Tasavvufun Menşei

Bazı kimseler bilmeden, bazıları da kasıtlı olarak “Peygamber Efendimiz’in hayatında tasavvufun yeri var mıdır? Tasavvuf, sonradan çıkmış bir şey midir?” diye sormaktadırlar. Halbuki tasavvuf, sütün içindeki yağ gibi Peygamber Efendimiz’in ...



  1. Alt 05-18-2008, 11:21 #1
    beyza Mesajlar: 2.053
    Bazı kimseler bilmeden, bazıları da kasıtlı olarak “Peygamber Efendimiz’in hayatında tasavvufun yeri var mıdır? Tasavvuf, sonradan çıkmış bir şey midir?” diye sormaktadırlar.

    Halbuki tasavvuf, sütün içindeki yağ gibi Peygamber Efendimiz’in hayatının her zerresine işlemiş bir mâhiyet arz eder. Çünkü tasavvuf, insanın iç âleminin güzelleşmesi, şahsiyetinin olgunlaşması ve kemâle ermesini hedefler. Biz de bu mükemmelliğin zirvesini Peygamber Efendimiz’de görürüz.

    Zîrâ bütün mevcudâtın varlık sâikı, nûr-i Muhammedî olduğundan, Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber’i “Habîbim” hitâbına ve iltifâtına medâr olacak bir liyâkatte yaşatmıştır. Rabbimiz, O’nun müstesna ve mûtenâ hayatını zâhiren ve bâtınen en güzel bir şekilde terbiye ederek, bütün insanlığa bir armağan olarak lutfetmiştir.

    Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîreti ve mübarek şahsiyeti, sırf insan idrâkine sığabilen tezahürleri ile dahî, beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkil eder.

    Zîrâ Allâh -celle celâlühû- O mübarek varlığı, bütün insanlığa bir “Üsve-i Hasene” yâni en mükemmel bir ahlâk numûnesi kılmıştır. Cenâb-ı Hak, bu hususu şöyle beyân buyurmaktadır:


    “Andolsun ki, sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü*min)’ler için Rasûlullâh’ta en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır.” (el-Ah*zâb, 21)

    Bu demektir ki, bütün insanlık, îmânî ve ahlâkî davranış mükemmelliğine ulaşabilmek için O mübârek varlığın hayat ve faâliyetlerini lâyıkıyla öğrenmek mecbûriyetindedir. Bu ise, O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir.

    Bu öğrenme ve hissetme faâliyeti neticesinde görülür ki, Peygamber Efendimiz insanlara üç hususu, yani sahih îtikad, sâlih amel ve güzel ahlâkı öğretmiştir. Bunlardan sahih îtikad, akâid ve kelâm ilminin mevzûsu, sâlih amel ve insanlarla münâsebetler ise fıkıh ilminin sahasına girer. Güzel ahlâk, insanın iç dünyasının terbiye ve ıslâhı ise başlı başına tasavvuftur.

    Çünkü tasavvuf, özü itibariyle gönül âlemimizin selîm bir hâle gelip, mârifetullâh ve muhabbetullâhtan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sâyede ilâhî vuslata medâr olabilecek bir kıvâma gelebilmesidir. Biz nasıl ki, “akâid ve fıkıh ilimleri Peygamber Efendimiz’in devrinde yoktur, sonradan çıkmıştır, bunlar bid’attır” diyemiyorsak, tarih içinde bir ilim disiplini hâline dönüşmüş bulunan tasavvuf hakkında da böyle konuşamayız.

    Diğer taraftan tasavvuf, kâlden çok hâl ilmidir. Mâhiyeti ve husûsiyeti gereği, bu ilmin birçok sır ve hakîkati satırlara yansımamış, Peygamber Efendimiz’den itibaren sadırdan sadıra intikal edegelmiştir.

    Tasavvuf, takvâ ilmidir. Kalblerin günah ve şirk kirlerinden muhafazası, Allah sevgisi ve korkusu ile dolmasının yollarını öğretir. Cenâb-ı Hak, bizden takvâya ermiş bir gönül istiyor. Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, ibâdetlerin fizîkî şartlarından, -tâbiri câizse- geometrisinden çok rûhânî tarafı üzerinde durulduğunu görürüz. Namazın rekatları, hangi vakitte kılınacağı, neler yapıldığında namazın kabul olup neler yapıldığında ifsâd olacağı gibi zâhirî hususları Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmamıştır.

    Bunlar Peygamber Efendimiz’in tatbikâtı demek olan Sünnet-i Seniyye’ye bırakılmıştır.

    Fakat Mâun Sûresi’nde:

    “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş (riyâ) yapanlardır; hayra da mânî olurlar.” (el-Mâûn Sûresi, 4-7) buyrularak namazın hangi kalbî kıvamla kılınması gerektiği beyân edilmiştir.


    Görülüyor ki, Cenâb-ı Hak kullarından ihlâsla, samimiyetle, her türlü nefsânî arzulardan temizlenmiş bir iç âlem ile kendisine ibâdet etmelerini istemektedir. İç âlemin temizlenmesi, dünya imtihanı sebebiyle insanın içine konulmuş bulunan nefse âit bütün kötü sıfatlardan, ihtirastan, kinden, gururdan, benlikten, pintilikten temizlenmek ile mümkündür. Bu temizliğin nihayetinde kalpte cemâlî sıfatlar tecellî etmeye başlar ve kulda yüksek ahlâk ortaya çıkar.


    * * *

    İslâm bir bütündür. Zâhiri ile bâtını, şekli ile rûhu, îmânî esasları ile amelî hükümleri birbirinden ayrılamaz. Îman ve ibâdetlerin içinin doldurulması demek olan “takvâ”, “ihsan”, “ihlâs”, “zühd” kalbin amellerindendir, yani tasavvuftur.

    Zaten tasavvufun kelime mânâlarından birisi de kalbin safâya ermesi demektir.

    Nasıl namaza başlarken tahâret ve abdest şarttır, yani namaza zâhiren bir hazırlık vardır, bütün ibâdet ve muâmelâtta da evveliyetle kalb âleminin temizlenmesi ve kemâle ermesi gerekir. İnsanın inanç dünyasını şekillendiren akâid, kalbî hayatla güçlenir. Bu kalbî kıvamla Allâh’ı daha yakînen bilirsiniz, hissedersiniz, seversiniz.

    Allâh’a karşı kulluk, tasavvufla mânâ ve kemâl kazanır. Gösteriş için veya yasak savma kabîlinden ibâdetler yapmaktan ancak tasavvufî terbiye ve ihsan şuuru ile kurtulursunuz. İnsanlarla aranızdaki muâmelât, tasavvufî terbiye ile incelir, güzelleşir. Kısacası İslâm’ı olması gerektiği gibi, yani en güzel şekliyle yaşamak ancak tasavvufla mümkündür.

    Bunun için tasavvuf çok mühimdir. Fakat tasavvuf ve takvâ hâli, sadece kitaplardan okunarak öğrenilemez. Bu, ancak yaşayan birilerini örnek almakla ve bizzat yaşanmakla hâsıl olur.

    Peygamber Efendimiz’in ve O’nun terbiye edip yetiştirdiği Ashâb-ı Kirâm’ın hayatında bu kalbî kemâlâtın pek çok örneğini görmek mümkündür.

    Peygamber Efendimiz, tebliğ edeceği şeylere önce kendisi îmân etti, kalbi itmi’nâna erdi. Sonra insanlara anlatmaya başladı. O’na ilk îmân edenler, Muhâcirler… Îman kalplerine o kadar çok yerleşti ve kökleşti ki, bu îmân uğruna her şeylerinden vazgeçtiler. Canlarını, mallarını bu uğurda fedâ ettiler. Ancak bu kalbî kıvam oluştuktan sonra ihtişamlı “Medîne Medeniyeti” kuruldu. İnsanların birbirine karşı muâmelelerinde zirveleştiği “Asr-ı Saâdet Medeniyeti” kuruldu.

    Bu yüzden her şeyin merkezi, gönüldür. Peygamber Efendimiz, kalbin insan vücudundaki durumunu ve ehemmiyetini ne güzel ifade buyururlar:

    “...İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi, kötü olursa bütün beden kötü olur. Dikkat ediniz ki, o kalptir.” (Bu*hâ*rî, Îmân, 39)

    Bu yüzden insanlar, kalbî yetişmişlikleri kadar yüce ve üstün, kalben hamlıkları kadar da bayağı ve aşağıdırlar.

    et-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

    “...Allâh’ı zikretmek husûsunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zü*mer, 22)

    Bu âyet-i kerîmeler ışığında Ebû Saîd el-Harrâz’ın şu sözü ne kadar mânidardır:

    “Kâmil insan, Allâh’ın, kalbini temizleyip nûrla doldurduğu kimsedir.”

    Çünkü kalp, duyguların menşei, vücudun ve hareketlerin kumanda merkezidir. İnsanın isteyerek yaptığı ve terk ederek yapmadığı her hareket, vizesini buradan alır. Bu yüzden hareketlerini, duygu ve düşüncelerini düzeltmek isteyen insan, işe önce kalbinden başlamalıdır. Cenâb-ı Hak da kıyâmet gününde kullarının sâlih amellerine ve kalbî kıvamlarına göre muâmele edecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:


    “O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şu*arâ, 88-89)


    İnsanın iç dünyasını ıslâh etmesi için nefis ve şeytanla büyük bir mücâdeleyi göze alması gerekir. Çünkü kötülükleri iptal etmeden iyiliği ikame etmek mümkün değildir. Kalpteki nefsânî ilâhları söküp atmadan oraya Allah’ın nazar etmesi muhaldir.

    Bu sebeple tasavvuf, sulhü olmayan bir cenk olarak târif edilmiştir.

    Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne âit olan bu târif, tasavvufun nefse karşı ömür boyunca devam eden bir mücâhede olduğunu ifâde etmektedir. Nefse karşı cihâd, nefsin meşrû olmayan bütün isteklerine mânî olmaktır.

    Harpler, muayyen zaman ve mekanlarda yapılır ve biter. Nefse karşı girişilen bu mücâhedenin ise bir ömür boyu inkıtâsız devâm ettirilmesi gerekir. Zîrâ nefs ile ne kadar mücâdele edilse de onu tamâmen bertarâf etmek ve böylece onun şerrinden emîn olmak mümkün değildir. Bunun içindir ki âyet-i kerîmede:


    “...Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99) buyrularak son nefese kadar bu kulluk mücâdelesine devâm etmek gerektiğine işâret edilmiştir.

    Cenâb-ı Hak, nefsin hîle ve desîselerine kapı aralayan “gaflet”e karşı dâimî bir teyakkuz hâlinde bulunup bu minvâl üzere kulluğa devâm edilmesini şöy*e emretmiştir:

    “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini zikret! Gâfil*erden olma!” (el-A’raf, 205)

    Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bizzat iştirâk ettikleri ve “Gaz*vetü’l-Usra”, yâni “Zorlu Sefer” adıyla anılan Tebük Gazvesi dönüşünde ifâde buyurdukları:

    “Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz.” tâbirleri, şüphesiz ki tasavvufun sulhü olmayan cenk şeklindeki târifinin ilhâm kaynağıdır. Pek zor*lu bir seferden sonra vârid olan bu söz üzerine:

    “Bundan daha büyük cihâd olur mu?” di*ye hayrete düşen ashâbına Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

    “– Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefs ile mücâhedeye dönüyoruz!”şeklinde mukâbelede bulunmuşlardır.
    (Sü*yû*tî, Câ*miu’s-Sa*ğîr, II, 73)

    İç dünyamızda cereyan edecek böyle bir mücâdele için, Allâh’ın bize bir sanat harikası olarak gönderdiği Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i örnek almalıyız. O, insanların rahatça görüp kendilerine misal alabilmeleri için beşer olarak indirilmiştir. Bir beşer gibi yer, içer, gezer; ancak meleklerden ulvî bir rûhânî, mânevî tarafı vardır.

    Biz o kısmını göremeyiz, bilemeyiz, idrak edemeyiz. O, taşlar arasındaki bir elmas gibidir. Görünüş itibariyle taşlara benzer, ama mânevî değeri ve taşıdığı üstünlükler, hiçbiriyle kıyas edilemez. Bu yüzden biz, onun mânevî hayatına ve derinliğine ancak mânevî âlemimizle nüfuz edebiliriz. O, bizim idrâkimizin ötesindedir. Bi’setten kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar için bir misaldir. Herkes kendi derdinin çaresini, kendi hastalığının ilacını O’nda bulur.

    Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek şahsiyet ve kalbî hayatından tâkatimiz kadar nasib alabilmek, O’nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek, dünya ve âhiretteki şereflerin en yücesidir.

    O öyle büyük bir şahsiyettir ki, Allah Teâlâ ve melekleri kendisine salât ve selâm eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

    “Allâh ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

    Allah’ın ve meleklerinin salât ve selâm ettiği bir Peygamber’e karşı biz ümmetine düşen vazife, tam bir teslîmiyettir. Bizim selâmetimiz, ancak o teslimiyettedir. O’na duygularımızla, düşüncelerimizle, hâlimizle, kâlimizle tam teslim olmadıkça, O’nun gibi olmaya çalışmadıkça kurtuluşumuz mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, kendi sevgisini bile O’na duyulan muhabbet ve itaate bağlamıştır:


    “(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, Bana itaat ediniz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun!..” (Âl-i İmrân, 31)


    Başka bir âyet-i kerîmede ise, insanın yaptığı amellerin boşa çıkmaması, Allah ve Rasûlü’ne itaat şartına bağlanmıştır.

    “Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin ve Peygamber’e itâat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)

    Hülâsa, tasavvuf, İslâm’ın özüdür, rûhudur. Onu lâyıkıyla yaşamadan İslâmî hayatımız eksik olur. Tasavvufun en güzel yaşanma şekli, Allah Rasûlü’nün örnek hayatındadır. Allah Rasûlü’nü sevmeden, O’nu taklid etmeden, emirlerine cân ü gönülden teslim olmadan dünya ve âhiret kurtuluşumuz mümkün değildir.


    Yâ Rabbî! Bizleri, İslâm’ı en güzel bir şekilde öğrenip yaşayan kullarından eyle!.. Bizleri bu dünya imtihanında, âhiret berâtını kazanan kullarının arasına dâhil eyle!.. Bizleri, Sana vâsıl olmak için Habîb’ine tâbî olan Muhâcirîn, Ensâr ve onların yollarını tâkip eden sâlih kullarının zümresine ilhâk eyle!

    Âmîn…

    Osman Nuri Topbaş

    Henna bunu beğendi.
  2. Alt 03-01-2009, 02:22 #2
    fehim Mesajlar: 89
    Tasavvuf Dinin Özüdür.

  3. Alt 03-01-2009, 10:34 #3
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    Tasavvuf eğer Allah ile rabıtanın sağlamlaştırılması hali ise doğrudur.Ben de tasavvuftanım.
    Amma eğer bu günkü genel anlamda ise orasını incelemek lazım.

  4. Alt 04-10-2009, 15:24 #4
    el_feta Mesajlar: 1.168
    fehim´isimli üyeden Alıntı
    Tasavvuf Dinin Özüdür.

    Dinin özü tevhiddir... Tsavvuf değildir... Tasavvuf dediğiniz nedir,anlataır mısınız??? Ne zaman çıkmıştır...

    Tasasvvuftan kastınız,marifetullah ise,zühd ve irfan,Allah ile olan rabıtayı kuvvetlendirmek ise amenna.. Yok eğer gavslaradn,kutublardan,velilerden himmet dilenmek vs ise,bunun islam'da yeri neymiş hele anşlatın ...!!!!

    Henna bunu beğendi.
  5. Alt 04-10-2009, 23:52 #5
    fehim Mesajlar: 89
    Cahiller size laf atarlarsa selam der geçerler.Gerçek mü'minler...

    beyza bunu beğendi.
  6. Alt 04-11-2009, 18:15 #6
    emirahmedyasin Mesajlar: 1.121
    fehim´isimli üyeden Alıntı
    Cahiller size laf atarlarsa selam der geçerler.Gerçek mü'minler...

    Cahilden kastınız kim sayın Fehim.Ayetin kastettiği cahillerin kim olduklarının farkındamısınız!.En ufak ihtilaflarda nedir bu tefrit laubaliliği...
    Konuşun yazın açıklayın ben tartışma açılsın istemiyorum ama kardeşlerinize nedir bu kasıtlarınız.
    selam ve dua ile...

  7. Alt 04-11-2009, 23:22 #7
    fehim Mesajlar: 89
    Ahmedciğim merak etme sen değilsin...

  8. Alt 04-12-2009, 16:50 #8
    el_feta Mesajlar: 1.168
    el_feta´isimli üyeden Alıntı
    Dinin özü tevhiddir... Tsavvuf değildir... Tasavvuf dediğiniz nedir,anlataır mısınız??? Ne zaman çıkmıştır...

    Tasasvvuftan kastınız,marifetullah ise,zühd ve irfan,Allah ile olan rabıtayı kuvvetlendirmek ise amenna.. Yok eğer gavslaradn,kutublardan,velilerden himmet dilenmek vs ise,bunun islam'da yeri neymiş hele anşlatın ...!!!!

    o zaman selam size,demiyeceğim siz gibi...

    haddinizi bilin,o ayetler kafirler için.. yok eğer tekfir ediyorsanız,sözüm yok..ben müslüman isem bu bu ithamınız size dönecektir bilesiniz...

    vesselam

  9. Alt 04-12-2009, 23:05 #9
    fehim Mesajlar: 89
    Siz bilirsiniz dostum..

  10. Alt 04-13-2009, 11:34 #10
    ViSAL Mesajlar: 95
    Dinin özü şüphesiz Tevhid'dir.....peki değerli abilerim bu ne şiddet ve celal?? anlamayadım...

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.