözüdür.” (81, Tekvir, 19) Yani bu, Cebrail tarafından okunarak indirilmiştir. Eğer indirilen bu lafız, yüce Allâh’ın zati kelamının ta kendisi, aynısı olmuş olsaydı, yüce Allâh bu ayette, “Hiç şüphesiz o Kur’an çok şerefli bir elçinin-Cebrail’in sözüdür” diye buyurmazdı. Yani Cebrail tarafından okunan bir sözdür, buyurmazdı. Çünkü burada sözü edilen, “çok şerefli bir elçiden” amaç, Cebrail’dir.

Müşebbihe görüşünü savunanlara gelince, onların söyledikleri şudur: “Allâh harflerle konuşur. Örneğin nasıl ki bizler (Bismillahirrahmanirrahim” ayetindeki (B) harfini önce ve sonra (Sin” harfini ve peşinden de diğer harfleri ve buna benzer diğer Kur’an lafızlarını söyleyip konuşuyorsak Allâh da tıpkı bizim gibi konuşmaktadır. Burada bunların ifade ettiği sözlerinde yüce Allâh’ı yarattığı varlıklarına benzetme vardır. Eğer Allâh, harflerle konuşuyorsa, yani tıpkı bu harflerin bizim dillerimizden telaffuz yoluyla çıktığı gibi, yüce Allâh’ın zatından çıkıp O da bu harflerle konuşuyorsa, O da bizim gibi olurdu.

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42, Şura, 11)

Allâh Ehli Sünnet imamlarından razı olsun. Çünkü bunlar itikad yani inançla alakalı olan doğru şeyleri açıklamışlardır. Eğer onların doğru açıklamaları olmamış olsaydı, insanların birçokları bir gerçeklerden habersiz olurlardı ve dolayısıyla böylece tecsime bulaşmış olurlar yani mücessimeden olurlardı. Bizim bu konuya ilişkin olarak yüce Allâh’ın:
“O Kur’an, şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın sahibi Allâh’ın katında itibarlı bir elçinin-Cebrail’in getirdiği sözdür. O orada sayılan ve güvenilen bir elçidir.” (81, Tekvir, 19-21)

Bu ayetleriyle delil getirmemiz, Ehli Sünnetin söylediklerinin doğruluğuna ilişkin olarak en açık delil olması açısındandır. Çünkü Ehli Sünnet yaratanını tenzih eden, Onu yaratılana benzetmekten uzak duranlardır. İşte Ehli Sünnetin iki akımı ya da itikadi mezhebi olan Maturidiye ile Eşariye’nin görüşleri budur. Ehli Sünnetten olup da Kur’an, “Allâh’ın gerçek manadaki kelamıdır, sözüdür” tarzındaki ifadelerine gelince, bu, onların asıl inançlarının bu manada yansıtılmasından ibarettir.

Diğer taraftan mükellefler için Allâh’ın sıfatlarını bilme ve öğrenme noktasında vucubi ayniyle vacip olana yani farzı ayın olana gelince, işte anlattığımız bu on üç sıfattır.

Tekvin sıfatına gelince bu, yaratılmışları ve takdir olunanları yaratmaya ve takdire ilişkin bir sıfattır. Kimi Ehli Sünnet alimleri bunu, yüce Allâh’ın zatıyla kaim ezeli bir sıfatı olarak anlamışlardır. Bunlara göre Allâh’ın Tekvin sıfatı da ezelidir. Mükevvenat ise hadistir ve mahluktur.

Diğer bir gurup ile Eşarilerin çoğuna göre, Tekvin sıfatı yüce Allâh’ın ezeli olan bir sıfatı değildir. Çünkü onlar Tekvini, sadece ezeli kudretin bir eseri olarak görürler. Bunlara göre tekvin sıfatının ezeli bir sıfat olarak sayılmasına gerek yoktur.

Ancak Maturidiye mezhebine göre, her mükellef kişinin bilmesi gereken ve vacip olan sıfatların sayısı on dörttür. Maturidiye mezhebi mensubu ve “Bed’ul emali” adlı kitabın sahibi, Allâh’ın zati sıfatları hakkındaki doğruluğunun gerçekliliği, sabitliği konusunda şöyle diyor:
“Yüce Allâh’ın zatı ve fiilleriyle ile ilgili tüm sıfatları kadimdirler ve zeval bulmazlar.”

İşte Maturidiye kendilerince Allâh’ın zatıyla ilgili sıfatlarını bu şekilde ikrar ediyorlar ki, bunlar da on üç tanedir. Allâh’ın fiilleriyle yani yaratma ile alakalı sıfatlarına gelince bular da; Tekvin, said kılma, şaki olarak yaratma, öldürme ve diriltme gibi sıfatlar olup hepsi de kadim sıfatlardır yani ezelidirler. Bed’ul Emali eserinin yazarının, “hepsi de zeval bulmazlar” ifadesinden anlaşılan mana şudur. Yani bunlar için adem-yokluk söz konusu değildir. Yoksa bunlar, önce var olup da sonradan yok olanlardır, manasında değildir.

Fakat kimi Hambeli mezhebinden olanların: “Allâh’ın konuşması ses iledir” ifadelerine gelince, bunların çok önceleri yaşayan alimleri, bu ifade ile şunu demek istiyorlar. Bu, ezeli ve ebedi bir sestir. Yoksa yaratılmışların sesleri gibi değildir. Aslında, Allâh’ın konuşması-kelamı hadis olan bir sestir, diye inanırsa, bu kimseler, yüce Allâh’ı yarattıklarına benzetmiş olur ve aynı zamanda yüce Allâh’ın: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42, Şura, 11) kavline de aykırı düşmektedir.

Diğer taraftan insanlar bu sıfatlar meselesinde farklı guruplara ayrılmışlardır. Bir fırka yüce Allâh’ın sıfatlar konusunda, yarattığı varlıklara asla benzemediğini, bu konuda tenzihi savunurlarken –ki bunlar Ehli Sünnet velcemaat mezhebidirler.- Ehli Sünnet yüce Allâh’ın kendi zatı için isbat ettiği sıfatları aynen kabul ederler ve tenzihi savunurlar. Örneğin oturmak, yer değiştirmek, herhangi bir cihete ve mekana sahip olmak gibi, değişim ve benzeri diğer hadis olan şeyleri, yani cisimlendirmeyi hatırlatacak her şeyden münezzeh sayarlar.

Evet bir fırka yani Ehli Sünnet böyle inanırlarken, diğer bir fırka tümüyle sıfatları ret ederler. Bunlar da Mutezile, Kaderiye gibi mezheplerdir. Bunlar, yüce Allâh’ın zatıyla kaim sıfatlarının olduğunu inkar ettiler. İşte bu yüzden de muattıla diye anılır oldular. Çünkü bunlar sıfatları kabul etmiyorlar. Başka bir kısmı ise, Allâh’ın sıfatlarını cismiyetin bir gerekliliği olarak kabul ettiler, bu yüzden de, her şeyden mukaddes ve münezzeh olan yüce Allâh hakkında hareket etme, sükun-yerleşme, bir yerden bir diğerine taşınma ve hadis olma gibi şeylerin alametleri olan daha başka nitelikleri Allâh hakkında var saydılar. Örneğin Allâh’ın konuşması ses ve harflerden oluşur demeleri gibi. Bu sıfat önce var olur, sonra geçer, sonra yeniden döner, sonra tekrar kaybolur, sonra yeniden avdet eder ve sonra tekrar nihayet bulur gibi. İşte bunlar Mücessime ve Müşebbihe denir. Bunlardan bir kısmı açıkça Allâh’ı cisim olarak adlandırırlar. Sonra da bunlar, “biz Allâh bir cisimdir, O bir cirimdir” derken, biz bu ifademizle “Allâh vardır ve kaimdir” demek istiyoruz.
Bulardan bir kısmı ise, Allâh’ın cisim olduğuna iman etmekle birlikte açık ve net bir şekilde bunu söylemekten uzak dururlar. İşte Kerramiye mezhebi bu inançta olanlardandır. Bunlar hem müşebbihe ve hem mücessimedirler. Muhammed bin Kerram adındaki birine mensupturlar. Bu inanç mensuplarına Haşeviye denmektedir.

Ehli Sünnete gelince, bunlar söz konusu iki fırkanın arasında yer aldıkları için orta yolu tutanlardır. Ehli Sünnetin bir kısmı Eş’ariler ve bir kısmı da Maturidiler olarak ikiye ayrılırlar. Çünkü bu kesim hidayet önderi İmam Ebu Hasan Eş’ari ile İmam Ebu Mansur Maturidiye mensupturlar. Ehli Sünnet diye anılan bu kesim Muattıla ile müşebbihe mezheplerinden şu özellikleri itibariyle ayrılırlar. Ehli Sünnet daha önce anlattığımız sıfatları kabul ederler ve bu sıfatları Allâh için vacip olduğuna inanırlar. Yani İlim, Kudret, İrade, Semi, Basari Kelam, Hayat, Muhalefetun lilhavadis, Kıyam binefsihi, Vucud, vahdaniyet, Kıdem ve Beka sıfatlarının vacipliğine ve Allâh’ın zatıyla kaim ezeli ve ebedi sıfatlar olduğuna iman ederler. Bunun yanında yüce Allâh’ın sıfatları itibariyle de her şeyden münezzeh olduğuna ve hadis olan varlıkların sıfatlarıyla asla bir alakalarının bulunmadığına da iman ederler.

Çünkü Ehli sünnet sözkonusu sıfatlar hakkında, bunların ezeli ve ebedi olduğunu açık olarak söylerler. Bir de Ehli Sünnet sıfatlarla ilgili olarak müteşabih durumunda olan ayet ve hadisleri zahiri manasıyla değil de, bunları tevil etmek suretiyle iman ederler. Kimisi bunları icmali anlamda olarak tevil ederlerken, kimisi de oldukça detaylı yani tafsili manada tevil yönüne giderler. Bununla beraber her iki durumu da doğru ve gerçek olarak kabul ederler.

Bunun örneklerinden biri yüce Allâh’ın Arş’ı üzerinde istiva ettiği meselesidir. Ki bu birkaç ayette geçmektedir. Bunu tevil ederlerken yüce Allâh’ın şanına yakışacak bir şekilde yoruma ve tevile tabi tutarlar. Yoksa bunu, oturmak ve karar kılmak veya buna benzer manalarda açıklamazlar. Yani Arap dilinde kullanılan lügat manası ile, tıpkı yaratılmışların istivası anlamında ele almazlar.

Bir de bu konuda kimi Ehli Sünnet mensupları, bu ifadeler Kur’an ve Sünnette nasıl geçiyorsa, herhangi bir tayine, belirlemeye gitmeksizin aynen onunla yetinirler. Yani yüce Allâh’a yaraşacak bir mana ile, örneğin istila etmek, kahretmek-egemen olmak gibi değerlendirirler. Kimileri de bunları yorumlarken, hudus alametlerini ve cismiyeti gerektirmeyecek bir şekilde bunu tayine ve belirlemeye çalışır, öyle açıklar. Bunlardan birinci gurupta yer alanlar, icmali anlamda tevil yaparlarken, diğerleri daha detaylı bir şekilde tevil cihetine giderler.

Teşbih inancını savunanlar bu inanışları sebebiyle haktan ayrılmış oldular. Gerekçe olarak da tevil yoluna başvurmayı, tatil olarak değerlendirdiler. Yani sıfatları inkar manasında değerlendirdiler. Bu ise Ehli Sünnete bir iftiradır. Yine bu kesim hak ehlini, ayet ve hadisleri zahiri manasına yorumlamadıkları, örneğin İstiva ayeti gibi zahiri manasıyla açıklamadıkları için zem ediyorlar. Nitekim bunlardan biri, ayet ve hadisleri zahiri manalarına yorumlamayan Sünniler için şöyle demektedir: “Şu tevilciyi mi” diyerek bu ifade ile güya Sünnileri ayıplamış ve aşağılamış olmaktadır. Oysa bunu söylemelerine rağmen kendileri de bir takım ayet ve hadisleri tevil cihetine gidiyorlar. Aslında bunlar kendi kendileriyle çelişiyorlar. Fakat bunun da farkında değiller. Çünkü bunlar, kimi ayetlerde zahiri manası itibariyle yükseklik ya da yücelik cihetine mukabil kullanılan ciheti örneğin arz gibi bunları tevile gitmiyorlar. Mesela bunlar yüce Allâh İbrahim (aleyhisselam) hakkındaki ayetlere geldiklerinde, örneğin:
“Ben Rabbime gidiyorum,O bana doğru yolu gösterecek” (37, Saffat, 99) kavli gibi. Ki bunlar bu ayet ile murat olunan ve İbrahim (aleyhisselam)’in hicret ettiği yer olan ve Şam-Suriye torağı olan arz manasına hamletmiyorlar, yorumlamıyorlar. Yine bunlar: “Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (57, Hadid, 4) ayetine geldiklerinde bu ayeti de zahiri manasına hamletmezler. Çünkü bu ayetin zahiri manası alındığında bununla yüce Allâh’ın kullarıyla yeryüzünde, onlar nerede olurlarsa olsunlar, onlarla birlikte hep intikal halinde olduğu manası ortaya çıkar. Bunun için bunu zahiri manasında yorumlamazlar. Diğer taraftan eğer bu kimselere: “nasıl oluyor da, Arş’ın üzerine istiva etmek gibi ayetleri zahiri manasına hamlediyor da, “Ben Rabbime gidiyorum,O bana doğru yolu gösterecek” (37, Saffat, 99) ayeti ile, “Biz Ona şah damarından daha yakınız.” (50, Kaf, 16) gibi ayetleri ve benzerlerini zahiri manalarına yorumlamıyorsunuz, neden? Bu, bir tahakküm değil midir?

Buna verdikleri cevap şöyledir: Zahir manaları itibariyle yüce Allâh için uluv manası yani Arş, Sema gibi yücelik ifade eden ayetleri bu manalarıyla yorumlarken, yüce Allâh hakkında Kemal manasını kabul ettiğimizden ve bu manasıyla Kemal anlamı sabit olduğundan ötürü böyle yorumluyoruz. Ancak zahiri manası itibariyle yüce Allâh hakkında kemal manasını değil de daha aşağılarda-altlarda bir cihet sözkonusu ise, biz bu gibi ayetleri zahiri manasına yorumlamıyoruz. Çünkü daha altta ya da aşağıda olan bir cihet Kemal’in zıddıdır ve bu, yüce Allâh hakkında bir eksikliktir.

Hak ehli de diyor ki: Asıl mesele cihetin uluvvu meselesi değildir. Aksine asıl mesele, kadrinin yüceliği meselesidir. Arap dilinde fevkiyet yani üstte ya da yukarıda oluş, iki manaya gelir. Bunlardan biri mekan ve cihet itibariyle olan yükseklik veya yüceliktir. Diğeri de, Kadr yani değer itibariyle olan yüceliktir. Yüce Allâh Firavun’dan haber verirken şöyle buyuruyor:
“Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz.” (7, A’raf, 127)

Yani biz üstünlük açısından güç ve kuvvet, hakimiyet bakımından onların üstündeyiz, onları ezecek her güce sahibiz, demektir. Bu ayette Firavun, İsrail oğullarının üzerinde yücelik yani uluv açısından bir üstünlüğe sahip olduğunu anlatıyor, demek doğru olmaz. Bura asıl demek istenen gerçek şudur. Firavun İsrail oğulları üzerinde ezici bir güce, kuvvete sahiptir, onlar bu gücün altında yenil düşmüşlerdir, demektir. Çünkü burada Firavun’un demek istediği budur.

Özetleyecek olursak kısaca deriz ki, sanki bu gurup ne söylediğini bilmez durumundadır. Ancak sözkonusu ayetleri zahiri manalarına göre yorumlamayan hak ehline gelince, yani bu ayetlerden uluv cihetini vehmettirecek olanlar ile bunlardan alt cihetini vehmettirecek ayetleri yorumlamayanlara gelince, bunlar tahakkümden taraftarıdırlar. Yani bu delili olmayan bir davadır. Ancak sözkonusu ayetlerden ve hadislerden kimisini tevil edip kimisini de etmeyen yani kimisini zahiri manalarına göre ele alan ve kimisini de almayan guruba gelince, bunlar da tahakküm etmiş oldular.

Bunlar gerçekten Müşebbihedirler. Gerçi bunlar her ne kadar kendileri için böyle bir isimlendirmeyi hoş karşılamasalar da böyledirler. Bunlar adetleri gereği bir takım kamuflaj ifadelerle halkı yanıltırlar ve: “Allâh’ın Arşı istivası keyfiyetsizdir, yani nasıl olduğu bilinemez” diye bir takım yaldızlı sözlerle aldatırlar. Ya da: “O buna layık olan bir istiva ile Arşını istiva etmiştir” gibisinden yanıltıcı ifadeler kullanırlar. Oysa bunlar yüce Allâh hakkında keyfiyete inanıyorlar. Halbuki selef bunu reddetmiş, kabul etmemiştir. Gafil olan kimseler onların bu yaldızlı sözlerinden uzak dursunlar. Çünkü Allâh, bunların söyleye geldiklerinden yücedir, beridir.

Habeşi 12-15-2008 04:32

Allâh’in tüm sifatlari kemal sifatlardir
 

ALLÂH’IN TÜM SIFATLARI KEMAL SIFATLARDIR

Allâh’ın sıfatları ezeli ve ebedidirler. Çünkü Zatın kendisi ezelidir. Dolayısıyla ezeli olmayan bir sıfat da Allâh için var olacak değildir. Ancak yaratılmışların sıfatlarına gelince, bunlar hadistirler. Her zaman değişiklik kabul ederleri yani hep evre geçirirler. Kemalden en mükemmele yani olgun olmaktan en iyi olgunluğa doğru giderek değişim gösterirler. Oysa Allâh’ın ilminde hiçbir şey asla yenilenmez. Yüce Allâh her şeyi ezeli olan ilmi ve ezeli olan kudreti, ezeli olan meşieti-dilemesiyle yaratmıştır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek yüce Allâh’a nispetle değerlendirildiğinde O, bütün bunları ezeli olan ilmiyle ihata etmiştir. Yüce Allâh’ın zatıyla ilgili olarak Ezeliyet kesinleşince, dolayısıyla Onun tüm sıfatlarının da ezeli ve ebedi olması vacip olur. Bunlar asla değişim ve evrim geçirmezler. Çünkü bir halden diğer bir hale değişim ya da evrim hadis olmanın, sonradan var olmanın bir alametidir.


Örneğin insan fazlalık da eksiklik de kabul eder, kemalden yani mükemmel oluştan bir gerilemeye, eksilmeye doğru inişi de kabul eder. Aynı şekilde bunun aksi de mümkündür. Yani eksiklikten mükemmele doğru yükseliş gibi. Ancak yüce Allâh hakkında bu manada bir artış ve eksilme asla varit olamaz. Yüce Allâh’ın sıfatları da bir değişim ve evrim kabul etmezler. Yani mükemmellikten en mükemmel olana doğru bir evrim sözkonusu değildir.

Keza Allâh’ın ilmi de artıp eksilmez. Aksine Onun ilmi de diğer sıfatları gibi kamildir. O bununla her şeyi bilir. Allâh’ın ilmi için yenilenme de sözkonusu değildir. Aksine O, ezelden beri her şeyi bilir. Ancak değişme hadis olan malumlarda yani bilinen şeylerde olur. Yoksa yüce Allâh’ın ezeli ilminde değil.

Çünkü yüce Allâh geçmişte olanları bilir ve şu anda olacak olanları da bilir. Bunları bildiği gibi ileride yani gelecekte olacak olan şeyleri de bilir. Kısaca ta ahirette bile yenilenecek olan her şeyi bilir. Allâh bütün bunları ezelden beri bilir. Hatta cennet ve cehennem ehlinin her an yenilenecek olan ve asla kesilmeyecek olan nefeslerini de bilir. Kısaca yüce bütün bunları en ince detaylarına kadar bilir.

Ancak yüce Allâh’ın: “En güzel isimler Allâh’ındır. O halde Ona O güzel isimlerle dua edin.” (7, A’raf, 180) kavline gelince, bunun manası şudur:
Yüce Allâh’ın bir takım isimleri vardır ki, bu isimler kemale delalet ederler.

Çünkü yüce Allâh, ancak kemal sıfatlarıyla vasıflanmıştır. Eğer kemal manasını içermeyen bir takım isimler var ise, kimi insanların “Ruh” veya “Ah” diye adlandırmaları gibi, bilin ki onlar Allâh’ın isimi değildir, olamazlar. Kaldı ki “Ah” kelimesinin, Allâh’ın adı olması caiz olmaz. Çünkü böyle bir ifadeyi Araplar şikayetlerini ve acılarını dillendirmek için uydurmuşlardır. İmam Tirmizi tarafından rivayet oluna hadise göre Allâh Resulü (s) şöyle buyurmuşlar:
“Biriniz esneyince, elini ağzına kapatsın. O kimse Ah deyince, şeytan buna onun karnından güler.” Yani şeytan onun ağzından içeri girer ve onunla alay eder.

Bu “Ah” sözcüğünün Allâh’ın ismi olmadığının delili ise, fakihler bu hususta şöyle diyorlar. “Kim bilerek namazda Ah derse, namazı bozulur.” Bilindiği gibi Allâh’ı zikretmek namazı bozmaz. Eğer bu Ah kelimesi Allâh’ın isimlerinden olmuş olsaydı, bununla namaz bozulmazdı.

Allâh’ın Esmayı-i Hüsnasına Allâh’ın sıfatları dendiği gibi, Allâh’ın isimleri diye de söylenir. Sadece Lafza-i Celal bunlardan müstesnadır. Buna Allâh’ın sıfatı diye mutlak manada söylenemez.

Ayrıca Allâh’ın isimleri ili kısındır. Bir kısmı Allâh’tan başkasına ad olarak verilmezken, diğer bir kısmının isim olarak verilmesi caizdir. Allâh’tan başkasına isim olarak verilmesi caiz olmayan isimler şunlardır: Allâh, Rahman, Kuddus, Halik, Rezzak, Malikülmülk, Zülcelali vel ikram, Muhyi, Mumit. Bu isimlerle sadece yüce Allâh anılır, başkası değil. Ancak bunlar dışındaki birçok isimlerle Allâh’tan başkaları da isim alabilmektedirler. Burada kişinin çocuğuna Rahim, Melik, Selam ve benzeri adları vermesi de caizdir.
Bu eser halkın en hayırlısı olan Muhammed (s)’in şehri Medine’de recep ayında hicri 1410 yılında tamamlandı. Alemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun. Halkın en hayırlısına da salat olsun.

AKİDEYİ MÜNCİYE

Yazan: Allame Muhaddis ve Fakih Şeyh Abdullah Hereri


(Rahman ve Rahim olan Allâh’ın adıyla)

Alemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun. Efendimiz Muhammed’e, Aline-Ehli Beytine ve ashabına salat ve selam olsun.

Şimdi asıl meseleye gelince, elinizdeki bu risalecik tahkik erbabı, müdekkik usulcü, Allame muhaddis, lügat ve dil bilimcisi, tefsir alimi Şeyh Ebu abdurrahman Abdullah b. Muhammed b. Yusuf el-Kuraşi ve Abderi hocamız tarafından kaleme alınmıştır. Soy bakımından yukarıdaki silsileye ve akide bakımından da Eşari ve Matiridi, tarikat bakımından Rufai olan Here’li ve Habeşi diye ün salan bu hocamızdan Allâh razı olsun ve memnun ettirsin ve bizi de her iki dünyada da efendimiz Hz. Muhammed (s) bereketiyle ondan yararlandırsın. Amin.

Allâh ondan razı olsun diyor ki:
Bir Not: Hak-Sünnet ehli diyor ki: Alem ya cevherdir ya da arazdır. Cevher ise hacmi olan bir şey olup iki kısımdır. Bir kısmı azlık itibariyle sonsuzdur, çünkü bölünüp parçalanamaz. Diğer bir kısmı ise bölünüp parçalanabilir ki buna da cisim denir.

Bunlardan ilki cevheri fert yani ceher-öz adı verilir ki, bu cüz’ü la yetecezze’dir yani asla parçalanmayan en küçül şeydir, atomdur. Araz denen şeye gelince, bu, cevherin kendisi sayesinde ayakta kaldığı şeydir. Yani cismin hareketi ve hareketsizliği, bir yerde mekan tutması gibi bir sıfata yani niteliğe sahip olan şeydir.

Yüce Allâh’a gelince O, bütün bunlardan başka olan bir varlıktır. Yüce Allâh’ın cevheri fert yani mürekkep-bileşik olmayan, öz olan cevher olması muhal olduğu gibi, cevheri mürekkep ya da müellef veya bileşik cevher olması da muhaldir. Çünkü cisimdirler. İşte bu, kimilerinin; “yüce Allâh kemiyet ve keyfiyetten münezzehtir, Allâh’tan başka böyle olan bir şey de yoktur” dedikleri şeydir. Ancak heyula düşüncesinden hareket edenlerin: “Bu, kemiyet ve keyfiyetle ilgisi bulunmayan şeydir” tarzındaki söylemleri ise batıldır.

Hak ehli, “şüphesiz Allâh, bir had-tanım altına girmekten münezzehtir” derken, bununla şunu demek istiyorlar. Şayet Allâh cevher fert denen salt-öz yani bileşik olmayan cevher olsaydı, bu takdir de cevheri fert Allâh için bir örnek ya da misal olabilirdi. Eğer bunun üzerine zait-ek yani en büyük ecram denen varlıkların tanımı ve sınırlaması durumunda olsaydı -ki bu da Arştır- ya da bunda daha fazla sonsuza gidecek kadar olabilseydi ya da var sayılan farazi bir değere ulaşsaydı –ki bu da sonsuz değildir- mutlaka bunun da müellef yani mürekkep yani bileşik olması gerekirdi. Müellef olan bir şey de mutlaka onu telif eden, bir araya getiren birine muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan bir varlık da mutla anlamda hadistir, sonradan meydana gelmedir.

İşte Hz. Ali’nin sözü –Allâh ondan razı olsun- diyor ki: “ Kim, bizim ilahımız mahduttur, sınırlıdır diye bir iddiaya kalkışırsa, gerçekten o yaratan Mabudu bilmiyor, tanımıyor” demektir. Bunu Ebu Nuaym rivayet etmektedir. Hz. Hüseyin’in oğlu Hz. Ali’nin torunu Ali Zeynel Abidin’in sözü de şöyledir: “Şüphesiz Allâh mahdut-sınırlı değildir, tanımlanamaz.” Bunu da muttasıl-kesintisiz bir isnad ile Lügat bilgini Muhammed Murtaza Zebidi “İthafussadetil Muttakin” adlı eserde rivayet etmektedir. Aynı şekilde Ahmed b. Muhammed b. Selam et-Tahavi de: “Allâh, sınırlanmadan-huduttan münezzehtir” diyor.

İşte bunun içindir ki Allâh’ın alem ile muttasıl yani bitişik ya d ona hulul etmiş olması veya mesafe olarak ondan uzak-ayrı olması muhaldir. İşte asıl gerçek budur. Bundan başkası sahih-doğru değildir. Bunun da nedeni yaratılanların bir kısmı diğer bir kısmına ya bağlı-bitişik yani muttasıldır veya ayrıdırlar. Her iki durum ile yüce Allâh’ın vasıflanmış olması muhaldir, olamazdır. Çünkü bu kabul edilirse, bu durumda yüce Allâh için benzeri, dengi olması gerekir gibisinden bir sonuç doğar. Şanı yüce olan Allâh zatı itibariyle mutlak manada misilden yani denklik ve benzerlikten yücedir, münezzehtir.

Eğer Allâh hakkında bir tahdit-sınır koyan ve öyle inanan Mücessime mezhebi mensubu olan Haşevi bu, “Allâh’ın varlığını nefiydir, inkardır” diyecek olursa, ona şöyle denir: “Siz inancınızı, sonuçta işi vehme kadar götüren bir temele dayandırıyorsunuz. Oysa vehme itibar yoktur. Çünkü asıl itibar ya da değerlendirme, şer’i ve akli delile dayalı olanıdır. İşte bizim ortaya koyup tespit ettiğimiz gerçek, naklin ve aklın bir gereği olan şeydir.” Eğer siz: “Vehmimizin ulaşamayacağı şeye biz inanmayız” derseniz, bu takdirde siz bu ifadenizle vehminizin ulaşamadığı bir mahluku yani yaratığı da inkar etmiş olursunuz. Oysa Kur’an vehminizin ulaşamayacağı o şeyin var olduğunu bildirmektedir. Örneğin yüce Allâh’ın: “Karanlıkları ve aydınlığı var eden,...” (6, En’am, 1) kavli gibi. Burada geçen Nur-Aydınlık ve karanlık-Zalamın her ikisi de yaratılmış ve hadis olan iki şeydir. Çünkü buna Kur’an tanıklık ediyor. Şimdi siz, aydınlığın ve karanlığın olmadığı bir vakti ya d zamanı düşünebilir misiniz? Çünkü bu durum: “Karanlıkları ve aydınlığı var eden,...” (6, En’am, 1) ayetiyle sabit olmuştur. Yani Zulumatı da nuru da Allâh yaratmıştır. Oysa daha önce bu ikisi de yoktu. Her ikisi de yok iken sonradan var edilmişlerdir. İşte buna bizim vehimlerimizin ulaşması sözkonusu olamadığı gibi sizin de vehimleriniz ulaşamaz. Ne bizim düşüncelerimiz ve ne de sizin düşünceleriniz oralara varamaz, o kapıları çalamaz. Acaba bir nurun ve zulmetin yani aydınlık ve karanlığın bulunmadığı bir zamanı kim düşünebilir ki? Bununla beraber yine bizim, içinde aydınlığın ve karanlığın bulunmadığı mahluk bir vaktin olduğuna iman etmemiz de vacip olur. Çünkü yüce Allâh, su ile Arşı yarattıktan sonra nur ile zulmeti yaratmıştır. Allâh’ın ilk yarattığı şey sudur, bundan sonra Arş’ı yaratmıştır. Buna göre aydınlık ve karanlık ancak su ile arş’ın var edilmesinden sonra var olmuşlardır.

Şurası da bilinmelidir ki, bir şeye giriş ve çıkış caiz ise, işte O, hiçbir eşi, benzeri ve dengi olmayan, bir tek olan Allâh’ın yaratmış olduğu şeydir.

Alemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun. Efendimiz Muhammed (s)’e, Ehli Beytine ve ashabına da salat ve selam olsun.


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 04:24 .

2000- 2024
Tüm bağışıklıklar ve idelerden bağımsız olan sözcükleri sarfetmeye mahkumdur özgürlük